Serol Teber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serol Teber etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2011 Perşembe

İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş / Serol Teber

Kuşkusuz hiç kimsenin şu ya da bu biçimde, dışarıya yan­sımamış, eylem niteliğine dönüşmemiş politik tutumlarını önce­den bilmek pek kolay değildir. Ancak, çeşitli gözlem ve ampirik araştırma yöntemleriyle, bir insanın günlük yaşam sürecinde gösterdiği önyargı, ethno-sentrik öz, dogmatizm, tutuculuk vb. gibi politik nitelikli tutumlarından-davranışlarından kimi çıkar­samalar yapmak olasıdır.
Politik- psikoloji araştırmalarının en çok üzerinde durduğu noktalardan biri önyargılı tutumlardır.
Önyargı, toplumsallaştırma dönemlerinin en erken çocuk­luk evresinden itibaren biçimlenmeye başlar. Topluma egemen olan ideolojilerin -aile içine- kadın erkek ilişkilerine yansıması sonucu, çocuğun yaşamını daha ilk günlerinden başlayarak, ön­yargılı gelişmesinin ilk motivasyonlarını oluşturmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan ve çok bilinen bir araştırmada, 3-7 yaşlan arasındaki kara ve beyaz derili çocuklar, kendilerine gösterilen bebek ve resimlerin, ilk kez beyaz renkli olanlarına karşı belirli bir genel eğilim göstermelerine karşın, biraz daha ileri yaşlardaki kara derili çocukların, ABD toplumu­nun önyargıları uzantısında ve bunlara bir tür tepki olarak, gide­rek kendi deri renklerine benzer renkli bebekleri tercih etmeye eğilim gösterdikleri tesbit edilmiştir.
Çocukların aile ve ilk eğitim dönemlerinde başlayan ön yargılı düşünceleri ileri dönemlerin politik toplumsallaştırılması ile daha açık bir biçimde anti-demokratik nitelikler almakta ve giderek, politik tutumlar, "bizden olanlar" ya da "bizden olma­yanlar" diye, bütünsel onaylama ya da gene bütünsel inkarlara varan boyutlara uzanmaktadır.
Önyargılı düşünmek hiç kuşkusuz, kültür düzeyi düşük ve yeterli düşünme alışkanlığı geliştirmemişler için oldukça "tu­tumlu" (ekonomik) bir düşünme biçimidir. Çok az düşünerek yaşamlarını sürdürmeye özen gösterenler, önyargılı düşünmeyi ve önyargılı yaşamayı özellikle severler. Ayrıca, önyargılı dü­şünmek stereötipik bir düşünme biçimidir de... Bu yöntem, dü­şünmede kolaylık ve hatta rahatlık sağlar; insan günlük yaşamı yargılarken kendince kılı kırk yarmaz, doğruyu-yanlıştan ayır­mada zorlanmaz. Ancak, böyle ekonomize edilmiş ve stere­ötipik konuma getirilmiş düşünceler, kendi içlerinde bir tür ka­palı devreler oluştururlar ve ortaya çıkan olası bir toplumsal kriz, güvensizlik, güvencesizlik ortamında, kimi önyargılı ve dengesiz davranışlarda bulunabilirler.
Örneğin, önyargılı düşünce (bakış tarzı), hızla ayrımcı tu­tumlara, saldırganlığa dönüşebilir. Ancak, hep bilindiği gibi, ön­yargı ile ayrımcı ilişkiler değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Ör­neğin, kimi kez bir devletin, başka bir devletle ilişkilerinin bo­zulmasından sonra, her iki devletin yurttaşlarının da birbirlerine karşı çok kez önyargısız fakat ayrımcı ve hatta düşmanca tutum­lar alabildikleri ya da bunun tam tersi durumlarda ve özellikle üçüncü dünya ülkelerinde görüldüğü gibi, yerli halkın büyük bir bölümünün, birinci dünyalı turistlere karşı ayrımcı olmayan, an­cak önyargılı davranışlar gösterdikleri tesbit edilebilir.
Fakat, en çok görülen klasik biçimde, önyargı ile ayrımcılık birlikte ortaya çıkarlar; ve gene birlikte ethno-sentrik ka­rakter (ve düşünce biçimini) oluştururlar. Burada, biraz abart­malı bir tanımlamayla, dünyayı içinde yaşanan toplumsal grup (ulus) ile bu toplumsal grubun (ulusun) dışında kalanlar diye iki­ye bölerek düşünmek söz konusudur. Ethno-sentrik kişinin için­de bulunduğu toplumsal grup, (ulus) iyi, ötesi kötüdür, içinde bulunulan toplumsal grubun, normlarına, değer ölçülerine sada­katle uyulmalı, itaat edilmelidir. Bunlara karşı tavır alanlara, ön­yargılı, yurtseverce, nasyonalist ve hatta faşist ve ırkçı tutumlar alınabilir...
Genel olarak tüm otoriteryan kişilikler aşın bir ethno-sent­rik öz taşırlar. Ayrıca, ampirik araştırmalarda, ethno-sentrik ki­şiliğin aynı zamanda, dogmatik, tutucu, sosyaldarwinci nitelikler taşıdığı sergilenir...
Burada bir parantez açıp, ilktoplumlarda, kendi klanını/ grubunu mutlaklaştıran, ethno-sentrik düşünceleri, tutumları, bir tür doğal savunma mekanizması sistemi içinde değerlendirip an­layışla karşılamak olasıdır. Fakat, gelişmiş sanayileşmiş burjuva toplumlarında ortaya çıkan, zayıf-güçsüz kişiliği/karakteri, giz­lemek ya da dengelemek amacıyla üretilen ethno-sentrik tutum tüm politik davranışların dinamiğine ağırlığını koyar. İçinde bu­lunduğu toplumsal koşullara ve kendine güvenmeyen birey, bu durumu dengeleyebilmek için, kendisini ve içinde bulunduğu toplumu-grubu olağanüstü ve irreal biçimlerde rasyonalize (Freud) eder; realiteden kaçar ve sürekli olarak düşman imajı yaratı­lır... Ve ancak bu düşman imajları ile bireyin ve sistemin ayakta kalabileceği düşünülür...
Bu konuda politik-psikolojik araştırmalar son kerte öğreti­ci veriler sergilemektedir. Örneğin, bu düşman imaj koşullandırılması bir kez bireye ve topluma benimsetildikten sonra, artık ortada böyle bir imajı yaratacak (ya da besleyecek) düşman bu­lunmasa da, bir tür fantom-düşman imajı süregelmektedir. Örne­ğin, bugünlerde bile, Avusturya'da görülen yoğun anti Yahudi eğilimlerin (düşmanlıkların) nedenlerini tesbit edebilmek için sürdürülen araştırmalar oldukça ilginç ve öğretici sonuçlar ver­miştir. Çünkü bilindiği gibi, Avusturya'da, böylesi güncel bir Yahudi düşmanlığını koşullayacak sayıda Yahudi yoktur; ve ayrıca resmi ve açık bir anti-Yahudi politikası da uygulanmamak­ta, ancak gene de tüm bunlara karşın ciddi bir Yahudi düşmanlı­ğı bulunmaktadır. Araştırmacılar, Yahudinin bulunmadığı bir toplumdaki Yahudi düşmanlığını "söylencelere dayalı Yahudi düşmanlığı" olarak tanımlamışlardır. Modernleşme etnosentrik düşünceyi azaltmamış, tersine pekiştirmiştir. Modem ulus­laşma süreci içinde etnosentrik düşünce ve davranışlar en uç ör­neklerini çeşitli soykırımlarında göstermişlerdir.
