Honoré de Balzac etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Honoré de Balzac etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2012 Çarşamba

İhanete Uğrayan Baba Sevgisinin Istırapları / Balzac


Goriot baba ("baba" sözcüğü bir baba olduğunu işaret ederken, aynı zamanda diğer kiracıların kendisine verdiği bir takma addır) baba sevgisinin trajik figürüdür. Kendisini bütünüyle kızlarına, Delphine ve Anastasie'ye vermiş, hatta onlar için varını yoğunu feda etmiştir: Dul kaldıktan sonra onları yetiştirmiş, okutmuş, o dönemde şatafatlı, lüks ve saygın monden bir hayat getiren soylu bir evliliğin temsil ettiği, toplumun en üst sevi­yesine ulaşmaları için bütün serve­tini harcamıştır. Kendini feda et­mek, her şeyi unutarak vermektir: Goriot'nun kızlarına duyduğu sev­giyle gelen fedakârlık öylesine ek­siksizdir ki sonunda kaçınılmaz bir biçimde ölüme götürür onu, üste­lik alçaltıcı ve berbat koşullarda. Kızlarıysa bir kez servete ulaşınca, tüm sonradan görmeler gibi baba­larını inkâr ederler, onların gözün­de bir burjuvadan başka şey değil­dir artık, babalarının artık kendile­rine layık görmedikleri eski şehriyeci serveti, geriye dönük bir bi­çimde şereflerine leke düşürür. Bu nankörlükle, babalarını bir vebalı gibi uzakta tutar, onunla birlikte görülmekten utanır, onu inkâr ederler. Ama aynı anda, lüks ya­şantılarını sürdürmek, hatta koca­ları ya da âşıklarının kumar borçla­rını ödemek için babalarının serve­tinin son kalıntılarının (daha başka pek çok eşyayla birlikte eritip, pa­raya çevirmeye çalıştığı altın kap­lama sofra takımları) elinde kalma­sına da engel olurlar. Yüzüstü bıra­kılan, aşağılanan, her şeyini yitiren Goriot, para biriktirmek için yer­leştiği Saint-Marceau semtindeki (bugünkü Saint-Marcel-Gobelins) perişan Vauquer pansiyonunda can verir. Tuhaf yaşam biçimi yü­zünden kendisiyle alay eden ve gizli işler çevirdiğini düşünen di­ğer kiracıların haberi olmasa da, yoksunluklarla dolu bir yaşam sü­rer. Kiracılar arasında yalnızca genç Eugene Rastignac, son anla­rında Goriot'nun yanında bulunur, kızlarının ziyarete geleceğini söyle­yerek umut verip rahatlatmaya ça­lışır onu.
Bu kişiliği tanıtmak için, Bal­zac hiç kuşkusuz çıkarcı bir baba sevgisiyle, ikiyüzlü gösteriler ya­pan büyük kızlarına kanıp suskun ve ölçülü Cordelia'ya, onu seven tek kızına, diğerlerini tercih ederek bu hatanın kurbanı olan Kral Lear’dan esinlenmiştir. Kızlarının ihanetinin ve nankör uçarılığının bütünüyle farkında olan ve sevgi­sinin karşılığını görmeden kendini feda etmiş olmanın hoşnutsuzluğu içindeki Goriot Baba'nın karşılık beklemeyen cömertliğini, Balzac'ın nasıl vurguladığı fark edilecektir, Goriot diğerlerinin ve Tanrı'nın huzurunda affedecektir kızlarını ve canavarsı, affedilmez katılıkları­nı da -yalnızca sevgisiyle- bağışla­yacaktır. Bağışlama, mutlak bağlı­lık olarak aşktır.
"Olur şey mi, kızlarının biri bile gelmesin!" diye haykırdı Rastignac. "İkisine de yazacağım."
"Biri bile," diye karşılık verdi ihtiyar, yerinde doğruluverdi. "İşleri var, uyuyorlar, gelmeyecekler. Biliyordum. Çocukla­rın ne olduğunu öğrenmek için ölmeliymiş insan! Ah, dostum, evlenmeyin sakın, çocuk yapmayın! Siz onlara yaşamı veriyor­sunuz, onlar size ölümü. Siz onları yüksek çevreye sokuyorsu­nuz, onlar sizi kovuyorlar. Hayır, gelmeyecekler! On yıldır bili­yorum bunu. Bazı bazı düşünüyordum da inanmak istemiyor­dum."
Gözlerinden birer damla yaş çıktı, kırmızı kenarlarına akıp öylece kaldı.
"Ah, zengin olsaydım, servetimi saklasaydım, onlara ver­memiş olsaydım, şimdi burada olurlardı, öpüşleriyle yanakları­mı yalarlardı. Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşakla­rım, ateşim olurdu; gözyaşı dökerlerdi başucumda, kocalarıyla, çocuklarıyla. Bütün bunlar benim olurdu. Şimdi hiç. Para her şeyi verir adama, kızlarım bile. Ah, param, param nerede? Bıra­kacak gömülerim olsaydı, yaralarımı sararlardı, bakarlardı ba­na; seslerini duyardım, yüzlerini görürdüm. Ah, sevgili çocu­ğum, tek çocuğum, bırakılmışlığımı yeğ tutarım gene de! Mut­suz bir kişi sevildi mi sevildiğinden kuşkusu yoktur hiç değil­se. Hayır, zengin olmak isterdim: görürdüm onları. Vallahi, kim bilir? İkisi de taşyürekli. Onları o kadar seviyordum ki onların da beni sevmesi olanaksızdı. Baba dediğin her zaman zengin olmalı, birer huylu at gibi görmeli kızlarını, dizginlerini bırak­mamalı. bense onların önünde diz çöküyordum. Alçaklar, tam on yıldır nasıl davrandılar bana!" {...}
"Onlara yaşamımı verdim, onlar bugün bana bir saatlerini vermeyecekler! Açım, susuzum, yüreğim yanıyor, gelip de can çekişmemi serinletmeyecekler, öyle ya, ölüyorum ben, iyice se­ziyorum. Ama bunlar bir babanın cesedini çiğnemenin ne de­mek olduğunu bilmiyorlar mı! Göklerde bir Tanrı var, biz baba­lar istemesek bile, öcümüzü alır o. Yok, gelecekler! Gelin, cicoşlarım, gelin gene öpün beni, son bir öpüş verin, babanızın ölüm ekmeği olsun. Babanız Tanrı'ya yalvaracak, iyi kızlar olduğu­nuzu söyleyecek, sizi savunacak! Ne de olsa sizin suçunuz yok. Onlar suçsuz, dostum! Herkese söyleyin bunu, benden dolayı kimse canlarını sıkmasın. Hepsi benim suçum, beni ayaklar al­tında çiğnemeye kendim alıştırdım onları. Ben bundan hoşlanı­yordum. Kimseyi ilgilendirmez, insan adaletini de ilgilendir­mez, Tanrı onları mahkûm ederse, haksızlık etmiş olur. {...) Ah! bitti, kızlarımı göremeden ölüyorum! Kızlarım! Nasie, Fifine, hadi, gelsenize! Babanız gidiyor..."
Goriot Babacığım, biraz sakin olun, böyle çırpınmayın, düşünmeyin.
Onları görmemek, can çekişmek bu işte!
Göreceksiniz.
"Sahi mi!" diye haykırdı şaşkın ihtiyar. "Ah, onları gör­sem! Göreceğim onları, seslerini işiteceğim. Mutlu öleceğim. Evet, böyle, yaşamak istemiyorum artık. İsteğim kalmamıştı za­ten, dertlerim gittikçe artıyordu. Ama onları görsem, giysilerine dokunsam, ah, yalnız giysilerine! Çok az şey bu; ama onlardan bir şeyler duyayım! Saçlarından verin... saç..."
Bir topuz yemişçesine başı yastığına düştü. Elleri yorganın üstünde kızlarının saçlarını tutmak istercesine çırpındı. Bir ça­ba harcayarak:
"Kutsuyorum onları," dedi, "kutsuyorum."
Birden tükeniverdi.

