Fritz J. Raddatz'ın
yaptığı ve Alman haftalık dergisi Die Zeit'm 4 Nisan 1986 tarihli 15. sayısında
"Tiefseetaucher des Schreckens" başlığıyla çıkan söyleşi. Almancadan
çeviren Jean Launay.
FRITZ J. RADDATZ: İlk olarak
tarih anlayışınızdan söz etmek isterdim. Yazdıklarınız arasında, alıntı
yapılabilecek ve birbiriyle çelişik görünen birçok formül var: Kötülük tarihi
olarak dünya tarihi, ya da: "Tarihe olan tukum, felaketlere düşkünlüğümden
gelir", ya da: "Tarih, bir deliler tarihidir". Aynı zamanda
Susan Sontag sizin tarih tasavvurunuzu Nietzsche’ninkine yaklaştırıyor. Doğru
mu bu?
CIORAN:
Hayır. Nietzsche ile benim aramda, tabir caizse bir mizaç benzerliği var: O da
ben de uyku uyuyamayanlardanız. Bu bir suç ortaklığı yaratıyor. Ama benim tarih
anlayışım, biraz önce alıntıladığınız formüllerde bulunuyor. Benim konumum,
duygum bu.
Nietzsche'ye dönelim.
Susan Sontag diyor ki: Nietzsche tarih düşüncesini yanlış olduğu için
reddetmez, aksine onu doğru olduğu için reddetmek gerektiğini düşünür. Sizin
anlayışınızın da bu olduğunu söylüyor Sontag. Ama göründüğü kadarıyla farklı
galiba.
Farklı.
Benim konumumun kökeninde kadercilik felsefesi var. Temel savım, insanın
güçsüzlüğüdür. İnsan tarihin sadece nesnesidir, öznesi değil. Tarihten nefret
ediyorum, tarihî süreçten nefret ediyorum.
İlerlemeyi inkâr mı
ediyorsunuz?
İlerlemeyi
inkâr ediyorum. Size anekdottan daha fazla bir şey olan bir anekdot
anlatacağım. Burada, evimin fazla uzağında değil, ilerleme üzerine ilk ve en
iyi kitap yazıldı. Terör dönemi sırasında Condorcet buraya saklanmıştı ve
ilerlemenin teorisi olan, ilerleme fikrinin ilk açık ve militan teorisi olan insan
Zihninin ilerlemesi Üzerine Tarihî Bir Tablo Taslağı'nı yazdı; 1794'te oldu bu.
Arandığını biliyordu, aile pansiyonundan ayrıldı ve Paris'in bir kenar
mahallesine sığındı. Oturduğu bir meyhanede insanlar onu tanıyarak ihbar
ettiler - ve intihar etti. Bu kitap iyimserliğin İncilidir.
Bu bir anekdot. Ama siz
eleştirinizi dile getirmediniz. Her tür tarihî süreç hakikaten ve genel bir
biçimde inkâr edilebilir mi? Böyle bir sürecin içindeki ilerleme inkâr
edilebilir mi?
Bunu
inkâr edemem. Ama benim için her kazanç aynı zamanda bir kayıptır. Böylelikle
de ilerleme kendini iptal eder. İnsan, her ileri adım atışında bir şey yitirir.
Bir örnek verir misiniz?
Bilimi
alın; ilaçları, tıbbi teknikleri, yaşamı uzatma makinalarını. Şöyle
diyebilirim: Vaktiyle insanlar kendi ölümleriyle ölüyorlardı; onların
alınyazısıydı bu; bakım görmeden ölüyorlardı. Şimdi ilaçlar sayesinde insan
sahte bir yaşam sürüyor, yapay biçimde uzatılmış bir yaşam. Artık kendi
alınyazısını yaşamıyor.
Ama Sayın Cioran, demin
bana radyoskopik tahlil sonuçlarınızın iyi çıktığını söylerken mutlu ve
yatışmış bir haliniz vardı. Bunun için Bay Röntgenin bir gün keşfini yapması
gerekmişti. Bu bir ilerleme değil miydi?
Evet,
ama kendi ölümümle ölsem daha iyi olurdu.
Ama siz de ondan
kaçıyorsunuz.
Doğru,
ben de herkes gibiyim; bu çılgınlık bende de var. Başka türlü yapamıyorum.
Metroya da biniyorum. Ötekilerin yaptığı her şeyi yapıyorum.
Kınadığınız uygarlıktan
siz de istifade ediyorsunuz. Telefonunuz var, uçağa biniyorsunuz.