Wilson, 1973 yılında yayınladığı ve son yıllarda uluslara­rası düzeyde genel kabul gören "Konservatizmin Dinamik Kura mı" adlı çalışmasında "tutucu (konservatif) kişiliği" oldukça açık ve ayrıntılı bir biçimde gözler önüne sermiştir.
Wilson'a göre, tutuculuk (konservatizm) kişiliğin, konfilikt karşısında geri çekilerek oluşturduğu bir tür savunma meka­nizmasıdır. Tutucu kişilik, kendini sürekli tehdit altında hisset­menin getirdiği güvensizlik, umutsuzluk, güvenirsizlik sonucu en kestirme ve görece kolay çözüm yolunu seçer; kendini hiç kimsenin saldırmasına / tehdit etmesine gereksinim duymayaca­ğı alanlara kadar geri çeker; kişiliğini silikleştirir; hiçbir özgün-orjinal yanını açıkta bırakmaz. Ancak gene de içinde yoğun bir korku, güvensizlik/ itimatsızlık taşır...
Wilson'a göre bu tür kişilikler, doğuştan ve/veya ilk ço­cukluk yaşlarından itibaren kendilerine uygulanan toplumlaştırma, eğitim sürecinde gösterilen otoriter baskı sonucu çok korku­lu ve çok hassas / duyarlı bir biçimde yetiştirilmişlerdir. Bu tür bir kişilik üzerinde, toplumsal ideoloji, özellikle din, politik tu­tum ve diğer kültür alanları özgün gelişmeler gösterebilir... Bu tür gelişmeleri, Wilson "konservatif sendrom" paydası altında toplamayı önermektedir. "Konservatif sendrom" içinde tanımla­nabilen kişilikler, politikada (genel olarak) sağa eğilimlidirler; azınlıklara ve 3. Dünya ülkelerine, Yahudilere ya da kara derili­lere karşı hoşgörüsüzdürler; yoğun bir ethno-sentrizm, milita­rizm, özellikle dinsel alanlarda dogmatizm, toplumsal uyum-konformizm, anti-hedonizm ve yeniliklere karşı aşırı duyarlı bir tutum gösterirler.
Ancak, tutucu-konservatif karakter gelişmeye açık hatta ilerici bir yanı da kendi içinde taşır. Ve genel olarak, gelişmiş sa­nayi ülkelerinde görülen tutucu karakterin, tutucu/ilerici dinami­ğini genel toplumsallaştırma sürecinin niteliği, eğitim, kültür düzeyi, meslek, aile durumu vb. gibi bireyin içinde yaşadığı so­mut toplumsal-kültürel-tinsel koşullar belirler...
Bu nedenle de, bu konuda Wilson'un tanımlamaları -ve bu alanda yapılan diğer genellemeler-yaşamın tüm alanlarını ve ki­şiliğin tüm boyutlarını kapsamaz; kapsamayabilir. Ayrıca, çok kez birbirleriyle çelişkiliymiş gibi görünen değişik görünümler de ortaya çıkabilir. Burada da psişik yapının çeşitli sektörlerin­de ve bunların günlük yaşama yansıyışlarında, birey, kimi kez tutucu (günlük konuşma söylemiyle, Status quo'yu koruyucu), hatta yenilik düşmanı, ve ancak tüm bunlara karşı kimi zaman­lar -olumlu anlamda- ilerici, geleneklere sahip çıkıcı, koruyucu, muhafaza edici politik tutumlar ortaya koyabilmektedir. Somutlarsak, örneğin, Batı-Orta Avrupalı tutucu-konservatif kişiliğin, toplumsallaştırma, eğitim, kültür düzeyini yükseltme gibi alan­larda, -gerektiğinde- sınıf kökenli sosyal-demokrat ve hatta sos­yalist partilerin ilerici ekonomik-toplumsal-kültürel politikaları­nı destekleyebilecek kadar ilerici, buna karşın ulusal sorunlar, din, moral, gelenekler gibi konularda tutucu tavırlar alabildiği gözlenmektedir. Tek tümcede özetlemeye kalkarsak tutucu/konservatif kişilik kimi konularda şaşırtıcı derecede ilerici ve kimi konularda ödün vermez bir tutucudur…
Bu tür kişiliklerin yaşadıkları toplumsallaştırma süreci, al­dıkları eğitim, meslek ve toplumsal konumları, aile durumları, gibi nedenler, onların ilerici demokrat yanlarını etkileyebilir. Örneğin, Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü'nün, Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmiş üyelerinin yaptıkları çeşitli am­pirik araştırmalarda, "Hitler kurbanı Yahudilere, liberallerden ve protestanlardan çok katoliklerin ve muhafazakarların yardım et­tikleri tesbit edilmiş, Paul Messig ve Horkheimer bu durumu, eleştirel idealleri, liberallerden çok muhafazakarların savunduk­ları..." biçiminde yorumlamışlardır.
Ancak, güncel olaylar bile bu tür kişiliklerin ilerici ya da tutucu yana doğru kaymasına neden olabilir. Ve gene hep bilinir ki, bu tür kişilikler, güncel olayları, toplumsal gelişmeleri çok dikkatle ve büyük bir duyarlılıkla izlerler. Günlük yaşamdan ge­len bir küçük olumsuz izlenim, tutucu kişiliklerin içlerinde bir yaşam boyu taşıdıkları "latent korkuyu" artırır ve kişiliğin hızla ve gene şaşırtıcı bir küntlükle tutucu/ilerici dengesini bozar; ve politik tutum, tutucu tarafa doğru kayabilir. Bu kez, tutucu öğeler dogmatik nitelikler kazanabilir, hoşgörü azalır; önyargılı dü­şünülmeye ve hatta önyargılı tutumlar alınmaya başlanır...
Konservatif kişiliğin bu ikili yanına Adorno, Otoriteryan Karakter araştırmasında da uzunca değinir ve bunu, hakiki (genuine) ve sözde (pseudo) - konservatif karakter kümelerinde tartışır... Adorno, özellikle sözde (pseudo) konservatif karakteri, sözde (pseudo) faşist karaktere çok yakın görür. Sözde tutucu karakterin özellikle geleneksel Amerikan örneğinin psişik yapı­sı, otoriteryan, saldırgan, çok kez şiddet öğelerini içeren, kaotik terörist ve tahripkardır... Bunlarda Üst-Ben (Über - Ich) çok kuvvetlidir; ve bu durum, bu kişilerin, insan hakları, barış vb. gi­bi konularda, "vicdanlarının seslerini" dinleyerek otoriteye bo­yun eğmelerini olanaklı kılar... Bu tür kişilikler "kollektif karak­tere" ve "özel teşebbüse" eğilim gösterirler (Adorno). Örneğin, bunlar çok sayıda parlamenter yerine az sayıda ve güçlü devlet adamını yeğlerler. Demokrasiye inanırlar ama gerçekte anti-demokrattırlar; bunlar çokçası, sözde demokrat, sözde liberal ve sözde ilericidirler...
