Payel Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Payel Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2013 Perşembe

Wilhelm Reich













Dr. Reich — İnanın bana, o yanılgılara düşmemiş olsaydım, o insanlarla o deneyimleri yaşamamış olsay­dım, söylediğim her şeyi nasıl benimsediklerini görme­seydim... bu toplantılardan birine katılmışsanız, anım­sarsınız hiç kuşkusuz...
Dr. E. — Anımsıyorum elbet!
Dr. Reich — ... o insanı coşturan havayı! Binlerce Berlinli geliyordu konuşmalarıma. Oysa, o yanılgılara düşmeseydim, şimdi bulunduğum yere gelemez, şimdiki yetkinliğe erişemezdim. Şimdi konunun ayrıntılarına girmek istemiyorum, ama şunu açıkça anlamalısınız ki bireysel sağaltım hiçbir işe yaramaz! Hiçbir işe! Olsa ol­sa para kazanmaya, ve birkaç kişiye küçük yardımlar­da bulunmaya yarar! Ama sıra toplumsal sorunları, akıl sağlığı sorunlarını çözmeye gelince, en küçük bir ya­rarı yoktur! Bu yüzden bireysel sağaltımı bıraktım. Önemli olan tek şey, bebeklerdir. Henüz saygısızca kir­letilmemiş kansu dizgesi (protoplazma) üzerinde çalış­mak gerekir. Anlatabiliyor muyum?

Reich Freud'u Anlatıyor kitabından alıntıdır. 

16 Aralık 2012 Pazar

Reich Orgonon'da: Yalnız


Bugün 3 Nisan 1952, Orgonon, Rangeley, Maine. Ben, Wilhelm Reich, aşağı ki evin büyük odasında tek başıma oturuyorum. Herkes gitti. Dün bütün gün ve bu sabah, adı­mı taşıyan Vakfın Yönetim Kurulu’nda bir toplantı yapıldı.
Herkes gitti ve ben dünle bugün Orgonon’u sarsan yı­kım (Oranur) konusundaki tutanaklara bir iki şey ekle­mek istiyorum. Burada, söylediklerimi dinleyen bir tek ki­şi yok; yalnız ses alma aygıtı tanığım. Dilerim ilerde bir gün, herhangi biri bu kaydı saygıyla, onca yıldır acunsal enerjiyi ve yaşam enerjisini araştırabilmek için gerekli yü­rekliliğe duyulacak saygıyla dinler.
Çektiğim büyük sıkıntının betimlenmesine, geçirdiğim uykusuz gecelerin, döktüğüm gözyaşlarının, harcadığım çaba ve paraların, gerek yanımda çalışanlara, gerek öğ­rencilerime göstermek zorunda kaldığım sabrın ayrıntıları­na girmek istemiyorum. Yalnız bir tek olguya değinmek istiyorum, ne burada, Orgonon’da, ne de New York’ta, var­lığının ta derinlerinden, yapmakta olduğum şeyi anlaya­bilecek ve yaptığım işte yanımda yer alabilecek tek bir can yok. Hepsi çok iyi insanlar. Doğru, dürüst, çalışkan kişiler, hepsine güveniyorum; hepsiyle —ya da çoğuyla— çok iyi dostuz. Ama bu, hepsinin, evet tek bir ayrık bırakmaksı­zın hepsinin, giriştiğim işe karşı oluşunu ortadan kaldır­mıyor.
Her biri benden nefret ediyor, işime burnunu sokuyor, çabamı yok sayıyor, lekeliyor, sığlaştırıyor; çabamın etki­lerini azaltmak için —şöyle ya da böyle— bir şey yapıyor, düşüncelerimin keskinliğini ve sivriliğini yumuşatıyor, 1912’den, daha doğrusu 1910’da annemin ölümünden beri yaklaşık kırk yıldır insanoğlunun çektiği acılar konusun­daki otuz üç, otuz dört yıllık dizgeli akıl yürütmemi bir moloz ve hiçlik yığınına dönüştürmek, hiçleştirmek üzere elinden geleni ardına koymuyor. Çevremde giriştiğimiz işi bütünüyle anlayacak ve bir an bile «HAYIR, OLMAZ» de­meyecek tek bir can yok.
Bu «HAYIR», «İstemiyorum»un, «Hoşlanmıyorum»un, «Bu işe hiç gönlüm yok»un, «Neden bu adam burada?»nın, «Neden varolması gerekiyor?»un, «Neden yerinde oturup uslu durmuyor? »un, «Başımıza onca dert açan şu Oranur deneyine neden girişiyor? »un ikiz kardeşi. Onlar yalnız derdi görüyor. Şu Oranur deneyinin hekimlik, dirimbilim ve genel olarak bilim için, ayrıca düşünbilim için taşıdığı anlamı görmüyor, ya da görmek istemiyorlar. Onlara so­rarsanız bu, yalnızca bir dert kapısı, bir hastalık, bir acı kaynağı. Ve zaman zaman —kendi düşüncelerini benim­semeye hazır olmasalar da— keçileri kaçırdığıma inandık­larını açıkça seziyorum. Bu tepki; yakın arkadaşlarımın ve birlikte çalıştıklarımın bu tepkisi, 8.000 ya da 10.000 yıl­dır, ataerkil düzenin yazgısına egemen oluşundan ve yeni doğmuş çocukta doğal sevinin yokedilişinden beri insan soyunu kasıp kavuranın aynısı. Bunun ayrıntısına girmek istemiyorum; yayınlarımda hepsi var. Yayınlarımı tanıyan­lar, ne demek istediğimi de biliyorlar.
Eğer bütün şu «İstemiyorum», «Korkuyorum», «Gön­lüm yok», «Gebertirim şunu», «Yamyassı ederim», «Yaşa­masına ya da varolmasına izin vermem »ler olmasaydı, bunların hepsi yapılarında, arzularında, olumlu, bilinçli is­teklerinde bulunmasaydı, yaşam enerjisinin çoktan bulgu- lanması gerekirdi. Hepsi dürüst ve iyi. Hayır, yapılarında var bu. Dokularında, kanlarında var. Acunsal enerji ya da yaşam enerjisiyle, ya da Tanrı adını verdikleri şeyle, ya da benliklerinin derinliklerinde yatan sevi gereksinmesinin karşılanmasıyla ilgili hiçbir şeye hoşgörüyle bakamazlar. Bakamazlar ve ondan korkarlar. Kişilik yapılarından ötü­rü korkarlar. Dokuları, kanlan buna uzanamaz, tutup ala­maz, uzak durur, kaçar ondan, ve gönülsüz bakar.
Bütün bunları çabalarını, onurlarını, sevgilerini, yaşam­larını gözden düşürmek için söylemiyorum. Doğru olduğu, öteden beri üretken cinsel etkinliğin, yaşamın, sevinin, Lawrence gibi insanların, Giordano Bruno gibi kişilerin dünya görüşünün, ya da İsâ gibi büyük yaşamların bulgulanması için giriştiğim çalışmalarla ilgili olarak yaptık­ları her şeyde, en sıradan devinimde, her sıradan sözcükte, ileri sürdükleri her görüşte, yazdıkları her sayfada ortaya çıktığı için söylüyorum.
Bu, insan soyunun acı, kimsesiz öyküsüdür. Kendimi bu bilmeceyi çözmek ya da bu konuda herhangi bir şey yapmak zorunda duyumsamıyorum. Ben rastlantıyla ya­şam enerjisini bulguladım. Oranur deneyimine katlanmak zorunda kaldım. Bunun hekimliğin, dirimbilimin, düşün- bilimin ve doğal bilimlerin geleceği için ne demek oldu­ğunu biliyorum. Bütünüyle bilincindeyim bunun. Ve bu bi­linç içersinde tam anlamıyla yalnızım, uzakta ya da ya­kında, konuşabileceğim, duygularımı çekinmeden açabile­ceğim, dostça söyleşebileceğim tek bir can yok. Bu kadar.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Duygusal Zırhlanma / Morton Herskowitz


Başlangıçtaki sorgulamamıza dönecek olursak: Hastalık, hastanın algıladığı belirli ya da yanındaki kişilerin gözlemlediği davranış değildir. Bunlar altta yatan bir kişilik bozukluğunun görülebilir etkileri, zırhlanmanın fiziksel sonucudur. Belirtiler ve davranış çeşitli biçimlerde —kimyasal, fiziksel ruhbilimsel— değiştirilebilir ama yaşamın kısıtlı olarak yaşanmasını belirleyen alttaki bozukluk devam eder. Hissetme, düşünme, eyleme, ilişkilendirme üzerinde kısıtlamalar olacak ve bu kısıtlamalar o yaşama niteliksel bir damga vuracaktır. Korkularımız karşısında kendimizi zırhla kuşatırız ve çelik zırhlarımız yaşamlarımız üzerinde dar bir ceket haline gelir.
Duygusal işlevsizlik belirtilerin ve davranışsal sapmaların öte­sine geçer; dünyamıza tam anlamıyla tepki vermedeki sınırla­malarımızı kuşatır. Zırhlanmış insanlar yaşamı metabolize etme kusuru nedeniyle sıkıntı çeker.
"Sessiz çaresizliğimiz" içinde yaşadığımızdan çoğunlukla nasıl bağlı olduğumuzu fark etmeyiz. Kendimizi yalnızca dar alanda düşünmekle kısıtladığımızı hiç akla getirmeksizin konuşma özgür­lüğü gösterisine katılırız. Varoluşun gizeminde yüzmekten o kadar korkarız ki anksiyetemizi örgütlenmiş dinin hazır yanıtlarıyla yatıştırmada acele eder ya da miras olarak aldığımız bilimsel for­müllerle cesur bir gösteri sergileriz. Kızdığımızda kavga etme korkumuzu ussallaştırırız. Sevecen duygular yaşama tehlikesi baş gösterdiğinde sertleşiriz. Sevme tehdidi altında olduğumuzda düzüşürüz.
Psikiyatrik orgon sağaltımı tam anlamıyla bir tedavi değildir. Bir miktar fiziksel ve sıklıkla da büyük miktarda duygusal rahatsızlık gerektiren zahmetli bir sağaltım sistemidir. Pek çok has­tanın yaşamında tatmin edici değişiklikler yaratmayı başarmıştır.

