Edip Cansever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edip Cansever etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Nisan 2013 Cumartesi

İdris'le Konuşma / Edip Cansever


-İdris, sen ne yapıyorsun kuşların yanında
-İdris’le konuşuyorum

Kuşları okuyorum içimde, ağacın kuşlarını
Yeni pişmiş çilek reçeli gibi kaynayan
Dalların üzerinde
Gemilere dadanan kuşları okuyorum bir de
Göklerde bir başına dolaşan
Görkemle
Büyük denizlerdeki yalnız kuşları
Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları
Okuyorum da
Kuş olsun, insan olsun
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı
İşte
Suları fiyakayla göğüsleyen yelkovan kuşları
Geçiyorlar martıların peşi sıra
Ve küçük bir evin üst katı martı
Duvarlarından sümbüller akan
Sanki çok öpüşmelik kuşlar bunlar, çok sevişmelik
Ve seninle biz iyi ki
Sevmelerin ustasıyız, güzel şaşkınlıkların
Önce yüreklerimizi alıştırmışız buna, sonra kafalarımızı
Ki bu yüzden içimiz hiçbir zaman yoksul değil
Yoksul olmadı.

Bak
Bu kalın kalın ellerimi soruyordun, bu çürük çürük bakan gözleri­mi
Dokunuyor ellerim gördüğün gibi
Anlıyor dokunduğunu benden önce
Emiyor suyu gözlerimse
Emziriyor güneşi
Ve uçsuz bucaksız bir maviliği yaratıyor onlar
Her gün
Yaratacaklar elbette
Ve sözgelimi ben
Üstünde gökyüzünün
Kum taşıyan mavnalar gibiyim
Kimi zaman kavuniçi, kimi zaman Osmanlı yeşili
Sabahtan akşama seyrederim
Ve derim ki biz
Çok değerli bir yüzük taşının halkasında sıralanmışız
Ana sütü gibi bir aydınlık içinde
Yani şu yeryüzünü bir uçtan bir uca kuşatmışız
Dik tutarak gövdemizi
Umutla
Bazen de yıkılarak kendiliğimizden ya da bir kurşunla
Ve bu hızlı akışa yaşayıp ölmek deriz.

Yaşayıp ölmek, deriz, ne denir daha başka
Denir, çok şeyler denir, biliyorum
Geçecektir hayatımıza mutlaka
Çok inandığımız bir şeyin çocukluğu
Sonra gençliği, sonra oturmuşluğu
Sonra hayat hayat gibi olacaktır.

Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa
Denizler bir fırtınalık görkemli
Bizse kendimizi insan olarak
Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa.

Görsel: Paulo Troilo

29 Ekim 2012 Pazartesi

Boş Versene Sen Niye Beklemeli / Edip Cansever



‘‘Yürek yalnız bir kez görür,
sonra gözler görür. ”
Howard Fast
Boşversene sen niye beklemeli
Sıktı artık bu kent beni
Çekip gitmeliyim hiç düşünmeden
Bulmalıyım aradığım o yeri
Şiirmiş, bilgelikmiş, her neyse
Ne varsa benden kalsın geride
Kalsın o yalanlar, o yalan ilişkiler de
Ve ölümler ki sevdanın ikiz doğurduğu
Yetsin, taşımak istemiyorum hiçbirini yedeğimde
Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orda, içtenlik, erinç, coşku
Bayrağındaki bir tek çiçekli dalla
Orda uçsuz bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan imparatorluğu.

Öğrendim öğrenmesine, mutsuzluk da bir gelişmedir
Tanımadığım kentler, yüzler, hiç mi hiç tanımadığım
Oteller, genelevler, nar ağaçları
Dar sokaklar, eğri büğrü kaldırımlar
Satın alamadığım bir örtüye çeviren yalnızlığı
Ve bir yağmur öncesinde belli belirsiz
Üç beş çocuğun birbirini çağırdığı
Sopasını düşürdüğü bir dilencinin
Unutup gittiği sonra ses çıkarmadan
Anlaşılmaz mırıltılarla yokuş aşağı
Yokuş aşağı, yokuş aşağı!
İner gibi ben de
Örgüsünden başını kaldıran bir kadının
Gözlerinde
Nasıl binlerce rengin içinden sıyrılırsa dünya
Bulacağım elbette aradığım o yeri
Yıllar yılı tuttuğum aklımda
Hani salkımlar içinde bir ev vardı
Eski bir gemici feneri asılıydı kapısında
Duvarlarında uçan balıkların kurutulduğu
Yıkılmışsa ne yaparım bilmem ki
Eksilmiş gibi ağzımda bir dişim
Yerini dilimle oynaya oynaya
Dalar çıkarım elbet bambaşka sokaklara.