Bugün
düşünüyorum da, geldiğim ufak köyde kalsam ve orada hayvan gütsem çok daha iyi
olurmuş. Esasla ilgili şeyleri orada da buradaki kadar anlamış olurdum. Orada
hakikate daha yakın olurdum.
Kültürünüzün hakikati
görmenizi engellediğini mi düşünüyorsunuz?
Hayvanlarla,
yalın insanlarla, özellikle de çobanlarla bir arada yaşamak çok daha iyi
olurdu. Tamamen ilkel yerlere, mesela İspanya'ya ya da İtalya'ya gittiğimde ve
tamamıyla sade insanlarla konuştuğumda, hakikatin bu insanlarda bulunduğu
izlenimine kapılıyorum.
Bir marjinal gibi
konuşuyorsunuz, "yeşiller" gibi biraz: Tabiata dönüş filan.
Esas
itibariyle kültür, uygarlık elzem şeyler değil. Tabiatı ve hayatı anlamak için
kültürlü olmaya ihtiyacımız yok. Bağışlayın ama bir anekdot daha anlatacağım.
Çocukluğumda mezarlığın yakınında bir bahçemiz vardı, mezar kazıcıyla dost
olmuştum; ben ufak bir çocuktum, o da elli yaşlarında olmalıydı. Mezarlığa
yakın yaşadığım bu ilk yılların üzerimde etkisi olduğuna eminim; bilinçdışı bir
biçimde. Ölümle kurulan bu doğrudan ilişki, ben bilincinde olmasam da muhakkak
ki büyük ölçüde etkilemiştir beni
.
Bu kişisel felsefeden
bir felsefe sesine (philosopheme) varılabilir mi? Sizin yazdıklarınız hususunda
kendime sorduğum soru bu. Çok ufak yaştan beri ölümün yakınında yaşamış
olmanıza pekâlâ. Ama şu aşağıdaki gibi felsefi bakışları haklı çıkarır mı bu:
"Dün, bugün, yarın, uşakların kullanımına yönelik kategorilerdir," ya
da "Vardım, varım, olacağım, bu dilbilgisinin alanına girer, varoluşun
değil"?
Hayattaki
büyük soruların kültürle hiçbir alakaları yoktur. Sade insanlarda çoğu zaman
bir filozofta bulunmayacak önseziler vardır. Zira çıkış noktası yaşanmış
olandır, teori değil. Bir hayvan bile bir filozoftan derin olabilir, yani hayat
hakkında daha derin bir anlam sahibi olabilir demek istiyorum.
Aksini söylemiyorum, ama
aklıma başka bir şey geliyor: Düşüncelerinizi ifade ettiğinize göre, kendinizden
başkalarına da bir tür yol gösteriyorsunuz, ifade ettiğiniz bu düşünceler
sadece sofrada edilen sözler değil, bunları yayımlıyorsunuz. Yayımlamak zaten
öğretmektir. Dolayısıyla insanları, tarihin bir felaket olduğunu, ilerleme
diye bir şeyin olmadığını düşünmeye yönlendiriyorsunuz. Bu gibi şeyler bu kadar
dobra bir biçimde yapılabilir mi gerçekten?
Çözüm
olduğunu sanmıyorum.
Bir şey yayımlayan her
yazarın düşüncesinin bir parçasını oluşturan şeye de inanmıyorsunuz. Yani insan
türünün insanileşmesine. Sizin için tahayyül edilemez bir şey mi bu?
Hayır,
gerçekten tahayyül edilemez bu. Zaman zaman tarihin akışı biraz
değiştirilebilir, ama derininde, özünde, hiçbir şey değiştirilemez.
İnsanın tabiatı mı
değişmez ve kötü?
Kötü
değil: Lanetlenmiş. İnsan kötüdür, buna seve seve inanırım, ama neredeyse bir
ayrıntı bu. İnsan alınyazısından kurtulamaz.
İnsanın ve tarihin bu
kadar iç karartıcı sunuluşu karşısında, içimden size şunu sormak geliyor: Peki
niçin yayımlıyorsunuz? Ne yapmak için? Kim için?
Bu
itirazı getirmekte katiyetle haklısınız. Tasvir ettiğim şeyin bir örneğiyim.
Bir istisna değilim, aksine. Çelişkilerle doluyum. Bilgelik yeteneğinden
mahrumum, halbuki büyük bir bilgelik arzum var.
Ama bir kere şöyle
demiştiniz: "Bilge otan kişi, üretmez." Bilge olmamak üretmenin
kaynağıdır.