8 Eylül 2012 Cumartesi

Umut Devrimi / Erich Fromm


1.  Umut Ne Değildir?
Umut, daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve akılcılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her toplumsal değişimin, belirleyici öğesidir. Ne var ki, umudun doğası çoğu kez yanlış anlaşılmış ve umutla hiçbir ilişkisi olmayan, hatta umudun tam karşıtı olan yaklaşımlarla karıştırılmıştır.
Umut etmek nedir?
Çoğu kişinin sandığı gibi, dileklere ve isteklere sahip olmak mı­dır? Böyle olsaydı, daha çok ve daha iyi otomobil isteyen, daha iyi ev, daha çok araç-gereç isteyenler, umutlu insanlar olacaklardı. Ama değiller; bunlar umutlu insanlar değil, daha çok tüketimde bu­lunmaya düşkün kişilerdir.
Umudun nesnesi bir şey değil de, daha dolu bir yaşam sür­mek, daha büyük bir canlılık içinde bulunmak, o sonsuz sıkkınlık­tan kurtulmak olduğunda, ya da dinbilimsel açıdan bakarsak günah­lardan arınma, ya da siyasal açıdan devrime kavuşmak olduğunda mı gerçek anlamda umut etmiş oluyoruz? Evet, aslında bu türden beklentiler, umut etmek anlamını taşıyabilir, ama beklentilerde edilginlik varsa ve umut, el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin bir bahane­si oluyor, yalnızca bir ideoloji haline gelinceye dek "beklemek" şek­linde kendini gösteriyorsa, umut etmekten söz edilemez.
Kafka, Dava adlı romanında, bu türden teslimiyetçi ve edilgin umudu çok güzel betimlemiştir. Bir adam cennete (Yasaya) açılan kapının önüne gelir, ve kapıcıdan içeri girme izni ister. Kapıcı, şu an için izin veremeyeceğini söyler. Yasa’ya giden yola açılan kapı, aslında ardına dek açıktır, ama adam, giriş izni alıncaya dek bekle­menin daha iyi olacağına karar verir. Ve oturur, beklemeye başlar; günlerce ve yıllarca bekler. Tekrar tekrar içeri girme izni ister, ama her seferinde kendisine henüz izin verilemeyeceği söylenir. Adam, bütün bu uzun yıllar boyunca durup dinlenmeksizin kapıcıyı ince­ler; kürk yakasındaki bitleri bile yakından tanıyacak hale gelir. Gi­derek yaşlanır; ölmek üzeredir. İlk kez şu soruyu sorar: "Nasıl olu­yor da bütün bu yıllar boyunca benden başka hiç kimse girmek iste­medi bu kapıdan?" Kapıcı, "Senden başka hiç kimse giremezdi ki bu kapıdan," diye yanıtlar onu. "Çünkü kapı yalnız ve yalnız senin içindi. Şimdi artık kapayacağım."
Adam artık anlamayacak kadar yaşlıydı, genç olsaydı da anla­yamayacaktı belki. Bürokratların dediği dediktir; hayır dendiğine göre içeri giremez. Bu edilgin, bekleyen umuttan biraz daha fazlası olsaydı onda, içeri girmiş olacaktı, ve bürokratları umursamama yü­rekliliği, onu parıltılı saraya götürecek olan özgürleştirici edim ola­caktı. Çoğu insan Kafka’nın ihtiyarına benzer. Umut ederler ama yüreklerinin sesini, itkisini dinleme ve ona göre davranma yetisin­den yoksundurlar; bürokratlar onlara yeşil ışık yakmadığı sürece beklerler de beklerler.[1]
Bu türden edilgin umut, zamana sahip olmayı ummak şeklinde betimlenebilecek genelleştirilmiş bir umut biçimiyle yakından ilgili­dir. Zaman ve gelecek, bu türden umudun ana bölümü haline gel­miştir. Şimdi süreci içinde hiçbir şey beklenmemektedir, bir sonra­ki anda, ertesi gün, gelecek yıl içinde ve umudun bu dünyada ger­çekleştirilebileceğine inanmak çok saçma gelirse, bir başka dünya­da bir şeylerin olacağı beklenir. Bu inancın ardında, geleceğe bir tanrıça gibi tapan Robespierre gibi bir adam tarafından Fransız Devriminde başlatılan bir putperestlik, ”Gelecek"e, "Tarih'e ve "Sonra"ya tapma yatmaktadır: Hiçbir şey yapmam; edilginliğimi korurum, çünkü ben hiçbir şey değilim, güçsüzüm, yetisizim; ama gelecekte, zamanın göstereceği şeyler, benim başaramayacağım şey­lerin gerçekleşmesini sağlayacak. Çağdaş burjuva düşüncesindeki "gelişme"ye tapmanın değişik bir yönü olan bu geleceğe tapma, umudun yabancılaşmasının ta kendisidir. Ben bir şey yapmayaca­ğım, ben, bir şey olmayacağım, ama tapımlar, gelecek ve sonra, ben hiçbir şey yapmadan bana bir şeyler getirecek[2].
Edilgin bekleyişin, umutsuzluğun gizlenmiş bir biçimi olduğu doğrudur, ama bir de bunun tam karşıtı gizlenme biçimiyle kendini gösteren — sözlerle, serüvencilikle, gerçekliği görmezden gelerek ve zorlanamayacak şeyi zorlayarak gizlemek şeklinde görülen — bir başka "umuttan yoksun olma" ve çaresizlik biçimi vardır.
Bütün koşullar altında ölümü yenilgiye yeğ tutmayanları horgören isyan öncülerinin ve sahte Kurtarıcıların yaklaşımı buydu işte. Bu günlerde, bu sözümona köktenci umutsuzluk kılıfı ve hiççilik, genç kuşağın en ateşli üyelerinden bazıları arasında seyrek rastla­nan bir durum değil. Gözüpeklikte ve kendilerini ortaya koymada üstlerine yok, ama gerçekçilikten, geniş kapsamlı tasarlama ve yön­lendirme yetisinden yoksun olmaları, bazıları ayrıca yaşam sevgisi beslememeleri nedeniyle inandırıcı olmaktan uzaklaşıyorlar.[3]

