Cansever’in
şiirini oluşturmasında Salâh Birsel’in payı önemlidir. Bunu her zaman, bir
başka deyişle ömrünün sonuna kadar açıkyüreklilikle dile getirmiştir.
Cansever
arkadaşlarıyla birlikte 1947’de Edebiyat Dünyası adlı bir dergi çıkarmaya niyetlenir.
1940’larda edebiyatçıların ve sanatçıların uğrak yeri olan Elit Kahvesi’ne iki
arkadaşıyla birlikte yazı istemeye gider. Kahvede tanıdık tanımadık birçok
edebiyatçıyla karşılaşır. Bunların arasında bir tek Salâh Birsel’den ilgi ve
yakınlık görür. Artık Cansever için Birsel’in yeri ayrıdır.
Cansever
ve arkadaşları isteklerine olumlu bir karşılık alamazlar o gün. Cansever’in
arkadaşları “...umutlarını yitirmiş olarak çıkıp” giderler. Ama Cansever
gitmez:
“Ben
kalıyorum. Salâh Birsel yanıma geliyor, dostça, yakın bir ilgi gösteriyor bana.
Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyor. ‘Güzel olan, ama şiir olmayan’ bir
sürü şiirim var elbette.”
“Güzel
olan, ama şiir olmayan” sözüyle Ahmet Hamdi Tanpı- nar’a gönderme yapıyor
Cansever. (Bkz. TANPINAR, AHMET HAMDİ) Şöyle sürdürüyor sonra:
“Yenilerini
yazdıkça getirip okumamı öneriyor. Şiirle başlayan, şiirle süren bir dostluk
kuruluyor aramızda. Şiirin gerçek değerlerini, yapı ve teknik özelliklerini
anlatıyor uzun uzun. Özellikle dizenin ne olduğunu örnekleriyle vurgulayaraktan
bende gerçek bir şiir yaklaşımı sağlıyor. O günlere dek duymadığım tadlar ediniyorum.”
Cansever
1970’lerin başında Mehmet H. Doğan’a gönderdiği yaşamöyküsünde de Elifteki
olaya değindikten sonra şunları yazıyor:
“...Salâh
Birsel geldi yanıma ve ilgilendi. Şiir kitabımdan söz açtı. Arkadaş olduk. Uzun
yıllar da arkadaşlık ettik. Çok şey öğrendim ondan. Nasıl mısra kurulur,
şiirin bütünlüğü nedir, neler okumalı, nelere nasıl bakmalı, hepsini.
Bilmediği, korktuğu (o yıllar öyleydi, herkes biraz çekinirdi hiç değilse)
toplumculuktu.”
Cansever’in
Birsel’le olan ilişkisinde bir etkileme değil bir yol göstericilik, bir şiirce (poetika)
oluşturma çabası söz konusudur.
“Edip’in
ilk şiirleri, Birsel’inkiler gibi sıfatsız ya da az sıfatlı ve değişmecesiz
(mecazsız) şeylerdir. Bu yüzden kimileri Edip’i Birsel’in etkisinde sanır. Bu
büyük bir haksızlıktır. Süssüz olmaları bir yana, onun şiirlerinin
Birsel’inkilerle hiçbir alışverişi yoktur. Hele daha sonraki yıllarda Edip bu
süssüzlüğü de bırakacak, İkinci Yeni içinde değişmecelere, benzetmelere bol bol
kucak açacaktır. Nedir, bu 1947’lerde kestirilemiyor, Edip’in iyi bir ozan
olduğu anlaşı- lamıyordur. Öte yandan onun Birsel’in şiirlerini sevmesi,
Birsel’in de her toplulukta Edip’in şiirlerini övmesi kimilerini kızdırır.” (Salâh
Birsel)
Bodrum
“Babam
1986 yılında Bodrum’da oturmaya karar verdi. Daha doğrusu 6 ay İstanbul’da, 6
ay Bodrum’da yaşamak istiyordu. İlhan Berk’in de yardımıyla küçük bir yer
aldılar ve 1986 Mayıs’ında annemle Bodrum’a gittiler. Büyük bir keyifle evin
bütün eksiklerini giderdiler, eve eşya aldılar. Çok heyecanlıydı. Burada
şiiryazmak, çalışmak istiyordu. 15 gün sonra da ben ve o zaman 6 yaşında olan
kızım Emine onları Bodrum’da ziyarete gittik.
Her
şey çok güzel ve heyecanlıydı. Ancak iki gün sonra babamın beyin kanaması
geçirdiğini fark edip İstanbul’a döndük. Ameliyata alındı. Ama maalesef
kurtarılamadı.” (Kızı Nuran Birol) Cansever 28 Mayıs 1986’da aramızdan
ayrılır.
Cansever, Mefharet
Cansever’in
eşi Mefharet Cansever eski İstanbullu bir ailenin kızıdır. Annesi Sarıyer’den
Kadıköy’e gelin gelir ve Mefharet Erk Kadıköy’de doğup büyür. Çok genç yaşta
Cansever’le evlenir.