Eric Blondel / Aşk 
YKY Yayınları

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İÇ SAVAŞ ÜZERİNE
Klopstock'un melekleri kadar güzel,
Millon'ın şeytanları kadar korkunç.
DİDEROT

DÜŞÜNCELER XXIII

Manifestolar

LXXXII
Aşık bir kadından her şey beklenir, olmayacak davranışlarda bulunacağı varsayılabilir.
LXXXIII
Kocasını aldatmayı kafasına koymuş bir kadının davranışları iyi kötü her zaman gözlenebilir, ama bunları mantığa vurmanın olanağı yoktur.
LXXXIV
Çoğu kadın, pireler gibi, aykırı hoplamalarla, zıplamalarla ha­reket eder. Başlangıçtaki düşüncelerinin yükseklik ve derinlik ola­rak dışına düşer hep; bunu böyle kılan, düşüncelerinin kesik kesik olmasıdır. Oysa bir koca için, hareket ettiği alanı çevirmek çok basittir; üstelik bir de soğukkanlıysa, bu ateşi eninde sonunda söndü­rür.
LXXXV
Bir kadın, aile inancına ihanet etmeye karar verdiği anda, ko­cası onun gözünde ya her şeydir ya da bir hiç. Buradan yola çıkılabilir.
(...)
LXXXXVII
Bir kadın ya aklıyla ya kalbiyle ya da tutkusuyla yaşar. Karısı yaşamı hakkında bir karara vardığı yaşta, kocasının, uğradığı sa­dakatsizliğe yol açan şeyin böbürlenme mi, duygu mu, yoksa mi­zaç mı olduğunu kestirmesi gerekir. Mizaç, iyileştirilebilir bir has­talıktır; duygu, bir kocaya başarılı olmada büyük şans verebilir; ama böbürlenmeyi engellemeye olanak yoktur. Aklıyla yaşayan kadın korkunç bir beladır. Tutkuyla yaşayan ve seven kadının kö­tü yanlarını benliğinde toplar, hoşgörüyle karşılanacak yanlarınıysa dışlar. Acımasız, sevgisiz, erdemsiz ve cinsiyetsizdir.
LXXXVIII
Aklıyla yaşayan bir kadın, kocasını kendisine karşı ilgisiz kıl­maya; kalbiyle yaşayan kadın, onun nefretini çekmeye; tutkuyla yaşayan kadınsa, tiksinti uyandırmaya çalışır.
LXXXIX
Bir koca, karısının kendisine sadık olduğuna inanmakla, ona karşı sabırlı davranmakla ya da suskunluğunu korumakla hiçbir şey yitirmez. Özellikle, suskun kalmak kadınları olağanüstü tedir­gin eder.
XC
Karısının kendisini kaptırdığı tutkudan haberi varmış gibi gö­rünmek salaklara özgüdür; kafası çalışan biri, bilmiyormuş gibi davranır; yapılabilecek başka bir şey de yoktur. Fransızlara 'kafası çalışır' denmesinin nedeni de bu olsa gerek. (...)


DÜŞÜNCELER XXV
 (...)