2.   Umudun Paradoksu ve Doğası
Umut, kendi içinde çelişkilidir (paradoksaldır). Ne edilgin bek­leyiştir, ne de gerçekleşmesi olanaksız koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanmasıdır. Atlama anı geldiğinde sıçrayacak olan çömelik bir kaplana benzer umut. Ne yorgun reformculuk umudun bir anlatımıdır ne de sözümona-köktenci* serüvencilik. Umut et­mek demek, henüz doğmamış şey için her an hazır olmak, ama do­ğumun, bizim yaşam sürecimiz içinde gerçekleşmemesi halinde umarsızlığa, umutsuzluğa düşmemek demektir. Zaten var olan ya da hiçbir zaman var olmayacak olan bir şeyi umut etmenin anlamı yoktur. Umutları zayıf olanlar, ya vurdumduymazdırlar ya da şidde­te eğilim duyarlar; umutları güçlü olanlar, yeni yaşamın tüm belirti­lerini görür, bundan sevinç duyarlar ve doğmaya hazır olan şeyin varlık kazanmasına yardımcı olmaya her an hazır bulunurlar.
Umut konusundaki yanıltıcı noktaların en önemlilerinden biri de, bilinçli umutta bilinçsiz umut arasında ayrım yapamamaktır.
    Elbet bu, mutluluk gibi, kaygılılık, ruh çöküntüsü, can sıkıntısı ve nefret gibi, birçok diğer duygusal deneyimlerle ilgili olarak ortaya çıkan bir yanlıştır. Freud’un kuramlarının bunca yaygın olmasına karşın, onun "bilinçsiz" kavramının bu türden duygusal görüngülere böylesine az uygulanması şaşılacak şeydir. Bu olgunun belli başlı iki nedeni olsa gerektir. Birincisi şu olabilir: Bazı ruhçözümlemecile- rin ve bazı "ruhçözümleme filozoflarının" yazılarında, bütün bir bi­linçaltı görüngüsü — yani bilinçaltına itme, bastırma görüngüsü — cinsel istekleri söz konusu etmektedir; buysa, bilinçaltına itme kav­ramını cinsel isteklerin ve etkinliklerin bilinçli olarak bilinçten giz­lenmesi kavramının eşanlamlısı olarak kullanma yanlışına düştükle­rini göstermektedir. Böyle yapmakla, Freud’un buluşlarını, bu bu­luşların getireceği bazı önemli sonuçlardan yoksun bırakmış oluyor­lar. İkinci nedense, şu olgudan kaynaklanıyor olsa gerektir: Victo­ria Dönemi sonrası kuşaklar için bilinçaltına itilmiş ya da bilince çıkması engellenmiş cinsel isteklerin farkında olmak, yabancılaşma, umutsuzluk ya da doymakbilmezlik gibi deneyimlerin farkına var­maktan çok daha rahatsız edicidir. Çok görünen bir örneği burada vermek gerekirse: Çoğu insan, korku, sıkkınlık, yalnızlık, umutsuz­luk gibi duyguların varlığını kendi kendilerine itiraf etmezler — ya­ni, bu duyguların bilincinde değillerdir (ya da bu duygular bilinçdışı- dırA). Bunun nedeni çok yalındır. Bizim toplumsal modelimizde, ba­şarılı insanın korkulu, sıkkın ya da yalnızlık içinde olması beklen­mez. Başarılı insan, bu dünyayı bütün dünyaların en iyisi olarak gör­melidir; yaptığı işte basamak atlama fırsatını yakalamak için, korku­larını, kuşkularını, ruhsal çöküntülerini, sıkkınlıklarını ya da umut­suzluklarını da bastırmak, bilinçaltına itmek durumundadır.
Bilinçli olarak umutlu olan ve bilinçsiz olarak da umutsuzluk duygularına sahip çok insan vardır da bunun tersi durumda insan çok azdır. Umudun ve umutsuzluğun incelenmesinde ele alınacak önemli nokta, insanların kendi duyguları konusunda ne düşündükle­ri değil, gerçekten de ne hissettikleri, ne duyduklarıdır. Bu, onların sözlerinden ve tümcelerinden pek anlaşılmayabilir, ama yüzlerinde­ki anlatımdan, yürüme biçimlerinden, gözlerinin önündeki bir şeye karşı ilgiyle tepki gösterme yetilerinden ve, mantıklı savları dinleme yetisiyle kendini gösteren tutuculuktan yoksun oluşlarından anlaşıla­bilir.
Bu kitapta toplumsal-ruhbilimsel görüngüye uygulanan devim­sel görüş açısı, çoğu toplumsal-bilim araştırmalarındaki tanımlayıcı davranışçı yaklaşımdan köklü bir şekilde ayrılmaktadır. Devimsel (dinamik) açıdan, kişinin şimdi ne düşündüğünü, ya da ne söylediği­ni, ya da nasıl davrandığını bilmek istiyoruz. Kişilik yapısı, yani enerjilerinin yarı-sürekli yapısı, bunların gönderildiği yönler, ve han­gi yoğunlukta akmakta oldukları ilgilendiriyor bizi. Davranışı yön­lendiren itici güçleri bilirsek, yalnızca şimdiki zamanda gerçekleşti­rilen davranışı anlamakla kalmayız, bir kişinin değiştirilmiş koşullar altında nasıl davranabileceği konusunda da akla uygun varsayımlar­da bulunabiliriz. Devimsel açıdan, bir kişinin düşüncesindeki ya da davranışındaki şaşırtıcı "değişiklikler", o kişinin kişilik yapısının bi­linmesi koşuluyla, çoğu kez önceden bilinmesi, öngörülmesi olası değişikliklerdir.
Umudun ne olmadığı konusunda daha çok şey söylenebilir, ama gelin hızlanalım ve umudun ne olduğu sorusunu soralım. Aca­ba sözcüklerle betimlenebilir mi umut, yoksa yalnızca bir şiirde, bir şarkıda, bir harekette, yüz anlatımında ya da bir edimde mi dile ge­tirilebilir?
Her insansal deneyimde olduğu gibi, sözcükler, deneyimi be­timlemeye yeterli değildir. Hatta çoğu kez, sözcükler bu işin tam tersini yapar: deneyimi çapraşıklaştırır, paramparça eder ve öldü­rür. İnsan, ne yazık ki çoğu kez, sevgi üzerine, nefret ya da umut üzerine konuşma süreci içinde, anlatması gereken konuyla bağlantı­sını yitirir. Şiir, müzik ve diğer sanat biçimleri, insansal deneyimleri betimlemeye çok daha uygun araçlardır; çünkü onlar, kendi kuralla­rına tam tamına uygun olmanın getirdiği bir kusursuzluğa sahiptir­ler ve insan deneyiminin yeterli ve uygun simgeleri olarak kabul edi­len yıpranmış bozuk paraların belirsizliğinden ve anlaşılmazlığın­dan uzaktırlar.
Bununla birlikte, duygu deneyimine, bir şiirin dizelerini oluş­turmayan sözcüklerle değinmek olanaksız değildir. İnsanlar, karşıla­rındaki kişinin sözünü ettiği deneyimleri hiç değilse bir ölçüde paylaşmasaydı, bu mümkün olmayacaktı. Deneyimi betimlemek de­mek, deneyimin çeşitli yönlerine işaret etmek ve böylece yazarla okurun, aynı şeyden söz ettikleri bir etkileşim ortamı oluşturmak­tır. Böyle bir etkileşim kurmaya çalışırken, okurdan, benimle birlik­te çalışmasını ve umudun ne olduğu sorusuna benim yanıt vermemi beklememesini isteyeceğim. Bir diyalog kurmamızı olanaklı kılmak için, okurdan kendi deneyimlerini harekete geçirmesini bekleyece­ğim.
Umut etmek, bir varolma durumudur. Yoğun, ancak henüz harcanmamış bulunan etkin olma durumunun[4] içsel olarak hazır ol­masıdır. "Etkinlik" kavramı, çağdaş sanayi toplumunda insanın en yaygın yanılsamalarından birine dayanır. Kültürümüzün dişlilerinin tamamı etkinliğe — meşgul olma anlamında etkinliğe — ayarlanmış­tır; ve bu, meşguliyet anlamında meşgul olmayı (ticari iş için gerek­li meşguliyeti) kapsamaktadır. Hatta, çoğu insan öylesine "etkin"dir ki, bir şey yapmadan duramaz; dinlenme saatleri denilen süreyi bile bir başka etkinlik biçimine dönüştürür. Para kazanmak yönünde et­kinlik göstermiyorsanız, arabayla dolaşarak, golf oynayarak ya da sadece çene çalarak etkinlikte bulunuyorsunuzdur. ''Yapacak" hiç­bir şeyinizin bulunmadığı an, asla olmamalıdır. Bu türden davranı­şa etkinlik demek ya da dememek bir terimbilim (terminoloji) soru­nudur. İşin kötüsü, çok etkin olduklarını sananların çoğu, "meşgul" olmalarına karşın, son derece edilgin olduklarının farkında değiller­dir. Bunlar, dürtüyü, uyarıcıyı, sürekli olarak dışardan beklerler — bu uyarıcı başkalarının çene çalması olabilir, film görüntüleri, gezi ya da hatta yeni bir kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmak gi­bi, diğer daha coşturucu tüketim heyecanları olabilir. Bunlar dürtül- meye, "açma düğmelerinin çevrilmesine", kışkırtılmaya, ayartılma­ya gereksinim duyarlar. Hep koşarlar, asla durmazlar. Her zaman "itilirler”, eğilir ve bir daha asla doğrulmazlar. Kendi kendileriyle karşı karşıya geldiklerinde ortaya çıkan kaygıdan kaçmak için bir şey yapma tutkusuna kapılmışlardır ama kendilerini yoğun bir şekil­de etkinmiş gibi görürler.
Umut, yaşamaya ve büyümeye eşlik eden, onunla birlikte bulu­nan bir ruhsal öğedir. Eğer güneş almayan bir ağaç, gövdesini güne­şin geldiği yöne eğerse, ağacın, tıpkı insan gibi "umut ettiğini" söyle­yemeyiz; çünkü insandaki umut, bir ağaç için söz konusu edilemeye­cek duyguları ve farkında olmayı içerir. Ama gene de ağacın güne­şin gelmesini umduğunu, ve gövdesini güneşe doğru bükmekle bu umudu dile getirdiğini söylemek yanlış değildir.
Yeni doğmuş bir çocuk için durum farklı mıdır? Bebek, farkın­da olma durumu içinde bulunmayabilir, ama gene de, onun etkinli­ği, doğmak ve bağımsız olarak solumak umudunu dile getirir. Süt çocuğu anasının göğüslerine ulaşmayı umut etmez mi? Bebek ayak­ları üzerinde dikilip yürümeyi umut etmez mi? Hasta iyileşmeyi, tu­tuklu özgür olmayı, aç yemek yemeyi umut etmez mi? Uykuya dal­dığımızda ertesi gün uyanmayı umut etmez miyiz? Sevişme bir erke­ğin iktidarına, eşini uyarma yetisine olan umudunu, ve kadının ona yanıt verme ve onu uyarma umudunu içermez mi?