Geçerim kurduğum hayallerin altından
Bir gökkuşağının altından geçer gibi
Budakları kalın ellerimi andıran
Asmaların yanıbaşından
Yüzümde bir garajın tutulmaz akşamıyla
O geçimsiz akşamla
Ve mutlaka kayalardan doğmuş olan
Göğün mavi yapamadığı bir şahin
Başımın üstünde tek başına.

Kırmızı dallar, göğe uzanan çitler
Yıldızları birbirinden ayıran
Bilmez olur muyum hiç, mutluluk da bir gelişmedir
Yaşarken olsun, ölümle olsun, sonu ayrılığa varan
Ey gün batımı! Benden duymuş olma bu yakınmayı
Bir gül bana kendini kopardı verdi
Daha dün akşam, daha dün akşam.

Yürek bir kez görür, sonra hep gözler görür
Ben onu yüreğimle görmüşüm anlaşılan
Çözüldü artık o büyü, yanımda
Sıcaklığı parmaklarımı acıtan bir haziran
Üstelik çoktan buldum aradığım o yeri
Tam yedi kez doğan güneşlerin altında
Bir yitip bir yükselen sıradağların ardından.

Yıkansam, yıkansam, hep o güneşlerle yıkansam
Dişleri tenime geçse yaz rüzgârlarının
İzine pek rastlamasam
Ama kalbini sert ve serin tutan bir denizciye
Bunu bir daha sorsam
Ne çıkar bir daha sorsam
Sonra hiç konuşmasam, sonra hiç konuşmasam
Ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği
Benim değilmiş gibi, benim değilmiş gibi
Kimse görmeden şöyle bir yol kenarına bıraksam.

11 Eylül 2012 Salı

Manastırlı Hilmi Beye Birinci Mektup / Edip Cansever



İşte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
İşte şu begonya, işte yalnızlık
İşte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
İşte yok oluşumdan doğan kent
Hiçbir yere taşmıyorum, kendime sızıyorum yalnız
Ben dediğim koskocaman bir oyuk
Koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
Bir oyuk! sofada, mutfakta, yatağımda
Yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
Yetişip öne geçiyorum sık sık. Sözgelimi
Bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
İyi
Bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
Salıyı gösteriyor.



Salondaki büyük saati sattım
Saatin ölçebileceği
Herhangi bir zaman parçası yok
Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
Bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
Ne gereği var ki saatin
Balkona çıkıyorum sürekli
Yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
Bir semtin ilk rengini alıyorum
Örneğin Ümraniye'de bir çay bahçesindeyim
Bazen
Anılardan anılara bir yol
Ve
Anılardan anılara sallanan bahçe
Hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
İyi.



Yeniköy'de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
Bu sabah bu sabah
Oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—
Oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
Nasıl?
Güllerse güller içinde yani
Ve balkon demirinde bir martı. Dedim ki
Deniz şuralarda bir yerde olmalı
Çıt yok evin içinde
Deniz şuralarda bir yerde olmalı
Çıt yok
Sanki dünyadaki bütün çay ocakları kapalı
Ve göklerden tepelere inen bir sokak
Ya da bir akarsuyum ben
Denizse
Şuralarda..
Yok önemi bir iki gün kaldı —martı—
Balkonda
Deniz de öldü sonra, martı da
İyi iyi.



Suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
Günler —seni anımsadığım zaman—
Birden Kurtuluş'tan Taksim'e giden bir tramvay görüntüsü
Mavi bir elektrik çakımı tellerde
Sanki kar yağıyor da sürekli, Tepebaşı'ndayız
Karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
Besbelli Gümüşsuyu'ndayız, Rus lokantasındayız
—Ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz—
Şarap içmişiz, üşüyoruz
Dışarda dünya silinmiş
İkimiz ikimiz ikimiz
Böyle birkaç defa ikimiz
Sonraki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
Nasılsa
Sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
Sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
Üşümüyorum da
Bende herkes var, diyen bir kızın titrek
Sesleri dökülüyor kucağıma
Dudaklarım kan mavisi bugün.



Biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz
Biz burada kırk yaşındayız hepimiz
Dördümüz bir kişiyiz de ondan
İçimizden biri uyuyor olsa, falan filan
Onu bekliyoruz bir kişi olmak için
Evet evet, yanılmıyorum ben
Bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
Doğrusu ya
Yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
Duvardaki vitray, begonya
Begonya, vitray
Kurtuluş'la Asmalımescit birbirine geçiyor
Bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
Karanfil kokuyorsa biraz
Yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
Saçlarım soğuk ve uzun.


Ne diyordum? yağmurlar, evet
Üşümüyorum ürperiyorum sadece
Biçimini zorlayan bir kedi gibi
Dur biraz
Kapı çalındı, hayır, telefon
Telefon kapı telefon
İkisi birden mi yoksa
Yoksa
Ne telefon ne kapı
Bir şimşek sesi hiç olmazsa
O da değil
Ses filan duymadım ki ben
Yuvarlandıkça büyüyen
Bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
İki sesi taşıyan bir ses
Neden olmasın
Biraz önceki gibi
Üstümden biri kalkmıştı —yok canım—
Öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
Yer değiştiren gezgin bir gölge
Bahçedeki ceviz ağacından
İçeri sürüklenen.




22 Temmuz 2012 Pazar

Yengeç / Edip Cansever


Belirsiz olan ne?  Ölülerden
Boşalan yeri doldurur doğa
Yansır beyaz hayvan kemikleri, taşıllar
Yok oluşun içinde
İri bir yengecin sırtı arasıra.

Ben ki yengeçleri bilirim daha çok. Birini
Yıllar var unutamadım
Dönüp duruyordu bir taşın etrafında
Sanki bir hırçınlıktan damıtılmış ya da bir sıkıntıdan
Ve geçer gibiydi tekrar bir başka sıkıntıya
Gömüldü kumlara iyice, şöyle bakındı
Gördüm kendi büyüsüyle keserken kıskacını
O gün bugündür anladım ağrıyı, taşıdım da.

Büyüdür ölüm, külrengi harcıdır sonsuzluğun
Bir vahşet gibi yaratılır orda umut
Gerer kayalar kaburgalarını
Katırtırnakları arasında
Arabalar biter, atlar birikir
Bir tanrı gelir belli belirsiz, ne kadarlık bir tanrıysa
Büyüdür çünkü ölüm
Külrengi harcıdır sonsuzluğun.

Gerçi kurnazdır doğa, alımlıdır da
Her gün biraz olsun geri verir aldıklarını
Sızar kentlere, evlere, dölyataklarına
Bir gün ki ölü bulmuştum kendimi, korkmuştum
Öyle bir yok olma saatinde, bir kuytuda
Sanırım boynumdaki bu yara izi ondan


Kaplanır sabahları göğe uzatsam
Geceden kalma bir yıldızla
Buz rengi bir yıldızla. Ve uykum
Yeni bitmiştir daha, üstelik
Geri veriliyordur bana
Düşlerimin o karmaşık mimarisi
Dalgalar susmuştur çoktan, denizse gümüş sikkeler gibi 
          harcanıyordur.
Aşağıya yukarıya
Yukardan aşağıya
Nedense her başlangıçta bir acı vardır. Sabah
Kuşatır bu acıyı önce
Eskiyip gider sonra da

Ve yengeç batırır göğsünün ortasına kıskacını
Tam göğsünün ortasına. Artık
Görüp göreceğiniz ölü bir yengeç kabartısıdır
Her gümüş sikkenin üstündeki
Yalnızca bir kabartma. Derken
Kaskatı kesilir gök, fırlatıp atar bir kırlangıcı
Ürperir yosunlar, deniz şakayıkları, batık gemiler
Yaşlı balıkçılar sandallarında
Kayalar, balık sürüleri ve fenerler
Ve hayalet gemiler türer çıkarak kınlarından
Yonulara döner tayfalar, çarşı
Camlara, aynalara yapıştırılmış bitkiler
Yoktur ki görünsün bir intihar anının gölgesi
Ölü bir şeyin gölgesi yoktur ki
Fışkırır kazılarından birbiri ardısıra yengeçler
Sütunlar, kemerler, eski çağ mozaikleri üstünde
Posta kurşunları üstünde, kandiller ve çanaklar
Armalar, tapınaklar, yüzük taşları üstünde
Ve yengeç ki onca dönüşten sonra geriye
Yetişir kendi ölüm törenine  yeniden
Ve ölüm, o gözüpek savaşçı
Bir yandan kendi büyüsüyle çizerken yazgısını
Yazar bir kelimelik tarihini de.

