Korku korunmuşluk duygusuna dönüşürse
Eğer bir çocuk aslında
kendisini koruması gereken bir yetişkin tarafından ruhsal ve/veya bedensel
olarak ezilir, sığınacak başka kimse de bulamazsa sınırsız bir korkuya kapılır.
Çocuk bu muazzam ve felç edici korkudan kurtulmak için ya ölmek ister -bazı
çocuklar bunu yapar da (Gruen, 1993), ya bir psikoz geliştirir (Gruen ve
Prekop, 1986) ya da olağandışı bir hayatta kalma stratejisi izler. Çocuk bu
korkudan ve buna bağlı olan acıdan uzaklaşabilmek için kendisini ezeni,
tacizcisini idealleştirmeye ve özdeşleşme nesnesi haline getirmeye başlar.
Bu süreci, annesi ne
yapacağı kestirilemeyen bir kadın olan hastamın anlattıklarında
canlandırabiliriz. Bir keresinde elindeki bıçağı kızına fırlattığı bile olmuş.
Hastam bir seansta bu olaydan ve benzeri durumlardan söz ettikten sonra bir
dahaki seansta şunları söyledi: "Son seanstan çıktıktan sonra anneme
müthiş bir özlem duydum. Ama aynı zamanda da kendimi bir boşluğun içinde
hissettim. Omuzlarım kasılmıştı. Aniden içimden annemi çağırdım. Sanki canlı
olan her şeyi benden kopartan kara bir enerji alanı içindeydim. Bu annemle
ilişkili bir şeydi. Ama aynı zamanda da onun yanında olsam başıma hiçbir şey
gelmeyeceği duygusunu hissediyordum. İçimden ona seslendikten sonra kendimi
tekrar o kara boşluğun içinde hissettim ve bu bana bir parça korunmuşluk
duygusu verdi."
Hastam o ağır dehşetin
korunmuşluğa döndüğü anı tekrar yaşamış. Çaresizlik ve terk edilme duygusu katlanılmaz
hale geldiğinde, bir çocuğun duyduğu korku tersine, yani korunmuşluk duygusuna
dönebilir.
Sandor Ferenczi korkunun
korunmuşluk duygusuna dönüşmesini 1932 yılında tanımlamış ve bu sürecin, yetişkinlerin,
çocuklarının kendilerine olan bağımlılığını kendilik değerlerini yükseltmek
için istismar etmelerine izin veren bir toplumsal çevrede köklendiğini
göstermişti. "Çocuklar kendilerini bedensel ve ruhsal olarak çaresiz
hissediyorlar, kişilikleri daha düşünce düzeyinde bile protesto edecek kadar sağlamlaşmamış
oluyor, yetişkinlerin ezici gücü ve otoritesi onları dilsizleştiriyor, hatta
çoğunlukla zihinlerini köreltiyor. Ancak aynı korku doruk noktasına ulaştığında
çocuğu otomatik olarak saldırganın iradesine boyun eğmeye, onun bütün
isteklerini tahmin etmeye ve yerine getirmeye, kendini tamamen unutmaya ve
saldırganla tümüyle özdeşleşmeye zorluyor," (1984).
Bu özdeşleşme kurbanın
suçluyla ittifakına yol açıyor. Suçlu kurbanın gözünde korunmuşluk duygusu vaat
ediyor. Böylelikle kurban, duyduğu acıyı zayıflık olarak reddediyor, ancak
bunu kendisinden başka bir kurbanda tanıdığında onu düşman olarak algılıyor.
Yani düşman imgesi, saldırganı idealleştirmeye ve onunla özdeşleşmeye dayalı
kişilik yapımızı ayakta tutmamıza yardımcı olduğu için düşmanlara ihtiyaç
duyuyoruz. Bu şekilde oluşmuş bir kimliğin var olabilmek için düşmanlara
ihtiyacı vardır; düşmanlar olmadan varlığını sürdüremez.
Eğer bir çocuk bu hayatta
kalma stratejisini izleyemezse hastalanır veya apatiye düşer. Saldırganlığını
dışa yöneltemeyip sadece kendisine çevirebildiği için depresyon ve dış dünyayla
her türlü ilişkide donukluk ortaya çıkar. Françoise Dolto (1989) bu konuda
şunları yazıyor: "Böylelikle otizmdekine benzer bir durum oluşuyor. Bu,
çocuğun özdeşleşmesine dair bir yüke reaktif uyum süreci, bebeğin annesiyle
olan duyumsal, sembolik ilişkisini yitirmesine yol açan veya duygusal
yapılanmasını engelleyen travmatize edici bir durum. Bu durum genelde bebeğin
dört ila on aylık olduğu dönemde görülüyor." Deneyimli bir çocuk terapisti
olan Dolto böylelikle, bir insanın yaşamında terörden kaçış yollarının ne
kadar erken belirlendiğini de onaylamış oluyor.