Tutucu (muhafazakar)-konservatif kişilik-karakter, -genel çizgileriyle- liberal burjuva toplumunun (Adorno'nun kanısına göre, son dört yüzyıllık tarihsel birikimin) ürünüdür; ve tüm ya­şam boyu hem eski toplumsal kurumlarla hesaplaşmış ve hem de -özellikle liberal burjuva- toplumunun en temel niteliklerini daha ileri ve daha radikal biçimlerde geçerli kılmak için çalış­mıştır. Tutucu kişiliğin aynı andaki hem ilerici ve hem de tutu­cu yanı, onun, tarihsel kökenindeki bu ikilemden kaynaklanır. Ancak bu ikilemin günlük polit-barometreye göre yaptığı salınımlar tüm toplum için son kerte yaşamsal önemli sonuçlar or­taya çıkarır, ve tutucu kişilik, demokrasi, insan hakları, özgürlük hatta parlemanterizm gibi liberal burjuvazinin en temel savlarını bile bir anda, dogmatizm, militarizm, güçlü devlet egemenli­ği, ve hatta "önder" (Führer) gibi bireysel normlar ve toplumsal standartlarla değiştirebilir...
Yapılan pek çok ampirik araştırma da benzeri savları doğrular nitelikli sonuçlar getirmiştir. Toplumsal yaşamda ortaya çı­kan kriz ve bunun getirdiği korku huzursuzluk-güvensizlik-kuşku oluşturan olaylar karşısında bu tür kişiliklerin hızla sa­vunma konumuna çekildikleri ve dogmatik reaksiyoner tutumlar gösterdikleri belirlenmiştir. Bu süreç içinde, tutucu kişilikler kendilerini güvence altında duyumsayacakları toplumsal ve po­litik ve de psikolojik alanlara kadar geri çekilirler ve bu gerile­me (regresyon) sürecinde yapmayacakları "fedakarlık" yoktur... Bu durumlarda -genel olarak- toplumsal dengeyi düzenleyecek (uyarına gelirse karizmatik) bir otorite aranır; ve uzak-yakın (evrensel ve bölgesel) olaylardan görüldüğü gibi, böylesi otoriter düzenler ve otoriter kişiler her zaman ve her yerde bolca bu­lunur.
Burada ayrıca liberal kapitalist dönemlerin tutucu kişilik­leriyle, monopol kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni tutucu kişi­likleri de birbirinden ayırmak gerekir. Özellikle günümüzün postmodern döneminin "yeni tutucuları" ya da yeni elite "tüm ideolojilere son" belgisi gibi demokratik görünümlü şaşkınlıklar yaratarak, -liberal tutuculara- oranla çok daha vahşi-barbar, dog­matik, otoriter, militarist ve kıyıcı bir Makyavelizm örneği oluş­turmaktadırlar.
Burada, yeni-tutuculuğun temel yaşam felsefesinin özünü oluşturan Makyavelizm’in kimi önemli niteliklerini anımsamak yararlı olabilir.
Makyavelizmin temel ilkesi "amaç, aracı meşrulaştırır"' (hatta kutsallaştırır) tümcesiyle özetlenir. Amaca ulaşmayı son kerte rasyonelleştiren, şiddet ile yönetimi ele geçirmeyi ya da her yola başvurup "köşeyi dönmeyi" Öngören bu zihniyet-ideoloji, politik ya da psikolojik tavır, tüm norm sistemlerini, mo­ral anlayışlarını yeniden gözden geçirmeyi gerektirir.
Hiç kuşkusuz Miccolo Machiavelli (1469-1527) çelişkili biçimlerde yorumlanmış, çok kez söylemedikleri ve yazmadık­ları bile kendisine mal edilmiştir Ama sonunda, gene de kimse­nin kolayına -özellikle de içinde yaşadığımız günlerde -vazgeçemediği güncel bir politik tutumun kuramcısı olarak tarihe geç­miştir.
Machiavelii için, patriot, demokrat, anti-krist, kuramcı, hü­manist, moralist-ahlakçı, polit-kriminal, teknograt, objektif-analitikçi ve hiç kuşkusuz dahi, şeytanın avukatı, despotların akıl hocası vb. gibi pek çok şey söylenmiştir. Machiavelii, 15. yüz­yıl İtalyasının, toplumsal yapısını, insan malzemesini, psikoloji­sini son kerte soğuk kanlı analize etmiş ve bulgularından gene son kerte realist sonuçlar çıkarmıştır. Hiç olmazsa, Machiavelli zamanından beri, politik düşünmeye çalışanların kafalarında il­ginç etik-politika ilişkileri ortaya çıkmıştır.
Bugün, politik-psikoloji, Makyavelizm’in oldukça olumsuz yeni bir görüntüsünü tartışmaya açmak istemektedir. Özellikle, yeni tutuculuğun içinde ve "entellektüel teknolojinin" çatısı al­tında çalışan teknogratlar bugün, tam da post-modern döneme uygun bir Makyavelizm örneği sergilemektedirler. Burada, te­mel olarak hiçbir ideolojiye bağlanılmamasına karşın, çıkara da­yalı politik ilişkiler aracılığı ile her bir yöntem uygulanarak maddi-politik güç sahibi olma ilkesi benimsenirken, insanlararası ilişkilerde ise bir yandan yapmacık-sentetik, sempati, kibar­lık gösterileri yapılmakta, öte yandan, şaşırtıcı bir duygusuzluk ve bir tür moral- anastezi içinde her türlü entrikayı meşrulaştı­ran bir tutum (tavır) ortaya konmaktadır.
Böylesi psişik birikimlerden hareketle " Makyavelist kişi­lik" yapısı bile öngörülmektedir. Profesyonel mesleklerde ve özellikle entellektüel teknolojide çalışan "elite" arasında "polit-tekniker" olarak da adlandırılan Makyavelist kişiliğin teorisi ve moral ilkesi yoktur... sözüne ve duygularına güvenilmez... ne di­ne, ne bilime inanır... insancıl bir heyecanı, duygusu, arzusu yoktur... tek amacı mümkün olduğu kadar maddi-politik güç sa­hibi olmaktır.
Politik-psikolojik araştırmalar, Makyavelist kişiliğin, poli­tik uçların her yanında
bulunabileceğini; Eysenck-Skalasına gö­re de, Makyavelist kişiliğin, tutucu konservatif, dogmatik, radikal boyutlarda, otoriter ve anti-demokratik nitelikler içerme eği­liminde olduğu belirlenmektedir.
Tüm bu belirleme çabaları gene de yeni-tutuculuğa, anti­demokratik ya da Makyavelist kişiliğe homogen bir kişilik (ka­rakter) görünümü vermeyebilir. Günümüzün bu yeni-tutucu (otoriteryan) kişiliğinin, dogmatik, ethno-sentrik, katı, saldırgan ve batıl inançlı olduğu söylenebilir. Ve bu kişilik, politik bir ha­reket değil, bir toplumsal karakterdir ve en temel boyutu, anti­demokratik niteliğidir.
Otoriteryan, yeni-tutucu, dogmatik kişilik, hoş görüşsüzdür. Paranoid boyutlara varan bir korku, güvensizlik ve toplum­sal yalıtlanma korkusu içinde, dış dünyaya kapalı, sistematik dü-şünceden-felsefeden yoksun olarak yaşamaktadır. Sistematik düşünemediği için, bilimsel bilgisi değil, inançları gelişmekte ve politik davranışlarını çok kez bu inançlarıyla belirlemeye ça­lışmaktadır. Gene de inanmak / inanmamak arasında büyük kor­kular içinde yaşamaktadır.