[1] Esperar sözcüğü İspanyolcada hem beklemek hem de umut etmek anlamına gelir; bu kavramın, burada betimlemeye çalıştığım o özel edilgin umut anlamını içer­diği çok açıktır.
[2] Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve neyin kötü olduğuna tarihin karar ver­diğini savunan Stalin’ci görüş doğrudan doğruya Robespierre’in putçuluğunun ve sonracılığının devamıdır. Bu yaklaşım, "Tarih hiçbir şey değildir ve hiçbir şey yap­maz. Bir şey olan ve yapan, insandır," ya da Feuerbach Üzerine Tezler’de, "İnsanla­rın, koşulların ve yetişme tarzının ürünleri olduğu ve dolayısıyla, değişmiş insanla­rın başka koşulların ve değiştirilmiş yetişme tarzının ürünleri olduğu yönündeki maddeci öğreti, koşullan değiştirecek olanın insanlar olduğunu ve eğiten kişinin eği­tilmeye gereksinimi bulunduğunu unutmaktadır," diyen Marx'in görüşünün tam ter­sidir.
[3]  Bu türden umutsuzluk, Herbert Marcuse’ün Eros and Civilization (Eros ve Uygarlık) adlı kitabıyla (Boston: Beacon Press, 1955) One-Dimensional Man’àc (Tek Boyutlu İnsan’da) (Beacon Press, 1964) çok açık bir şekilde görülmektedir. Ona göre sevgi, sevecenlik, ilgililik ve sorumluluk gibi bütün geleneksel değerler, yalnızca teknoloji toplumu öncesinde anlam taşımaktaydılar. Yeni toplumda — bas­kı ve sömürüden yoksun olanında yani — ölüm de içinde olmak üzere hiçbir şeyden korkması gerekmeyen, yeni gereksinmeler geliştirecek yeni insan ortaya çıkacaktır; bu insanın cinselliği çok yönlü olacak ve kişi, bu yeni cinsellik şeklini doyurabilecek- tii [okura Freud’un Three Contributions to the Theory of Sex (Cinsellik Kuramı Üzerine Üç İnceleme) adlı kitabını öneririm]. Kısacası Marcuse, insanoğlunun nihai gelişmesini, bebeksi yaşama çekilmede, emzirilmiş bebeğin mutluluğuna dönmede görmektedir. Yazarın sonunda umutsuzluğa varmasına şaşmamak gerekir: "Toplu­mu dönüştürme kuramı, şimdiki zaman ile kendi geleceği arasındaki boşluğa köprü oluşturabilecek kavramlardan yoksun; hiçbir şey vaat etmiyor, başarı umudu taşımı­yor, dolayısıyla olumsuz...” (Oııe-Dımensiona/Man, s. 257).
Bu alıntılar, Marcuse’e bir devrimci önder olarak saldıran ya da hayranlık du­yanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini göstermektedir; çünkü devrim, hiçbir zaman umutsuzluk temeli üzerine kurulmamıştır ve de kurulamaz. Ama Marcuse politikayı umursamaz bile; çünkü insan, şimdiki zaman ile gelecek arasındaki basa­makları dikkate almıyorsa, ister köktenci, ister başka şeyci olsun siyaseti ele almıyor demektir. Temelde Marcuse, kişisel umutsuzluğunu bir köktencilik kuramı olarak sunan yabancılaşmış bir aydın örneğidir. Ne yazık ki, anlayıştan ve bir ölçüde de Freud bilgisinden yoksun oluşu, Freud’çuluğu, burjuva maddeciliğini ve karmaşık Hegel’ciliği çözümlemek amacıyla üzerinde gezindiği, ve onu, kendisine ve akıldaşla- rı olan "köktencilere” en gelişmiş kuramsal yapı gibi görünen bir sonuca götüren bir köprü oluşturuyor. Bunun toy bir us düşü, temelden akıldışı, gerçekçilikten uzak ve yaşam sevgisinden yoksun olduğunu ayrıntılı bir şekilde göstermenin yeri burası de-
"Radical" sözcüğü ABD'de, günlük konuşma dilinde "devrimci" anlamına kullanılıyor. Bununla birlikte bu kitapta bütün "radicarieri "köktenci" diye çeviriyo­rum. (Ş. Y.)
[4] [Kullamlagelen "etkinlik" (activity) terimi yerine] "etkin olma durumu” (acti- veness) terimini, Michael Maccoby’den aldığım kişisel bir mektuba borçluyum; "et­kin olma durumu" ya da "edilgin olma durumu" bir davranışla ya da zihinsel durum­la ilgili olduğunda, edilginlik yerine "edilgin olma durumu" (passivity/passiveness) terimlerini kullanırım.
Etkinlik ve edilginlik sorununu, özellikle üretken yönlendirme bağlamında bir­kaç kitabımda tartıştım. Burada, Ernest Schachtel’in Metamorphosis (Değişim) adlı kitabında (New York: Basic Books, 1959) en güzel anlatımını bulan etkinlik ve edil­ginlik tartışmasına okurun dikkatini çekmek isterim.

31 Temmuz 2012 Salı

Sorunlu Aile / A.S.Neill

-Cinsellik-
Yaşamdaki en büyük günah, cinsel olanıdır. Yaşama karşı gösterilen bütün olumsuz tutumların temeli bu günahtır, ayrıca, tekrar ediyorum, kendilerinde cinsellik günahı bulunduğu duygusunu taşı­mayan çocuklar, ne dine başvururlar ne de herhangi bir gizemciliğe. Burada cinsellik konusunda kuramsal sözler söylemek istemiyorum: erken eğitim sayesinde coşkusal vebayı öldürüp öldürmeyeceğimizi anlamaya çalışıyorum. O korkunç eski yöntemleri sergilemekle başla­yacağım. Ben altı yaşımdayken kız kardeşimle birbirimizin üreme or­ganlarını keşfettik ve doğal olarak onlarla oynadık. Annem bunu anla­dığında müthiş azarlandık, ben saatlerce karanlık bir odaya kapa­tılarak, diz çöküp tanrının beni bağışlaması için dua etmek durumunda bırakıldım. Bu erken şoku atlatmam onlarca yılımı aldı hatta bazen acaba tümüyle atlattım mı diye soruyorum kendime. Milyonlarca kişi benzer deneyimler yaşadılar, günümüzde milyonlarca kişi bu türden iş­lemlerle karşılaşmaları nedeniyle doğal sevme yaşantılarını nefrete ve yıkıcılığa dönüştürmüş durumdalar. Bugün milyonlarca insana üreme organlarına dokunmanın kötü ya da günah ya da (kırsal yörelerde) ayıp olduğu söylenmekte. İşte bu yüzden Wilhelm Reich adeleleri kasılmış ve ruhsal durumları saptırılmış insanların kendilerini bir zırha bürüyerek yaşama tepki gösterdiklerini söylüyor. Herhangi bir cinsel bastır­mayla karşılaşmış her çocuğun karnı tahta gibidir. Duyguları baskı al­tına alınmış bir çocuğun soluk almasını izleyin, sonra da bir kedi yav­rusunun ne kadar güzel soluk alıp verdiğine bakın. Hiçbir hayvanın karnı kaskatı değildir, hiçbir hayvan cinsellik ya da tuvalet konusunda herhangi bir bilince sahip değildir... yerleri kirletmemeleri için bilinç­lendirdiğimiz köpek gibi hayvanları saymazsak elbet.
Öyleyse çocuklara nasıl davranacağız? Çocuk, daha ilk andan baş­layarak kendi bedeninin istediği her yanına dokunmakta özgür bırakıl­malıdır ama gene de toplumun duygusal vebası kin uyandırıcı gücünü gösterir. Ruh doktoru bir dostum, dört yaşındaki oğluna şu sözleri söy­lemek durumunda kalmış: "Bob. yabancı insanların yanında pipinle oynamamalısın, çünkü onlar bunun kötü olduğunu sanıyorlar. Bunu yalnızca evde ve bahçede yapabilirsin." Bu dostumla konuyu konuş­tuk; ikimiz de çocukları cinsellikten nefret eden yaşam-karşıtı öğeler­den korumanın olanaksız olduğu sonucuna vardık. Ana babaların yaşa­ma içtenlikle inanan kişiler olması halinde çocukların ana babanın ver­diği özgürlüğü kabullenmeleri ve dıştan gelen erdemlilik kurallarını benimsemeleri içimizi biraz rahatlatıyor, ama gene de beş yaşında bir çocuğun mayosuz denize giremeyeceğini öğrenmesi, cinselliğe çok küçük de olsa bir çeşit güvensizlik oluşturması için yeterli.
Günümüzde kendi kendine cinselliği doyurmaya yasak koymayan pek çok aile var. Bunlar, kendini doyurmanın doğal olduğunu düşünü­yor ve bu isteği bastırmanın yaratacağı tehlikeleri biliyorlar. Harika. Çok güzel. Ama bir sonraki adım, yani karşı cinsle cinsel deneyimler yaşamak söz konusu olduğunda bu aydınlanmış ebeveynlerin bazıları direniyorlar. Küçük oğullarının diğer küçük erkek çocuklarla cinsel oyunlar oynamasında sakınca görmüyorlar, ama bir kızla bir erkek ço­cuk cinsel oyuna girişirse büyük bir tehlike karşısındaymış gibi kaska­tı kesiliyorlar. Eğer benim iyi ve iyi niyetli annem benden bir yaş kü­çük olan kız kardeşimle cinsel oyunlar oynamamı görmezden gelsey­di, cinselliğe karşı-sağlıklı bir yaklaşım benimseyerek büyüme fırsatı­mız olacaktı. Erkekteki cinsel güçsüzlük, kadındaki soğukluk, karşı cinsle ilişkiye yöneltilmiş ilk engellemeden ne kadar sonra başlamıştır acaba? Eşcinsellik, aynı cinsle oynaşmanın hoş görülmesinden ve kar­şı cinsle oynaşmanın engellenmesinden ne kadar zaman sonra başladı acaba.
Belki de İngiliz devlet okullarının yeğlenmesinin nedeni, karşı cinsle oynamayı tümüyle yasaklaması ve aynı cinsle oynamaya izin vermesidir. Burada yazmaya ara verdim ve Reich'a bu konudaki görü­şünü sordum. Tıpkı pornografinin, ahlâkçılığın süpabı olması gibi. eş­cinsel oyunların da cinsel baskının süpabı olduğunu söyledi. Yaşamın "günahı", müthiş haz veren orgazmla son bulan heteroseksüel edimdir. Eşcinsel oyun, bu tehlikeyi, dolayısıyla da karma eğitim korkusunu, kendini doyurmanın bir sonraki evresi olan eşcinselliği kabullenme korkusunu ortadan kaldırır. Çocuklukta karşıcinsle cinsel oyun. sağlık­lı, dengeli bir yetişkin cinsel yaşamına giden en iyi yoldur.
Bazı anne babalar, çocuklukta karşı cinsle cinsel oyunlar oynanma­sını, delikanlılık çağındaysa bunların dizginlenmesini olağan karşılar. Çocuklar cinsellik konusunda ahlâk eğitimi almamışlarsa sağlıklı bir yetişkinlik çağına ulaşırlar; ahlâkçıların kaygılandığı rastgele cinsel ilişkide bulunan gençler haline gelmezler. On altı ve on yedi yaşların­da kızları olup da kızlarının cinselliğini yasaklamayan altı anneye şu soruyu yönelttim: "Sizce kızınız isterse cinsel ilişkide bulunmalı mı?" Sadece ikisi evet dedi. Diğerlerinin öne sürdüğü neden ilginçti: "Daha küçük." "Hamile kalır diye korkarım." "Kötü birini başına sarabilir."