Saldırganlık kendiliğe yönelirse
Korkudan bir başka olası
"çıkış yolu" da ölüme doğru yöneliyor. 1988 yılında ani çocuk
ölümleri üzerine yaptığım araştırmamda (1993a) bu konu üzerinde ayrıntılı
olarak durmuştum. Joachim Stork (1994) altı aylık bir bebekte böyle bir ölüm
kalım mücadelesini tespit etmişti; çocuk sonunda hayatta kaldı. Ama beş ay
boyunca bebeğin hayatta kalmasını sağlayan şey sadece, bir monitöre bağlı alarm
düzeneğinin bebeğin soluğu veya kalp atışları durmaya peylettiğinde bunu haber
vermesiydi. Stork'un gözlemleri öylesine aydınlatıcı ki, burada kısaca değinmek
istiyorum.
Caesare, nefes darlığı ve
vücudun karbondioksiti bırakmaması nedeniyle bir gözlem monitörüne (EKG soluk
monitörü) bağlandığında iki haftalıktı. Evde geçirdiği ikinci ve üçüncü aylar
sırasında sekiz kez soluksuz kalma ve kalp atışı yavaşlaması krizi yaşadı.
Çocuk üç ay üç günlükken temel bir muayeneden geçirildi ve herhangi bir organik
bulgu saptanamadı. Bebek altı aylık olduğunda Stork psikoterapiye başlayıncaya
kadar on iki kriz daha geçirdi. Şimdi Stork'un baba, anne ve bebekle yaptığı
ilk seansla ilgili izlenimlerine bakalım.
Anne, oğlunun geçirdiği
krizlerin kendisi için ne kadar korkunç olduğundan; hastanede oğluna baktığında
hissettiği yabancılık, dehşet ve isteksizlikten söz ediyor ve sonra şunları
söylüyor: "Sarışın ve mavi gözlü bir oğlum olmasını o kadar istemiştim
ki. Annem de her zaman oğlanların çoğunlukla anneye çektiğini söylerdi."
"Annenin çocuğunu dizlerinin üzerine oturtarak bana takdim ediş tarzına
çok uyan dehşet verici bir açıklamaydı dinlediğim," diye yazıyor Stork,
"çocuğu dizinin tam ucunda tutuyor ve sırtını kendisine yaslayabilmesine
imkân vermeden eğreti bir şekilde sadece sol eliyle kavrıyordu. Sonra şunları
söyledi: 'Görüyor musunuz, dizlerimin üzerinde oturan bu çocuk benim istediğim
ve bana vaat edilen çocuk değil.'
Stork şöyle devam ediyor:
"Bebekle ilgilenmek için annenin sözünü kestim. Çocuğun korku dolu,
tereddütlü bakışlarının bir an babaya kaydığını hissettim. Bebeğe, aşağı doğru
bükülmüş ağzıyla bana korku dolu ve aynı zamanda korkutucu bir Çinli şeytan
gibi göründüğünü söyledim.
Aynı zamanda annesinin
kucağındaki eğreti duruşuna ve her an düşebileceğine değindim. Sonra ona
korkuyla bakan gözlerinden ve annesinin farklı hayal etmiş olduğu koyu renk
saçlarından ve arzu etmiş olduğundan farklı olmasının annesini hayal
kırıklığına uğrattığından söz ettim. Bunun üzerine anne tasavvurlarından ve
korkularından söz etti: 'Nasıl uyuduğunu görünce onu tabutun içinde görür gibi
oldum ve ona tabutun içinde güzel görüneceğini söyledim.'"
Yaşanmış duygulara dair
gerçeklerden söz edilen bu ilk seanstan sonra Caesare'nin gösterdiği belirtiler
değişti. Uyku bozukluğu düzeldi, apne ve bradikardi krizleri -toplam otuz iki
seansın on üçüncüsünden sonra geçirdiği bir tane dışında- bitti. On üçüncü
seanstan sonra iki alarm sinyali daha geldi, ama bu kez soluğu kesilmedi. Caesare'nin
tekrar cihaza bağlanması gerekmedi. Profesör Stork, paskalya tatili nedeniyle
iki seansı iptal edince anne korku ve öfkeyle tepki göstermişti. Kendisini
yalnız bırakılmış hissetmişti. Bunun üzerine Stork, anneye Ceasare'nin onun
korkularıyla ne kadar derinden özdeşleştiğini anlatmaya çalıştı. Anne onu
şaşırtarak, oğluyla bütünleşme gerekliliği duyduğunu ve böyle bir bütünlük
sağlamak için de olağanüstü çaba gösterdiğini söyledi. Bunu ifade etmek annenin
kendisini korkuttu, çünkü ani bir yüzleşme yaşamıştı, ama şimdi bağlantıları
daha iyi anlayabildiği için aynı zamanda rahatlamıştı da.
