ABD'li
psikanaliz uzmanı ve Frieda Fromm-Reichmann'ın çalışma arkadaşı Leslie Färber, Die
Wege des Willens (1966) adlı kitabında, klinikte yatan şizofren bir hastayla
terapistinin saptırılmış özerklik eğilimini yansıtan karşılaşmasını
anlatmaktadır. Aynı zamanda bu tür hastaların nasıl bizi toplumsal gerçekliğin
aksaklığı hakkında bilgilendirmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Söz
konusu terapistin, babasının hediyesi olan ve kendisi için manevi değer taşıyan
bir dolmakalemi vardır Bir terapi seansı sırasında bu dolmakalem o ana kadar
pek de ilgili olmayan hastanın dikkatini çeker. Terapist bunu fark eder ve
kalemi hastaya vererek denemesini önerir. Hastanın tepkisinden cesaretlenen terapist kalemin ertesi güne kadar onda kalabileceğini söyler Sonraki
seanslarda kalemin bahsi geçmez. Birkaç hafta sonra terapist kalemi sorarak,
onu geri almak istediğini söyler. Hasta cevap vermez. Yaklaşık altı hafta
sonra terapist, hastaya o kalemin babasının hediyesi olduğunu, onun için çok
önem taşıdığını ve geri istediğini söyler. Hastadan bu konu hakkında
konuşmasını ister. Hasta, dolmakalemin kaybolduğuna dair bir şeyler mırıldanır
ve seansın geri kalanında ağzını açmaz. Terapist gittikçe sinirlenir ve sonunda
hastaya bağırır. Bu nedenle seans tatsız biter ve hasta odasına geri döner. Hemen
sonra terapist ve iki hastabakıcı odasına dalar. Hastabakıcılardan biri hastayı
yere yatırırken, diğeri kalemi aramaya koyulur. Dolmakalem tabii ki bulunur ve
terapisti odayı terk ederken yere yatırılan hasta ona şöyle bağırır:
"Tanrım, burası ne biçim bir tımarhane! Küçücük bir kalem için bu kadar
tantana!"
Farber'ın
bize burada aktarmak istediği şey şudur:
Terapist,
kibar ve uygar bir adam olmasına rağmen, kendi davranışının bilinen
psikanalitik bir olay olan aktarıma mal ederek, şiddet içeren davranışında
kendi güdüsünü görmeyi başaramamıştır. Bunun anlamı şudur: Karşılıklı aktarım,
terapistin hastayı iyileştirmek amacıyla ona annelik etmesi, ama ondan olumlu
bir tepki alamayınca sinirlenmesi ile oluşmuştur. Farber, bu karşılaşmayı iki
iradenin çarpışması şeklinde yorumlayarak, ona başka bir anlam katmaktadır.
Benim düşünceme göre ne bu yorum, ne de aktarım bu karşılaşmayı gerçek anlamda
açıklayabilmektedir.
Hastanın
davranışları tahrik ediciydi, bu doğru. Ama terapistin ondan beklentisi, sıkı
ama açıklanmayan kuralları olan yerleşik bir oyunda rol alması değil miydi?
Hastanın, kendi açısından "nazik" davranarak, terapistin sevimli
insan imajını doğrulaması gerekirdi; iyi niyetli, yumuşak ve sevgi dolu bir
adamın görüntüsünü desteklemeliydi, öyle değil mi? Terapist, erdemlerinin
tasvip edildiğini görmek için hastayı kullanmadı mı, sürekli birbirimizi
kullandığımız gibi? Görünüşe bakılırsa, amacı sadece iyi anne rolü oynamak
değildi; bu cömertlik aynı zamanda karşılıklı tasvip oyunuydu: Bu oyunda biri
kendini güçlü ve önemli hisseder, diğeri ise ne kadar itaatkâr olabileceğini
kanıtlar.