Delikanlılık ya da genç kızlık dönemi cinsel yaşamı günümüzde onaylanmıyor, biliyorum. Belki de çoğu bedensel hastalıklara olduğu gibi kansere de cinsel baskının neden olduğuna Reich beni inandırdı­ğından yarının bedensel ve ruhsal sağlığına giden yol bu çağlarda cin­sel yaşamı yaşamaktır yolundaki görüşümü yazabileceğimi de biliyo­rum. Yazabilirim, ama benim okulumda, genç öğrencilerimin birlikte yatıp kalkmalarını onaylamam halinde, okulumun yetkililerin baskı­sıyla karşılaşma tehlikesine düşeceğini de biliyorum, bu yüzden Fre- ud'çuluğun dilediğini söylemeyi, ama dilediğini yapmamayı öğütlediğini yazarak kibarlık ettim. Ama okulum, insan yaşamında çok küçük bir kalemdir, bense, gelecek günleri, toplumun, cinsel baskının ne denli tehlikeli olduğunu anlayacağı dönemleri düşünüyorum. Reich'ın dediğine göre toplum, ancak ve ancak, insanlık, yaşam-karşıtı baskının korkunç bedelinin insan hastalıkları olduğunu öğrendiğin­de, çaresizlik içinde, kanserin, veremin ve yaşamı yok eden tüm diğer süreçlerin yarattığı yıkıcı etkileri durdurmaya çabaladığında bunu daha iyi anlayacak. Reich, başkalarının tahmin ettiğini, biyolojik olarak kanıtlıyor. Otuz yıl önce Homer Lane, bedenden nefret etmeyi savunan ahlâkçıların hastalığın nedeni olduğunu söylemişti. Groddeck de buna benzer bir şey söylemişti. Reich'ın önemi, bunu kanıtlayacak konum­da bulunmasından kaynaklanıyor. Ahlâkçı eğitim, düşünme sürecini dolaşık hale getirmekle kalmıyor, yapısal olarak bedenin içine giriyor, bedeni sözcüğün gerçek anlamında zırhla çeviriyor, onu kaskatı hale getiriyor, karnını kasmasına neden oluyor. Reich'ın yeni biyofiziğini ve Orgone kuramını yorumlamaya yeterli görmüyorum kendimi. An­cak şunu söyleyebilirim ki, kitapları incelendiğinde, ruhçözümlemesi konusundaki yapıtları okumak olanaksızlaşıyor. Bana göre onun kitap­ları çok önemli, çünkü insanlığın nasıl kurtarılacağını bulma umuduy­la yıllarca psikoloji eğitimi gördüm. Başarılı olamadım. Reich'ı yeni bir kurtarıcı olarak gördüğümü söyleyecek değilim, ama onda insan­lığın sefaleti sorununa yeni bir yaklaşım, sinir hastası olmayacak çocuklar yetiştirme amacıyla yürüttüğüm işimi sürdürmem için beni yüreklendiren bir yaklaşım buluyorum. Bir kuşak hiçbir şeyi kanıt­lamaz, biliyorum; her bir Summerhill öğrencisinin sinir hastalığından uzak kalmasını beklemiyorum, sonuçta bu toplumda kim kompleksiz olabilir? Yapay cinsellik tabularına bağlı kalmama yönündeki bu baş­langıç, gelecek kuşaklar için yaşamı seven bir dünya oluşturacak diye umuyorum.
Cinsel eğitime dönüyorum. Çocuğun sorularına anne baba doğru yanıtlar verir, ona yasaklar koymazsa, cinsel eğitim, doğal çocukluk sürecinin bir parçası haline gelir. Sözümona bilimsel yöntem kötüdür... Bu yöntemle kendisine cinsellik "öğretilen" bir genç tanıyorum, polen sözcüğünü duyduğunda yüzünün kızardığını söylüyordu. Cinsellik konusunda olguların bilinmesi önemli, ama cinselliğin coşkusal içeriği daha da önemli. Doktorlar cinselliğin anatomisini çok iyi bilirler, ama Okyanusya'dakilerden daha iyi sevişmezler; hatta belki de bu konuda hiç iyi değildirler. Babasının, kendi organını annesininkinin içine koy­duğu bunu neden yaptığı yolundaki sözleri çocuğu ilgilendirmez. Cin­sel oyunlar oynamasına izin verilmiş bir çocuk neden diye sormaz. Cinsellik bilgilenmesinin bir parçası olarak evde çıplak gezilmesinden yanayım, ama anladığım kadarıyla çıplaklık kültü de yeni bir cinsel baskı biçimi olabilir. "Gördün mü işte. Cinsellik önemli değil." Şimdi okulda ve evde yanlış cinsel eğitimin sonuçlarına göz atalım.
Gece işemeleri. Kuşkusuz çoğu olgu, cinsel baskıdan kaynaklan­mıştır. Gündüz dokunulmaması gereken cinsel organ gece kendi ener­ji boşaltımını gerçekleştirir. Gece işemesi genellikle gençlik çağına dek sürer. Bir doyum biçimi yasaklandığında, çocuk, daha erken bir doyum biçimine dönme eğilimi gösterir, kendini doyurmanın bastırıl­masının da çocuğu gece işemelerine, yani gelişmenin bebeksi evresine döndürdüğü söylenebilir. Psikolojik tedavi uyguladığım yıllarda gece işemelerine son vermek, en zor tedavilerden biriydi, hatta, iyileştir­meden çok başarısızlığa uğradığımı bile söyleyebilirim. Çalma alış­kanlığını gidermek görece olarak kolaydır, ama gece işemesi kişiliğin derinlerine kök salmıştır. Çok inatçıdır, ayrıca, hem ruhsal hem beden­sel bir olgudur, deyiş yerindeyse ilk kronik hastalıktır. İyileştirme Reich’ın Orgonterapi tekniğinde yatıyor olabilir, ama bilmiyorum, ay­rıca ben gece işemesinin durdurulmasından çok önlenmesi çarelerini arıyorum. Bazı doktorlar, bu hastalığın genellikle asit oranı ya da idrar torbası hastalığı gibi fiziksel nedenlerden kaynaklandığını öne sürüyorlar. Bildiğim tek şey gece işemesinin devamlı olduğu bir ol­guyla karşılaşmadığımdır; Bill, evde yatağını ıslatıyordu ama okulda değil ya da bunun tam tersi: Jane eve tatile gitmezden bir hafta önce okulda yatağını ıslatmaya başlıyordu. Cinsellik suçluluğu duymayan bir çocuğun işeme gibi bir sorunla karşılaşmayacağından nerdeyse eminim.
Hırsızlık. Bu genellikle sevgi yokluğunun belirtisidir, dolayısıyla ancak ve ancak kurbana sevgi göstererek alt edilir. Bu nedenle genç bir hırsıza altı peni vererek onu ödüllendiriyorum. Ödül çocuk için şu anlamı taşıyor: Seviliyorum, onaylanıyorum. Er ya da geç hırsızlık kesiliyor, çünkü para ya da eşya biçiminde simgesel olarak çalman sevgi, şimdi çocuğa öğretmen tarafından serbestçe verilmektedir. Bu yalın bir olgu: çalma ana baba sevgisinin yokluğundan ve aynı zaman­da ana babanın cinsellik konusundaki yasaklamalarından kay­naklandığında durum daha karmaşık oluyor. Yasaklanmış bir şeye elde olmadan el atma şeklindeki kleptomani (çalma hastalığı) bu kategoriye girer; burada çalınan nesne, kendini doyurmayı ya da mastürbasyonu simgelemektedir. Anneyle baba yaptıkları hatayı anlarlar, ve çocuğa baskı yapmakla hata ettiklerini açıkyüreklilikle söyleyip yeniden başlarlarsa bu türden çalma alışkanlığının giderilmesi kolaylaşır. Tek başına öğretmen bunu pek düzeltemez, okulla ailenin yakın işbirliği gereklidir, elbet burada öğretmenin de bir ahlâkçıbaşı ve yaşam düşmanı olmadığı varsayılmaktadır. Bir robotu hareket ettirecek en elverişli kişi onu başlangıçta yapan kişidir. Burada iyileştirme yön­temleri beni kaygılandırmıyor; yapmak istediğim tek şey hırsızlık yapan çocukların anne babaların önce kendilerini incelemeleri, hangi davranışlarının çocuklarını dürüstlükten uzaklaştırdığını anlamaları konusunda ikna etmek. Suçu kötü arkadaşlara, gangster filmlerine, baba orduda savaştığından baba denetimi yokluğuna yüklemek, yanlış kapıyı çalmak olur. Bütün bunlar yanlış bir yöntemin belirlenmesine yardımcı olur kuşkusuz; cinsellik konusunda doğal haline bırakılarak yetiştirilmiş bir çocukta bütün bunların hiçbir etkisi yoktur. En önem­li neden belki de yaşamın ilk haftalarında, ellerin hırsla üreme organ­larından çekilmesinde yatmaktadır.
Yıkıcılık. Bu. nefretin harekete geçmesi, simgesel cinayet anlamına gelir. Bu yalnızca çocuklara özgü değildir; savaş sırasında evleri ordu tarafından kuşatılan aileler, askerlerin çocuklardan çok daha yıkıcı olduklarını gördüler, elbet onların işi yıkıcılık. Yaratma, yaşam, yıkma, ölüm demektir. Dolayısıyla yıkıcı çocuk yaşama karşıdır. Her şeyin çok yalın olduğuna dikkat çekmek istiyorum, çocuktaki her bozuk­luğun saptırılmış cinsellikten "başka bir şey" olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Yıkıcılığı oluşturan öğeler pek çoktur.... bazen yıkıcı kişiden daha çok sevilen bir kardeşi kıskanmak söz konusudur: bazen sınırlayıcı yetkeye karşı isyanı dile getirir; bazen de "acaba içinde ne var?" merakından başka bir şey değildir. Asıl etmen yıkıcılık olgusu değil, içerdeki bastırılmış nefrettir, bu öyle bir nefrettir ki, koşullar elverdiğinde sadist bir Gestapo yaratacaktır. Bu içinde, ana okulundan darağacına dek uzanan bir yelpazede nefretin yeşerdiği dünyanın hastalığıyla uğraşması açısından yaşamsal önem taşıyan bir sorundur. Sevgi vardır elbet, hem de çok sevgi vardır, eğer o olmasaydı, yaşam karşısında çok umarsız kalacaktık. Sevgi, her anne babanın ve her eğiticinin keşfetmeyi, beslemeyi ve vermeyi amaçlaması gereken şeydir.
Genç hırsız sevgiden yola çıkmıştır, sevmek isteyen, çocuklarının sevmesini isteyen anne babaların bastırdığı yaşam sevgisi onu yön­lendirmiştir. Çalışmaktan canı çıkan, sakin bir baba oğlunun beslediği sevgiyi yaşamdaki vaizlerin ve sevinç katillerinin nefrete dönüştürme­sine neden izin verdiği yaşamın en büyük gizemlerinden biridir. Din yavaş yavaş ölmekte: Sinema izleyicilerinin yüzde iki ya da üçünün kiliseye gittiği söyleniyor. İyi güzel, ama gene de sinemaya gidenler dinin aşıladığı cinsellikten nefret etme özelliklerini koruyorlar, üstelik tanrıtanımazlar da dindarlar kadar kolaylıkla problem-çocuklar yetiştiriyorlar.