II. Kaynana Üzerine

Otuz yaşına kadar bir kadının yüzü, yabancı dilde yazılmış bir kitap gibidir; içerdiği deyimlerin olanca çetrefilliğine karşın yine de başka dile çevrilebilir bir kitap; kırkını aştığındaysa, çözülmesi olanaksız bir büyü kitabından farkı kalmaz; yaşlı bir kadına gelin­ce, onu anlasa anlasa ancak bir başka yaşlı kadın anlar.
Bazı diplomat kocaların zaman zaman, kaynanalarının kendi çıkarlarına karşı kullandığı dulluk gelirlerine el koymaya çalışmak gibi şeytanca girişimlerde bulundukları görülmüştür; ne var ki bunların elde ettikleri başarı, kendilerine çok büyük özverilere mal olmuştur; ayrıca bu kişilerin hepsi anasının gözüdürler; dolayısıyla onların sundukları reçeteleri sizin kendi kaynananıza uygulayabi­leceğinizi hiç mi hiç düşünmüyoruz. Durum böyle olunca, kayna­nanız, size karşı karınızın en yakın hık deyicisi olacaktır, çünkü kı­zının tarafını tutmayan ananın bir hilkat garibesinden farkı yoktur; hilkat garibelerine de pek ender rastlanır.
Bir erkek, mihrabı yerinde kalmış bir kaynanaya sahip olma mutluluğunu yakalamışsa, cüretli birkaç genç adamla da tanışıklı­ğı varsa, kaynanasını belirli bir süre etkisiz kılabilir. Ama genelde, evlilik konusunda biraz dehaya sahip kocalar, kanlarıyla kaynana­ları arasına nifak sokmayı becerirler, böylelikle her ikisi de oldukça doğal bir yöntemle birbirlerini etkisiz kılar.
Paris'te oturup da kaynanası taşrada olmak ya da bunun tersi durum, pek ender rastlanan bir talihtir.
Anayla kızını birbirine düşürmek?... Bakın bu olabilir, ama bu­nu başarmak için insanın kendini, bir anayla bir kızı birbirine düş­man eden Richelieu kadar taş yürekli hissetmesi gerekir. Öte yan­dan, kıskanç bir kocanın yapamayacağı şey yoktur; karısının, aziz­lere değil de yalnızca azizelere dua etmesini isteyen bir kocanın bi­le karısının, her istediğinde anasını görmesine izin verdiğinden kuşkuluyum.
Damatların çoğu, her şeye çözüm getiren şiddet yolunu, kaynanalarıyla sürekli kavga halinde olma yolunu seçmişlerdir. Bu düşmanlık, günün birinde anayla kızının arasındaki bağları daha da güçlendirmeye yol açmasaydı, doğru bir politika sayılabilirdi.
Ailenizin üzerine çöken kaynana etkisiyle savaşabilmek için başvuracağınız yöntemler yaklaşık olarak bunlardan ibaret. Karını­zın, anasından isteyebileceği yardımlara gelince, bunları sayıyla ifade etmenin olanağı yok; sizin aleyhinize olanlarsa hiç de yabana atılacak sayıda değil. İşin burasında, bilim yaya kalıyor, çünkü kar­şılaştığınız her durum esrar perdesiyle örtülü.
Bir ananın kızına sağlayabileceği destekler o kadar farklılık gösterir ve koşullara göre o kadar değişir ki bunların bir listesini çıkarmaya çalışmak çılgınlıktan başka bir şey değildir. Yalnız, aile­ye özgü İncil'in en sağaltıcı öğütleri arasından aşağıdaki şu aksi­yomları bir köşeye kaydetmenizde yarar var:
Bir koca, karısının, anasını yalnız başına görmeye gitmesine hiçbir zaman izin vermemelidir.
Bir koca, çevresinde her zaman rastladığı, kırk yaşının altında, kaynanasıyla dostluk kurmuş bütün bekâr erkeklerin, kurdukları bu ilişkinin nedenlerini dikkatle incelemelidir, çünkü bir kızın her ne kadar anasının âşığına âşık olmasına ender rastlansa da, bir ananın, kızının âşığına az da olsa her zaman zaaf duyduğu bilinen bir şeydir.
(...)


DÜŞÜNCELER XXVII
(...)
Minotaııros 'çu Gözlemler

(...)
V
Uyuşuk bir kadın harekete gelirse, öğrenimden nefret eden bir kadın, bir yabancı dili söktürürse, sonuç olarak bir kadının yapı­sında ne türde olursa olsun büyük bir değişme meydana gelirse, bu, kesin bir belirtidir.
VI
Kalbi mutsuzluk dolu bir kadın, insan içine pek karışmaz.
VII
Aşığı olan bir kadın, cömert mi cömerttir.
IX
Karı koca aynı yatağı paylaşıyorlardı, hanım sürekli rahatsız­dı; yataklarını ayırdılar, kadıncağızın migreni falan kalmadı, her zamankinden çok daha sağlıklı görünüyor: Ürkütücü belirti!
(...)
XIV
Erdemliliğinden söz eden kadından çekinin.
(...)
XVIII
Bir kadın, bir erkeğin adını günde iki kez ağzına alıyorsa, ona olan duygusunun niteliği konusunda belki belirsizlik vardır; aynı ad ağzından üç kez çıkıyorsa!... Oh! Oh!
XIX
Bir kadın, avukat ya da bakan olmayan bir erkeği evinin kapı­larına kadar geçiriyorsa, çok tedbirsiz demektir.
(...)
XXI
Bir erkekle basılmamayı beceremeyen kadın, başına gelecekle­ri hak etmiştir. (...)

Son Aksiyomlar
XCIII
Karısıyla âşığını bastırmanın, onları birbirlerinin kolları ara­sında öldürmenin öç almakla falan ilgisi yoktur: Bu, onlara yapabi­leceğiniz en büyük hizmettir.
XCIV
Bir kocanın öcünü karısından en iyi alacak kişi, karısının âşığıdır.
(...)
Fransızca'dan çeviren: Aykut Derman

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

İKİNCİ BÖLÜM

İÇERDE VE DIŞARDA SAVUNMA YOLLARI
To be or not to be...
Olmak ya da olmamak...
SHAKESPEARE, Hamlet.