Belli ki bir yol bulmuştur yengeç
Kumlardan değil, kendinden gidilen bir yol
Ne var ki, rüzgar ileri olduğu için külden
Ölümden önce geldiği içindir ki sezgi
Duyar insan bu gereksiz yüzgeçleri
İki gök arasında kımıldayan
Tanımazsa da kendini bir başkasının düşü gibi.

Üç kişiyle başka türlü konuşulur, bir kişiyle
Kendini açıklar insan
Bir vahşet gibi de olsa yaratılır orda umut
Hızlı bir ibreye döner yürekse
Yaşamını içerirken bir yandan
İşler ölümünü de.

Görsel: Alexander Calder

25 Şubat 2012 Cumartesi

A'dan Z'ye Edip Cansever


Birsel, Salâh 
Cansever’in şiirini oluşturmasında Salâh Birsel’in payı önemlidir. Bunu her zaman, bir başka deyişle ömrünün sonuna ka­dar açıkyüreklilikle dile getirmiştir.
Cansever arkadaşlarıyla birlikte 1947’de Edebiyat Dünyası ad­lı bir dergi çıkarmaya niyetlenir. 1940’larda edebiyatçıların ve sa­natçıların uğrak yeri olan Elit Kahvesi’ne iki arkadaşıyla birlikte ya­zı istemeye gider. Kahvede tanıdık tanımadık birçok edebiyatçıyla karşılaşır. Bunların arasında bir tek Salâh Birsel’den ilgi ve yakınlık görür. Artık Cansever için Birsel’in yeri ayrıdır.
Cansever ve arkadaşları isteklerine olumlu bir karşılık ala­mazlar o gün. Cansever’in arkadaşları “...umutlarını yitirmiş olarak çıkıp” giderler. Ama Cansever gitmez:
“Ben kalıyorum. Salâh Birsel yanıma geliyor, dostça, yakın bir ilgi gösteriyor bana. Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyor. ‘Gü­zel olan, ama şiir olmayan’ bir sürü şiirim var elbette.”
“Güzel olan, ama şiir olmayan” sözüyle Ahmet Hamdi Tanpı- nar’a gönderme yapıyor Cansever. (Bkz. TANPINAR, AHMET HAMDİ) Şöyle sürdürüyor sonra:
“Yenilerini yazdıkça getirip okumamı öneriyor. Şiirle başla­yan, şiirle süren bir dostluk kuruluyor aramızda. Şiirin gerçek de­ğerlerini, yapı ve teknik özelliklerini anlatıyor uzun uzun. Özellikle dizenin ne olduğunu örnekleriyle vurgulayaraktan bende gerçek bir şiir yaklaşımı sağlıyor. O günlere dek duymadığım tadlar edini­yorum.”
Cansever 1970’lerin başında Mehmet H. Doğan’a gönderdi­ği yaşamöyküsünde de Elifteki olaya değindikten sonra şunları ya­zıyor:
“...Salâh Birsel geldi yanıma ve ilgilendi. Şiir kitabımdan söz açtı. Arkadaş olduk. Uzun yıllar da arkadaşlık ettik. Çok şey öğren­dim ondan. Nasıl mısra kurulur, şiirin bütünlüğü nedir, neler oku­malı, nelere nasıl bakmalı, hepsini. Bilmediği, korktuğu (o yıllar öyleydi, herkes biraz çekinirdi hiç değilse) toplumculuktu.”
Cansever’in Birsel’le olan ilişkisinde bir etkileme değil bir  yol göstericilik, bir şiirce (poetika) oluşturma çabası söz konusu­dur.
“Edip’in ilk şiirleri, Birsel’inkiler gibi sıfatsız ya da az sıfatlı ve değişmecesiz (mecazsız) şeylerdir. Bu yüzden kimileri Edip’i Bir­sel’in etkisinde sanır. Bu büyük bir haksızlıktır. Süssüz olmaları bir yana, onun şiirlerinin Birsel’inkilerle hiçbir alışverişi yoktur. Hele daha sonraki yıllarda Edip bu süssüzlüğü de bırakacak, İkinci Yeni içinde değişmecelere, benzetmelere bol bol kucak açacaktır. Ne­dir, bu 1947’lerde kestirilemiyor, Edip’in iyi bir ozan olduğu anlaşı- lamıyordur. Öte yandan onun Birsel’in şiirlerini sevmesi, Birsel’in de her toplulukta Edip’in şiirlerini övmesi kimilerini kızdırır.” (Sa­lâh Birsel)