Ceza yasamız, sorunlu ailelerimiz ve disiplinli okullarımız var oldukça yıkıcı çocuk yetiştirmeyi sürdüreceğiz. Bir baba, cinsellik ve sevgi yasaklaması konusunda kendi adına hiçbir şey yapmamayı seçerek küçük oğlunun sorunlu bir çocuk olmasına yol açabilir.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

A.S.Neill / Özgürlük Okulu


YERLEŞİK EĞİTİME KARŞI ÖZGÜR EĞİTİM
Yaşamın amacının mutluluk olduğuna inanıyorum; buysa merak duyup zevk almak demektir. Eğitimin yaşama hazırlık olması gerekir. Kültürümüz bu konuda pek başarılı sayılmaz. Eğitimimiz, siyasetimiz ve tutumbilimimiz savaşlara yol açmaktadır. İlaçlarımız hastalıklarla baş edememektedir. Dinimiz tefecilik ve soygunculuğu ortadan kaldı­ramamıştır. O kadar övündüğümüz insancıllığımız hâlâ kamuoyunun barbar bir spor olan avcılığı onaylamasına izin vermektedir. Çağın iler­lemeleri uygulayımdaki —radyo televizyon, elektronik ve jet uçakla­rındaki— ilerlemelerle sınırlı kalmıştır. Yeni dünya savaşları ensemiz­de beklemektedir, çünkü dünyanın toplum bilinci hâlâ aynı ilkellikte­dir.
İçimizden bugünü sorgulamak geliyorsa, ortaya alışılmadık birkaç soru atabiliriz. İnsan hastalıklarının sayısı neden hayvanlarınkinden daha fazladır? Neden insanlar nefret eder savaşlarda birbirini öldürür de, hayvanlar bunu yapmaz? Neden kanser gittikçe daha fazla yayılı­yor? Kendi canına kıymalar neden bu kadar arttı? Ya delice cinsel suç­lar? Yahudilerden neden nefret ediliyor? Neden karaderili insanlara diş bileniyor; neden linç ediliyorlar? Neden herkes birbirinin kuyusunu kazıp kin besliyor? Neden cinsellik ayıp sayılıp, açık saçık şakalara yol açıyor? Evlilikdışı çocuklar neden toplumun yüzkarası sayılıyor? Sevgi umut ve yardımseverliğini çoktan yitirmiş dinler neden hâlâ sürüp gidiyor? Seçkin uygarlığımızın kendini beğenmişliğiyle ilgili daha binlerce neden sorusu sorulabilir!
Bu soruları soruyorum çünkü öğretmenliği uğraş edindim ve bir öğretmen gençlerle ilgilenir. Bu sorulan soruyorum, çünkü genellikle öğretmenler önemsiz yani salt derslerle ilgili sorular soruyor. Fransız­ca ya da eskiçağ tarihiyle ilgili bir tartışma, yaşamın doğal doyumuyla —insanın iç mutluluğuyla— kıyaslandığında şu kadarcık önem taşı­mazken, bütün bunların ne gibi bir yarar sağlayabileceğini merak edi­yorum doğrusu.
Eğitimimizin ne kadarı gerçek eylem, gerçek öz anlatımdır? Bir uz­manın gözünde el işi çoğunlukla bir çivi tablası yapmaktan öteye geç­mez. Yönlendirilmiş oyun dizgesi olarak tanınan Montessori dizgesi bile, çocuğun yaparak öğrenmesini sağlama açısından yapay bir yön­temdir. İçinde yaratıcılık yoktur.
Evde de çocuğa hep bir şey öğretilir. Hemen hemen bütün evlerde Tommy'ye yeni oyuncak treninin nasıl çalıştığını göstermeye meraklı büyümemiş bir büyük vardır. Bebek duvarda gördüğü şeyi incelemek istediğinde, onu hemen iskemleye çıkaran bir büyük hep bulunur. Tommy'ye treninin nasıl çalıştığını her gösterişimizde çocuğun yaşam sevincinden —bulgulama sevincinden— bir engeli aşma sevincinden bir şeyler çalmış oluruz. Hatta daha da kötüsü; çocuğun kendini aşağı görmesine, her zaman yardıma gerek duymasına yol açarız.
Ana babalar öğrenme konusunda okulun ne kadar önemsiz olduğu­nu anlamakta zorluk çekmektedir. Yetişkinler gibi çocuklar da yalnız öğrenmek istediklerini öğrenir. Ödüllendirmeler, notlar ve sınavlar ki­şiliğin düzgün gelişimini geriletir. Eğitimin kitaptan öğrenme olduğu­nu ancak bilgiçlik taslayanlar öne sürebilir.
Okuldaki en önemsiz gereçler kitaplardır. Bütün çocuklara gereken tek şey okuma, yazma ve aritmetiktir; gerisinin el araçları, kil, spor, ti­yatro, boya ve özgürlük olması gerekir.
Gençlerin yaptığı okul çalışmalarının büyük bölümü, zamanın, enerjinin ve sabrın boşa harcanmasıdır. Gençlerin oyunlarını ve oyna­ma hakkını çalar; genç omuzlara yaşlı kafalar yerleştirir.
Öğretmen yetiştiren okullarla üniversitelerde ders verdiğimde, ka­falarına gereksiz bilgiler tıkıştırılmış bu genç kızlarla delikanlıların büyümemişlikleri karşısında şaşkınlığa düşmüşümdür. Aslında birçok şey bilirler; eytişimde çevrelerine ışık saçarlar; klasik yapıtlardan ak­tarma yaparlar — ama yaşam görüşü açısından çoğu hâlâ çocuktur. Çünkü onlara bilmek öğretilmiş ama duyumsamalarına izin verilme­miştir. Bu öğrenciler dost canlısı, hoş ve heveslidir, ama eksik bir yan­ları vardır — bu da coşkusal etmen, yani düşüncelerini duygularının buyruğu altına sokma gücüdür. Bu gençlerle elden kaçırdıkları, kaçır­mayı sürdürdükleri dünya konusunda konuşurum. Ders kitapları insan­ların özyapısından, sevgiden, özgürlükten, özyönetimden söz etmez. Dolayısıyla yalnız kitaptan öğrenmeyi ölçüt alan dizge —kafayı yü­rekten ayırarak— sürüp gider.
Artık okulun çalışma kavramına meydan okuma zamanı gelmiştir. Her çocuğun matematik, tarih, coğrafya, bir tutam fen, bir tutam sanat ve elbette edebiyat öğrenmesi gerektiğine kesin gözüyle bakılır. Orta­lama küçük çocuğun bu konularla hiç ilgilenmediğini anlamanın za­manı gelmiştir.
Bu söylediklerim her yeni öğrenciye bir daha kanıtlanır. Okulun özgür olduğu söylenince her yeni öğrenci sevinç çığlığı koparır, "Ya­şasın! Bir daha hiç o sıkıcı şeylerle, aritmetikle uğraşmayacağım!"
Öğrenmeyi kötülemiyorum. Ama öğrenme oyundan sonra gelmeli­dir. Ayrıca öğrenme, hoşa gitmesi için oyunla tatlandırılmalıdır.
Öğrenme önemlidir — ama herkes için değil. Nijinsky St. Peters- burg'dayken okul sınavlarında başarılı olamıyor, sınavlardan geçeme­diği için de devlet balesine giremiyormuş. Okulda öğretilen dersleri öğrenemiyormuş işte —aklı başka yerlerdeymiş. Bunun üzerine onu, sorularla birlikte yanıtları da vererek uyduruk bir sınava sokmuşlar— yaşamöyküsü böyle yazıyor.
Nijinsky o sınavları gerçekten vermek zorunda bırakılsaydı, bu dünya için ne kadar büyük bir kayıp olurdu!
Yaratıcılar, özgünlüklerinin ve üstün yeteneklerinin gereksinim duyduğu araçlara kavuşmak için öğrenmek istediklerini öğrenirler.
Öğrenmeyi öne çıkararak sınıflarda yaratıcılığın ne kadar büyük bölü­münü öldürüp yok ettiğimizi bilmiyoruz.
Bir zamanlar her gece geometri kitabının başında gözyaşı döken bir kız görmüştüm. Anası üniversiteye gitmesini istiyordu, oysa kızda tam bir sanatçı ruhu vardı. Onun üniversiteye giriş sınavlarında yedin­ci kez başarısız kaldığını duyunca çok sevinmiştim. Belki anası kızının arzuladığı gibi sahneye çıkmasına artık izin verirdi.
Bir keresinde Kopenhag'da, üç yılını Summerhill'de geçirmiş İngilizceyi kusursuz konuşan on dört yaşında bir kızla karşılaşmıştım. "Sa­nırım İngilizcede sınıf birincisi olmuşsundur" dedim.
Üzüntüyle yüzünü buruşturdu. "Hayır sınıf sonuncusuyum çünkü İngilizce dilbilgisi bilmiyorum" dedi. Kızın söylediklerinin, yetişkin­lerin eğitimden ne anladığını en iyi biçimde açıkladığını düşünüyo­rum.
Sıkıdüzen altında yüksekokulları, üniversiteleri bin bir güçlükle bi­tirip yaratıcılıktan yoksun öğretmenler, sıradan doktorlar, yetersiz avu­katlar olmuş şöyle böyle öğrencilerden, büyük olasılıkla çok iyi ona­rımcılar. kusursuz duvarcılar ya da birinci sınıf polisler çıkardı.
Okumayı diyelim on beş yaşına kadar öğrenememiş ya da öğrene­meyecek bir çocuğun, çoğunlukla makinelere meraklı biri olduğunu ve sonradan onarımcılığı ya da elektrikçiliği uğraş edindiğini hep görmüşümdür. Derslere, özellikle matematik ve fiziğe hiç girmeyen kızlar için aynı şeyi söyleyemem. Bu kızlar zamanlarını çoğunlukla iğne ip­likle uğraşarak geçirir, bir bölümü sonradan terzilik ya da giysi tasarımcılığı yaparak yaşamını kazanır. İleride terzi olarak birisine ikinci derece denklemleri ya da Böyle Yasası'nı öğretmeye kalkışan bir öğ­retim izlencesi son derece anlamsızdır.
Caldwell Cook İngilizce'nin oyunla nasıl öğretileceğini anlattığı The Play Way (Oyun Yöntemi) adlı bir kitap yazmıştır. Bu, içinde çok hoş şeyler bulunan büyüleyici bir kitaptır; ama bana kalırsa, bu kitap da öğrenmenin son derece önemli olduğunu vurgulayan kuramı des­teklemenin yeni yolundan başka bir şey değildir. Cook'un inancına gö­re öğrenme o kadar önemlidir ki ilacın oyunla tatlandırılması gerekir. İşte bu "çocuk bir şey öğrenmiyorsa zamanını boşa harcıyordur" dü­şüncesi başımızın belasıdır — ve öyle bir beladır ki binlerce öğretme­nin ve denetimcinin gözlerini kör eder. Elli yıl önce ilke "yaparak öğrenme'ydi. Bugünkü kural "Oynayarak öğrenme "dir. Dolayısıyla oyun sonuca götüren bir araç olarak kullanılmaktadır, oysa bu sonucun iyi olup olmadığını gerçekten bilmiyorum.
Bir öğretmenin çamurla oynayan çocukları görür görmez ırmak kıyısının aşınması konusunda bir söylev çekerek bu güzelim ânı değer­lendirmeye kalkışmasındaki amaç ne olabilir? Irmağın aşınması çocu­ğun umurunda mıdır? Sözde eğitimcilerin çoğu, bir şey öğretildiği sü­rece çocuğun ne öğrendiği önemli değildir, der. Elbette bugünkü du­rumlarıyla —toptan üretim yapan üretimliklere benzeyen— okullarda öğretmenlerin elinden öğretmekten ve öğretmenin tek başına her şey­den önemli olduğuna inanmaktan başka ne gelir?
Öğretmenlere seslendiğim zaman söze, okulla ilgili konuları, sıkı- düzeni ya da dersleri ele almayacağımı söyleyerek başlarım. Dinleyi­cilerim ilk bir saat boyunca soluklarını tutup büyük bir sessizlik için­de beni dinler; içten alkışların ardından başkan soruları yanıtlamaya hazır olduğumu bildirir. Soruların en az dörtte üçü dersler ve öğretim­le ilgili olur.
Bunu herkese tepeden bakarak üstünlük taslamak için söylemiyo­rum. Bunu, derslik duvarlarının ve tutukevlerine benzeyen yapılarıyla okulların öğretmenleri nasıl dar görüşlü kişilere dönüştürdüğü, eğiti­min asıl önemini görmelerini nasıl engellediğini belirtmek için söylü­yorum. Öğretmen çocuğun boynundan yukarısıyla ilgilenir; zorunlu­luklar. çocuğun coşkusal, dirimsel yanı onu hiç ilgilendirmez.
Genç öğretmenlerimiz arasında daha büyük bir başkaldırı eğilimi görmek isterdim. Yüksek öğrenim ve üniversite diplomaları, toplumun kötülükleriyle yüz yüze geldiğimizde hiçbir işe yaramaz. Okumuş bir sinircelinin, okumamış bir sinirceliden hiç ayrımı yoktur.
İster anamalcı, ister toplumcu, ister ortaklaşmacı olsun bütün ülke­lerde gençleri eğitmek için süslü püslü okullar kurulur. Ama bütün o kusursuz deneylikler ve işlikler, John, Peter ya da Ivan'ın uğradıkları coşkusal zararı karşılamaya; ana babaların, öğretmenlerin ve uygarlı­ğımızın zorlaınacı niteliğinin baskısıyla beslenen toplumsal kötülükle­ri aşmasına yardım etmez.