DÜŞÜNCELER X

Kocalık Politikası Üstüne İnceleme

Bir erkek, bu kitabın birinci bölümünün onu tanımladığı duru­ma gelirse, sanırız, karısının bir başkası tarafından elde edildiğini öğrenmesi yine de kalbinin hızlı çarpmasına yol açabilir, tutkusu yeniden alevlenebilir vs bunu, ya kendine olan özsaygısı, ya guru­ru, ya da çıkarı yüzünden yapar, çünkü aksine davranması, karısı­nı artık sevmese bile, onu erkeklerin en ahmağı durumuna düşüre­bilir, böylece, başına geleni de hak etmiş olur.
Uzun sürecek bu kriz döneminde bir kocanın hata yapmaması çok zordur, çünkü kocaların çoğu, kadın seçmeyi bilmez; onu yö­netmeyi ise hiç bilmez. Bununla birlikte kocalık politikası, davra­nışlarımızın ruhunu oluşturması gereken üç ilkenin her zaman uy­gulanmasından ibarettir. Birincisi, bir kadının söylediklerine hiçbir zaman inanmamak; ikincisi, ağzından çıkanları dinlemekle yetin­meyip, bunları ona söyleten düşünceyi her zaman araştırmak; üçüncüsüyse, bir kadının en çok gevezeliği, suskunlaştığı zaman­larda yaptığını; durgunlaştığındaysa davranışlarının, içindeki en yüksek enerjiyle yüklenmiş olacağını bilmektir.
O andan başlayarak, huysuz ata binmiş bir biniciden farkınız yoktur ve kendinizi yerde bulmamak için, atın iki kulağı arasından gözünüzü ayırmamanız gerekir.
Ne var ki iş, ilkeleri bilmekten çok, onları uygulamaktadır: Bu ilkeleri cahillere açıklamanın, bir maymunun eline tıraş makinası vermekten farkı yoktur. Bu nedenle, ilk ve en yaşamsal görevleri­nizden biri, duygu ve düşüncelerinizi sürekli gizlemektir ki çoğu koca bunu yapmaz. Bir kadında, Minotauros canavarına özgü ol­dukça belirgin belirtiler gördüklerinde erkeklerin çoğu önce onu hor gören davranışlar içine girer. İçlerinde uyanan terslik, sözlerin­den ya da davranışlarından yansır; ve ruhlarını saran korku, bir deney tüpünün altında yanan alev gibidir; davranışlarını açıkladı­ğı gibi, yüzlerini de güçlü bir şekilde aydınlatır.
Oysa, günde on iki saat sizi gözleyip düşünme olanağına sa­hip bir kadın, alnınızda beliren kaygı çizgilerini, oluştukları anda okuyabilecek yetenektedir. Bu haksız hor görmeyi ise hiçbir zaman bağışlamayacaktır. Bu durumu iyileştirecek ilaç yoktur; her şey söylenmiş, ok yaydan çıkmıştır: Karınız, gerektiğine inanıyorsa, er­tesi gün tutarsız kadınların safına katılıverir.
Öyleyse, savaş halindeki iki taraf arasında beliren bu durum karşısında yapacağınız ilk şey, vaktiyle size karşı duyduğu sınırsız güveni yeniden kazanabilmek için elinizden geleni ardınıza koy­mamaktır. Ağzınızdan bal damlayarak onu idare etme yanlışlığına düşerseniz, kayıptasınız demektir; size inanmayacaktır, çünkü si­zin gibi, onun da kendi politikası vardır. Şu halde, size kulak ver­mesini sağlayacak, duruma göre dizginleri germenize ya da gev­şetmenize izin verecek o değerli güven duygusunu, sezdirmeden onda yeniden uyandırabilmek için, açık yüreklilikle olduğu kadar, kurnazlıkla da davranmanız gerekir.


DÜŞÜNCELER XIX

Âşık Üzerine

Aşağıdaki özlü sözleri düşüncenize sunuyoruz.
Bunlar 1830'da kaleme alınmamış olsalardı insan soyundan umudu kesmek gerekirdi; ne var ki sizinle karınız ve bir âşık ara­sındaki ilişkileri ve benzersizlikleri oldukça kategorik biçimde or­taya koyuyorlar; kaleme alan kişi kendi özsaygısından o ölçüde öz­veride bulundu ki bunların tutacağınız yolu pırıl pırıl aydınlatması ve düşmanınızın gücünü tartmanızı sağlaması gerekiyor; içlerinde bir rastlantı sonucu yeni fikirler bulacak olursanız, bunları size bu kitabı salık veren şeytanın hesabına yazın.
LXV
Aşktan söz etmek, aşk yapmaktır.
LXV1
Bir âşık, en bayağı isteğini bile, ciddi bir hayranlık atılımı biçi­minde sunar.
LXVII
Bir âşık, bir kocanın sahip olmadığı tüm iyi ve kötü niteliklere sahiptir.
LXVIII
Bir âşık, her şeye yaşam katmakla kalmaz, âşığına yaşamı unutturur da: Koca ise, hiçbir şeye yaşam katmaz.
LXIX
Bir kadının duygusallıkla ilgili tüm soytarılıkları bir âşığı her zaman kandırır; bir kocanın doğal olarak omuz silktiği her şey, bir âşığı kendinden geçirir.
LXX
Bir âşık, takındığı tavırla, evli bir kadınla ulaştığı senli benlilik derecesini ele verir.
LXXI
Bir kadın, neden sevdiğini her zaman bilmez. Bir erkeğinse, aşkından çıkar beklememesi ender rastlanan bir şeydir. Bir koca, bu bencilliğin nedenini keşfetmek zorundadır, çünkü bu onun için, Arkhimedes kaldıracının görevini görecektir.
LXXI1
Akıllı bir koca, karısının bir âşığı olduğunu hiçbir zaman açık açık düşünmez.
LXXIII
Bir âşık, bir kadının kaprislerine her zaman baş eğer; bir erkek, metresinin kollarındayken onun gözüne hiçbir zaman değersiz görünmeyeceğinden, onun hoşuna gitmek için, bir kocayı çoğu kez tiksindiren her şeyi yapar.
LXXIV
Bir âşık, bir kadına, kocasının ona öğretmediği her şeyi öğre­tir.
LXXV
Bir kadının, âşığında uyandırdığı tüm duyguların altında bir değiş tokuş yatar; verdiklerini her zaman fazlasıyla geri alır; aldık­ları, en azından, verdikleri kadar zengindir. Bu öyle bir ticarettir ki, sonunda kocaların çoğuna topu attırır.
LXXVI
Bir âşık, bir kadına yalnızca onu yüceltecek şeylerden söz eder; oysa bir koca karısına, onu sevse bile, her zaman kınayıcı öğütler vermekten kendini alamaz.
LXXVII
Bir âşık, her zaman sevimli görünmek ister. Bu duyguda, insa­nı sonunda gülünç duruma düşürecek şeyin ilkesi yatar; bundan yararlanmayı bilmek gerekir.
(...)
LXXIX
Bir cinayet işlendiğinde, sorgu yargıcı (...) suçu yükleyebileceği kişilerin sayısının beşi aşmayacağını bilir. Varsayımlarını oluş­turmak için temel aldığı düşünce budur. Bir koca da, tıpkı bir yar­gıç gibi akıl yürütmelidir; karısının âşığının kim olduğunu araştır­maya kalktığında, çevresinde kuşkulanabileceği kişilerin sayısı üçü geçmez.
LXXX
Bir âşık, her zaman haklıdır.
(...)
LXXXI
Kısacası, evli bir kadının bir erkekte uyandırdığı aşk ya da kendisinin o erkeğe duyduğu aşk, duyulabilecek duyguların en az gurur okşayanıdır: Bu duygu kadında, sınırsız bir övünmeye, âşığındaysa bencilliğe dönüşür. Evli bir kadının âşığı öylesine büyük yükümlülükler altına girer ki bunların altından kalkabilecek baba­yiğitlerin sayısı koca bir yüzyılda üçü geçmez: Yaşamını tümüyle metresine adaması gerekir, oysa sonunda onu her zaman terk eder: Bunun böyle olacağını ikisi de bilir; ve dünya kurulalı beri âşıklar­dan biri ne kadar verici olmuşsa, öteki de o ölçüde nankörlük et­miştir.
Büyük bir tutku, onu yargılayanlarda kimi zaman acıma duy­gusu uyandırabilir: Ama böylesine gerçek ve sürekli tutkular nere­de? Büyüleyici etkisi bir kadını bu hallere düşüren bir erkekle mü­cadele edip başarılı olabilmesi için bir kocanın ne denli güçlü ol­ması gerektiğini varın bir düşünün!
Bize göre, genel kural olarak bir koca, şimdiye kadar açıkladı­ğımız savunma araçlarını iyi kullanmak koşuluyla karısını, kendi­sine karşı büyük bir suç işlemeden yirmi yedi yaşına kadar idare edebilir -tabii bu, onun bir âşık seçmediği anlamına gelmez. Sağda solda, aile yönetiminde büyük deha sahibi erkeklerin çıkıp, karıla­rını otuz ya da otuz beş yaşına kadar ruhça ve bedence yalnızca kendilerine saklamayı başardıkları da görülmüştür; ne var ki bu is­tisnalar ötekilerde bir tür utanmaya ve korkuya yol açar. Bu duru­ma ayrıca yalnız taşrada rastlanır; orada yaşam yarı saydam, evler de bol pencereli olduğundan, erkekler kendilerini sonsuz bir güçle donatılmış bulurlar. Ama öteki erkeklerin ve bu durumun kocalara sağladığı avantaj, nüfusu iki yüz elli bin ademoğluna ulaşan bir kentte buharlaşıp gider.
Demek ki yaklaşık olarak otuz yaş, bir kadının erdemli oldu­ğu yaştır. Bu kritik yaştan başlayarak bir kadının zaptı raptı o ka­dar güçleşir ki onu aile cennetinin içinde tutmayı başarabilmek için, elimizde kalan son savunma araçlarını devreye sokmamız ge­rekir.
(...)

