Cemal Süreya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemal Süreya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2013 Cuma

Ahmed Arif / Cemal Süreya

“Bir şair: Ahmed Arif
Toplar dağların rüzgârlarını
Dağıtır çocuklara erken."

Hasretinden Prangalar Eskittim kitabıyla Ahmed Arif'in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arifin Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de mate­matik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerlerin kendi içinde, ye­ni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanaksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmekte­dir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulma­ları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir, diyo­rum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir "paza­rı" olan Ahmed Arif de bu arada bu durumundan fırlayıp oku­ra uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu.
Ahmed Arif 1927'de doğdu. Diyarbakırlı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde ken­disi Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, Felsefe Bölümü'nde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkar­dığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görü­nüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun de “halk olarak sanat”"ın dolaylarında dolaşılmaya başla­nmıştı. Bütün gençler, bütün yeniyetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rifat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yal­nız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikte, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arka­daşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif'i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile, Ga­rip'le gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur. (Garip'le gelen ve Yeni şiirin biçim özgürlüğüne ilişkin öneri ise, 1940'tan sonra yetişen bütün şairlerce benimsenmişti.)
Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlükler­den. Ovadan akan "büyük ve bereketli bir ırmak" gibidir. Uy­gardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, "âsi" dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. "Daha deniz görmemiş" çocuklara adanmıştır. Kurdun ku­şun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğru­su bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir. Karşı koymaktan çok boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zengin­liği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.
1959-1962 yılları arasında Ankara'daydım. Muzaffer Erdost tanıştırmıştı bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Er­dost Ulus gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de o günlerde Medeniyet gazetesinde çalışıyordu. Haftanın üç dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç dört gecesi. Ben, geceye doğru, saat 11-12 sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Nelerden konuşurduk? Her şeyden. Sa­bahleyin, yürüye yürüye Kızılay'a kadar gidilir, orda ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle. Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma tarzıyla (hatta yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık bir benzerlik vardır muhakkak; ama ko­nuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te rastlıyordum. Onun şiiri, konuşmasın­dan alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirinin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma "oral" (sözel) bir şi­irdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: Bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şii­rin elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arifin şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiçbir zaman söyleve düşmez. Bir duy­gu sağanağı, imgeler halinde, sıra sıra mısraları kurar. Ana dü­şünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirinin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçede destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır. En il­ginç çıkışını desek daha yerinde olacak. Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O, yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; "tavukları birbirine karışan" insanları anlatı­yor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görü­yorsunuz.  Ahmed Arif, Doğu Anadolu'nun, sınır boylarının ye­rel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığı­yor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sul­tan Abdal'ı, Urfalı Nazif i, Köroğlu'na, Bedreddin'e götürüyor. Büyük bir sevgiyle bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; göz­lerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığım, hatta öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına edildiklerini sanan başka şairlerden ayrılıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı ta temelden takınıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor.
Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düze­nini getirmiştir, dedik. Bir de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim: Paul Eluard'ın şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü dönemde de, ondan sonraki dönemde de, şiirinin temelinde yatan ana öğe, mısralarının kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların birbiriyle bağlanma bi­rimi sayesinde ipuçlarını hiçbir zaman saklamamıştır. Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır. Hasretinden Prangalar Eskittim'de bunun birçok örneğini görüyoruz. Sonra, imge onda sı­nırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gös­teriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanıl­maz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem kazanmakta­dır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arife özgü fizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmak­ta, ya da bütün çekidüzenini onlarda bulmaktadır.
Sözgelimi, "Otuz Üç Kurşun"da:
Yakışıklı
Hafif
İyi süvari
mısralarının; yine aynı şiirde:

Ve karaca sürüsü
Keklik takımı...
mısralarının böyle bir işlevi vardır.

Bu, Mayakovski'nin ritm elde etmek için yaptığı biçim ça­lışmalarını akla getiriyorsa da aslında bu noktada iki şairin tu­tumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mayakovski için, ritm, bir yerde, her şeydir; "şiirin temel gücünü" ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir için ritm, manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sa­nırsam; Mayakovski'de ritm, bir bakıma, şiirin dışında bir yer­dedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da ya­tay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetler­sek: Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada "oral" niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile Hasretinden Prangalar Eskittim, geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir Hasretinden Prangalar Eskittim: Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arifin şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların "aktüalite"siyle dolu­dur. "Künyesi çizileli" kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek te­ması içinde bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasaba­ların arasından tarihi kalın çizgilerle görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, "Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Be­benin Ninnisi"nde daha güncel bir tavır var (sanıyorum, en son yazdığı şiirdir bu). "Otuz Üç Kurşun"da da biraz öyle. Bir yer­de tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.
Hollanda'ya gittiğimde orda Van Gogh'un sarılarının kay­nağını bulmuş ve daha çok sevmeye başlamıştım Van Gogh'un resimlerindeki sarıları. Çünkü Hollanda'daki coğrafyanın, yer­yüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları, Van Gogh'u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasında­ki böyle bir ilişki sanat yapıtının değerini artırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.
Aynı şekilde, Erzurum, Sivas toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindir­dikten sonra, Âşık Veysel'in sesine daha çok tutuldum. Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, her yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış «.ılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Âşık Veysel'in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan türünde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arifi okurken.

Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.
‘‘Dostuna yarasını gösterir gibi."
Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalı­nayak ve ayakları yanarak.

Hasretinden Prangalar Eskittim yayımlanana kadar çok kişi bilmiyordu Ahmed Arif’in şiirini. Hatta şöyle diyelim: onun şii­rini kendisinden yararlanan birkaç şair dışında pek izleyen ol­mamıştı. Hele okur kitleleri hiç bilmiyordu. Gerçi şiirlerini el­den ele dolaştıranlar, ezberleyip toplantılarda okuyanlar vardı, ama fazla değildi bunların sayısı. "Gizli şair" olarak kalmıştı şimdiye kadar. Bu yüzden hakkındaki bilgiler de kulaktan dol­ma ve yanlıştı. Sözgelimi geçenlerde Anadolu'da çıkan bir der­gide şiir üstüne bir inceleme yazmayı deneyen genç bir arka­daş, bu yazısında Ahmed Arif’ten de söz etmiş, ama 1940 şiirin­den önce yazmış bir şair olarak göstermişti. Yalnız bu arkadaş değil, bazı ad yapmış eleştirmenler de yanlış yargılarla baktılar ona. Belki de onun yapıtını istedikleri an yanıbaşlarında bula­madıkları için oldu bu. Sözgelimi Hüseyin Cöntürk, birkaç yıl önce Dönem dergisinde yazdığı bir yazıda Ahmed Arifi Orhan Veli akımının yedeğinde bir sanatçı olarak ele almış ve şöyle yargılamıştı: "Orhan Veli'yi iyi anlamış." Ahmed Arif’in şiiri için yapılabilecek en büyük yanlıştı bu. Aynı dergide Cöntürk'e karşılık vermiştim ben de* Sanırım Cöntürk'ün büyük yanlışı biraz da Ahmed Arif’in şiirini izleyebilme olanağını hemen hemen hiç bulamamış olmasından doğuyordu. Bir iki yerde rastladığı bir iki şiiri kendi ölçülerine göre yargılamak gereğini duymuştu belki de. Gerçi bir iki parçadan da bir şair üstüne aykırı düşmeyen yargılara varılabilir ya da varılabilmesi gerekli, ama neyse... Dergiler de, yayınevleri de her nedense uzak durdular Ahmed Arif’in şiirine. Kitabını yayımlamak için onunki ciddi bir temas arayanlarına son yıllara kadar rastlanmadı. Şiiri hakkındaki bilgisizlikten doğuyordu bu. Yaklaşanları da Ahmed Arif geri çeviriyordu. Nihayet, Bilgi Yayınevi bu işe girişti. Kutlarım bu yayınevini.


1969


25 Şubat 2012 Cumartesi

A'dan Z'ye Edip Cansever


Birsel, Salâh 
Cansever’in şiirini oluşturmasında Salâh Birsel’in payı önemlidir. Bunu her zaman, bir başka deyişle ömrünün sonuna ka­dar açıkyüreklilikle dile getirmiştir.
Cansever arkadaşlarıyla birlikte 1947’de Edebiyat Dünyası ad­lı bir dergi çıkarmaya niyetlenir. 1940’larda edebiyatçıların ve sa­natçıların uğrak yeri olan Elit Kahvesi’ne iki arkadaşıyla birlikte ya­zı istemeye gider. Kahvede tanıdık tanımadık birçok edebiyatçıyla karşılaşır. Bunların arasında bir tek Salâh Birsel’den ilgi ve yakınlık görür. Artık Cansever için Birsel’in yeri ayrıdır.
Cansever ve arkadaşları isteklerine olumlu bir karşılık ala­mazlar o gün. Cansever’in arkadaşları “...umutlarını yitirmiş olarak çıkıp” giderler. Ama Cansever gitmez:
“Ben kalıyorum. Salâh Birsel yanıma geliyor, dostça, yakın bir ilgi gösteriyor bana. Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyor. ‘Gü­zel olan, ama şiir olmayan’ bir sürü şiirim var elbette.”
“Güzel olan, ama şiir olmayan” sözüyle Ahmet Hamdi Tanpı- nar’a gönderme yapıyor Cansever. (Bkz. TANPINAR, AHMET HAMDİ) Şöyle sürdürüyor sonra:
“Yenilerini yazdıkça getirip okumamı öneriyor. Şiirle başla­yan, şiirle süren bir dostluk kuruluyor aramızda. Şiirin gerçek de­ğerlerini, yapı ve teknik özelliklerini anlatıyor uzun uzun. Özellikle dizenin ne olduğunu örnekleriyle vurgulayaraktan bende gerçek bir şiir yaklaşımı sağlıyor. O günlere dek duymadığım tadlar edini­yorum.”
Cansever 1970’lerin başında Mehmet H. Doğan’a gönderdi­ği yaşamöyküsünde de Elifteki olaya değindikten sonra şunları ya­zıyor:
“...Salâh Birsel geldi yanıma ve ilgilendi. Şiir kitabımdan söz açtı. Arkadaş olduk. Uzun yıllar da arkadaşlık ettik. Çok şey öğren­dim ondan. Nasıl mısra kurulur, şiirin bütünlüğü nedir, neler oku­malı, nelere nasıl bakmalı, hepsini. Bilmediği, korktuğu (o yıllar öyleydi, herkes biraz çekinirdi hiç değilse) toplumculuktu.”
Cansever’in Birsel’le olan ilişkisinde bir etkileme değil bir  yol göstericilik, bir şiirce (poetika) oluşturma çabası söz konusu­dur.
“Edip’in ilk şiirleri, Birsel’inkiler gibi sıfatsız ya da az sıfatlı ve değişmecesiz (mecazsız) şeylerdir. Bu yüzden kimileri Edip’i Bir­sel’in etkisinde sanır. Bu büyük bir haksızlıktır. Süssüz olmaları bir yana, onun şiirlerinin Birsel’inkilerle hiçbir alışverişi yoktur. Hele daha sonraki yıllarda Edip bu süssüzlüğü de bırakacak, İkinci Yeni içinde değişmecelere, benzetmelere bol bol kucak açacaktır. Ne­dir, bu 1947’lerde kestirilemiyor, Edip’in iyi bir ozan olduğu anlaşı- lamıyordur. Öte yandan onun Birsel’in şiirlerini sevmesi, Birsel’in de her toplulukta Edip’in şiirlerini övmesi kimilerini kızdırır.” (Sa­lâh Birsel)