ÖZGÜRLÜK OKULU'NU BİTİRENLER NE OLUR
Ana Babaların gelecek korkusu, çocuklarının sağlığı konu­sunda yetersiz tanı koymalarına neden olur. Gariptir ama bu korku, ana babaların çocuğun kendilerinden daha çok şey öğrenmesi gerektiği inancından kaynaklanır. Bu ana babalar Willie'nin okumayı istediği zaman öğrenmesine izin vermez, öğrenmeye zorlanmazsa Willie'nin yaşamda başarısız olacağından korkar. Bu ana babalar çocuğun kendi hızıyla ilerlemesini bekleyemez. "Oğlum on iki yaşında hâlâ okuyamıyorsa. yaşamda başarılı olma olasılığı nedir? On sekiz yaşında yükse­kokul giriş sınavlarını veremiyorsa onu yaşamda niteliksiz bir işten başka ne bekler?" diye sorarlar. Ama ben bekleyip çocuğun yerinde sa­yışını ya da gösterdiği küçük ilerlemeleri izlemeyi öğrendim. Çocuğun rahatsız edilip zarara uğratılmazsa sonunda yaşamda başarılı olacağın­dan hiçbir zaman kuşku duymadım.
Anlayışı kıt kişiler "pöh. sence bir kamyon sürücüsü yaşamda ba­şarılı sayılıyor galiba" diyeceklerdir. Benim başarı ölçütüm, sevinç du­yarak çalışıp olumlu yaşamaktır. Bu tanım uyarınca çoğu Summerhill öğrencisi yaşamda başarılı olmuştur.
Tom Summerhill'e beş yaşındayken gelmişti. Bir tek derse bile gir­meden on yedisinde aramızdan ayrıldı. Bütün zamanını işlikte uğraşıp bir şeyler yaparak geçirirdi. Ana babası oğullarının geleceğini düşünüp tasalanıyordu. Çocuk okuma, yazma öğrenmeye yönelik hiçbir arzu duymuyordu. Ama dokuz yaşındayken Tom'u bir gece yatakta David Copperfield'ı okurken buldum.
"Aa" dedim "kim sana okuma öğretti?"
"Kendi kendime öğrendim."
Birkaç yıl sonra gelip bana sordu "bir bölü ikiyle, iki bölü beşi na­sıl toplarsın?" Ona anlattım. Başka bir şeyler öğrenmek isteyip iste­mediğini sordum. "Hayır, sağ ol" dedi.
Daha sonra bir film yapımevinde alıcı yönetmeni yardımcısı olarak işe girdi. İşini öğrenirken, bir gece, yemekli bir toplantıda işvereniyle karşılaştım, Tom'un ne yaptığını sordum.
"Şimdiye kadar çalıştırdığımız en iyi yardımcı" dedi işvereni. "Hiç yürümüyor — hep koşuyor. Hafta sonlarında tam bir baş belâsı, çünkü cumartesi pazarları bile işlikten uzak duramıyor."
Bir de okumayı öğrenemeyen Jack vardı. Hiç kimse Jack'e bir şey­ler öğretemiyordu. Okuma dersi almak istediğini söylediği zaman, bi­le; b ve p'yi, 1 ve k'yi birbirinden ayırmasını önleyen gizli bir engelle karşılaşmıştık. On yedi yaşında okumayı öğrenemeden okuldan ayrıl­mıştı.
Bugün Jack araç yapımında bir uzmandır. Maden işçiliğiyle ilgili konularda konuşmaya bayılır. Artık okuyabiliyor; ama bildiğim kada­rıyla genellikle makinelerle ilgili yazılan —bazen de ruhbilim yapıtla­rını— okuyor. Şimdiye kadar bir roman okuduğunu hiç sanmıyorum; buna karşın İngilizceyi kusursuz bir dilbilgisiyle konuşuyor ve her ko­nuda olağanüstü bilgili. Onun öyküsünü bilmeyen Amerikalı bir konuk bana "Şu Jack ne kadar da akıllı bir delikanlı" demişti.
Diane derslere pek ilgi duymadan girip çıkan hoş bir kızdı. Bilim­sel bir kafa yapısına sahip değildi. Uzun zaman onun ne yapacağını dü­şünüp durdum. On altı yaşında okuldan ayrıldığında, bütün okul denetmenleri onun zayıf eğitim almış biri olduğunu rahatça söyleyebilirdi. Diane bugün Londra'da yeni bir yöntemle yemek pişirme konusunda uygulamalı dersler veriyor, işinde çok başarılı; asıl önemlisi mutlu.
İşyerlerinden biri, çalışanlarının en az yüksek okul giriş sınavların­da başarı göstermiş olmasını istiyordu. İşyerinin yöneticisine Robert'la ilgili şunları yazmıştım, "Bu delikanlı hiçbir sınavda başarılı olama­mıştır, çünkü bilimsel bir kafaya sahip değildir. Ama gözü pek, ve atıl­gandır." Robert işe alındı.
Yeni öğrencilerden on üç yaşındaki Winifred bütün derslerden nef­ret ettiğini söylüyordu; ona istediğini yapmakta özgür olduğunu söyle­diğimde sevinç çığlığı atmıştı. "Eğer istemiyorsan okula gelmek zo­runda bile değilsin" demiştim.
Kendisine eğlenceli bir izlence düzenledi ve çok eğlendi — ama ancak birkaç hafta. Sonra sıkılmaya başladığını fark ettim.
Bir gün gelip "Bana bir şeyler öğret" dedi, "sıkıntıdan patlıyorum."
"Tamam" dedim sevinçle, "ne öğrenmek istiyorsun?"
"Bilmiyorum" diye yanıtladı.
"Ben de bilmiyorum" deyip yanından ayrıldım.
Aylar geçti. Bir gün yeniden yanıma geldi. "Yüksekokul sınavları­na gireceğim" dedi, "bana ders vermeni istiyorum."
O günden başlayarak her sabah benimle ve öbür öğretmenlerle ça­lıştı, hem de çok çalıştı. Kulağıma gizlice derslerin onu hiç ilgilendir­mediğini, onu ilgilendiren tek şeyin amaç olduğunu fısıldamıştı. Winifred'in istediği gibi olmasına izin verilince, kendini bulmuştu.
Özgür çocukların matematiğe bile alışıp sevebileceğini bilmek il­ginçtir. Bütün çocuklar tarih ve coğrafyayı eğlenceli bulur. Özgür ço­cuklar kendilerine önerilen dersler arasından salt hoşlandıklarını seçer. Özgür çocuklar zamanlarının büyük bir bölümünü —ahşap işleri, ma­den işleri, resim, roman okuma, oyunculuk, düşlemleri canlandırma, caz plakları çalma gibi— ilgi duydukları uğraşlara ayırır.
Sekiz yaşındaki Tom sürekli kapımı açıp sorardı; "Söyle bakalım, şimdi ne yapayım?" Kimse ona ne yapacağını söylemezdi elbette.