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER V

Yargılılar

Yargılı, önceden mutluluğa ya da mutsuzluğa yazgılı kişi anla­mına geliyor.
XXVI
(...)
Şiirin, müziğin, resmin sonsuz anlatım olanakları varsa, aşkın onlardan çok daha fazlasına sahip olması gerekir, çünkü gerçekli­ğin analoji yoluyla -belki de verimsiz- araştırılması peşinde koş­mamızı sağlayan bu üç sanat dalında insan kendi imgelemiyle baş-başa kalır, oysa aşk, iki bedenin, iki ruhun birleşmesidir. Tanrının şair, müzikçi ya da ressam olarak yarattığı kişilerin insan düşünce­sini anlatmada var olan belli başlı bu üç yoldan yararlanmak için nasıl bazı ön çalışmalar yapmaları gerekiyorsa, mutlu olabilmek için de zevk aleminin gizlerine ulaşabilmek gerekmez mi? İnsanla­rın tümü, üreme gereksemesi duyar; acıkmak, susamak gibi bir şeydir bu; ne var ki duydukları bu gerekseme onların iyi birer âşık, birer damak düşkünü olduklarını göstermez. Bugünkü uygarlığı­mız zevkin bir bilim olduğunu, yemeyi içmeyi bilmenin yalnızca bazı ayrıcalıklı kişilerin ulaşabildikleri bir şey olduğunu kanıtladı. Bir sanat olarak kabul ettiğimize göre, zevk de kendi fizyologunu beklemekte. Bize gelince, mutluluğun yalnızca kurucu öğelerinin bilinmesinin bütün yargılıları bekleyen bir talihsizlik olduğunu göstermiş olmak bile yeter bize.
Burada, tıpkı kireçli katmanların yer şekillerini oluşturması gi­bi, bu yeni sanatın oluşmasına yol açabilecek bazı aforizmaları ya­yımlamaya büyük bir çekingenlikle cesaret edecek, bunları filozof­ların, evlenecek gençlerin ve yargılıların düşüncesine sunacağız.

Evliliğin Temel Bilgileri

XXVII
Evlilik bir bilimdir.
XXVIII
Bir erkek, anatomi öğrenmeden ve en az bir kadını açımlama­dan evlenmemelidir.
XXIX
Bir evliliğin geleceği, ilk gecenin sabahında belli olur.
XXX
Özgür seçimden yoksun bırakılmış bir kadın, hiçbir zaman hiçbir özveride bulunmaz.
XXXI
Aşk konusunda kadın, ruhu bir yana, gizlerini ancak onu çal­masını iyi beceren kişiye sunan bir lirdir.
XXXII
Bütün kadınların ruhunda, bir davranış karşısında gösterdik­leri itici tepkiden bağımsız olarak, tutkudan yoksun zevkleri er ya da geç dışlamaya eğilimli bir duygu vardır.
(...)
XL
Evli kadınların en soğuk görüneni, aynı zamanda en şehvetlisi olabilir.
XLI
Kadınların en erdemlisi, kendi de farkında olmadan patavat­sızlık yapabilir.'
(...)
XI,III
İnsanları güçlü kılan, kuvvetli ya da sık sık vurmak değil, ye­rinde ve zamanında vurmaktır.
XI,IV
Bir arzuyu uyandırmak, onu beslemek, geliştirmek, büyütmek, uyarmak, doyurmak başlı başına bir şiirdir.
XLV
Zevkler sırasıyla beyitten dörtlüğe, dörtlükten soneye, sone­den balada, baladdan oda, oddan kantata, kantattan ditiramba doğru yol alır. İşe ditirambla başlayan koca, salağın tekidir.
XLVI
Her gecenin özel bir mönüsü olmalıdır.
XLVII
Evliliğin, her şeyi kemiren bir canavarla bıkıp usanmadan bo­ğuşması gerekir: alışkanlık.
XLVI1I
Art arda gelen iki gecenin verdiği zevkler arasındaki farkı an­lamayan bir erkek, çok erken evlenmiş demektir.
XL1X
Aşıklık, kocalıktan daha kolaydır, çünkü her gün güzel sözler bulmak, ara sıra iltifat etmekten çok daha zordur.
L
Bir koca, karısından ne daha önce uyumalı, ne de ondan daha geç uyanmalıdır.
LI
Karısının banyo-tuvaletine dalan koca, ya filozoftur ya salak.
LII
Hiçbir arzu uyandırmayan koca, yitik bir adamdır.
LI1I
Evli kadın, bir köledir; oturtulacak taht bulunması gereken bir köle.
LIV
Bir erkek, karısı sık sık gelip dizlerine oturmuyorsa onu tanı­makla, mutlu etmekle böbürlenmemelidir. (...)