Bodrum
“Babam 1986 yılında Bodrum’da oturmaya karar verdi. Daha doğrusu 6 ay İstanbul’da, 6 ay Bodrum’da yaşamak istiyordu. İlhan Berk’in de yardımıyla küçük bir yer aldılar ve 1986 Mayıs’ında an­nemle Bodrum’a gittiler. Büyük bir keyifle evin bütün eksiklerini gi­derdiler, eve eşya aldılar. Çok heyecanlıydı. Burada şiiryazmak, ça­lışmak istiyordu. 15 gün sonra da ben ve o zaman 6 yaşında olan kı­zım Emine onları Bodrum’da ziyarete gittik.
Her şey çok güzel ve heyecanlıydı. Ancak iki gün sonra baba­mın beyin kanaması geçirdiğini fark edip İstanbul’a döndük. Ame­liyata alındı. Ama maalesef kurtarılamadı.” (Kızı Nuran Birol) Can­sever 28 Mayıs 1986’da aramızdan ayrılır.

Cansever, Mefharet
Cansever’in eşi Mefharet Cansever eski İstanbullu bir ailenin kızıdır. Annesi Sarıyer’den Kadıköy’e gelin gelir ve Mefharet Erk Ka­dıköy’de doğup büyür. Çok genç yaşta Cansever’le evlenir.
1986’da Cansever’in ölümüyle 39 yıllık birliktelik noktalanır. Mefharet Cansever bir ev hanımı olarak hem çocuklarıyla, hem ev işleriyle uğraşır, bir yandan da Cansever’i yalnız bırakma­maya çalışır. Şaireşinin dostları onun da dostlarıdır. Çoğunlukla ai­lece görüşülür zaten. Edip Cansever’in yazıp bitirdiği şiirlerin ilk okuru da Mefharet Cansever’dir.
Edip Cansever masa başı söyleşilerini çok sever; Mefharet Cansever de fazlasıyla konukseverdir, konuk ağırlamaktan hiç yüksünmez.
“1960’ların ortaları olmalı; belki 1964 ya da 1965... Mehmet Şeyda ve eşi Canseverler’in Fenerbahçe Dalyan’daki yazlıklarına ko­nuk giderken beni de götürüyorlar. Önce gitmek istemiyorum. Cansever’le tanışıklığımız var ama hem çağrılı değilim, hem de o sıralarda gündemde olan İkinci Yeni tartışmalarının açılmasından çekini­yorum... Sonunda gidiyorum. Ev çok kalabalık. Tanıdığım tanımadı­ğım birçok kimse var. Süreyya Kanıpak da geliyor. Belki daha “Berfe” adını almamış. Bir arkadaşımın gelmesi beni rahatlatıyor. Can­sever’in tutumu da çok içten; ille yemeğe kalın diye tutturuyor. Bun­ca kişiye nasıl sofra kurulacak... Aklım almıyor. Yeni tanıdığım Mef­haret hanıma bakıyorum, ne bir telaş, ne bir sıkıntı belirtisi var. Hiç oralı değil. Bir ara kayboluyor. Ardından sofra donatılıyor. Rakı içile­cek. Derken ortaya bulgur pilavını andıran bir yemek geliyor. Yavaş­ça bunun ne olduğunu soruyorum. Meyhane pilavıymış. Böylece ilk kez Mefharet hanımın elinden yediğim meyhane pilavının tadı da­mağımda kalıyor. Bir daha unutamıyorum...” (Eray Canberk)
“Muhakkak ki bütün evlerimize çok konuk gelmiştir. Ama Dalyan’daki masamızı asla unutmayacağım. Bir keresinde evin içinden balkona kadar uzatılmıştı. Rakılar yavaş yavaş tükenir; şar­kılar, sohbetler bütün gece sürerdi... Annemin sadece meyhane pi­lavına iltifat etmek haksızlık olur.
       Bütün yemekleri biryaz bahçesi gibi hazırlar, bu hareketli yaşa­mı bir orkestra şefi gibi idare ederdi... Belki de Nahit hanımdan sonra evini konuklarına en çok açan, sofrasında en çok edebiyatçı ağırlayan bir kadın olarak edebiyat dünyasında adı geçebilir.” (Kızı Nuran Birol) Gerçekten de Mefharet hanımın sofraları Cansever’in ölü­münden sonra da sürer. Cansever’in ölüm günü olan 28 Mayıs’ta mezarının başında her yıl bir anma toplantısı yapılır, toplantıya katıIanlar sonra da Etiler ile Bebek arasındaki evde, Mefharet hanımın sofrasında buluşarak eski günleri yaşatıp Cansever’i anarlar.
Cemal Süreya
Cemal Süreya 1980’li yıllarda dergilerde yayımlanan günlük­lerini topladığı 999. Gün / Üstü Kalsın (1991) adlı kitabında hem İkinci Yeni şairi, hem yakın arkadaşı Cansever’in ölümü karşısındaki ruh halinden söz eder. Bir iki sayfa içinde (ya da bir iki günlük’te) Cansever’in şiir dünyasının da kuşbakışı görünümünü çiziverir.