Bodrum
“Babam 1986 yılında Bodrum’da oturmaya karar verdi. Daha doğrusu 6 ay İstanbul’da, 6 ay Bodrum’da yaşamak istiyordu. İlhan Berk’in de yardımıyla küçük bir yer aldılar ve 1986 Mayıs’ında an­nemle Bodrum’a gittiler. Büyük bir keyifle evin bütün eksiklerini gi­derdiler, eve eşya aldılar. Çok heyecanlıydı. Burada şiiryazmak, ça­lışmak istiyordu. 15 gün sonra da ben ve o zaman 6 yaşında olan kı­zım Emine onları Bodrum’da ziyarete gittik.
Her şey çok güzel ve heyecanlıydı. Ancak iki gün sonra baba­mın beyin kanaması geçirdiğini fark edip İstanbul’a döndük. Ame­liyata alındı. Ama maalesef kurtarılamadı.” (Kızı Nuran Birol) Can­sever 28 Mayıs 1986’da aramızdan ayrılır.

Cansever, Mefharet
Cansever’in eşi Mefharet Cansever eski İstanbullu bir ailenin kızıdır. Annesi Sarıyer’den Kadıköy’e gelin gelir ve Mefharet Erk Ka­dıköy’de doğup büyür. Çok genç yaşta Cansever’le evlenir.
1986’da Cansever’in ölümüyle 39 yıllık birliktelik noktalanır. Mefharet Cansever bir ev hanımı olarak hem çocuklarıyla, hem ev işleriyle uğraşır, bir yandan da Cansever’i yalnız bırakma­maya çalışır. Şaireşinin dostları onun da dostlarıdır. Çoğunlukla ai­lece görüşülür zaten. Edip Cansever’in yazıp bitirdiği şiirlerin ilk okuru da Mefharet Cansever’dir.
Edip Cansever masa başı söyleşilerini çok sever; Mefharet Cansever de fazlasıyla konukseverdir, konuk ağırlamaktan hiç yüksünmez.
“1960’ların ortaları olmalı; belki 1964 ya da 1965... Mehmet Şeyda ve eşi Canseverler’in Fenerbahçe Dalyan’daki yazlıklarına ko­nuk giderken beni de götürüyorlar. Önce gitmek istemiyorum. Cansever’le tanışıklığımız var ama hem çağrılı değilim, hem de o sıralarda gündemde olan İkinci Yeni tartışmalarının açılmasından çekini­yorum... Sonunda gidiyorum. Ev çok kalabalık. Tanıdığım tanımadı­ğım birçok kimse var. Süreyya Kanıpak da geliyor. Belki daha “Berfe” adını almamış. Bir arkadaşımın gelmesi beni rahatlatıyor. Can­sever’in tutumu da çok içten; ille yemeğe kalın diye tutturuyor. Bun­ca kişiye nasıl sofra kurulacak... Aklım almıyor. Yeni tanıdığım Mef­haret hanıma bakıyorum, ne bir telaş, ne bir sıkıntı belirtisi var. Hiç oralı değil. Bir ara kayboluyor. Ardından sofra donatılıyor. Rakı içile­cek. Derken ortaya bulgur pilavını andıran bir yemek geliyor. Yavaş­ça bunun ne olduğunu soruyorum. Meyhane pilavıymış. Böylece ilk kez Mefharet hanımın elinden yediğim meyhane pilavının tadı da­mağımda kalıyor. Bir daha unutamıyorum...” (Eray Canberk)
“Muhakkak ki bütün evlerimize çok konuk gelmiştir. Ama Dalyan’daki masamızı asla unutmayacağım. Bir keresinde evin içinden balkona kadar uzatılmıştı. Rakılar yavaş yavaş tükenir; şar­kılar, sohbetler bütün gece sürerdi... Annemin sadece meyhane pi­lavına iltifat etmek haksızlık olur.
       Bütün yemekleri biryaz bahçesi gibi hazırlar, bu hareketli yaşa­mı bir orkestra şefi gibi idare ederdi... Belki de Nahit hanımdan sonra evini konuklarına en çok açan, sofrasında en çok edebiyatçı ağırlayan bir kadın olarak edebiyat dünyasında adı geçebilir.” (Kızı Nuran Birol) Gerçekten de Mefharet hanımın sofraları Cansever’in ölü­münden sonra da sürer. Cansever’in ölüm günü olan 28 Mayıs’ta mezarının başında her yıl bir anma toplantısı yapılır, toplantıya katıIanlar sonra da Etiler ile Bebek arasındaki evde, Mefharet hanımın sofrasında buluşarak eski günleri yaşatıp Cansever’i anarlar.
Cemal Süreya
Cemal Süreya 1980’li yıllarda dergilerde yayımlanan günlük­lerini topladığı 999. Gün / Üstü Kalsın (1991) adlı kitabında hem İkinci Yeni şairi, hem yakın arkadaşı Cansever’in ölümü karşısındaki ruh halinden söz eder. Bir iki sayfa içinde (ya da bir iki günlük’te) Cansever’in şiir dünyasının da kuşbakışı görünümünü çiziverir.