Mutlak
bir biçimde düşündüğüm budur. Ama kimse beni izlemek zorunda değil.
Kimse sizi izlememeli
mi?
Eğer
izlerse, başına geleni hak etmiştir. Bütün yazdıklarım, hallerdir; ruhun ya da
zihnin halleridir, eğer böyle denebilirse. Her halükârda bunları kendimi bir
şeyden kurtarmak için yazdım. Dolayısıyla bütün yazdıklarımı bir teori gibi
görmüyorum, kendi kullanımıma yönelik gerçek bir tedavi gibi görüyorum.
Kitaplarımdaki tarafgirlik, ancak muayyen bir halde olduğum zaman yazabilmemden
gelir. Kendime vurmak yerine yazıyorum...
... kelle uçurmak
yerine.
Benim
için inanılmaz bir yatışma bu. Sanıyorum ki eğer yazmasaydım, işler benim
için iyice sarpa sarabilirdi.
Evet, ama yazmak ve
yayımlamak tamamen aynı şey değil. Tedavim yazmak, diyorsunuz. Ama peki neden
yayımlıyorsunuz? Yine de diğer insanları etkilemek için.
Hayır,
yayımlamak son derece kurtarıcıdır. Bir özgürleşmedir, tıpkı birine tokat atmak
gibi. Yazmış olduğunuz bir şeyi yayımladığınız zaman, sizin dışınızdadır, artık
size ait değildir.
Yazılarınızın aforizmaya
çok yatkın özelliği buna bağlı olabilir mi?
Tamamen,
tamamen doğru bu. Yazdığım bütün aforizmalar...
Küçük haplar mı?
Çok
iyi söylediniz, kendi kendime edindiğim ve etki eden haplar bunlar.
Ama bu haplarla
başkalarım da zehirliyorsunuz. Mesela beni. Bundan bahsetmeme izin verirseniz:
Söyleşimizi hazırlamak için Alman- cada bulunan bütün yazılarınızı bir kez daha
okuduğumda, adeta içime damla damla bir zehir akıyor gibiydi: Kâh eğlendiriyor
kâh rahatsız ediyordu bu beni. Kendi kendime, "Haklı, eninde sonunda
hiçbir şeyin anlamı yok," diyordum.
Muhakkak
doğru bu!
Doğal olarak
kitaplarınız için değil, genel olarak diyorum: Dünyada hiçbir şeyin anlamı
yok.
Hiçbir
şeyin anlamı olmadığına gerçekten inanıyorum.
İçinizde bir yerlerde
gizlenen küçük bir terörist var.
Yok,
hayatım boyunca çok mektup aldım. İnsanlar bir özgürleşme hissettiler. Bu
kitapları yayımlarken korkuyordum, çünkü zarar vereceğimi düşünüyordum. Bunun
tam tersi oldu.
İntihar etmiş olanların
size teşekkür edecek durumda olmadıklarını da belirtmek lazım.
Durum
hiç böyle değil.
Ama eğer biri çıkıp da
hayat hakkında, benzer birçok cümlenizden birini alırsam, "maddenin
zevksizliği" derse, ya da bir çocuğun döllenmesi işini "hırıltıların
eşlik ettiği gülünç bir jimnastik" diye tarif ederse, ya da "Artık
yüzüm kızarmadan 'ben şuyum' diyemiyorum," derse, ötekilerin zihnine
kelimenin etkin anlamıyla yılgınlık zehrini zerk etmiş olur. Eğer hakikaten,
artık yüzünüz kızarmadan "ben şuyum" diyemiyorsanız, o zaman ne
kadar kaba görünse bile size sormalıyım: Öyleyse neden varsınız?
Bu
şeyler hakiki bir ümitsizlik ânında yazıldılar. Ama bu kelimeyi sevmiyorum.
Fazla mı kaygan?
Yazdığım
her şey aklıma gece geldi. Gecenin özelliği nedir? Her şeyin varoluşu
durmuştur. Artık sadece siz, sessizlik ve hiçlik vardır. Katiyetle hiçbir şey
düşünülmez, ancak Tanrı'nın olabileceği gibi yalnız olunur. Ve mümin olmamama
rağmen -belki de hiçbir şeye inanmıyorum- bu mutlak yalnızlık bir muhatap
ister; ve Tann'dan söz ettiğim zaman, ancak gecenin ortasında bir muhatap
gibidir bu.
Ama sizin işaret
ettiğiniz, genellikle dinlerin tasvir ettiği Tanrı değil.