DÜŞÜNCELER VII

Balayı Üzerine

Bundan önceki Düşüncelerimiz, Fransa'da, evli bir kadının er­demini korumasının neredeyse olanaksız olduğunu kanıtlıyorsa da, bekâr erkeklerin ve yargılıların sayısı, kızlarımızın eğitimi üze­rinde kısaca belirttiğimiz düşüncelerimiz ve bir kadının eş olarak seçiminde ortaya çıkan güçlükler hakkındaki kısa incelememiz, sa­hip olduğumuz bu ulusal kırılganlığı bir noktaya kadar açıklamak­ta. Böylece, toplumsal durumun içine düştüğü bu ağır hastalığı açık yüreklilikle ortaya koyduktan sonra, bunun nedenlerim yasa­larda, törelerin tutarsızlığında, kafaların çapsızlığında, alışkanlık­larımızın çelişikliğinde aramıştık. İncelenmesi gereken tek bir olgu kalıyor geriye: Toplumumuzu kuşatan kötülük.
Balayının içerdiği önemli sorunları ele almakla, bu ilk ilkeye gelmiş oluyoruz; ayrıca balayında, aileye özgü tüm olayların çıkış noktasını bulacağımızdan, gevezelikten geçilmeyen Düşünceler'imizin dolup taştığı bilgece deliliklerin arasına amaçlı olarak serpiştirdiğimiz gözlemlerimiz, aksiyomlarımız, sorunlarımız bu düşüncelere eklenen halkalar olarak o parlak zinciri oluşturacak. Balayı, bir bakıma, düşsel iki kahramanımızı birbiriyle kapıştırma­dan önce yapmamız gereken çözümlemenin doruk noktasını oluş­turuyor.
Bu deyim, yani Balayı* dilimize (Fransızca'ya) İngilizce'den gelmiş ve evliliğin tatlılık ve zevkten başka bir şey olmayan kaçıcı o ilk günlerini incelikle tanımladığı için öteki dillere de geçecek ve sonuçlarına katlandığımız yanılgılarımız ve hatalarımız gibi, yaşa­mımız boyunca taşıyacağımız bir olgudur; çünkü yalanların en kötüsüdür. Bize kendini taze çiçeklerle taçlanmış bir peri, okşayan bir denizkızı gibi göstermesi, felaketin ta kendisi olmasından kaynak­lanmaktadır; felaketse çoğu kez güle oynaya gelir.
Birbirlerini tüm yaşamları boyunca sevmeye söz veren karı ko­ca, Balayı'nın ne olduğunu kavrayamaz; onlar için balayı diye bir şey yoktur ya da daha doğrusu, sürekli bir balayı vardır: Ölüm ol­gusunu bir türlü kavrayamayan ölümsüzlerden farkları yoktur. Ama bu tür bir mutluluk, bizim kitabımızın kapsamı dışında kalıyor; bizim okurlarımız için evlilik, iki ayrı ayın etkisi altındadır: Bal Ayı ve Kızıl Ay. Bu sonuncusu, gökyüzündeki devinimi sonu­cu hilale dönüşür; ve bu haliyle şavkı bir ailenin üzerine düştüğün­deyse, orada sonsuza dek kalır.
Balayı, birbirlerini sonuna kadar sevmelerine olanak bulunma­yan iki varlığı nasıl aydınlatabilir ki?
Bir kez doğarsa, bir daha nasıl batar?...
Her evliliğin balayı var mıdır?
Bu üç soruyu çözümlemek için, bunları sırasıyla ele alalım.
Kızlarımıza verdiğimiz hayranlık uyandıran eğitim ve erkekle­rin evlenirken tabi oldukları yasaların koyduğu önlem dolu kural­lar burada bütün meyvalarını sunacak bize. En az mutsuzlukla yü­rüyen evliliklerin nasıl yürüdüklerini ve karşılaştıkları durumları inceleyelim.
Törelerimiz, eş olarak aldığımız genç kızda, doğal olarak aşırı­ya kaçmış bir merak geliştirir; öte yandan,
Fransa'da anneler her Allahın günü kızlarını, canlarının yanacağına aldırmadan ateşe iterler; dolayısıyla bu merakın sınırı yoktur.
Naif olduğu kadar kurnaz da olan bu varlığın içinde bulundu­ğu derin bilgisizlik, kendisini tehdit eden tehlikeleri onun gözün­den saklar; ve evlilik ona sürekli biçimde hem katlanılması gere­ken bir tiranlık, hem de özgürlük, hem zevk, hem de egemenlik dönemi olarak sunulduğundan, doyuma ulaştırması gereken varlı­ğıyla ilgili istekleri sürekli artar: Bu genç kız için evlenmek, hiçlik­ten yaşama çağrılmak gibi bir şeydir.
Mutluluk, din, ahlak, yasalar gibi duygulara sahipse bu, anne­sinin ona bin kez, mutluluğun kendisine ancak sizden gelebileceği­ni yinelemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Boyun eğme onda, erdem olmasa da, her zaman bir gereklilik­tir, çünkü her şeyi sizden bekler. Toplumlar, kadınların öncelikle köle durumuna indirgenmesini dayatırlar, ama onlar, bu durum­dan kurtulmayı özlemezler bile, çünkü kendilerini zayıf, çekingen ve bilgisiz olarak duyumsarlar.
Rastlantıyla yapılmış bir hata ya da bağışlanmayacak bir istek­sizliği farkında olmadan göstermenizle ortaya çıkacak durum dı­şında, sizin hoşunuza gidecek şekilde davranmak zorundadır; sizi henüz tanımıyordur.
Sonuçla, güzel zaferinizi kolaylaştırmak amacıyla, kaynağı siz de bulunan zevklerden tat alması için doğanın güçlü kıldığı bir dö­neminde onu eş olarak alıyorsunuz. Aziz Petrus gibi, Cennet'in anahtarları sizin elinizdeyken.
(...)
İşin içine toplum ve doğa yasalarının karıştığı bu garip du­rumda bir genç kız, çıkarını korumak için itaat eder, kendini teslim eder, acı çeker ve susar. İtaat etmesi hesaplılık, hoşnut görünmesi umut, bağlılığı, sizin yararlandığınız bir tür yönelim, sessiz kalmasıysa cömertliktir. Anlamadığı sürece sizin kaprislerinizin kurbanı olacaktır; davranışlarınızla ona verdiğiniz acılara, kafasına dank edinceye kadar katlanacaktır; istekli olmasa da kendini feda ede­cektir; sahip olduğunuz ilk anda ona gösterdiğiniz sözümona tut­kuya inanmaktadır; özverilerinin boşunalığını anladığı andan baş­layarak da çenesi artık hiç durmayacaktır.
Böylece bir sabah, bu birlikteliğin üzerinde baskı yapan bütün yanlış anlamalar, üzerine çöken ağırlığın kalkması sonucu doğru­lan dal örneği kal ki verir.
(...)