Otuzuncu seanstan sonra
monitör kapatıldı. Caesare on dört buçuk aylık olmuştu. Soluk alma kapasitesi
daha ilk haftalarda yüzde elli düzelmişti ve artık ölüme mahkûm değildi.
Caesare'nin hikâyesinde, bir
çocuğun duygularının ve algılayışlarının, sınırlarının zedelenmesi anlamına
gelen dikkate alınmayışının varlığının inkârıyla aynı anlama geldiği görülüyor.
Bu, sadece çocuğun kendiliğini geri plana itmekle kalmıyor, aynı zamanda da
çocukta sınırlarının ihlaline karşı gelişen saldırganca tepkileri de boğuyor.
Bu vakada saldırganlık içe dönmüş durumda. İlk terapi seansında aile içinde
kanıtlanabilir bir rahatlama sağlanıyor, bu nedenle de Caesare, öfkesini ilk
kez dışa yöneltebiliyor. Stork, annenin ikinci seansın başında şunları
anlattığını aktarıyor: "(...) Caesare dün çok itici bir şekilde ağlamaya
başladı, her zamanki gibi göz yaşlarıyla değil, güçlü bir öfkeyle. Şimdiye
kadar onda böyle bir şeyi hiç görmemiştim. (...) Gece de uykusunda her zamanki
gibi yakınarak ağlamadı, sadece birkaç kez korkarak uyandı, ama yine sakinleşti."
Çocuğun saldırgan duygularını açıkça ifade edebilmesi, annesinin de onun
varlığını kabul etmeye başlamasını sağladı. Anne gözünde oğlunun daha
"büyük" ve daha "önemli" görünmeye başladığını söyledi.
Onaylanmamaya karşı hayatta kalma stratejileri
Saldırganın
idealleştirilmesi ve onunla özdeşleşme, çaresizlikten, umutsuzluktan ve
onaylanmamanın yarattığı dehşetten kaçmak için bir stratejidir. Ölmek istemek
ve uç bir durum olarak ölüm başka bir şeydir. Amerikalı nörolog Walter B.
Cannon (1942), "Voodo-ölümü"ne ilişkin çığır açıcı araştırmalarında
da ölümü çaresizliğe dayandırmıştır. İnsanlar ve hayvanlardaki açıklanamayan
ölüm olaylarını araştıran Curt Richter (1965) de, zor durumlardan ne
mücadeleyle ne de kaçarak kurtulabilen Norveç farelerinin de kelimenin tam
anlamıyla "yaşamlarım gözden çıkarttıklarını" ortaya koydu.
William James (1950), 1905
yılında yayımlanan psikoloji klasiğinde, bir insanın varlığının
onaylanmamasının var olmamakla aynı anlama geldiğini yazıyor. Böyle bir yaşantı
uç bir travmayla, sonucunda insanın kendisini algılayamaz hale geldiği ve
felçleştirici bir çaresizliğe düştüğü insanlık dışı bir cezalandırmayla
karşılaştırılabilir. Çocukların, yaşamlarında merkezi rol oynayan yakın
kişiler varlıklarına karşılık vermediklerinde yaşadıkları da aynen budur.
Bunun sonucunda ortaya çıkan umutsuzluk ölümcül olabilir.
Dolto (1988), şunları
yazıyor: "Takdir görmek, bakışla ve dinleyerek ilişki kurmak besin
almaktan daha temel bir ihtiyaçtır ve uykunun bir süre sonra korku verici bir
uykusuzluğa dönüşmesi, dış dünyayla ruhsal ve özsel ilişkilerden artık umut
kesildiğinde ortaya çıkan bir içe kaçışın ifadesidir. Eğer uzun süre
canlandırıcı bir etkileşim oluşmazsa, çocuk dış dünyayla ilişki arayışından
vazgeçer, kendini ölüme götürebilecek fizyolojik bir uykuya dalar." Benzer
bir tanımlamayı "Der frühe Abschied"de (Erken Veda, 1993a) ben de
yaptım. Ruanda'da benzer şekilde tanımlanan bebek ölümleri üzücü bir gündelik
gerçek. Anne-babalarını aniden kaybeden bebekler, onların duygusal olarak
uyarıcı rollerini kimse üstlenmeyince karşılık bulma beklentilerinden vazgeçip
ölüyorlar. Margaret Ribble, bu hayat verici alışverişin gerekliliğini daha
kırklı yıllarda saptamıştı.