“ 543. GÜN
TV’de, sekiz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm ha­beri verildi. Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılan­mış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimiz değil, hayat serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.”

“56o. GÜN
Ben atımı böyle dört nal sürüyorum ya
Yetişmek için mi bilmem kaçmak için mi?

“561. GÜN
...Edip’i anlatacaktım... Günler var ki bir şey yazamadım. Yazmak bir tat, bir tutku olmaktan çıktı benim için. Bilmem yetiş­mek için mi kaçmak için mi? Edip’in ölümü gerçekten sarstı beni.
Başka bir ilişki vardı aramızda. Keçiyolları telefon kokardı. Öy­le çok ahbaplık etmezdik ama sürekli düşünürdük birbirimizi. Onun bana her zaman hakkımdan fazlasını vermeye alışmış olması, bende onun hakkı konusunda yersiz de sayılabilen bir titizlik mi yaratıyordu?
Edip öldü ve ben, dün, kaç zaman sonra, Kadıköy Açıkçarşısı’nın gondol (gemi satıyor biri) bedestenindeydim. Oranın, yani ge­minin bitişiğinde, olağanüstü bir şey oldu: adamın biri yere iki kapa­ğını açarak koyduğu bir James Bond çantasının içinde üç tane tesbih, iki de şey, iki tomarda, eski milli piyango bileti satıyordu. Uçmasınlar diye üzerlerine lastik bağ geçirilmişti. Aldım elime, tarihlerine baktım. Eski biletler, bir şey çıkmamış, ya da çıksa da zamanı geçmiş biletler. ‘Kim alabilir, kimler alır bunları?’ diye düşündüm. Bir şey gelmedi ak­lıma. Yalnız şu imge: Adam yarın ölecek ve yarın öleceğini bilmiyor...
İmge, beni, satıcıyı, Edip’i, tanıdığımız bir sürü ortak kişiyi kapsayacak biçimde genişledi; bir geceye, bir dostlar sofrasına, bir veda bildirisine, bir dergi yazısına dönüştü.
Yetenekli ve salt duygu Beyhan; (Türk)uvaz çatılı saray: Cary; sonsuz ve güzel Manş Denizi’ni yüzerek geçecek kadar güçlü spor­cu Alev...
Edip’i tanıdıktan kısa bir süre sonra, 6/7 Eylül Olayları çık­mıştı. O akşam, Edip, evine (alnına defne dalı koyacağım düşündü­ğüm Mefharet’in yanına) gitmişti; ben, olayları bütünüyle izledim, sabaha kadar. Yapacak başka işim yoktu zaten...
İlk tanıştığımız gün arkadaşlığımızın renklerini de, baştan sona, olduğu gibi götürecek bir çerçeve oluşmuştu: Orhan Kemal, Hüsamettin Bozok, Agop Arad, Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Cemal Süreya... İlk günkü dostluk, sonuna kadar...
Edip’in çerçeveleri içinde bir başka çerçevedir bu (Arap Ta­lât’ı eklemek şartıyla)... Onun daha çok Fatih’te oturduğu zamanla ilgilidir.
Sonra Bomonti’ye gitti, sonra Bebek’e. Çevresi iyice genişle­di. Orhan Kemal ve Buyrukçu ile ilişkilerinin gevşemesinde bunun da payı olacak. 1959-1964 yılları arasında İstanbul dışındaydım: As­kerlik, Ankara, Paris. Döndüğümde Edip’i o yeni konumu içinde buldum. 6o’lı yıllarda Orhan Kemal ve Muzaffer’in yanında Edip’i hiç görmedim.
Fatih’teyken T.S. Eliot’un Türkçe çevirilerini didikler, Kafka’yı beklerdi.
Bir fuayede bir tuzluk sevmişti: ‘Avusturyalı bir tuzluk.’
Bir sobanın borusu eğri duruyorsa, onu severdi; kendisinin de öyle bir sobası olmadığı (olamayacağı) için hayıflanırdı.
Camsever!
Saat dört dedi mi, masanın örtüsü üstünde bir ‘beyazlık’ ol­sun ister. Uçucu bir şey vardı kadehinde, bir gaz. Yudumladığını göremezdin.
O canlı, o ilk Edip’le, bütün hesaplarını vermiş eski bir uygar­lık gibi gözlerini aralayan son Edip arasında bir ayrım var mı diye düşündüm. Yok bir ayrım.
Her şeye karşın, alaturkayı elden çıkarmayan bir adamdı.
Uzletgâhım ordan oraya taşıyan derviş.
İşte bu piyango biletleri, bütün bunlar...”