Bunlar içinde bulunduktan koşullara göre değişik kişilik/ karakter farklılıktan gösterebilirler. Örneğin, yeni-tutucu, dogmatik karakter, Amerika Birleşik Devletleri'nde, hoşgörüsüz, saldırgan, militarist yönlere doğru gelişme eğilimleri gösterir­ken, aynı karakter, Batı Avrupa toplumlarında, daha çok, ethno-sentrik, nasyonalist (ve hatta ırkçı) boyutlara doğru uzanma eği­limindedir.
Bu tür kişiliklerin / karakterlerin gelişme yönleri ve bu gelişmenin hızını, içinde yaşanan toplumsal koşullar ve özellik­le de giderek kronikleşen kriz ve güvensizlik ortamları belirler.
Bu tür kişilikler yoğun güvensizlik ortamlarında çok daha fazla saldırganlaşır ve fanatikleşirler.
Güvenlik duygusu (düşüncesi), insanın, kuşku içinde olmadığı, kendini tehlikesiz, ikircimsiz duyumsadığı bir yaşam gereksinimi olarak tanımlanabilir; ya da, başka bir türlü yakla­şımla, huzursuzluğun, kuşkunun, tehlikeli bir durum beklentisi­nin olmadığı bir ortamı, birey, kendisi için güvenli veya güven verici bir durum / ortam olarak belirleyebilir. Burada, toplumun, bireye, koruyucu-güven verici görevini sürdürmesi, toplum-birey yaşamında belli bir sürekliliğin, ekonomik-kültürel-tinsel harmoninin sağlanmış olması, ayrıca bireyin kendisini diğer in­sanlar arasında da güvence içinde hissetmesi sözkonusudur. Bi­rey ile toplum, karşılıklı olarak birbirlerinden kuşku duymaya, birbirleri için açık ya da potansiyel tehlike oluşturmaya (ya da böyle sanmaya) başladıklarında, duyulagelen güvenin bir yanıl­sama, bir "yanlış" (ya da sözde) güven duygusu olduğu düşünül­meye başlanır. Yanlış -ya da sözde- güven duyma durumunda, birey ile toplum arasındaki bilgi ve duygu alışverişinde bir asi­metri ve birbirlerini dışlayan ve hatta birbirlerini yadsımaya va­ran bir durum ortaya çıkabilir...
İnsanın toplumsal yaşamının en temel beklentisi, doğal toplumsal olumsuzluklara karşı -görece- korunduğu duygusu, ya da doğadan-toplumdan ve diğer insanlardan gelmesi olası çıplak veya dolaylı bir tehdit olmadığı düşüncesi-beklentisi içinde bu­lunmasıdır.
Güvenceli bir yaşam konusunda, insanların genel olarak (ve zamansal yönden) üç boyutlu bir düşünce biçiminde olduk­ları gözlenmiştir. Örneğin, insanların büyük bir çoğunluğu, mit'lerin, masalların, ilk toplumların tarihlerinin de etkisi altında kalarak, insanların eski zamanlarda (altın çağlarda) olağanüstü bir güvenlik içinde ve bir tür cennette yaşadıkları sanısını taşır­lar; buna karşın şimdiki zamana dönük, güvensizlik düşüncesin­de, hep bu yitik cennetin sağladığı -eski- güvenliği yeniden ka­zanmak isteği; ve geleceğe yönelik güvenlik düşüncesinde de, bu cenneti dünya üzerinde yeniden kurmaya çalışma özlemleri-öngörüleri vardır... Hem din kitaplarının, hem de dünyevi ideolojilerin savlarında hep bu "yitik cenneti" yeniden yaşaya­bilme düşleri sözkonusu edilir.
Bir anlamda tüm yaşamın ve politik çalışmaların temelin­de güvenceli bir yaşam sağlama amacı vardır. Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı ve özellikle, İtalya ve Fransız Komünist Par
tilerinin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemlerindeki başarılarının nedenlerini irdeleyen bir araştırmada, Marksizm’in (sosyalizmin) insanlara, anaerkil-ilktoplumlar döneminin (altın çağın) dünya­da yeniden oluşturulabileceğinin olabilirliğini ve umudunu ver­diği için, her türlü karşı teröre rağmen benimsenip-savunulduğu, gözlenmiştir...
Güven duygusunu oluşturma olanaklarının bittiği (ya da bunun böyle duyumsandığı) durumlarda, büyük psişik krizler ortaya çıkmaktadır.
Bu koşullarda insanın, hızla, mekan-zaman ve bizzat ken­disiyle, soy ve özgeçmişiyle olan ilişkileri, oryantasyonu bozul­makta latent ya da açık bir paranoya içine girilmektedir... Gene bu paranoya, dışarıya çok değişik biçimlerde yansıtılmakta ve bu özelleşmiş genel (ya da genelleşmiş özel) çılgınlık ve /veya çok kez fantom (görünmez) "iç ve dış düşman" imajları üzerin­den boşaltılmaya çalışılmaktadır. Ne İslam, ne de Hıristiyan dünyasından dostu kalmadığını, dünyanın kendisine düşman ol­duğunu düşünen, güvensizlik, kimlik krizleri, yoğun korkular ve paranoid duygular içinde yaşayan Türkiye bu durumun açık ör­neğidir.
Okuduklarımdan anlayabildiklerimin kimi satır başlarını anımsatmaya çalıştığım politik-psikoloji araştırmalarının asıl odak noktalarından birini, insanın toplumsallaştırma süreci için­deki politizasyonu oluşturmaktadır.
Bu sürecin biraz daha yakından gözlenmesi yararlı olabilir.

Kitabın alt başlığı : Politik-Psikoloji Notları Papirüs Yayınları
Görsel :Wassily Kandinsky, William Blake

22 Nisan 2011 Cuma

Didik Didik Freud II / Serol Teber-Şenol Ayla 2004 Yılı Açık Radyo Programı



Şenol Ayla 94.9 Açık Radyo’da Didik Didik Freud programındayız. Merhaba ben Şenol Ayla
Serol Teber Merhaba ben Serol Teber.
Şenol Ayla Bugün Freud’un eğitimini didikleyeceğiz. Freud’un eğitimi nasıldı?
Serol Teber Freud oldukça çalışkan bir talebeydi öncelikle. Ama ilkokulu, ilk öğrenim dönemini Freud, evinde babasıyla birlikte geçirir ve bitirir. Bu çok önemlidir, altı çizilmesi gereken bir noktadır.
Şenol Ayla Neden?