“ 543. GÜN
TV’de, sekiz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm ha­beri verildi. Bu haber inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya başladım. Oğlum fazla kaygılan­mış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı. Yalnız sanat serüvenimiz değil, hayat serüvenimiz de iç içe durumlar yaşamıştır.”

“56o. GÜN
Ben atımı böyle dört nal sürüyorum ya
Yetişmek için mi bilmem kaçmak için mi?

“561. GÜN
...Edip’i anlatacaktım... Günler var ki bir şey yazamadım. Yazmak bir tat, bir tutku olmaktan çıktı benim için. Bilmem yetiş­mek için mi kaçmak için mi? Edip’in ölümü gerçekten sarstı beni.
Başka bir ilişki vardı aramızda. Keçiyolları telefon kokardı. Öy­le çok ahbaplık etmezdik ama sürekli düşünürdük birbirimizi. Onun bana her zaman hakkımdan fazlasını vermeye alışmış olması, bende onun hakkı konusunda yersiz de sayılabilen bir titizlik mi yaratıyordu?
Edip öldü ve ben, dün, kaç zaman sonra, Kadıköy Açıkçarşısı’nın gondol (gemi satıyor biri) bedestenindeydim. Oranın, yani ge­minin bitişiğinde, olağanüstü bir şey oldu: adamın biri yere iki kapa­ğını açarak koyduğu bir James Bond çantasının içinde üç tane tesbih, iki de şey, iki tomarda, eski milli piyango bileti satıyordu. Uçmasınlar diye üzerlerine lastik bağ geçirilmişti. Aldım elime, tarihlerine baktım. Eski biletler, bir şey çıkmamış, ya da çıksa da zamanı geçmiş biletler. ‘Kim alabilir, kimler alır bunları?’ diye düşündüm. Bir şey gelmedi ak­lıma. Yalnız şu imge: Adam yarın ölecek ve yarın öleceğini bilmiyor...
İmge, beni, satıcıyı, Edip’i, tanıdığımız bir sürü ortak kişiyi kapsayacak biçimde genişledi; bir geceye, bir dostlar sofrasına, bir veda bildirisine, bir dergi yazısına dönüştü.
Yetenekli ve salt duygu Beyhan; (Türk)uvaz çatılı saray: Cary; sonsuz ve güzel Manş Denizi’ni yüzerek geçecek kadar güçlü spor­cu Alev...
Edip’i tanıdıktan kısa bir süre sonra, 6/7 Eylül Olayları çık­mıştı. O akşam, Edip, evine (alnına defne dalı koyacağım düşündü­ğüm Mefharet’in yanına) gitmişti; ben, olayları bütünüyle izledim, sabaha kadar. Yapacak başka işim yoktu zaten...
İlk tanıştığımız gün arkadaşlığımızın renklerini de, baştan sona, olduğu gibi götürecek bir çerçeve oluşmuştu: Orhan Kemal, Hüsamettin Bozok, Agop Arad, Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Cemal Süreya... İlk günkü dostluk, sonuna kadar...
Edip’in çerçeveleri içinde bir başka çerçevedir bu (Arap Ta­lât’ı eklemek şartıyla)... Onun daha çok Fatih’te oturduğu zamanla ilgilidir.
Sonra Bomonti’ye gitti, sonra Bebek’e. Çevresi iyice genişle­di. Orhan Kemal ve Buyrukçu ile ilişkilerinin gevşemesinde bunun da payı olacak. 1959-1964 yılları arasında İstanbul dışındaydım: As­kerlik, Ankara, Paris. Döndüğümde Edip’i o yeni konumu içinde buldum. 6o’lı yıllarda Orhan Kemal ve Muzaffer’in yanında Edip’i hiç görmedim.
Fatih’teyken T.S. Eliot’un Türkçe çevirilerini didikler, Kafka’yı beklerdi.
Bir fuayede bir tuzluk sevmişti: ‘Avusturyalı bir tuzluk.’
Bir sobanın borusu eğri duruyorsa, onu severdi; kendisinin de öyle bir sobası olmadığı (olamayacağı) için hayıflanırdı.
Camsever!
Saat dört dedi mi, masanın örtüsü üstünde bir ‘beyazlık’ ol­sun ister. Uçucu bir şey vardı kadehinde, bir gaz. Yudumladığını göremezdin.
O canlı, o ilk Edip’le, bütün hesaplarını vermiş eski bir uygar­lık gibi gözlerini aralayan son Edip arasında bir ayrım var mı diye düşündüm. Yok bir ayrım.
Her şeye karşın, alaturkayı elden çıkarmayan bir adamdı.
Uzletgâhım ordan oraya taşıyan derviş.
İşte bu piyango biletleri, bütün bunlar...”