Hayır,
en son sınır. İhtiyaç duyduğumuz geçici bir muhatap. Tanrı hakkındaki fikrim
bu. Oysa gecenin ortasında şu veya bu formülün tehlikeli olup olmadığını
sormayız. Zira hiçbir şey yoktur. Ne gelecek ne de ertesi gün vardır.
İnsanları etkilemek, onlar üzerinde nüfuz kurmak düşünülmez; gecenin ortasında
nüfuz söz konusu değildir. Tarih yoktur, her şey durmuştur. Formülleştirme de
zamanın elinden kurtulur; tarihin elinden kurtulur; tarihin ötesindedir.
Ama yine de gündüz vakti
yazmaya devam ediyorsunuz değil mi? Ve o anda yazmış olduklarınızı okuyor
musunuz?
Evet,
ama genellikle bütün bunlar gece formülleşiyor. Gerçekten de başka bir şey bu.
"Dünyaya bakışım" değil, bütünüyle başka bir eğilim bu: Yazarken
kendime bunun bir etkisi olup olmadığını, tehlikeli olup olmadığını
sormuyorum; mutlak bir bakış açısı bu. Uykusuzluğun ne olduğunu biraz
biliyorsunuzdur; başka bir insansınızdır, hatta bir insan bile değilsinizdir,
bir yaratık bile değilsinizdir, her şey durmuştur ve anlam sözcüğünün katiyetle
bir anlamı yoktur, artık bu soru sorulmaz bile.
Sadece, "ben
şuyum" demenin gecenin ortasında bile hâlâ bir anlamı vardır, zira
gecenin ortasında bile, yalnızlığın karanlığı içinde, gerileyen bu sınırla,
Tanrı'yla, doğal olarak ne olduğunuzu bilirsiniz, fiziksel olarak olduğunuzu bilirsiniz.
Eğer o sırada da "Artık yüzüm kızarmadan 'ben şuyum' diyemiyorum,"
diyorsanız, kendinizden nefret ediyorsunuz o zaman. Sizde kendinize karşı bir
nefret mi var?
Elbette.
Yazdığım her şeye az ya da çok daima bu nefret duygusunun karıştığı açık. Bu
nefret duygusunun nereden geldiğini bilmiyorum. Birçok sebebi olabilir; bunun
sonuçlarına katlanmayı kabullenememiş de olabilirim; mümkündür.
İntihardan mı söz
ediyorsunuz?
Evet.
Bir kere şöyle
yazmıştınız: "Bütün kitaplarını başarısız intiharlardır."
Evet.
Ama birisi intihar,
nefret ve kendinden tiksinme sınırına bu kadar yakın yaşadığında, ne kadar
yakışıksız da olsa bir sorunun sorulması mümkün: Neden Cioran kendini
öldürmedi?
Bunun
cevabı Burukluk adlı kitabımda bulunuyor: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan
öldürmüş olurdum. Konumumun anahtarı burada.
Yani gerçekliği,
intiharın mümkün gerçekliğini hesaba katmıyorsunuz. Bunu düşündüğünüz ölçüde,
bir gerçeklik olarak ortadan yok oluyor.
Evet.
Mesele de bu. Gençliğimden bugüne kadar her gün bu fikirle, intihar fikriyle
yaşadım. Daha sonra da, şimdiye kadar, ama belki de aynı yoğunlukla değil. Ve
eğer hâlâ hayattaysam, bu fikir sayesindedir. Hayata ancak bu fikir sayesinde
tahammül edebildim, benim desteğimdi: "Hayatın senin elinde, istediğin
zaman kendini öldürebilirsin"; bütün çılgınlıklarıma, bütün
aşırılıklarıma da böyle katlanabildim. Ve yavaş yavaş bu fikir bir Hıristiyan
için Tanrı ne ise benim için o hale geldi, bir destek; hayatta sabit bir noktam
var.
Hayattaki sabit noktanız
intihar mı?
Evet,
bütün ömrüm boyunca bana eşlik etti, hem de başarıyla.
Gördüğümüz gibi.
Tersten
bir din bu, bir nevi yolundan saptırılmış din.
Aynı zamanda bir
ritüelleştirme de. Şimdiye kadar yazdığınız her şey gösteriyor ki, düşünme ve
yazma çabalarınız eninde sonunda bir suikast ritüeli.
Evet,
bu çok doğru.
Şimdi itirazım, ya da
sorum şu: Eğer şeyler böyle ise, sizin eserinizin zayıf noktasının da bu
olduğu söylenemez mi? Gerçekliği yazı yoluyla bertaraf etmeniz; tıpkı yazarak
ve düşünerek intihardan kaçındığınız gibi, gerçekliği de yazı yoluyla, yazıyla
reddetmeniz.