Serol Teber Çünkü babası o zaman modern bir Tevrat basımı olan ve dinler tarihi niteliğinde yazılan Philips’in Tevrat’ı üzerinden Freud’a, Mısır ve dinler tarihini öğretir. Eski firavunlar tarihini öğretir ve burada pek çok gravür vardır. Küçük çocuk Freud, babası ile birlikte bu Mısır firavunlarını, Mısır saraylarını, yapıtlarını hem resimlerinden görerek hem öykülerinden okuyarak hazırlanır ilkokula. Ve sonra ileride yaşam öyküsünü yazarken Freud der ki; “Babamla birlikte Philips’in Tevrat’ını okuduğum zaman benim geleceğimin ana hatları aşağı yukarı belirlenmişti.” Arkeolojiye, tarihe, eleştirel yaklaşım ve büyük bir tutku Freud’da o zamanlardan ortaya çıkar. Sonra lise dönemine başlar. Lise dönemi -büyük bir şans diyelim- modern lise eğitiminin Almanya ve Almanca konuşan ülkelerde benimsendiği bir dönemdir. Şöyle ki; 1848 devrimler dönemi, artık Avrupa kıtasını daha başka türlü düşünmeye ve eğitime daha başka türlü yaklaşmaya itelemiştir. Almanya, hızla bu devrime uygun olarak yeni bir eğitim programı hazırlar. Burada amaç, antik çağlar kültürünü gençlere çok iyi özümsetmektir. Bunun için de temel motto, gençlerin Homeros’u, Sofokles’i ve Virgilius’u kendi dillerinden okuyabilmeleridir. Burada benim elimde Freud’un lisede okuduğu ders saatleri var.
Şenol Ayla Evet onlar çok ilginç, çünkü bir Alman lisesi gibi değil, değil mi? Almanca dışında çok daha başka şeyler var.
Serol Teber Evet antik kültürüne çok büyük bir ağırlık veriyor. Örneğin 26 saat Almanca okumasına karşılık, 50 saat Latince, 28 saat Grekçe, 27 saat ise antik çağlar tarihi okutulmaktadır bu liselerde.
Şenol Ayla Evet.
Serol Teber Ve burada Freud’un Sofokles’ten yaptığı çeviriler var elimizde 23 dize. Kral Oidipus’tan, 23 dizeyi Grekçe’den Almanca’ya çevirmiştir ve bugün Grekçe uzmanları bile onun yaptığı çevirilerde önemli bir hata bulamamaktadırlar.
Şenol Ayla Freud’un yabancı dillere karşı yeteneği var.
Serol Teber Çok büyük bir yeteneği var. Almanca dışında Fransızca’yı çok iyi biliyor, Latince’yi çok iyi biliyor, İngilizce’yi inanılmayacak kadar çok iyi biliyor ve inanılmayacak bir Shakespeare hayranı. Tabii bu antik çağlar kültürünü, Latince, antik Grekçe bilmeleri bu dönemin gençleri arasında, özellikle parlak öğrencileri arasında, önemli ikilemlerin, psişik ikilemlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Bir yanda Homeros’u çok iyi bilen insan, öbür tarafta İncil’i okumak zorunda kalıyor ve bu gençler İsa ile Homeros’un kahramanları arasında bir ikileme düşüyorlar ve çoğu, Freud, Haine, Kafka, Walter Benjamin, Mahler, Troçki hatta Lenin aynı eğitimden geçmişler ve bunların çoğu Homeros kahramanlarıyla İsa arasında ikilemde kalınca çoğunlukla Homeros’u seçiyorlar.
Şenol Ayla Bu da ilginç.
Serol Teber Yani İsa, burada bütün olumlu yanlarına karşılık biraz dışarıda kalıyor.
Şenol Ayla Freud’un ilk okuduğu kitap, kutsal kitap herhalde.
Serol Teber Evet.
Şenol Ayla Bu kutsal kitaptan bahsederken, yakınlarda Tutku filmini seyrettiğini, -Mel Gibson’un Tutku’su- ve etkilendiğini biliyorum. Nasıl etkilendin, ne yönde etkilendin?
Serol Teber Evet, birkaç yönden etkilendim. Bir kere ben, birey İsa olarak hayranıyım. Çünkü İsa tiplemesi Hıristiyan teolojisinde Sokrates’e öykünülerek yapılan bir tiplemedir. İsa devlet memuru değildir. Para ile ilişkisi yoktur. Kadınlarla ilişkisi yoktur en azından. Yalınayak, başı kabak gezen bir insandır. Ama bu filmdeki işkence sahnesini, bence biraz sanat hatası olarak, çok fazla uzattıkları kanısındayım. Yani gereğinden fazla uzatılmış. Bir 15 dakikalık eksik, az yapsalardı zannediyorum film daha da vurgulu olacaktı, daha etkili olacaktı.
Şenol Ayla Ben seyretmedim henüz ama, birçok eleştirmen de seninle aynı görüşte..
Serol Teber Yani kaş yapayım derken göz çıkarmış kanısındayım rejisör. Burada İsa’ya gelmişken, -İsa’yı nasıl algıladığını ilerdeki saatlerde tekrar konuşacağız ama- Freud’un yaklaşımını söyleyebiliriz, anımsatabiliriz,.
Şenol Ayla Evet.
Serol Teber Freud’un kanısına göre, gerçekten de bu filmde olduğu gibi İsa, diğer insanların günahını omuzlamak için kendisini kurban eder. Freud’da bunun altını böyle çizmiştir. Ama acaba gerçekten bu böyle midir? Buna eleştirel yaklaşanlar da var. Örneğin Lacan Okulu. Zaten Freud’un her söylediğinin tersini söylemekle ilgili bir üne sahiptir.
Burada oldukça çarpıcı ve güzel tespitler de yapılmaktadır ama, şöyle der örneğin Zizek, Lacan okulundan, “İsa gerçekten insanoğlunun günahlarının kefaletini ödemek için mi kendini kurban etmiştir, yoksa babasının beceriksizliğini, son derece başarısız bir dünya yaratmasını, insanların bu kadar acı çekmesine sebep olmasını affetmek için yani babası adına mı kendisini kurban etti?” Bu biraz tartışmalıdır.
Şenol Ayla Lacan da böyle...
Serol Teber Lacan’cılar da en azından böyle düşünüyor; ama ben Van Gogh’un mektubunu anımsatmak istiyorum ya da yazısını anımsatmak istiyorum. Orada bizi şöyle uyarır Van Gogh; “Bu dünyaya bakaraktan tanrı hakkında karar vermeyebiliriz belki de” der, “Tanrı’nın ilerde yapacağı daha güzel bir dünya için bu ilk desen denemesiydi”.
Şenol Ayla Şimdi hep yaptığımız bir şeyi yapalım bu programda geçecek kelimeleri söyleyelim; İsa’dan bahsettik zaten, Tutku’dan bahsettik, Van Gogh, Shakespeare, Goethe, Cervantes, kokain, Lacan, okul… bunların hepsi geçecek. Freud’un kültür kaynakları neler?
Serol Teber Hepsinden önemlisi Freud’un arkasında belli bir felsefe okulu yok.
Şenol Ayla Bu Jung’un da bir eleştirisi galiba aynı zamanda.
Serol Teber Hem eleştirisi, hem tespiti, hem hayranlığı galiba. Ben bunu Jung’la yapılmış, Jung’un ileri yaşlarında yapılmış bir filmde de gördüm. Yüz ifadesinden de izleme olanağını da buldum.
Şenol Ayla Kıskançlık da olabilir.
Serol Teber Biraz hayranlık, biraz şaşkınlık dolu bir tespit bu. Jung diyor ki; “Benim arkamda Kant var, ben arkamı sistematik felsefe olarak Kant’a dayadım. Ama Freud’un arkasında hiçbir felsefe okulu yoktur.” Bu doğru; bu Freud’un hem olumlu hem olumsuz yanı. Hem onu önemli bir destekten mahrum bırakıyor, ama öbür taraftan da kışkırtıcı bir özgürlüğe doğru iteliyor. Freud’un temel olarak arkasını dayadığı düşünürler, yazarlar, başta Shakespeare, sonra Goethe, Heine, Mark Twain örneğin. Tabii Dostoyevski ve Karamozof Kardeşler başucu kitabı, ondan sonra Michelangelo ve…
Şenol Ayla Thomas Mann…
Serol Teber Thomas Mann, antik Grek filozofları, ve trajedileri, Sofokles tabii, ve elbette Oidipus,.