“Çağrılmayan Yakup”
Cansever’in 1966’da yayımlanan Çağrılmayan Yakup adlı şiir kitabı 4 uzun şiirden oluşur. Kitaba adını veren ilk şiir “Çağrılma­yan Yakup” o yılların toplumsal / siyasal ortamının da etkisiyle bir yandan eleştirilere uğrarken bir yandan da şiir dünyamızda olumlu yankılar uyandırır. Her iki alandaki tartışmalar kitabın bir süre gün­demde kalmasına yol açar. Özellikle genç şairler ve Cansever okurları, deyim yerindeyse, “Çağrılmayan Yakup” sözünü dillerine pelesenk ederler. Bir yerli filmde bu söz bezek olarak kullanılır. Gi­derek de “çağrılmadan gelen” ya da “çağrılması unutulan” kimse anlamında bir deyim niteliği kazanır “Çağrılmayan Yakup”.
İlginç bir rastlantıdır; “Mısra işlevini yitirdi.” diye yazan Cansever’in daha çok dizeleri (mısraları) dillerde dolaşır. Bu dize­lerden biri de “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” dizesi­dir.

Hazırlayan: Eray Canberk

14 Şubat 2012 Salı

A / Metin Eloğlu


                                                             Edip Cansever’e
Şu yabanıl hergeleler var ya;
— hergele, yabanıl at anlamındadır zaten —
Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;
Ne koşum, ne gem, dizgin, yular, üzengi, eğer de ne?
Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır işim.

At nemize? diyeceksiniz;
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
İnsanoğlu basbayağ.

Yumuşak G’yi — uyakça ola — ilk Dıranas değerlendirmişti;
O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Beş Mevsim / Edip Cansever



Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır
Beş mevsim yaşarım yılda
Bölerim bölerim bir kayısıyı, çıkardığı ses
Bir yakınlık duygusudur yüzümle sakalımla
Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır.

Balıklar dinlenirken sularda, sokak adlarında
Uykulardan geçerim
Ya sabahtır erkendir, ya kimseler rastlamaz bana
Ya alıp başımı gitmek isterim
Bir şiir yazmışımdır da güneyde
Güneyde portakalda.

Ben sanki bir gazetenin hiç okunmayan yerlerindeyim
Kalmışımdır ya da bir kentin varoşlarında
Kendimle konuşurum, çok tuhaf bir noterimdir ben
İmzam bir kıyının kıyı olarak imzasıdır
Olurum böyle işte kumda çakılda.

Ben belki de bir yarış arabasındayımdır kim bilir
Ellerim direksiyonda
Kaplanmıştır soğuğumla her yanım
Hiçbir şey duymuyorumdur hızımla sevişmekten başka
Bir de var her görünüşten tatmışımdır bilirim
Bir kozmonotumdur yani en son dönen dünyaya.

Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır
Beş mevsim yaşarım yılda.


 Görsel:Enrique Climent