M. Lewis'in (1992) raporu
da, sonuçlan daha az travmatize edici olmakla birlikte, aynı süreci ortaya
koyuyor. Lewis, saldırganından kaçabilmek için suçluluk duygularına sığınan üç
buçuk yaşındaki Rebecca'nın durumunu anlatıyor. Kendisini suçlu hissetmek, bu
küçük kızın çaresizliğiyle başa çıkmak için geliştirdiği bir strateji. Suçluluk
duygusu, çocuğun duygusal bakımdan ölümcül bir izolasyona girmesini önleyip
dış dünyayla alışverişini sağladığından hayatta kalmasını mümkün kılıyor.
Raporda Rebecca'nın annesinden kızıyla birlikte değil, ona karşı hareket eden
duygusuz bir kadın olarak söz ediliyor.
Lewis'in araştırma
projesinde Rebecca'nın oynarken giderek dağılacak şekilde yapılmış bir bebekle
oynaması gerekiyor. Önce annesi bebeği Rebecca'ya veriyor. Üç dakika sonra
bebeğin bir bacağı düşüyor. Rebecca omuzlarını kısıp sandalyesinin üstünde
çöküp kaldığı için annesi "Ne oldu?" diye soruyor. Rebecca annesine
bakmıyor. Bir süre sonra bebeği ve kopan bacağını tekrar rafa kaldırdıktan
sonra rasgele bir yerlere bakarak diğer oyuncakların önünde kıpırdamadan
oturuyor. Deneyi yapanın değerlendirmesi şöyle: "Kız, kimse bir şey
söylemese de bebeği kendisinin kırdığını düşünüyor ve çöküntü içinde geri
çekiliyor. Annesi ne olduğunu sorduğunda Rebecca cevap vermiyor. Çocuk
kendisini suçlu hissetmeye önceden hazır." Annesinin kendisine tepki
veremeyişinden, ilgi göstermek yerine sadece araştırma sorularıyla yetinişinden
doğan boşluğu suçluluk duygusuyla dolduruyor. Bu kız suçluluk duygusu
sayesinde kendisini hayatta tutuyor.
Çaresizlik karşısında başka
ve yaygın bir tepkiyi de psikanalist W. V. Silverberg (1947), Rilke'nin
"Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke" (Cornet
Christoph Rilke'nin Sevme ve Ölüm Biçimi) adlı şiirini yorumlayarak
gösteriyor. Burada kaçınılmaz çaresizliğin hissedilişi, onu yaratan dünyayı
inkâr etmeye ve aynı zamanda idealleştirerek içselleştirmeye götürüyor.
İdealleştirme burada sadece fantezi veya halüsinasyon düzeyinde de olsa
varoluş garantisi yerine geçiyor.
Rilke'nin şiirinin kahramanı
kendini sınırlamak ve ölüm korkusuna bırakmak yerine düşmanla bütünleşiyor. Böylece,
düşmanlar etrafını sarmışken, salladıkları kılıçlar üzerinde kıvılcımlanırken,
bunları çağıldayan bir çeşmeden üzerine serpilen su olarak görüyor. Silverberg
bunu, Rilke'nin şiirinde, bir insanın varoluşunu her şeyi kapsayıp dönüştüren
bir ruh hali ile onaylamasını canlandırdığı şeklinde yorumluyor. Rilke, insanın
kendisine eziyet ve tehdit edenleri tam tersine dönüştürdüğü bu ânı tespit ediyor.
Kurbana düşmanının yanında yer alarak ruhsal olarak hayatta kalma şansı vermek
için gerçeği tersine çeviriyor. Şair böylelikle, insanın kendi kurban
durumunda oluşunun ve dolayısıyla kendiliğinin de silinmesini şiirsel bir
şekilde ifade ediyor.
Varlığımızın onay bulmayışı
ölçüsünde kendiliğimizin kayboluşunu hepimiz bir şekilde yaşamışızdır. Kurban
durumuna geçenlerin sayısını, -kurban durumuna girmek bizi genelde utandırdığı
için- başkalarının kurban hali yüzünden kendilerini taciz edilmiş
hissedenlerin sayısında görmek mümkündür. Utancımız, bizi kurban durumuna
sokanların, kurban durumunda oluşumuzu inkâr etmeleriyle başlar. Bu inkâr,
saldırganın tarafına geçişimizin gerçekleştiği sürecin bir parçasıdır. Bu
utanç -ya da Rebecca'nın durumunda olduğu gibi suçluluk- kurban olma durumuyla
birlikte bilincine varılmadan kuşaktan kuşağa aktarılır. Böylece güç,
varlığımızın temel ilkesi olarak sürekli biçimde yerleşikleşir.
Empatinin Yitimi
Resim:Egon Schiele