1986’da
Cansever’in ölümüyle 39 yıllık birliktelik noktalanır. Mefharet Cansever bir ev
hanımı olarak hem çocuklarıyla, hem ev işleriyle uğraşır, bir yandan da
Cansever’i yalnız bırakmamaya çalışır. Şaireşinin dostları onun da
dostlarıdır. Çoğunlukla ailece görüşülür zaten. Edip Cansever’in yazıp
bitirdiği şiirlerin ilk okuru da Mefharet Cansever’dir.
Edip
Cansever masa başı söyleşilerini çok sever; Mefharet Cansever de fazlasıyla
konukseverdir, konuk ağırlamaktan hiç yüksünmez.
“1960’ların
ortaları olmalı; belki 1964 ya da 1965... Mehmet Şeyda ve eşi Canseverler’in
Fenerbahçe Dalyan’daki yazlıklarına konuk giderken beni de götürüyorlar. Önce
gitmek istemiyorum. Cansever’le tanışıklığımız var ama hem çağrılı değilim, hem
de o sıralarda gündemde olan İkinci Yeni tartışmalarının açılmasından çekiniyorum...
Sonunda gidiyorum. Ev çok kalabalık. Tanıdığım tanımadığım birçok kimse var.
Süreyya Kanıpak da geliyor. Belki daha “Berfe” adını almamış. Bir arkadaşımın
gelmesi beni rahatlatıyor. Cansever’in tutumu da çok içten; ille yemeğe kalın
diye tutturuyor. Bunca kişiye nasıl sofra kurulacak... Aklım almıyor. Yeni
tanıdığım Mefharet hanıma bakıyorum, ne bir telaş, ne bir sıkıntı belirtisi
var. Hiç oralı değil. Bir ara kayboluyor. Ardından sofra donatılıyor. Rakı
içilecek. Derken ortaya bulgur pilavını andıran bir yemek geliyor. Yavaşça
bunun ne olduğunu soruyorum. Meyhane pilavıymış. Böylece ilk kez Mefharet
hanımın elinden yediğim meyhane pilavının tadı damağımda kalıyor. Bir daha
unutamıyorum...” (Eray Canberk)
“Muhakkak
ki bütün evlerimize çok konuk gelmiştir. Ama Dalyan’daki masamızı asla
unutmayacağım. Bir keresinde evin içinden balkona kadar uzatılmıştı. Rakılar
yavaş yavaş tükenir; şarkılar, sohbetler bütün gece sürerdi... Annemin sadece
meyhane pilavına iltifat etmek haksızlık olur.
Bütün
yemekleri biryaz bahçesi gibi hazırlar, bu hareketli yaşamı bir orkestra şefi
gibi idare ederdi... Belki de Nahit hanımdan sonra evini konuklarına en çok
açan, sofrasında en çok edebiyatçı ağırlayan bir kadın olarak edebiyat
dünyasında adı geçebilir.” (Kızı Nuran Birol) Gerçekten de Mefharet hanımın
sofraları Cansever’in ölümünden sonra da sürer. Cansever’in ölüm günü olan 28
Mayıs’ta mezarının başında her yıl bir anma toplantısı yapılır, toplantıya katıIanlar
sonra da Etiler ile Bebek arasındaki evde, Mefharet hanımın sofrasında
buluşarak eski günleri yaşatıp Cansever’i anarlar.
Cemal Süreya
Cemal
Süreya 1980’li yıllarda dergilerde yayımlanan günlüklerini topladığı 999. Gün
/ Üstü Kalsın (1991) adlı kitabında hem İkinci Yeni şairi, hem yakın arkadaşı
Cansever’in ölümü karşısındaki ruh halinden söz eder. Bir iki sayfa içinde (ya
da bir iki günlük’te) Cansever’in şiir dünyasının da kuşbakışı görünümünü
çiziverir.
“
543. GÜN
TV’de,
sekiz haberlerinde, birden, Edip Cansever’in ölüm haberi verildi. Bu haber
inanılmaz ölçüde sarstı beni. Rastlanmadık bir biçimde ve yüksek sesle ağlamaya
başladım. Oğlum fazla kaygılanmış, gelip avutucu şeyler söyledi. Turgut’ta
bunca sarsılmamıştım. Üst üste gelişte bir şey var belki. Otuz yıllık arkadaşımdı.
Yalnız sanat serüvenimiz değil, hayat serüvenimiz de iç içe durumlar
yaşamıştır.”
“56o.
GÜN
Ben
atımı böyle dört nal sürüyorum ya
Yetişmek
için mi bilmem kaçmak için mi?
“561.
GÜN
...Edip’i
anlatacaktım... Günler var ki bir şey yazamadım. Yazmak bir tat, bir tutku
olmaktan çıktı benim için. Bilmem yetişmek için mi kaçmak için mi? Edip’in
ölümü gerçekten sarstı beni.
Başka
bir ilişki vardı aramızda. Keçiyolları telefon kokardı. Öyle çok ahbaplık
etmezdik ama sürekli düşünürdük birbirimizi. Onun bana her zaman hakkımdan
fazlasını vermeye alışmış olması, bende onun hakkı konusunda yersiz de
sayılabilen bir titizlik mi yaratıyordu?