Hasta
buna iştirak etseydi, "doğru düzgün" davransaydı, ne kadar iyi, yani
iyileşme yolunda bir hasta olduğunu kanıtlamış olmaz mıydı? Oysa o bütün
bunları anladı ve "hayır" dedi. Şizofren kişi,
"çaresizliği" ile rolleri belli bu oyunun maskesini düşürdüğü için
çoğu zaman işbirliğine yanaşmaz. Çaresizlik aracılığıyla bu oyundaki
riyakârlığa karşı gelir. Kendi oyunumuzda tutsak olduğumuz için rahatsız
oluruz. Böyle bir çaresizliğe rol gereği sadece iyilikle cevap vermemiz gerekirken,
kim açıkça öfkelenebilir? Hastanın tavrı bizi kendi oyunumuzda boğulmaya
zorlar. Bunun intikamını, ona "yardım" etmekte ısrar ederek alırız.
Bu yardım da işe yaramazsa, yardım etmeye çalışan kişide, kendini migren gibi
psikosomatik belirtilerle ortaya koyan ciddi bir ruhsal kriz görülür.
Bu
hastanın kendini terapistin insani yönüne, dostane ve cesaretlendirici
girişimlerine kapattığı doğrudur. Yine de bu tür hastaların, kısıtlayıcı sevginin
maskesini düşürüp riyakârlığını ortaya çıkarmaktaki istisnasız başarıları bizi
her gün kaçtığımız bir gerçekle bir an için karşı karşıya getirir. Hepimiz
temelinde iktidar olan imaj sistemlerini korumaya yarayan çeşitli roller oynarız.
Bu sistemlerin sağlamlaştırılmasına katkıda bulunarak, farkında olmadan,
iktidar ideolojisine ne kadar az itiraz edildiğini kanıtlarız. (İktidar,
başkaldırıya neden olabilir, ama ideolojisi olmaz.) Bu, kendi devamlılığını
sağlayan bir döngüdür. Böylece gittikçe kendimize yabancılaşarak, kendimize ve
başkalarına yaptıklarımızın farkına varmayız. Bu sahte gerçeğe en iyi uyum sağlayanlar,
toplumumuzda en başarılı kişiler olarak kabul edilmektedir. En iyi uyum
sağlayanlar, aynı zamanda kendi duygularına en uzak olanlardır. Bu çelişkili
yöntemle başarı, bastırılmış bir duygu dünyası saçmalığını örtbas etmektedir.
Bunun
sonucu, Marcel Proust'un şöyle anlattığı bir gerçektir: "Acının, bize acıyı verenler tarafından dindirilmesi
gerekliliği yalanı tarafından kışkırtılan bir sevginin var olduğu bir dünyada
yaşama cesaretini nasıl gösteriyoruz?" Hastanın inadı, hem bir kıstas hem
de bu ortak yalanda yer almayı reddedişti. Çaresiz bir şizofrenin böyle bir
lüksü vardır! Ama, ne yazık ki bu, kişisel ve toplumsal ilişkilerin toplu
olarak kaybına ve ruhsal intihara neden olmaktadır, çünkü toplumsal gelenekler
iştirak etmemeyi sosyal ihanet olarak damgalamaktadır.
Hastanın
bu oyunda yer almak istememesi, genelde bilincimizden uzak tutulanı
aydınlatmaktadır. Hükmeden ve hükmedilen ile ezen ve ezilen, toplumsal ilginin
gerçek özgürlüğü kısıtladığı bir güç alışverişinde ortaklaşa yer almakta, buna
da sevgi denmektedir. Gerektiğinde gösterilen bütün başkaldırılara rağmen, bu
sisteme uyumun bedelini kendi özgürlüğümüz ve canlılığımızdan korkarak öderiz.
Çünkü bir toplumun normlarına karşı gelebilmek için bu korkunun bilincinde
olmak gerekmez. Bir bakıyoruz, farkında olmadan teslim olmuşuz. Farkında
olmadığımız ve bilmediğimiz yerde kendimizi güçle özdeşleştirmişiz. Kendi
özerklik korkumuz ve onun-neden olduğu yaşama korkusu, hayatımızın farkına
varamadığımız bir düğüm noktası oluvermiş. Özerklik olanaklarımızın
parçalanması o denli geniş kapsamlı ki, bunun farkına bile varamıyoruz.