Bunun
basit bir nedeni var, o da etkin biri olmamam. Öyle olsaydım intihar ederdim.
Edilgen biriyim, müdahale etmekten acizim, aynı zamanda sorumsuzum da, her tür
sorumluluk biçiminden korkarım. Sorumluluk fikri bile beni hasta eder.
Bu arada belki de bunun
için irrasyonalizmin bir nevi sözcüsü haline geldiniz.
İrrasyonalizmin
Almanya'da buradakinden bambaşka bir karakteri var.
Acaba Alman şair
Gottfried Benn'i biliyor musunuz?
Benn'i
dört ya da beş yıl önce keşfettim. Ama benim üzerimde hiçbir etkisi
olmamıştır, zira önceden bilmiyordum onu.
Ama ona çok yakın
bulmuyor musunuz kendinizi?
Belki,
kısmen.
Olağanüstü bir biçimde
yakın. Sözlerinizin çoğu - "Aslında bir taş olmak isterdim",
"Bir hayvan olsaydım", "Hayvanların yanında bitli ve neşeli
kalsak ne olurdu sanki"- Benn'in mısraları gibi okunuyor; onun o ünlü
"Atalarımızın ataları olabilseydik keşke. Bataklıkların ılıklığında bir
kil yığını"nı hatırlatıyor.
Katiyetle
doğru bu.
Benn'den söz etmemin
nedeni irrasyonalizme gelmemiz, irratio'ya. Gottfried Benn de irratio'nun
sözcülerinden biri oldu ve bu nerede bitti? Şimdi size Cioran'dan bir cümle
okuyorum: "Zaten vuku bulmuş olan bir ilk cennete puta tapar gibi
tapılması, gerici düşüncenin, ya da tercih edilirse muhafazakâr düşüncenin
özel belirtisidir." Durağana tapması ve tarihi reddetmesi Benn'i faşizmin
kıyısına götürdü. Peki ya Cioran'daki aynı cümleler? Bunlar da dosdoğru gerici
tutumlara götürmezler mi?
Duruma
bağlı. Ama biliyor musunuz, benim için köken gibi, tarihöncesi ya da tarih
olmayan gibi kavramlar başka bir düzeydedirler. Gericilik mi? Belki. Ama
bence, tutumuma siyasiden ziyade felsefi bir açıklama bulmanız daha doğru olur.
Ama tarih içinde
yaşadığımız da bir vakıa, siz bu fikri reddetseniz bile. Stalin tarihtir,
Flitler tarihtir. Yine Cioran'dan bir cümle okuyorum: "Barbarlık özlemi
her uygarlığın son sözüdür." Sizde de bu barbarlık özleminden bir parça
var. O ilk balçığın özleminden bir parça. Sarkıtların ve mağaraların...
Tamamen
doğru bu, buna itiraz etmem. Kendimi siyasetin üzerinde konumlandırmıyorum,
burada haklısınız. Ama çok daha derin, siyasetin ötesinde, tabiatımda var bu;
gençliğimden beri bu yadsıma eğilimi, hayır deme eğilimi, hayır demekten zevk
alış vardı bende.
Bilinçli yaşamınız
sadece yadsıma yoluyla mı ifadesini buluyor?
Çok
derinlerimde bu.
Fakat mutlak hayır,
pekâlâ kötü bir evete dönüşebilir.
Olabilir.
Gençliğinizde Rumen
faşizmine yakın olduğunuz doğru mu?
Evet.
Ama beni ilgilendiren fikirleri değildi, daha ziyade coşkusuydu. Bu kimselerle
benim aramda bir tür bağ kuruyordu bu. Eninde sonunda marazi bir hikâye. Zira
kültür ve kavrayış itibariyle onlardan bütünüyle farklıydım.
Çok önemli ve nihai bir
nokta: yadsıma, yazı yoluyla gerçekliğin tasfiyesi, koyu bir irratio eğilimi
ve nihayet bunca korkunç düşüşler... Burada mantıksal bir devamlılık var mı?
Hiç
yok, zira aynı zamanda bir papaz çocuğu olan ben, Bükreş'teki Dünya Yahudiler
Kongresi'nin bütün oturumlarına katıldım; tek Yahudi olmayan bendim. Ve bundan
büyülendim. Bu da tabiatımın öteki veçhesi.
Aydınlanmacılar'ın bir
rakibi misiniz?