Şenol Ayla Pek tabii ki…
Serol Teber Pek tabii ki teorisinin çıkış kaynağı. Yani şöyle diyebiliriz aslında, Freud’u Yahudi kökenli yazarlardan çok Anglosakson yazarlar etkilemiştir ve bunlardan Heine’nin ironisi Freud’a çok şey katmıştır. Hatta Freud’un dünya görüşünün belirlenmesinde bile Heine’nin etkisi var, bir dizesinde şöyle der Heine: “Gökyüzünü biz artık serçelere ve güvercinlere bıraktık.”
Şenol Ayla Çok güzel.
Serol Teber Böyle bir tespit Freud’un yaşamı boyunca unutmayacağı dizelerden bir tanesidir.
Şenol Ayla Shakespeare’i ilk kez 8 yaşında tanımış. Çok erken bir yaşta. Ezbere öğrendiğini söylüyor kaynaklar. Öyle değil mi?
Serol Teber Evet, bütün bildiğimiz kaynaklar bunu vurguluyor ve her an, her sıkıştığı noktada Shakespeare’den bir bölüm okuyacak kadar Shakespeare’i ezbere biliyor.
Şenol Ayla Her konuşmasında bahsediyormuş.
Serol Teber Olağanüstü güzel İngilizce’siyle, artı Goethe ve Faust. Dr. Faust tabii hiç vazgeçilmez başyapıtlarından bir tanesi.
Şenol Ayla Goethe’nin ayrıca da etkisi var Freud üzerinde galiba?
Serol Teber Evet neredeyse Freud’un Freud olmasını ve tıp fakültesine girmesini belirleyecek bir etkisi var. Goethe’nin Doğa adlı ünlü monografisini okuduktan sonra Freud, içinde bulunduğu ikilemden sıyrılıp, -ki o hukuk fakültesini girmeyi bir ara düşünüyor- kendisini tümüyle nörofizyoloji ve nöroanatomi çalışmalarına, doğa bilimlerine kendisini veriyor. Goethe’nin o derece etkisi var, ama bunun dışında bir noktayı da söylemek gerekirse, her sıkıntılı durumunda ayağa kalkıp, Goethe’nin ciltlerine bakıp, “Üstat, kendini açığa vurman ya da gizlemen için bu kadar çok şey yazman mı gerekirdi?” diye konuşurmuş.
Şenol Ayla Tanrı-doğa ikileminde de, daha doğrusu Tanrı kavramı ve doğa kavramı arasındaki gidiş gelişinde de Goethe’nin rolü oluyor.
Serol Teber Çok fazla.

Şenol Ayla Yön değiştirmesinde.
Serol Teber Shakespeare’in, Goethe’nin, Heine’nin belirleyici etkileri oluyor. Yani arkasında materyalist filozoflardan çok, bu tür sanatkârların var, ayrıca tabii Michelangelo’nun yapıtlarının çok etkisi oluyor.
Şenol Ayla 17 yaşında lise bitiyor ve tıbba gitmeye karar veriyor. Burada Goethe’nin yapıtlarının, doğa makalesinin, denemesinin önemli bir etkisi var. Tıbba girdikten sonra bir isim değişikliği oluyor, Freud’da. Biz şimdiye kadar hep Freud dedik, ama Sigismund Freud idi bu dakikaya kadar.
Serol Teber Ondan sonra da Sigmund Freud idi.
Şenol Ayla Neden böyle oldu.
Serol Teber Burada galiba iki nedenin altını çizmek mümkün. Birincisi Sigismund çok fazla Yahudi ismi. Yani söyler söylemez bir insanın Yahudi olduğunu belirleyen isimlerden biri. İkincisi Freud “s” harflerini söyleyemiyor. Onun için de…
Şenol Ayla Fazla “s” var…
Serol Teber Fazla “s” olan sözcükleri pek sevmiyor. Onun için ne kadar bol “s” harfini atarsa, o kadar onun hoşuna gidiyor. Sigmund Freud diyor. Hatta bu Narsisismus’u da söylerken tek bir s’yi atıp, “Narsismus” diye, -arkadaşlarının uyarmalarına karşılık- “ben böyle istiyorum” diye, nerdeyse başına buyruk bir çıkışla öyle yazıyor.
Şenol Ayla Narsismus olarak.
Serol Teber Bir “s” eksik söyledim diye çocuksu bir sevinç ile.
Şenol Ayla Bu arada, daha önceki dönemlerde, tıbba gitmeden önce, benim çok ilgimi çeken bir şey var; Don Kişot’u Cervantes’in dilinden okumak için İspanyolca öğrendiğini yazıyorsun.
Serol Teber Evet, bir kere bu tavrı onların yetiştiği kuşağın ve arkadaş grubunun dünyaya bakışlarının ne denli ciddi olduğunu bize göstermesi bakımından çok ilgi çekici. Silberstein diye bir lise arkadaşı ile Cervantes’i okumaya başlıyorlar. Ve o sırada birkaç sayfa okuduktan sonra, ikisi birden, “Cervantes ancak kendi dilinden okunur” deyip, yani “Cervantes’e haksızlık etmemek lazım, Cervantes İspanyolca’dan okunur” deyip, ara verip hızla İspanyolca öğrenmeye kalkıyorlar.
Şenol Ayla Öğreniyorlar da.
Serol Teber Ve nasıl öğreniyorlar... O kadar çok öğreniyorlar ki, bu kez Cervantes’in bütün yapıtlarından, yapıtlarındaki köpeklerin konuşmasından esinlenerek, bir tür Castellano Akademisi adlı bir örgüt kurup, birbirleriyle öyle mektuplaşıyorlar.
Şenol Ayla Bu gizli bir dil aslında, kendi uydurdukları.
Serol Teber Kendi uydurdukları gizli bir dil.
Şenol Ayla Sadece kendileri anlıyor.
Serol Teber Sadece kendileri anlıyor Freud’un Silberstein’e yazdığı 80 küsur mektubun önemli bir bölümü İspanyolca ve bu dilde, bu gizli dilde. Ve bu mektuplardan altına da Freud Don Cipion ya da Cipio imzasını atıyor.
Şenol Ayla Bu da köpeklerin birinin adı değil mi?
Serol Teber Köpeklerden birinin adı. Yani çok hoş bir şey.
Şenol Ayla Neler oluyor tıp fakültesinde?