“Çağrılmayan Yakup”
Cansever’in 1966’da yayımlanan Çağrılmayan Yakup adlı şiir kitabı 4 uzun şiirden oluşur. Kitaba adını veren ilk şiir “Çağrılma­yan Yakup” o yılların toplumsal / siyasal ortamının da etkisiyle bir yandan eleştirilere uğrarken bir yandan da şiir dünyamızda olumlu yankılar uyandırır. Her iki alandaki tartışmalar kitabın bir süre gün­demde kalmasına yol açar. Özellikle genç şairler ve Cansever okurları, deyim yerindeyse, “Çağrılmayan Yakup” sözünü dillerine pelesenk ederler. Bir yerli filmde bu söz bezek olarak kullanılır. Gi­derek de “çağrılmadan gelen” ya da “çağrılması unutulan” kimse anlamında bir deyim niteliği kazanır “Çağrılmayan Yakup”.
İlginç bir rastlantıdır; “Mısra işlevini yitirdi.” diye yazan Cansever’in daha çok dizeleri (mısraları) dillerde dolaşır. Bu dize­lerden biri de “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” dizesi­dir.

Hazırlayan: Eray Canberk

6 Haziran 2011 Pazartesi

Onüç Günün Mektupları / Cemal Süreya

15 Temmuz 1972


Senin eşsizliğin, bulunmazlığın üstüne ne söylesem eksik kalır. Sadelikten korkmayan bir kadınsın bir kere. O köp­rünün altında vb. satılan balık-ekmekten alıp yemek istemen ,beni en çok gönendiren şeylerden biri. Sana ondan almak is­temeyişimin tek nedeni midenin sağlığını düşündüğümdendir. Bunu kaç kez söyledim de sana. Adapazarı'ndaki kızla neydi adı onun?- çektirdiğin fotoğrafta senin bütün hayat tavrın gizli. En gösterişsiz koşullarda da sen, o koşullardan hiç utanmadan, hiç yüksünmeden, bir ayağını gözü pek bir rahatlıkla ileri atabilirsin. Beni nasıl savunursun sonra. Birisi bana çok şişmanladığımı söylemişti de, hemen saldırıya geç­miş, şişman olmadığımı ileri sürmüştün. Oysa pekâlâ fazla okkalanmıştım o günler. Sen busun işte. Sevdiğini her du­rumda savunursun, onun kusurlarını görmezsin. Ne sevgilisi­n sen.

Ama Aragon'un şu dizesi de bir gerçek:
"Göğsüne bastırırken kırar sevdiği şeyi."

O  da var.  Kişi kimi zaman çok sevmenin getirdiği yanlışlıklara da düşüyor. Sevdiği şeyi göğsüne fazlaca bastırırken örseliyor onu. Hoyratlaşıyor bir yerde aşk. Acaba bu gerçekten aşkın kaçınılmaz bir gereği mi? Kimi zaman Öyle belki. Ama, ben, öyle olmamalı diyorum. İnsanî çizgi­den sapmamalı. Aşkı insanî çizgide bütünlemeli. Mutluluk da, sanırsam, o zaman bütünleniyor. Güven, mutluluğun te­melidir. Güven aşkın ve her türlü aşkın, yani cesaretin, yani kavganın temelidir. Mevhibe'nin İsmet'ten kuşkulanabilece­ğini aklın alıyor mu? Bu noktada bir özeleştiri yaparsak, sende güvenin, bende bakımın zaman zaman aksar gibi ol­duğu sonucuna varabiliriz.

Ne demiş şair:
"Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti."
*
Aynı şair şöyle bir dize de ekleyebilirdi o şiirine:
"Aşklar tam güven istiyor güvenemedin gitti."
*
Memo bugün denize gitti- Şapkasıyla. İçsel kardeşi Gamze Ezel'le akşamdan geldi. Gece bizde kaldılar. Sabah da Memo Emrah'ı alıp kampa gittiler. Memo, bensiz gitmek istemedi. "Babam gelmezse denize ditmiyorum," dedi. Son­ra ben kendisini ikna ettim. "Denize girmemek" ve "başını sabunlamamaları" şartıyla razı oldu gitmeye. Akşam getire­cekler. Yarın sabah da onu Perihan'lara götüreceğim.
Seviyorum seni.
*
Se-vi-yo-rum.

İçsel: Zuhal'in ilk evliliğinden olan kızı.
Perihan: Cemal Süreya'nın kız kardeşi.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Sonnet / Charles Cros



1842 -1888, Fransa.

Ölümsüz dizeler süzmek vergidir bana
Doğruyu söyleyen sesime herkesler hayran,
Bu eşsiz gücümle övünürüm zaman zaman
Satın alınır şey değil parayla pulla.

Her şeye dokundum: Ateşe, kadınlara, elmalara;
Her şeyi duydum: Kışı, ilkbaharı ve yazı;
Her şeyi buldum: Hiçbir kapı duramadı karşımda.
Ama şu talih, belki de Kör Salih onun adı.

Oyalanıyorum bakıp bakıp camekânlara
İşte eldivenler, işte çekler, işte mantarlar
Mutluluk hep altı sıfırlı sayıların ardında.

Yahu, değerlisin krallar, piskoposlar kadar
Albaylar, saymanlar ne ki senin yanında
Ama ne havan, ne güneşin, ne karpuzların var.