Aydınlanma
Yüzyılı'nı Fransa'da yıllar boyunca araştırdım. Bu beni çekiyordu çünkü bu da
benim için aşırı bir şeydi. Sanırım böyle söylemek gerekir. Aşırı olan her şey
beni daima büyülemiştir. Mesela Marksizm beni hiçbir zaman çekmemiştir. Çünkü fazla
sistematiktir, fazla ciddi, katı ve dogmatiktir ve çok az bireyseldir.
Marksizm’de fantezi yoktur, teorik fantezi yoktur.
Peki faşizm, tam olarak
da Nazi faşizmi sizin üzerinizde aynı büyüleyici etkiyi yarattı mı?
Hayır.
Naziler üzerine sizden
bir cümle: "Oysa istediği kadar kabaca komik olsun, bu çılgınlık
Almanların lehine tanıklık etmektedir. Batı'da bir tek onların bazı tazelik ve
barbarlık kırıntılarını hâlâ muhafaza ettiğini göstermiyor muydu?"
Tazelik ve barbarlık: Sizde olumlu olan iki kavram bunlar. Ve şöyle devam
ediyor: "Ve de hâlâ büyük bir maksat ya da muazzam bir çılgınlık
yeteneğinde olduklarını."
Burada
beni ilgilendiren Alınanlardır, Naziler değil. Öte yandan tarih bir değer
sistemi değildir. Bir Alman olarak şeyleri başka türlü görememeniz muhtemeldir,
bunu gayet iyi anlıyorum. Ama benim bakış açım daima siyasi değil estetik
olmuştur. Demin fanteziden bahsettim. Benim bakış açım bu, Almanlarınki bu
değil. Almanlarda ilke çılgınlığı var, şüphe konusunda yetenekli değiller. Bu
felaketi yaşamış olmaları bundandır. Nüanslardan hiç anlamazlar, trajedileri de
budur. Demin zikrettiğiniz bölümde biraz kinik bir şey var, ama ben şeyleri,
ister soldan olun ister sağdan, sizin kadar ciddiye almıyorum. Tarihte çok
mızıkçılık yaptınız.
Tamam, ama salt estetik
tutumun da doğal olarak sınırları var; oyunun sınırları var. Sadece bir şey
söylemek istiyorum: Daima ve sadece bu şekilde hayır demek bir boşluk yaratmaz
mı? Bir beyin boşluğu; boşluğun doğası uyarınca aniden ve kötü bir şekilde
doldurulabilecek bir ahlak boşluğu yaratmaz mı? Sürekli "Kendimi hayır
diyerek tanımlarım", "bilincim hayır demekten doğar" diye
tekrarlayan kişi, kötü bir evet içinde yolunu şaşırma tehlikesiyle karşı
karşıya.
Hayır,
çünkü gerçekten asla hiçbir şeye inanmadım. Benimle düştüğünüz hata bu. Ne
olursa olsun hiçbir şeye asla gerçekten inanmadım. Bu çok önemli. Ciddiye
almış olduğum hiçbir şey yok. Tek ciddiye aldığım şey, dünyayla olan
çatışmamdır. Artakalanı benim için bir bahanedir ancak.
Peki dünyayla bu çatışma
da ne?
Çok
basit. Varoluş içindeki rahatsızlık; sadece kültür içinde değil, genel olarak
varoluş içinde. Temel olgu budur. "Sorumluluk duy- gum"a gelince,
bunu sadece gündelik yaşantıda hissediyorum -insanlara karşı insani bir
tutumum var- ama yazdığımda değil; o zaman insan benim için adeta düşünülemez
bir şey oluyor. O zaman da bir cümlenin, bir aforizmanın muhtemel sonuçlarını
dert etmiyorum; her tür ahlak kategorisi nazarında kendimi özgür hissediyorum.
İnsan da dahil olmak üzere bütün varlıklara karşı yoğun bir acıma, ma- razi
bir acıma hissediyorum ve onu özlemle arayalım diye ortadan yokolması vaktinin
gelip de geçtiğini düşünüyorum. Aramızdaki yanlış anlama, sizin geleceğe, genel
bir biçimde mümküne inanmanızdan; benim ise bildiğim tek bir şey var: Hepimiz
buradayız ve sonsuz yanılsamalarla birbirimize ıstırap veriyoruz.
Hayatınızda bazen sizi
cinayetten ayıran sının bile aşabileceğiniz duygusuna kapıldınız mı?
Eğer
şeytan ya da Tanrı olsaydım, sanırım insanlığın hesabını şimdiye kadar görmüş
olurdum. Bundan neredeyse eminim. Ama gündelik yaşamda merhamet doluyum.