Serol Teber Çok yoğun ve çok şanslı bir tıp eğitimi süreci geçiriyor Freud. Burada öncelikle Carl Claus’un denetiminde Darwinizm ve biyoloji üzerine yoğun bir eğitim aldı ki, bu da onun bütün düşüncelerini ciddi şekilde destekler boyuttaydı. Sonra çağın -ya da tüm çağların diyelim- en ünlü nörofizyoloji laboratuarlarından biri olan Ernest Brücke’de çalışmaya başladı. Burada yılan balıklarının cinsel organları üzerine, beyin hücresi ve sinir hücrelerinin işleyişi üzerine çok ciddi araştırmalarda bulundu ve yaşamı boyunca unutmadığı, kendi tabiriyle O’nun için bir Mekke düzeyinde olan -“hayatımın Mekke’si Brücke’nin Laboratuarları’ydı” diye söyler- Brücke’den ayrılmak istememiştir ve oradaki çalışmalarını uzatmak için de tıp fakültesindeki normal eğitim süresini çok uzatmıştır. Bitirmeyip uzatmıştır ki o havayı, o kutsal bilim ortamını daha fazla solusun diye.
Şenol Ayla Peki daha sonra bu laboratuardan niye çıktı, kliniğe döndü?
Serol Teber Bir olasılıkla, ekonomik nedenlerden dolayı laboratuardan ayrılmak zorunda kaldı. Ama bunun yanında, acaba Yahudi olduğu için çıkarılması da mümkün, söz konusu olabilir mi diye insanın içine bir kuşku düşüyor. Çünkü o zamanlar Viyana’da ciddi bir anti-semitizm dalgası başlamış oluyor.
Şenol Ayla Peki, Freud’un bilimsel araştırmaları arasında önemli bir adım var: Kokain. Ne diyebiliriz kokainle ilgili? Kokain ve Freud?
Serol Teber Kokain ve Freud, Freud ciltlerinin içinde başlı başına bir cilt. Ayrı bir kitap halinde yayımlanacak kadar önemli bir yer tutuyor. Freud kokain ile genç yaşlarında tanışıyor diyelim.
Şenol Ayla Bizzat tanışıyor.
Serol Teber Bizzat tanışıyor. Freud kokain kullanıyor. Hatta uzunca bir süre kokain kullanıyor. Kokainin antidepresif yanını çok önemsiyor ve kendisinin içinde bulunduğu, depresif ve nevrastenik bazı belirtilerin kokainin etkisiyle geçtiğini, hatta kokainin afrodizyak etkisiyle, pek de güçlü olmayan cinsel bazı duygularını kamçıladığını duyumsuyor. Nişanlısına yazdığı mektuplarda bundan sık sık söz ediyor, “Buluştuğumuz zaman göreceksin, bu ufak tefek adamın nelere kadir olduğunu, çünkü kanımda kokain var” diye yazıyor. Ve önemli konuşmalara başlamadan evvel, kitle karşısına çıkmadan evvel, çok kez kokain aldığını, 40-45 yaşlarına kadar kokain aldığını kendisi söylüyor. Biliyoruz bunu.
Şenol Ayla Peki bir doktor olarak sana sorarsam, kokain nasıl etkileri olan bir şey? Bilirsek devamını daha kolay anlarız belki.
Serol Teber Peki. Kokain, klasik tıp tarihine 1884’lerde geçmeye başlıyor ama kokainin ya da koka bitkisinin yapraklarının -ne diyeyim- kutsal etkisi neredeyse Maya uygarlığına kadar gidiyor, çok eski dönemlere kadar, yüzlerce binlerce yıl eskilere kadar gidiyor. Orta Amerika yerlileri önemli ritüellerinde, dinsel toplantılarda ya da törenlerde ya da bireysel, kişisel yaşamlarında kokain yapraklarını sık sık çiğniyorlar. Bunun ekstasi oluşturan, halisünasyon oluşturan uyarıcı etkisi var, öforik etkisi var, bir miktar afrodizyak etkisi var. Sonra Hıristiyan Kilisesi kokaini yasaklıyor Latin Amerika ülkelerinde. Bu 2,5 m kadar boyunda bir çalı, yeşil yaprakları ve kırmızı, üzüm benzeri yemişleri var, ama asıl yapraklarından elde ediliyor. Beyaz kristaller halinde bir alkaloit. Freud’un bu konuda ilk okuduğu makale, sanıyorum bir askeri dergiden alınmış. Şöyle ki, gerek Prusya ordusunda, gerek Çarlık ordusunda yorgun askerlere ya da savaşa hazırlanmak üzere olan, hücuma geçmek üzere olan orduya, kokalı içkiler içiriyorlar ki onları daha kışkırtıcı, daha saldırgan, daha öforik, daha canlı yapsın, yorgunluklarını üzerlerinden atsınlar diye. Freud bunu okuyunca kokain ile ilgilenmeye başlıyor ve onun antidepresif yanıyla ilgilenmeye başlıyor daha çok; ve aradığı ilacı bulduğu kanısında. Bunun üzerine ciddi makaleler hazırlıyor heyecanla. Ama o sırada, tam bunları konuşurken, bir hastasının kokain içtikten sonra yüzünün bazı bölümlerinde uyuşukluk ortaya çıktığını görüyorlar Freud hâlâ bunun antidepresif yanıyla uğraşırken Viyana’da bir göz hekimi kokaini göz ameliyatlarından lokal anestetik olarak kullanmaya başlıyor.
Şenol Ayla Yani lokal uyuşturucu olarak…
Serol Teber Lokal uyuşturucu olarak kullanmaya başlıyor ve Freud kıl payı, daha çok genç bir hekim olarak, dünya çapında bir keşfi kaçırıyor.
Şenol Ayla Kokaini nasıl buluyordu Freud, nasıl elde ediyordu?
Serol Teber Reçete ile eczaneden elde etmek mümkündü.
Şenol Ayla Kendisine de reçetede yazıyordu. Ama esas Carl Coller adlı doktor, ki kokaini göz ameliyatlarında lokal uyuşturucu olarak kullanan ve tıp tarihine geçen kişi, bu laboratuardan nerdeyse yüksek dozdaki kokaini kimseye göstermeden alıyor gibi bir rivayet var. Freud’a da mı veriyor?
Serol Teber Yok, Freud’a vermiyor, kendi kullanıyor. İlk önce tavşanlarda, kedilerde, köpeklerde, ondan sonra kendi gözünde kullanıyor ve onun çok etkili bir lokal anestetik olduğunu tespit ettikten sonra, ilk kez Heidelberg’de, sonra da Viyana Tıp Fakültesi’nin oftalmoloji kongrelerinde buluşunu açıklıyor ve birdenbire tıp tarihine geçiyor. Tabii bu Freud’u yeniden bir depresyona sokuyor. Çok çalıştığı, üzerinde çok şeyler yazdığı büyük bir buluşu elinden kaçırıyor.
Şenol Ayla Depresif bir kişi galiba?
Serol Teber Freud çok depresif, çok korkulu, içine kapanık, nevrastenik ve sürekli rahatsızlıkları olan bir kişi.
Şenol Ayla Kokain de olumlu bir etkide bulunuyor ona doğal olarak. Peki bizim içtiğimiz kolalar da benzer bir etki yapıyor mu?