Edip
öldü ve ben, dün, kaç zaman sonra, Kadıköy Açıkçarşısı’nın gondol (gemi satıyor
biri) bedestenindeydim. Oranın, yani geminin bitişiğinde, olağanüstü bir şey
oldu: adamın biri yere iki kapağını açarak koyduğu bir James Bond çantasının
içinde üç tane tesbih, iki de şey, iki tomarda, eski milli piyango bileti
satıyordu. Uçmasınlar diye üzerlerine lastik bağ geçirilmişti. Aldım elime,
tarihlerine baktım. Eski biletler, bir şey çıkmamış, ya da çıksa da zamanı
geçmiş biletler. ‘Kim alabilir, kimler alır bunları?’ diye düşündüm. Bir şey
gelmedi aklıma. Yalnız şu imge: Adam yarın ölecek ve yarın öleceğini
bilmiyor...
İmge,
beni, satıcıyı, Edip’i, tanıdığımız bir sürü ortak kişiyi kapsayacak biçimde
genişledi; bir geceye, bir dostlar sofrasına, bir veda bildirisine, bir dergi
yazısına dönüştü.
Yetenekli
ve salt duygu Beyhan; (Türk)uvaz çatılı saray: Cary; sonsuz ve güzel Manş
Denizi’ni yüzerek geçecek kadar güçlü sporcu Alev...
Edip’i
tanıdıktan kısa bir süre sonra, 6/7 Eylül Olayları çıkmıştı. O akşam, Edip,
evine (alnına defne dalı koyacağım düşündüğüm Mefharet’in yanına) gitmişti;
ben, olayları bütünüyle izledim, sabaha kadar. Yapacak başka işim yoktu
zaten...
İlk
tanıştığımız gün arkadaşlığımızın renklerini de, baştan sona, olduğu gibi
götürecek bir çerçeve oluşmuştu: Orhan Kemal, Hüsamettin Bozok, Agop Arad,
Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Cemal Süreya... İlk günkü dostluk, sonuna
kadar...
Edip’in
çerçeveleri içinde bir başka çerçevedir bu (Arap Talât’ı eklemek şartıyla)...
Onun daha çok Fatih’te oturduğu zamanla ilgilidir.
Sonra
Bomonti’ye gitti, sonra Bebek’e. Çevresi iyice genişledi. Orhan Kemal ve
Buyrukçu ile ilişkilerinin gevşemesinde bunun da payı olacak. 1959-1964 yılları
arasında İstanbul dışındaydım: Askerlik, Ankara, Paris. Döndüğümde Edip’i o
yeni konumu içinde buldum. 6o’lı yıllarda Orhan Kemal ve Muzaffer’in yanında
Edip’i hiç görmedim.
Fatih’teyken
T.S. Eliot’un Türkçe çevirilerini didikler, Kafka’yı beklerdi.
Bir
fuayede bir tuzluk sevmişti: ‘Avusturyalı bir tuzluk.’
Bir
sobanın borusu eğri duruyorsa, onu severdi; kendisinin de öyle bir sobası
olmadığı (olamayacağı) için hayıflanırdı.
Camsever!
Saat
dört dedi mi, masanın örtüsü üstünde bir ‘beyazlık’ olsun ister. Uçucu bir şey
vardı kadehinde, bir gaz. Yudumladığını göremezdin.
O
canlı, o ilk Edip’le, bütün hesaplarını vermiş eski bir uygarlık gibi
gözlerini aralayan son Edip arasında bir ayrım var mı diye düşündüm. Yok bir
ayrım.
Her
şeye karşın, alaturkayı elden çıkarmayan bir adamdı.
Uzletgâhım
ordan oraya taşıyan derviş.
İşte
bu piyango biletleri, bütün bunlar...”
“Çağrılmayan Yakup”
Cansever’in
1966’da yayımlanan Çağrılmayan Yakup adlı şiir kitabı 4 uzun şiirden oluşur.
Kitaba adını veren ilk şiir “Çağrılmayan Yakup” o yılların toplumsal / siyasal
ortamının da etkisiyle bir yandan eleştirilere uğrarken bir yandan da şiir
dünyamızda olumlu yankılar uyandırır. Her iki alandaki tartışmalar kitabın bir
süre gündemde kalmasına yol açar. Özellikle genç şairler ve Cansever okurları,
deyim yerindeyse, “Çağrılmayan Yakup” sözünü dillerine pelesenk ederler. Bir yerli
filmde bu söz bezek olarak kullanılır. Giderek de “çağrılmadan gelen” ya da
“çağrılması unutulan” kimse anlamında bir deyim niteliği kazanır “Çağrılmayan
Yakup”.
İlginç
bir rastlantıdır; “Mısra işlevini yitirdi.” diye yazan Cansever’in daha çok
dizeleri (mısraları) dillerde dolaşır. Bu dizelerden biri de “Ne gelir
elimizden insan olmaktan başka” dizesidir.
Hazırlayan: Eray Canberk