Hayatımda birçok insana moral verdim; savaş sırasında da birçok insan
Paris'teki odama sığındı. Ama soyut açıdan bir iblis olabilirdim. Eğer elimde
dünyayı yok etme imkânım olsaydı, yapardım bunu.
Ama insanlar belki de
yaşamı seviyorlardır. Ve siz onların hepsini yok mu edeceksiniz? Günümüzde bu
artık düşünülebilir bir şey, tek bir füze atmak yeterdi. Sayın Cioran füzesini
Moskova'ya yollardı, Ruslar misillemede bulunurdu ve iki dakikada dünya
çökerdi; iblis işini yapardı.
Bunu
iblis olarak yapabilirdim, ama birey olarak değil.
Derin sularda
seyrediyoruz. Bu dediğiniz epey korkunç. Siz "Yaşamdan nefret
ediyorum," yada "Hayat bir sahtekârlıktır," gibi şeyler hissediyorsunuz
diye bütün insanların ölmesi gerekecek. Hangi hakla...
Zaman
zaman bu duyguya kapılıyorum. Eğer her şeyi yok etme imkânım olsaydı, yapardım
bunu. Herkesin hissedebileceği içsel bir şey bu.
Herkes mi? Gerçekten mi?
Bense daha ziyade bunu az sayıda insan hisseder derdim.
Zannettiğinizden
de kötü. İnsanlar derinlemesine bir biçimde potansiyel canilerdir. Kesinlikle
böyle bu.
Bu tezleri daha önce
Fransa'daki başka yazarlarla tartıştınız mı?
Yok,
hiç tartışmadım. Fransa’da röportaj yapmıyorum.
Röportajdan değil tartışmadan
bahsediyorum. Paris'te kimlerle, hangi yazarlarla ilişkidesiniz?
Michaux
ile birbirimize çok bağlıydık. Beckett de iyi dostlarım arasındadır.
Beckett ile aranızda
muhakkak anlaşmazlık çıkmıyordun
Çıkmıyor.
Ama Beckett bu kadar genel konularda söyleşi yapmak istemez; ona sadece somut
sorular sorulabilir.
Paris'teki edebiyat
yaşamına az katılıyorsunuz değil mi?
Çok
az.
Ya Sartre ve Camus?
Savaşın
son yılında, 1944'te, her sabah sekizde memur gibi Saint- Germain-des-Pres'deki
Cafe de Flore'a gidiyordum. Sekizden öğlene kadar, sonra ikiden sekize, sonra
da dokuzdan onbire. Çoğu zaman Sartre da orada, bana pek uzak olmayan bir yerde
oturuyor olurdu. Ama o sırada hiç tanınmayan biriydim.
Fakat 1944'te Sartre da
tanınmıyordu değil mi?
Yok,
o daha o zamandan tanınıyordu; ama tabii daha sonra olacağı kadar meşhur
değildi. Birlikte hiç konuşmadık, onu bu kadar tanıyordum. Camus'yü ise tek
bir kere gördüm ve hoşuma gitmedi. İlk kitabım Çürümenin Kitabım yayımladığım
zaman bana münasebetsiz bir şey söyledi: "Artık gerçekten entelektüel
şeylerin alanına girmelisiniz," dedi. Bunu inanılmaz bir küstahlıkta
buldum. Camus'de bir taşralı kültürü vardı, sadece Fransız edebiyatını
biliyordu. Belki Çürümenin Kitabı iyi bir kitap değildir, ama yine de muayyen bir
seviyede olduğu görülür. Üstelik bana sanki bir talebeymişim gibi hitap
etmesi. Onu bir daha hiç görmedim.
Celine'i tanıyor
muydunuz?
Hayır.
Ben Celan'la yakındım.
Peki ya Paris'teki diğer
Rumen olan Ionesco?
Onu
çok iyi tanıyorum.
Görüştüğünüzde Rumence
mi Fransızca mı konuşuyorsunuz?
Fransızca.
Artık kimseyle Rumence konuşmuyorum. İstemiyorum bunu.
Ama isteseniz
konuşabilirsiniz değil mi?
Hiç
sorunsuz, elbette. Ama Rumence benim için çok tehlikeli, çünkü ilk dilim o.
Bir çekiciliği var ve yaşla birlikte yeniden beliriyor. Korkutuyor bu beni.
Rüyalarımı Fransızca görüyorum, ama eğer ileride Rumence rüya görmeye
başlarsam, Fransızca yazarlığım biter.