Çeviren: Cemal Süreya

20 Nisan 2011 Çarşamba

Turgut Uyar'ın Girişimi / Cemal Süreya


        Şöyle deyince daha çok yaklaşıyorum onun şiirine: Turgut Uyar özellikle son yıllarda büyük bir şiirin or­tasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok bir dirim belirtisidir. Bu yüzden kolay kolay tanımlanmaya gelmez: görülür, tanık olunur. Blok halinde bir izlenimler bütünüyle gireriz ona. Şiir­sel işlevini bütünüyle ve sürekli bir şekilde hareket ede­rek sürdürür. Tek tek şiirleri yok, şiiri vardır. Bölerek, parça parça düşünmek silahsızlandırmaktır onu biraz. Parça parça en güzel şeyleri söylediği halde böyle konu­şuyorum. Asıl Turgut Uyar, daha yukarı bir kesimden sonra başlar. Ayrıntılar ayrıntı olarak değil, bütünün küçük organları olarak önem kazanırlar. Tekrarlar, yı­ğıntılar o bütüne göre anlamlanırlar. Tarih içinde değil, küçük olayların öyküsü, daha doğrusu o olayların 'ben'le ilişkisinden doğan bir mitoloji içindedir. 'Ben' kendisiyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bu da, dünyayı ilkel çizgileriyle kabul etmekten çıkıyor galiba. İnsan doğar ve kendi gerçeklerini yaratmaya başlar. Ama tek insan için bunlar bir veriler yığınından başka bir şey değildir. Turgut Uyar'da cinsel istek, eşyaya damgasını basmıştır. Cinsel isteği saf ve aptal odalardan çıkararak şehrin gürültüsünden geçirir. Şehir, fetişleridir. Şiirin al­tında ayrı bir akıntı vardır: yaşamayı sevmek, insanın haklı çıkması. O bütün bu verileri kucaklar, sayar, kö­şelere diker. Büyük bir hoşlanma duygusuyla kamaşıktır, ürkek yürek bütün geçmişi kabullenmektedir. Du­yarlık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükse­lir.
Turgut Uyar'ın bu şiirsel gövdeye uygun olarak kurduğu söz düzeni sanatımızın en ilginç girişimlerin­den biridir.
"Ve Allahı arardım serçe yuvalarında." Turgut Uyar'ın 1947'de yayımlanan ilk şiirinden aldığım bu mısra da gösteriyor ki o, şiir serüvenine adımını atarken bile değişik bir duyarlığın adamı olacaktır. Yine aynı şi­irde büyük bir anlatım rahatlığı göze çarpıyor. Turgut Uyar'ın şiirimize getirdiği yeniliklerden biri de sözünü ettiğim şiirsel gövdeye en uygun gelen anlatımı yakala­masıdır. Şiirimiz vezinden serbest söyleyişe geçerken kendini bir ritim yaratma zorunda görmüştür. Anonim kalıpların alışılmış düzenini aratmayan bir başka biçim özelliği. Orhan Veli'nin, Oktay Rıfat'ın, Melih Cev­det'in halk deyimlerine fazla yer vermelerinin bir nede­ni de budur belki. İkinci Yeni'yi ise dilde 'iç uyum' ara­yan bir girişim olarak nitelendirebiliriz. İkinci Yeni, di­lin iç olanaklarını araştırırken böyle bir zorundan hare­ket ediyordu. Turgut Uyar yalnız bir ritim kurmamış, aynı zamanda o ritmi kendi şiirinin kadrosu için de özgürleştirmiştir. Ondaki iç ritim sese ilişkin bir nitelikte değil. Daha çok şiirsel yükün gövdede rahatlıklar aramasıyla ilgili. Bir de dışarıdan uygulanan biçim öğeleri var ki bunlar ayrı.
Turgut Uyar'ı şiirimizin ön sırasına getiren bir özellik de görüntü kavramına kattığı yeni olanaklarıdır.
Çok boyutlu ve gerçeğin asalağı olmayan görüntülerle çalışır. Sözgelimi başka şairler akşam'ı bir yanıyla anla­tırken, akşamdaki bir şeyi anlatırken, Turgut Uyar ak­şam'ı bütünüyle kavrama eğilimindedir. Düzyazıdan korkmaz, ondan şiir devşirir boyuna. Bu arada konuş­ma diline yeni kullanma değerleri getirir, uçları eski şa­irlerin kıyılarına vuran 'parodi'ler kurar.
'Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda, 'Tütünler Islak'ta ve daha sonra dergilerde yayımladığı şiirlerin ço­ğunda onun insani değerlerden çok insani durumlarla il­gilendiği bir gerçektir. Yalnız ben son birkaç şiirinde onun insani değerlere yöneldiğini sezinliyorum. Bu ge­çici mi olacaktır, yoksa sürekli bir değişmenin belirtisi midir? Erken konuşmuyorsam, bir ikidir yeni bir yolu deniyor. Ağırlık noktasında bir kayma göze çarpıyor. Şiirindeki 'dünyadan hoşlanma' duygusu bir 'mutluluk dileği duygusu' ile yer değiştiriyor. Eskiden omurilikle yürek birlikte çalışırken şimdi omurilik yüreğin yedeği­ne giriyor. 'Hızla Gelişecek Kalbimiz'i bu yeni yönse-meye örnek alabiliriz. 'Kadırga' ve 'Açıklamalar' adlı şi­irlerinde de aynı değişikliği görmemeye imkân yok. Bu şiirlerde söz düzeni de daha berrak. Akıl daha çok karı­şıyor işe. Görüntü yavaşça geriye çekiliyor. Birtakım yan kavramlar ortaya çıkıyor.
Böyle bir evreye girerken Turgut Uyar'ın şiirinde oluşan bir başka yeni özellik 'ben'in 'biz'e dönüşür gibi olmasıdır. Birey artık eşyayı egosantrik bir şekilde üst­lenmiyor. Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda, Tütünler Islak'ta olağan ve küçük durumların genel yapı içinde 'uyumsuz'u destekleyen, saydamlaştıran bir işlevleri vardı. Son bir iki şiirde ise yalın bir söz düzeninin canlı­lığını korumak söz konusu. Öte yandan zamanda da bir kayma var. Turgut Uyar'ın şiirlerinde şimdiki zamana alışmıştık daha çok. Bir şimdiki zaman içinde geçmişin ve geniş bir zamanın verimlerini yaşıyordu. Şimdilerde gelecek zamanı kullanmaya başladığını görüyoruz. Umudun şiirini yazmaya geçmesinden mi bu? Bu za­man kaymasına umudun bir değişkeni olarak mı rastlı­yoruz şiirlerinde?
Bu sözlerimden Turgut Uyar'ın şiirinde bir kimlik değişmesi bulduğum sanılmasın. Aynı kimliğin yeni bir çağ tanımasıdır söz konusu olan. Turgut Uyar şiir üstü­ne çok düşünmüş bir şair. Şiirinin işlerliğindeki bazı öğelerin tutarlı bir şekilde yer değiştirmesi, onun kendi sanatının özel sorunlarını nice bildiğini gösteriyor.
Söylenenlerin aksine ikinci Yeni şairleri başlangıçta ayrı ayrı şiirsel noktalardan hareket etmişlerdi. Orhan Veli şiiri tıkanmıştı. Bu şiirin dışında bir şiir oluşmaya başlamıştı. Ancak İkinci Yeni için yapılan tanımlamalar hem biraz erken, hem de çoğu doğru olmayan öğelere göre yapılmıştır. Daha ilk günlerde tanımlamaya geçil­miştir. O sırada ikinci Yeni ne olduğuyla değil, ne ol­madığıyla beliren bir şiirdi. Oysa birçok genç şair, şiirin kendisinden değil, yapılan tanımlamalardan çıkarak yazmaya başladılar. Üstelik yeni şiir tutumunu getiren bütün öncülerin ortak etkileri de bunların üstünde ku­rulmuş bulunuyordu. Bu arada öncüler arasında da el­bet etkiler, karşı-etkiler oldu. Ama İkinci Yeni'yle ilgi­lenen yazarlar bu hareketi anlatırken o ortak özellikleri şemalara döken ikinci sınıf şairlerden birtakım kurallar çıkarmayı daha kolay gördüler. Bu durum, şiirimizi dikkatle izlemeyen kimselerin İkinci Yeni'nin ortaklaşa ve kişiliklerini ayırmamış bir şiir olduğunu sanmalarına yol açmıştır. Nedir ki zaman geçtikçe gerçek bütün çıp­laklığıyla ortaya çıktı. Turgut Uyar, İkinci Yeni'nin merkezinde olmuştur. Şiirimiz onunla gizlileri yoklama yeteneği kazanıyor. Hatta daha ileri giderek şunu söyle­yeceğim, onun deneyiminin şiirimizdeki işlevi şiirinden de önemlidir. Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi Tanpınar ortaya çok güzel yapıtlar koymuş sanatçılardır, ama ne kendi günlerinde ne de daha sonra bir işlev­leri olmuştur. Buna karşılık Orhan Veli'nin büyük bir yapıtı yoktur, ama büyük bir işlevi vardır. Turgut Uyar'da ise iki özelliği bir arada görüyoruz: büyük bir yapıt ve büyük bir işlev.
Sanatta girişimdir asıl olan.
Sanat sorunlarının insan sorunlarına dönüşebilme­si, daha doğrusu bazı insan sorunlarını yüklenebilmesi ancak köklü girişimlerin sonucu olarak doğuyor. Ne yönde olursa olsun, köklü bir sanat girişimi eninde so­nunda bir insan girişimidir.
Turgut Uyar, şiir girişimiyle Akdenizli bir şair ola­rak çağdaş sanatta kendi yerini ayırmıştır.
1966