Serol Teber Normal kolalarda da benzer bir etki var, bir öfori yapıyor. Zaten onun için de “hayatın tadı” ya da “kola iç ve yaşa” sloganı çok sık kullanıyor. Çok akıllıca bulunmuş bir slogan, yalnız burada bazı komik paradokslara, hatta trajikomik diyebileceğimiz paradokslara düşülebiliyor. Örneğin light kola var, bir de kafeinsiz light kola var, bunda hiçbir şey yok. Örneğin ne kola’nın heyecan verici, coşturucu, öforik etkisi var, ne afrodizyak etkisi var. Ne de şeker olmadığı için herhangi bir enerji yapıcı etkisi var. Ama herkes bunu o kadar çok içiyor ki yaşama katılmak için. Tüketim toplumunun reklam baskısı, bombardımanı altında ‘mış gibi’ yapıyor ve aslında hiçbir şey içmemiş olarak çok şey içmiş gibi yaşamaya çalışıyor. Ve tabii ki bundan bir şey bulamayınca büyük düş kırıklıklarına uğranıyor, mutsuzluklara uğranıyor hep ‘mış gibi’ olmaktan. Bir tür kitle kültürünün kokaini.
Senol Ayla Artık Freud’un aşklarına geliyoruz. Genç yaşlarında ilk aşkı var. Onunla beraber olamıyor, ama önemli bir yeri de var hayatında.
Serol Teber Evet, ilk kez, doğduğu kente, Freiberg’e gidiyor 17 yaşındayken Freud ve ahbaplarının genç kızı Gisela Fluss ile karşılaşıyor. Birkaç orman gezisi, birkaç romantik konuşmanın ötesinde fazla bir tensel değme bilinmiyor.
Şenol Ayla Gisela kaç yaşında?
Serol Teber 15 yaşlarında. Ama Freud ömrü boyunca Gisela’yı ve o sıralarda üstüne giydiği sarı renkli giysiyi bir türlü unutamıyor ve “Yaşamım boyu” diyor, “ne zaman bir sarı renkli görsem aklıma Gisela gelir.” Ama hemen eklenebiliyor arkadaşları tarafından, bu sadece Gisela’yı değil, ayrıca onun doğduğu yeri, Freiberg’i, ana yurdunu çağrıştırıyor.
Şenol Ayla Karışık bir çağrışım aslında.
Serol Teber Evet…
Şenol Ayla Gisela hayatına teğet geçiyor, çok fazla girmiyor, ondan sonra hayatına giren ve aslında tek resmî kadın olan Martha var.
Serol Teber Martha ile tanışmaları ilginç. Martha’nın ailesini Freud’un ailesi tanıyor. Bir gün klinikten eve gelen genç Freud, ki o zamana kadar olasılıkla hiçbir kadınla birlikte olmamış, evde iki tane genç kadın görüyor. Martha ile kardeşi Mina ve bunlardan bir tanesi bir elma soymaktadır ve ikisi bir bakışta, sözcüğün tam anlamıyla -Walter Benjaminvari söylersek- ilk bakışta aşk biçiminde birbirlerine âşık oluyorlar.
Şenol Ayla Elma soyana mı âşık oluyor?
Serol Teber Elma soyan Martha.
Şenol Ayla Elmanın da rolü var mı yani burada, üstüne basarak söyledin de?
Serol Teber Olasılıkla tabii yani elma tehlikeli bir meyve.
Şenol Ayla Mina soysaydı elmayı?
Serol Teber Bilemezdik.
Şenol Ayla Bilemezdik… ama bir soru işareti olarak...
Şerol Teber Bir soru işareti olarak elma her zaman kışkırtıcı bir rol oynamıştır.
Şenol Ayla Peki, onlarla tanıştığı anda neredeyse Martha’yı seçiyor ve âşık oluyor.
Serol Teber Âşık oluyor. Nisan ayındadır tanışmaları, Mayıs ayında kol kola gezmeye başlıyorlar kaçak olarak, Haziran’da yine gizli olarak ailelerin haberi olmadan kaçak olarak nişanlanıyorlar kendi aralarında.
Şenol Ayla Niye kaçak ve gizli?
Serol Teber Martha’nın ailesi Hamburglu ve çok soylu bir aile, soylu ve tutucu. Ailelerinde Yahudi cemaatinin başkanı olan ünlü bir Isaac Bernays var. Yeniliklere neredeyse çok ciddi karşı koyan tutucu bir aile. Freud’un tipi, mesleksiz oluşu, görünümü bu aileye hiç umut vermiyor. Ailenin Freud’a bakışı tek cümleyle söylersek, çok kötü. Hiçbir zaman benimsemiyorlar Freud’u. Aile çok soylu, çok zengin, çok varsıl. Ayrıca Freud’ların ailesini oldukça yoksul ve mütevazı buluyorlar, kendileriyle aynı ölçüde olmadığını görüyorlar. Martha’nın ailesi içinde birkaç tane çok ciddi bilim adamı var. Bir yakını Shakespeare uzmanı, bir yakını Dr. Faust-Goethe uzmanı. Bu kapasitede insanlar var, dünya çapında ün yapmış insanlar var. Ayrıca ailenin bir kolu üzerinden de yine Heine ile akrabalıkları var. Bu kapsamda bir aile ve bu sırada Freud oldukça güçsüz, beceriksiz, çarpıcı olmayan bir kişilik.
Şenol Ayla Özelliksiz.
Serol Teber Hiçbir özelliği olmayan bir kişilik. Ama özellikle Martha’nın Hamburg’a gitmesinden sonra başlayan bir mektuplaşma dönemi var. Bu dünya tarihinde nerdeyse başlı başına bir bölüm. Freud’un yüzlerce ve binlerce mektubu var Martha’ya yazdığı. Birkaç kez sansürden geçip yakılmış olmasına rağmen bugün bile elimizde 1000’in üzerinde mektup var.
Şenol Ayla Yakan kendisi.
Serol Teber Yakan kendisi, kısmen kendisi. Bir kısmına birlikte karar veriyorlar, Martha’yla birlikte. Bu mektupları okuduğumuz zaman tabii başlı başına bir çalışma kaynağı olabilir. Freud bir yanıyla son derece tutkulu, sırılsıklam âşık bir delikanlı. Öbür yanıyla da anlaşılması kolay olmayan bir şekilde, dolaylı yollardan Martha’yı tutsak etmeye çalışan, görünmeyen bir ağ kuruyor Martha’nın etrafında. Bir yandan onun özgürleşmesi, bağımsızlaşması, çağın kültürel düzeyine ulaşmasını sağlayacak olanakları yaratacağını vaat ederken, öbür taraftan da ona sürekli olarak evinin kadını olması, çocuklarının annesi olması, kocasının sadık eşi olmasını salık veriyor. Ve sonunda -Martha bunu ilk baştaki mektuplardan bile anlamasına rağmen- Freud bu komplosunda başarılı oluyor. Ve Martha da kendisine biçilen, -ne diyelim-, tarihsel rolü üstleniyor.
Şenol Ayla Bu evliliğe bir sonraki programımızda döneceğiz. Şimdi ikinci programımızı kapatırken Bach dinleyelim isterseniz. Haftaya buluşmak üzere. Bach’ın Keman ve Obua İçin Re Minör Konçertosu’ndan Adagio ile hoşça kalın.
 (10 Mayıs 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)
Programın diğer tüm bölümlerine http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=arcAuth&auth=526&yid=&page=1 adresinden ulaşabilirsiniz. Program tam 15 bölümden oluşmaktadır. Merak ve ilgiyle programın ilk 2 bölümünü okudum. Dikkat çarpıcı bir süzgeçle yansıtılmış. Serol Teber ve Şenol Ayla' ya teşekkür etmeden olmaz. Çok teşekkürler. Bir de bunca konuşmayı yazılı metin haline getirmeyi özenle başarmış Işık Ezber' e çok teşekkürler. Emeği büyük.