Altı ay sonra Tom'u bulmak için odasına bakmak yetiyordu. Tom genellikle bir kağıt denizi ortasında oturuyor olurdu. Saatlerce uğraşıp haritalar çiziyordu. Bir gün Viyana Üniversitesi 'nden bir profesör Summerhill'e konuk geldi. Soluğu Tom'un yanında alıp ona bir yığın soru sordu. Bu profesör sonradan bana gelerek "çocuğun coğrafyasını sınamaya çalıştım, adını bile duymadığım yerlerden söz etti" dedi.
Ama başarısız öğrencilerimizden de söz etmem gerekiyor. On beş yaşındaki İsveçli Barbel, bir yıl kadar yanımızda kalmıştı. Bütün bu süre boyunca ilgi duyabileceği hiçbir şey bulamamıştı. Summerhill'e gelmekte gecikmişti. Yaşamının on yılı boyunca kızın yerine hep öğ­retmenleri karar vermişti. Summerhill'e geldiğinde girişimciliğini tümden yitirmiş durumdaydı. Hep canı sıkılıyordu. Neyse ki varlıklı bir ailenin kızıydı, yaşamını evhanımı olarak sürdürebilirdi.
Öğrencilerimiz arasında on bir ve on dört yaşlarında iki Yugoslav kız kardeş vardı. Okul onların da ilgisini çekememişti. Zamanlarının Çoğunu Hırvatça beni çekiştirerek geçiriyorlardı. Pek de çelebi olma­yan bir arkadaş söylediklerini bana aktarıyordu. Bu durumda başarı el­de etmemiz mucize gibi bir şey olurdu, tek ortak konumuz sanat ve müzikti. Anaları gelip onları okuldan alınca çok sevinmiştim.
Onanma meraklı Summerhill öğrencilerinin, olgunluk sınavına ka­tılma sıkıntısına katlanmadığını yıllardır görüyoruz. Bu öğrenciler doğrudan doğruya uygulamalı eğitim merkezlerine giderler. Üniversi­teye girmeden önce, dünyayı görüp tanımak gibi bir merakları vardır. Öğrencilerimizden biri, bir gemiye kamarot olarak girip dünyayı do­laşmıştı. İki delikanlı Kenya'daki kahve çiftliklerinde çalışmıştı. Biri Avustralya'ya, bir başkasıysa dünyanın öbür ucuna İngiliz Guyanası'na gitmişti.
Derrick Boyd özgür eğitimin yüreklendirdiği serüvenci bir ruh ta­şıyordu. Summerhill'e sekiz yaşındayken gelmiş, on sekiz yaşında üni­versite sınavlarını kazanarak okulumuzdan ayrılmıştı. Aslında doktor olmak istiyordu ama babasının onu üniversiteye gönderecek parası yoktu. Demek bekleme süresini dünyayı gezerek değerlendirmeye ka­rar vermişti. Londra rıhtımına gitmiş ve iki gün boyunca iş —herhan­gi bir iş— ateşçilik bile olsa olur, bir iş aramıştı. Kendisine sahici de­nizcilerin bile işsiz olduğu söylenmiş, o da üzüntüyle evine dönmüştü.
Sonra bir okul arkadaşı İspanya'da yaşayan bir İngiliz hanımın kendisine sürücü aradığını söylemiş. Demek ayağına gelen fırsatı kaçırmamış, İspanya'ya gitmiş, hanımın bir ev yaptırmasına ya da evinin genişletilmesine yardım etmiş, ona bütün Avrupa'yı arabasıyla gezdir­miş sonra da üniversiteye girmişti. Hanım üniversite için gereken pa­rayı ödemesine yardım etmeye karar vermişti. İki yıl sonra bu hanım Derrick'den öğretimine bir yıl ara verip kendisini Kenya'ya götürme­sini ve orada ona bir ev yapmasını istemişti. Demek tıp öğrenimini Ca- petovvn'da bitirdi.
On iki yaşındayken okulumuza gelen Larry, on altı yaşında üniver­site sınavlarını verip Tahiti'ye meyve yetiştirmeye gitmişti. Bunun çok az para getiren bir iş olduğunu görünce taksi sürücülüğüne başlamıştı- Sonra Yeni Zelanda'ya gitmiş ve sanırım orada içinde taksi sürücülü­ğü de olmak üzere her türlü işe girip çıkmıştı. Sonra Brisbane Üniver­sitesi'ne girdi. Bir süre önce bana konuk gelen üniversite dekanı, Larry'nin yaptığı hayranlık verici işlerin öyküsünü anlattı. "Yıl sonu dinlencesi başlayıp bütün öğrenciler evlerine giderken, Larry kalıp biçkievinde işçi olarak çalışıyor" diyordu. Larry şimdi Essex'de he­kimlik yapıyor.
Yaşça büyük bazı çocukların pek başarı gösteremediği doğrudur. Belli nedenlerle onları anlatamam. Başarılı öğrencilerimiz hep iyi bir ev ortamından gelen çocuklar olmuştur. Derrick, Jack ve Larry, okulu­muzun düşüncelerine tam anlamıyla katılan ana babalara sahipti, bu nedenle şu bezdirici çatışkıyı hiç yaşamamışlardı: Hangisi doğru, ev mi yoksa okul mu?
Summerhill'den hiç üstün yetenek çıktı mı? Şimdiye kadar hayır, hiçbir üstün yetenek çıkmadı; sanırım henüz ünlü olmamış birkaç buluşçu; birkaç çarpıcı ressam, birkaç kavrayışlı müzikçi yetiştirdik; bil­diğim başarılı yazar hiç yok; kusursuz bir mobilya tasarımcısı ve ince iş yapan marangoz; birkaç kadın ve erkek oyuncu; hâlâ özgün çalışma­lar yapabilecek nitelikte bilim adamları ve matematikçiler de yetiştir­dik. Öğrenci sayımız düşünülürse —okula her yıl kırk beş çocuk alı­rız— herhangi bir dalda özgün ve yaratıcı işlere girenlerin oranının yüksek olduğu görülür.
Bununla birlikte özgür çocuklardan oluşan tek bir kuşağın hiçbir şey kanıtlayamayacağını hep söylerim. Summerhil'de bile bazı ço­cuklar yeterince ders görmediklerini düşünerek için için üzülebilir. Ba­zı uğraşları edinebilmek için sınavların geçit olduğu bir dünyada baş­ka türlüsü düşünülemez. Ayrıca "on bir yaşındasın ve hâlâ doğru dü­rüst okumayı beceremiyorsun!" diye şaşkınlık çığlığı atan bir Mary Teyze hep bulunur. Çocuk belli belirsiz de olsa, tüm dış çevresinin oyun-karşıtı, çalışma-yanlısı olduğunu sezer.
Genel anlamda ele alırsak, özgürlük yöntemi on iki yaşın altındaki çocuklarda kesin sonuç verir, ama on iki yaşını geçenlerin edilgin eği­mden kurtulması uzun zaman alır.