Fransızca yazdığınız ilk
kitabınız için ne kadar zaman çalıştınız?
Çok
uzun zaman değil, ama geceli gündüzlü üç yıl sürdü.
Dil değiştirildiğinde ne
kaybedilir?
Kanı
çekilmiş bir nesirle yazıyorum, doğrudan bir dil değil bu. Bir roman ya da
yaşanmış bir şey asla yazamazdım. Fransız dilinin benim hoşuma gitmesi de
hukukçulara ve mantıkçılara göre bir dil olmasından. Beni çeken, bu dilin
soyut tarafı oldu; bundan istifade edebilirim. Ama mesela bu öğleden sonrayı
tasvir edemezdim; imkânsız olurdu bu. Ben sadece sonuçları ifade edebiliyorum.
Aforizmalarım gerçek aforizmalar değil, her biri bütün bir sayfanın sonucu;
ufak bir sara krizinin son noktası.
Öncesindeki her şeyi
atıyor musunuz?
Hepsini
atıyorum ve sadece sonucu veriyorum; mahkemedeki gibi, sonunda sadece hüküm
oluyor: İdam. Düşüncenin aktığı güzergâh olmadan, sadece sonuç. Benim usulüm,
formülüm bu. Fransız ahlakçılarıyla karşılaştırılmış olmam bundandır; hiç
nedensiz değildir bu, zira bir tek sonuç önemlidir.
Bu da size
saldırılmasına yol açıyor.
Elbette.
Sadece zehri veriyorum, nereden çıkardığımı belirtmiyorum.
Söyleşimizin çemberi
kapanıyor. Sizin gibi bir insan nasıl yaşar? Nasıl sevebilir, eğlenebilir,
sinemaya gidebilir, yiyip içebilir?
Size
cevap vereyim. Her günkü düşünceler vardır. Bir de sadece şimşek gibi çakarak
gelen düşünceler vardır. Söyledim ya, benim sıradan duygum acımadır:
Ötekilerin mutsuzluğuna çok duyarlıyım. Fakat gençliğimde büyüklük
çılgınlığına kapılmıştım.
Bundan bir şeyler kalmış
mı? Cioran hâlâ büyüklük çılgınlığına kapılıyor mu?
Sadece
arada sırada çakan şimşekler halinde.
Sivriliklerinden hiçbir
şey kaybetmemişler.
Ama
yoğunlukları azaldı. Can sıkıntısı arttı, o dipsiz sıkıntı. Bir papaz eşi olan
annem, asla unutamayacağım şu sözü söylemişti bana: "Bu ıstırapları
çekeceğini bilseydim, seni dünyaya getirmezdim." Ve bu bana çok iyi
gelmişti.
Size iyi mi gelmişti?
Kendi
kendime, "Bir tesadüfün ürünüsün. Hiçbir şey değilsin," demiştim.
Hangi çocuğa annesi
"Keşke seni dünyaya getirmeseydim," dese, donup kalırdı, acı çekerdi;
siz ise "Bana iyi geldi" mi diyorsunuz?
Bir
tesadüfün ürünü olduğum, hiçbir şey olmadığım yolundaki fikrimi teyit
ediyordu. Gerçek bir yazar gibi eserler verememem de bundandır. Sanki her şeyi
anlamışım gibi yaşamama ve yazmama engel olmadı bu ve böyle bitireceğim. Büyük
filozoflar da dahil olmak üzere diğerleri bana az ya da çok sınırlı, çocuksu,
safdil, dehalarının kurbanı ve esiri gibi geliyorlardı. Toplumu sevmeme rağmen,
kendimi daima yalnız hissettim; kendimi horgörme ve kendime hayran olma
arasında sıkışmış hissettim. Gerçekten iyi anlaştığım varlıklar eser
bırakmadılar. Şansları ya da şanssızlıkları, yazar olmamalarıydi. Fazladan bir
şey vardı onlarda: Tiksinti ustalarıydılar. İçlerinden biri ilahiyat okumuştu
ve papaz olacaktı, ama olmadı. Elli yıl önce onunla Transilvanya'daki
Kronstadt’ta bütün bir gece süren baş döndürücü konuşmamızı asla
unutmayacağım, asla. Bu söyleşi sonrasında yaşamak da ölmek de bana aynı
derecede lüzumsuz şeyler gibi geliyorlardı. Eğer içimizde çözülmezlik tutkusu
yoksa, yadsımanın getirebileceği aşırılıkları tahayyül edemeyiz; yadsımadaki
acımasız basiretin...