LVI
Evlilik yaşamında, iki kalbin birbiriyle anlaşabilecekleri an, bir şimşeğin çakışı kadar kısa sürer; kaçırıldığı zaman da bir daha geri dönmez.
Bu ilk ikili yaşam deneyine, kadının mutlu olma umuduyla henüz törpülenmemiş karılık görevleri duygusuyla, hoşa gitme is­teğiyle, aşkıyla görevini uyum içinde gördüğü andaki o çok inan­dırıcı erdemiyle kendini yüreklendirdiği bu süreye Balayı adı veri­lir: Bu dönem, tüm yaşamları boyunca sürecek bir birliktelik için çiftler birbirlerini tam olarak tanımadan nasıl uzun sürer? Hayret edilmesi gereken bir şey varsa o da törelerimizin, evlilik yatağı çevresine yığdığı bir sürü kahredici saçmalığın nasıl olup da bu ka­dar az kinlenmeye yol açtığıdır!...
Ne var ki gördükleri ayrıcalıklı eğitim sonucu belirli bir dü­şünce gücüyle donatılmış, politikada, edebiyatta, güzel sanatlarda, ticarette ya da özel yaşamda parlamak için derinlikli çözümlere sa­hip kılınmış erkeklerin hepsi mutlu olmak için, bir kadını sevgiyle ya da yetkeyle yönetmek için evleniyor ve hepsi aynı tuzağa düşü­yor, belirli süre belirli mutluluğu tattıktan sonra birer ahmağa dö­nüşüyorsa, bu işte bir sorun var demektir ve bu sorunun çözümü, insan ruhunun bilinmeyen derinliklerinde, bazılarını yukarıda açıklamaya çalıştığımız olaylarla gözler önüne sermeyi denediği­miz fiziksel gerçeklik türlerinde yatıyor demektir.
Ahmaklar, açıklamakta ne kadar zorluk çektiklerini ileri sürer­lerse sürsünler, aşkın, geometrininki kadar kesin ilkeleri vardır; ne var ki her birimiz bunları kendi keyfimize göre değiştirdiğimiz­den, kendi yarattığımız bu sayısız düzenlerin kaprislerinden şika­yet edip dururuz.
(...)
LVIII
Bir şeye, ona gösterdiğimiz özenin, çabanın ya da isteğin yo­ğunluğu ölçüsünde sürekli bağlanırız.
Düşüncelerimizin, aşkların bu ilk yasasının nedenleri üzerinde gözlerimizin önüne serdikleri, aşağıdaki aksiyoma indirgeniyor: Bu aksiyom, söz konusu yasanın hem ilkesini, hem de sonucunu oluşturuyor.
LIX
İnsanın elde ettikleri, verdikleriyle orantılıdır.
(...)

Evliliğin Fizyolojisi / Honoré de Balzac

DÜŞÜNCELER III

(...)

Aforizmalar

I
Namuslu bir kadın, esas olarak evli bir kadındır.
II
Namuslu bir kadın, kırkının altındadır.
III
Verdiklerinin karşılığını alan evli bir kadın, namuslu değildir.
(...)         
VI
Yirmi bin liralık gelir elde etmiş bir adamın karısı namusludur; adam, bu serveti hangi yoldan elde etmiş olursa olsun.
(...)
VIII
Namuslu bir kadın, para konusunda âşığına hiçbir şekilde yük olmayacağını davranışlarıyla sezdirmelidir.
(...)
X
Bir bankacının karısı, her zaman namuslu bir kadındır; ama bir tezgâhın arkasına geçmiş olan bir kadın, kocası çok para kazan­dığı ölçüde ve dükkânın üstündeki katta oturmamak koşuluyla na­musludur.
XI
Bir piskoposun evli olmayan kız yeğeni, onunla birlikte oturuyorsa, namuslu bir kadın olarak kabul edilebilir, çünkü bir dolap çevirecek olursa, amcasına kül yutturmak zorundadır.
XII
Namuslu bir kadın, saygınlığının zedelenmesinden çekinilen kadındır.
XIII
Bir sanatçının karısı her zaman namusludur.
(...)


