Sevgilimin
küçük bedeni yatağın kenarında kıvrılmış duruyordu, zayıf sırtının kalçalarda
genişlediği noktaya bakıyordum. Onu yalamıştım, dilim saçının ayrığından
ayaklarına kadar gezinmişti, her aralığa, parmak aralarına girmişti. O hem zevk
duymuş, hem üşümüştü, teni ben geçerken ürpermişti. Onu böyle sevmek istediğimi
hissediyordum, bölüm bölüm, hareketsizlikte, sessizlikte. Önceleri gibi
değildi, şiddetli, kör cinsel birleşme değildi, bizimkisi. Onu yalnızca öpmek
için orada, yatakta hareketsiz tutma alışkanlığı edinmiştim. Gösterdiğim özen
aracılığıyla kendini anlasın istiyordum. Sızlayan dilimle onu sürüyordum,
sonunda tükürüksüz kalıyordum. Utanmıyordu, sevişmede arsızdı neredeyse, ama
ayak tabanlarını sertleştiren nasırlardan utanıyordu, aşktan utanıyordu. Ancak
sonunda, artık yorulduğumda onu alıyor, bir köpek gibi içine
giriyordum. Günlerce çalı çırpılar, böğürtlenler, taşlar arasında koşup kulübesini
bulan bitkin bir köpek gibi.
“Bırak
beni,” diye fısıldıyor. Sesi metal bir ip gibi ince ve soğuk.
“Ne
diyorsun...” Yaklaşıyorum, o yalnız sırtını okşuyorum.
“Yapamam,
ben artık yapamam...” Ve başını sallıyor. “Şimdi olması daha iyi, biliyor
musun, şimdi.”
Ve
yüzünü ellerinin arasına aldı: “Beni birazcık seviyorsan, bırak beni.”
Sıkıca
sarılıyorum ona, dirsekleri derime yaslanıyor.
“Ben
seni asla bırakmayacağım.”
Söylediğimden
o kadar eminim ki, bedenim sertleşiyor, her lifim ona sarılırken sertleşiyor,
sanki bir güç zırhı beni sarmış gibi. Ve öylece kalıyoruz, çenelerimiz birbiri
mizin omzuna dayalı, kendi boşluğumuza bakıyoruz.
Sevmek ne demektir,
kızım? Sen biliyor musun? Benim için sevmek Italia’nın soluğunu kollarımda
tutmak ve diğer her gürültünün susmuş olduğunu fark etmek oldu. Bir hekimim,
kalbimin atışlarını bilirim, her zaman, istemediğimde de. Yemin ederim sana,
Angela, içimde atan yürek Italia’nınkiydi.
Hep
bir düş görüyordu. Trenin onsuz gittiğini görüyordu düşünde. İstasyona
zamanından önce geliyordu, üzerinde güzel bir giysi vardı, bir dergi satın
alıyordu, sonra sundurmanın altında, rahat yürüyordu. Tren oradaydı,
bekliyordu, çok güzel, kırmızı-gri bir trendi, diyordu. Binmek üzereyken,
zaman kaybediyordu, çantasını karıştırıyor, biletini arıyordu. Gideceği yerin
adını okumak istiyordu, onun için de zaman kaybediyordu... Tren perondan
ayrılıyor ve o orada kalıyordu, ne çantası ne de ayakkabıları vardı artık.
Arkasındaki istasyon boştu ve o çıplaktı, ‘bir tablodaki’ gibi diyordu. Bu
düşün ona daha çok gençken uzun süre işkence ettiğini anlattı, sonra
kaybolmuştu, benimle birlikte yeniden ortaya çıkmıştı.
Ben
düşlerle kendimizi cezalandırdığımıza, çok ender olarak da kendimizi
ödüllendirdiğimize inanıyorum, Angela.
“Elini
versene bana,” dedi, “sol elini.”
Elimi
açtı, sanki temizlemek, bizi ilgilendirmeyen başka şeylerin tozunu atmak
istermiş gibi avucunu avucumda gezdirdi.
“Uzun
bir hayatın var, ortada bir kesikle.”
Ben
bu saçmalıklara inanmam, omuz silktim.
“Ne
demek?”
“Yaşamaya
devam edeceksin.”
Şimdi o kesiğin sen olup olmadığını
soruyorum kendi kendime. Italia’nın seni elimde görüp görmediğini.
“Şimdi
iyice sık, çocukları görelim.”
Yumruğumun
kıvrımlarını, küçük parmağımın yanını inceledi.
“Bir tane var, yok, iki tane hatta. Aferin.” Güldü.
“Peki
sen?” dedim. “Göster bakayım elini, hayatın nasıl?”
Gülmeyi
sürdürerek ayağa kalktı.
“Çok
uzun, merak etme, kötü ot asla ölmez, annem bana Ayrıkotu derdi.”
Vedalaştıktan sonra arkamdan koştu, sarıldı bana.
“Sana
bırak beni dediğimde sakın beni ciddiye alma, 'tut beni, yalvarırım, tut beni.
Ne zaman aklına eserse gel, ayda bir kere, yılda bir kere, ama tut beni...”
“Elbette
tutacağım seni. Ben seni seviyorum, Ayrıkotu...”
Hüngür
hüngür ağlamaya başladı, gözyaşı püskürttü, üzerimde yanan bir gözyaşı lavıydı.
“Neden
ağlıyorsun?”
Kollarımdan
ayrılmıştı. Yüzü kızarmıştı, gözleri kızarmış sabit bana bakıyordu, bir kolumu
yumrukluyordu: “On iki yaşımdan beri sevişiyorum ve kimse bana seni seviyorum
demedi bugüne kadar. Eğer benimle alay edersen, öldürürüm seni!”
“Bu
yumruklarla mı?”
“Evet.”