TURGUT UYAR

Ak odada oturur
Kapısı penceresinden çok

Gözlerinde yıldızlar
Serin yerde durur

Bir elinde kadeh
Öbürünü yarasına bastırır

İnşaattan ses gelir
Bir şeyi okşar gibidir

Dönülmez dizeler içinde 
Onunkiler gülaçılır.

Cemal Süreya

13 Nisan 2011 Çarşamba

Şiir Anayasaya Aykırıdır / Cemal Süreya


Tabiat ahlakı kovuyor. Nerde bir ahlak türemişse, orada tabiatla ahlak çatışma halinde. Sanatı doğuran mutlaka bu çatış­madır demiyoruz. Ama sanatı besleyen hep bu çatışmadır di­yoruz. Tabiat sanatla kurulu düzene karşı başkaldırıyor. İtiyor onu. Hafife alıyor. Bozuyor. Ağuluyor. Sanatlar içinde bu özelliği en çok taşıyan da şiir sanatıdır. O kadar ki bu konuda birçok sanatların genel meselelerini şiir üstünde tartışmak yersiz olmaz: Çünkü Novalis'in bir sözünü uygulayarak diyelim: Her sanat şiire dayanır, hatta şiir bile...
“"Şiir alışkanlıklara karşı bir yaylım ateştir." Bu yaylım ateş şiirin konusunda olduğu kadar diyalektiğindedir. Hatta daha çok diyalektiğindedir. Ama ahlaka karşı koyuş şiirin amacı de­ğil. Belki fonksiyonu. Bu iki kavramı birbirine karıştırmamak gerekir. Şiirin çıkış noktasında yapıcılık da yıkıcılık da yoktur. Bir noktadan sonra ise sadece yıkıcılık niteliği kendini gösteri­yor.
Kurulu düzene aykırılık estetik içinde daha çok, güzel-çirkin, iyi-kötü kavgası şeklinde kendini sunmuştur. Güzeli yaka­ladıkları yerde kendilerini gerçeğin yükseltilerinde sanan dü­şünürler artık pek yok. Onlar neredeyse güzeli gerçeğe, gerçeği güzele indirgiyorlardı. Hatta kimileri eşyanın özüne ilk ba­samağın güzel olduğunu ileri sürecek kadar aşırıydılar. Ama böyleleri pek yok şimdilerde. Baudelaire'i düşünelim. Baude­laire 1867 yılında öldüğü zaman estetikte yepyeni bir çağ baş­lamıştır. Baudelaire eskiyi kapamış, yeniyi açmıştır. Daha doğrusu şiir Baudelaire'in serüveninde kendi ipuçlarını bulmuştur.  Bazı ipuçları.  Onun ölümünden bir yıl  sonra Lautruamont'un Chants de Maldoror'u yayımlandı. O günden bugüne şairler bin yıllık güzelin yerine çirkini oturttular. Mısralardaki iyi, kötüye yenildi. Tanrının tası tarağı toplayıp göklere çekilmesi, insandaki şeytanın zaferden zafere koşması bu tarihten sonra ortaya çıkan gerçeklerdendir, insandaki öz, şiirle, evren içinde kendini deniyor. Kendi kurduğu tanrıların kendine aykırı sonuçlarını yeriyor. Çünkü Tanrı bir sonradan biçimdir İnsansa önceden bir öz.
Bugün şiirin bir ucu toplumsal planda insan haklarını kolluyor. Bu şiirin çekirdeğinde ahlaki bir kaygı bulunduğundan değil, belki kurulu düzene aykırılık niteliği ağır bastığından oluyor. Çünkü insan haklarındaki ilkeler daha yürürlükle değil. Çünkü o ilkeler kurulu düzenle daha çatışma halinde. Ama onların bir gün toplumlarda geniş olarak uygulandığını, kurulu düzen içinde kaynaşarak ayrılmaz birer parça olduğunu düşünelim, o zaman şiir kollamayacak artık onları. Karşı çıkacak belki onlara. İşte bu noktada gerçekçiler gerçekçisi Jhering'in hukuki mesajı ile akılcılar akılcısı Kant'ın felsefi mesajı birleşiyor galiba. Jhering hukukun oluşmasını toplumda hâkim bir grubun isteklerine uygun olarak tespit eder. Kant ise en geniş anlamda ahlakı tabiatın mutlaka kovacağını söyler. Biri toplumsal hayat bakımından, öbürü felsefi davranış açısından yapılmış bu iki tespit iki gerçeği aydınlığa çıkarıyor. Biri şu: Hiç bir zaman bir toplumdaki ahlak ve hukuk düzeninin, kişioğlunun tabiatına tam uygun olduğu görülemez. Daha uygun olabilir belki, ama tam uygun olduğu görülemez. Öteki de şu  kişioğlunun tabiatına iyice bitişik bir yönü olan şiir o ahlakla, o hukukla sürekli çatışma durumundadır. Geniş anlamda ahlak hukuku da içine aldığından sadece ahlak diyelim, ahlak tabiata nice aykırı olursa lafını ettiğimiz çatışma onca sert olacaktır.
Baudelaire bir şeye zıttı. Rimbaud ise hiçbir şeyle bağlantılı değildi. Sürrealistler çıkışlarını Rimbaud'yu kök alan bir “revolution" kavramına şartlamışlardı. Dünyanın değiştirilmesi planında Karl Marx'ı, hayatın değiştirilmesi planında Artur Rimbaud'yu izliyorlardı.
Bugün şiir çağdaş şairlerde yeni alanlar, yeni açılar yaratırken belirli bir yönde gelişiyor: Başkaldırma yönünde... Günü­müz insanının, uygarlığın bugünkü sıkışık biçimlerinde, çık­maz sokaklarında, labirentlerinde ilerlerken gösterdiği davra­nışlara uygun düşüyor bu. Bu biçimler, bu sokaklar, bu labirentler uygarlığın kendisiyse, şiir barbarlığın ta kendisi oluyor. bunun için ahlakı kovuyor.
Şiir bütün çağlarda onun için var.
                                                Papirüs, Mayıs 1961