DÜŞÜNCELER IV

Erdemli Kadın Üzerine

Sorun belki de ne kadar erdemli kadın bulunduğunu bilmek­ten çok, namuslu bir kadının erdemini koruyup koruyamayacağını bilmektir.
Bu kadar önemli bir noktayı daha iyi aydınlatabilmek için, er­kek milletine kısaca bir göz atalım.
Bu milleti oluşturan on beş milyon erkekten, önce omurgasın­da otuz iki omur bulunan dokuz milyon İkielli'yi çıkarıp fizyolojik çözümlememize konu altı milyon erkeğin var olduğunu kabul ede­lim. Marceau'lar, Massena'lar, Rousseau'lar, Diderot'lar ve Rollin'ler, mayalanma halindeki toplumsal küspe içinde çoğu kez bir­denbire filizleniverirler; ama biz burada bile bile bazı hatalar yapa­cağız. Bu hesap hataları bütün ağırlığıyla sonucu etkileyeceği gibi, halkımıza özgü tutkuların mekanizmasının perdesini aralayacak olan korkunç sonuçları da destekleyecek.
Altı milyon ayrıcalıklı erkekten, üç milyon yaşlı ile çocukları çıkaracağız.
Bu eksiltme, kadınlarda dört milyonu bulmuştu, diyeceksiniz. Bu fark ilk bakışta size garip gelebilir, ne var ki doğrulanması da zor değil.
Kadınların ortalama evlenme yaşı yirmi birdir; kırk yaşına gel­diklerinde de aşktan meşkten ellerini eteklerini çekerler.
Oysa on yedi yaşında bir delikanlı, evlilik sözleşmelerinin par­şömenlerine, özellikle en eski olanlarına çakısıyla böbürlene böbürlene delikler açabilir; rezaletlerin kayıtlarını tutanlar böyle söy­lüyorlar.
Elli iki yaşına gelmiş bir erkekse, o yaşında, daha önce oldu­ğundan çok daha tehlikelidir. Yaşamının o güzel çağında, kendisi­ne o zamana kadar pahalıya mal olmuş deneyimini ve elde ettiği serveti kullanmaya bir anda kalkabilir. Kendisini kıskacına alan tutkular, yaşayabileceği son tutkular olduğu için acımasızdır, güç­lü bir akıntıyla sürüklenen birinden farkı yoktur ve önüne çıkan yeni filiz vermiş ilk yeşil, körpe söğüt dalına yapışır.

XIV
Fiziksel olarak, erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından daha uzun sürer.
Evlilik açısından, erkeğin aşk yaşamıyla kadınınki arasında demek ki on beş yıllık bir fark vardır. Bu süre, bir kadının sadakatsizlikleriyle kocasını kahretme süresinin dörtte üçüne denk düşer. Bu arada, erkek milletinden yaptığımız eksiltmeden geriye kalan bölüm, kadın milletinden yaptığımız eksiltmeye oranlandığında, en çok altıda birlik bir fark oluşturur.
Yaptığımız hesaplarda büyük bir alçakgönüllülükle davrandı­ğımız açık. Nedenlerinin de, yalnızca doğrulan sergilemek ve her türlü eleştiriyi göğüslemek olduğu meydanda.
Dolayısıyla Fransa'da yaşları en az on yedi, en çok elli iki ara­sında üç milyon yüzer gezer bir erkek kitlesi bulunduğunu, bunla­rın hepsinin kanlı canlı, sağlam dişli, dişlemekte kararlı, dişleyen ve cennete giden yolda sağlam ve kararlı adımlarla ilerlemek iste­yen insanlar olduğunu hesabı kitabı en zayıf filozoflara bile kanıt­lamış bulunuyoruz.
Daha önce yaptığımız gözlemler, bir milyon kocayı bu kitle­den düşme hakkını bize veriyor. Bunların bir an için, daha önce betimlediğimiz örnek-koca gibi doyum içinde ve her zaman mutlu olduklarını, karılarının kendilerine verdikleri aşkla yetindiklerini varsayalım.
Ama geriye kalan iki milyonluk bekâr kitlesinin, aşk yapmak için üç kuruşluk gelire hiç de gereksemesi yoktur.
Bir erkeğin, kocanın resmini duvardan indirtebilmesi için, sağ­lıklı olması yeterlidir.
Yakışıklı, yapılı olması da gerekmez.
Bir erkek espriliyse, kibar görünüşlüyse, işini de biliyorsa, ka­dınlar onun nereden çıktığını değil, nereye varmak istediğini so­rarlar yalnızca.
(...)
XV
Moral olarak, bir erkeğin erkekliği, kadının kadınlığından da­ha uzun sürer.
(...)
XVI
Töreler, ulusların ikiyüzlülüğüdür; bu ikiyüzlülük az ya da çok yetkin olabilir.
XVII
Erdem, belki de bir ruh inceliğidir yalnızca.
Fiziksel aşk, açlığa benzer bir gereksemedir, şu farkla ki erkek durmadan tıkınır; aşk konusundaki iştahı da, masa başındaki işta­hı kadar sürekli ve düzenli değildir.
Bir parça kuru ekmek, bir testi su bütün insanların açlığını bastırır; ne var ki uygarlığımız bir de gastronomi denen şeyi yarat­mıştır.
Kuru ekmekle su aşkta da vardır, öte yandan sevme sanatı de­nen şey de vardır ki biz onu, bu bilim dalının doğduğu yer olan Fransa'da konuşulan dilde kullanılan o sevimli sözcükle, "coquet , terie" (cilve, işve, gönül avcılığı) sözcüğüyle tanımlıyoruz.
Ne var yani, insanın, yaradılışında bulunan değişik yiyecekler tatma gereksemesinin ne ölçüde tutsağı olduğunu, en ilkel ülkelere gittiklerinde bile yolcuların alkollü içecekler ve tadılacak yemekler keşfettiklerini şöyle bir düşünecek olsalar, bütün kocaların beti benzi atmaz mı?
Ama mide açlığı, aşk açlığı kadar şiddetli değildir; ruhun kap­risleri, gastronomininkilerden çok daha fazla, daha rahatsız edici, yol açtığı taşkınlıklarsa daha az rastlanır cinstendir; şairler ve tanık olduğumuz olaylar, bekâr insanlarımızı aşkın korkunç bir güçle donattığını gözler önüne sermiştir: Onların, kendilerine parçalaya­cak av arayan İncil aslanlarından farkı yoktur.
Burada, herkes kendi bilincini sorgulasın, anılarını tazelesin ve kendi kendine, tek bir kadının aşkıyla yetinmiş bir erkeğe şimdiye kadar rastlayıp rastlamadığını sorsun!
XIX
Kadınların erdemliliği belki de bir mizaç sorunudur
XX
En erdemli kadınlarda bile, dürüst olmayan bir yan vardır.
XXI
"Zeki bir erkeğin metresinden kuşkulanması anlaşılır bir şey­dir; ama karısından!... Bunu yapmak için çok akılsız olmak gere­kir."
XXII
"Erkekler, bir kadınla birlikte olduklarında, onlar hakkında ez­bere bildikleri şeylerin en azını bile anımsayacak olsalar, çok mut­suz olurlardı."