Dünyadaki
kargaşadan, sefaletten ve acıdan sorumlu olan her birimizin insan olarak kendi
içimizde köklü bir devrim gerçekleştirmemiz gerektiğine canı gönülden
inanıyorum. Zira her birimiz kendi içimizde hem toplum hem de bireyiz, hem
şiddet hem de huzuruz; zevk, nefret, korku, saldırganlık, zorbalık ve
kibarlığın bu garip karışımıyız. Bazen bir kişi diğeri üzerine hâkimiyet kurar
ve hepimizin içinde büyük ölçüde dengesizlik vardır.
Bizler
sadece dünyaya karşı değil, kendimize, yaptıklarımıza, düşündüklerimize,
eylemlerimize, duygularımıza karşı da sorumluyuz. Bu tuhaf karışımı, şiddetle
inceliğin, şefkatle vahşet, kıskançlık, açgözlülük, haset ve endişenin bu ilginç
çelişkisini anlamadan salt hakikatin veya zevkin peşine düşmek bir anlam ifade
etmez. Kendimizin asıl temelinde köklü bir dönüşüm gerçekleşmedikçe, salt
hakikatin veya zevkin peşinde koşmak beyhudedir. İnsan çok eski zamanlardan
beri hakikat dediğimiz şeyi, Tanrı dediğimiz zamansız hali, ölçülemez ve tarif
edilemez varlığı arayıp durmuştur. İnsan hep bunu aramıştır çünkü hayatı çok
sönüktür. Her zaman hayatında ölüm, ihtiyarlık, onca ıstırap, çelişki,
çatışma, dayanılmaz sıkıntı ve anlamsızlık var. Biz bu duruma hapsol- muş
durumdayız ve bundan kurtulmak için -ya da bu karmaşık varoluşu biraz olsun
anladığımız için- daha fazlasını bulmak istiyoruz, zamanla, düşünceyle, insani
çürümeyle bozulmayacak bir şeyi istiyoruz. Nitekim insan hep bunu aramıştır ve
bulamadığında da inancı yeşertmiştir. Bir tanrıya, kurtarıcıya veya düşünceye
duyulan inancı...
İnancın
kaçınılmaz olarak şiddeti körüklediğini fark ettiniz mi, bilmiyorum. Bunu
düşünün. Bir fikre, bir kavrama inanç beslediğimde o fikri, o kavramı, o
sembolü korumak isterim; o sembol, o fikir, o ideoloji kendimin bir
yansımasıdır. Onunla özdeşleşmişimdir ve her ne pahasına olursa olsun onu
korumak isterim. Bir şeyi korumak istediğimde şiddete yönelirim. Ve giderek
şiddet arttıkça inanç kaybolur; artık Tanrı sayesinde hiç kimse hiçbir şeye
inanmaz olur. Bu durumda kişi ya kinik ve sert olur ya da düşünsel doyum sağlayan
bir felsefe icat eder ama asıl sorun çözülmüş değildir.
Asıl
sorun şudur: İnsan çatışmayla dolu bu karmaşık, mutsuz dünyada sadece dışsal
olarak değil içsel olarak da esaslı bir dönüşümü nasıl gerçekleştirecek? Bu
endişe ve çelişki dünyasında köklü bir devrimi nasıl yapacak? Zira bu değişim
gerçekleştiğinde insan istiyorsa daha ilerisine gidebilir. Fakat eğer bu
radikal, esaslı değişim olmazsa her türlü çaba boşa gidecektir. Hakikat
arayışı, bir tanrının, zamansız bir boyutun olup olmadığı sorusu başka birisi
tarafından, bir rahip, bir kurtarıcı tarafından değil de bizzat sizin
tarafınızdan cevaplanacak bir sorudur; bu soruyu, ancak sözünü ettiğimiz köklü
değişim her insanda gerçekleştiği zaman kendi başınıza cevaplandırabilirsiniz.
İşte bütün bu konuşmalarda bizim ele aldığımız mesele de budur. Bizler sadece
dışımızdaki bu sefil dünyada nesnel bir değişimi nasıl gerçekleştireceğimizle
değil aynı zamanda içsel bir devrimi nasıl başlatacağımızla da ilgileniyoruz.
Çoğumuz öylesine dengesiz, öylesine şiddete yatkın, açgözlü ve bir şeyler ters
gittiğinde hemencecik incinen insanlarız ve bana öyle geliyor ki asıl
meselemiz, bu dünyada yaşayan sizin ve benim gibi bir insanın ne yapacağıdır.
Sahiden
yapabileceğimiz bir şey var mı? Bu soruyu kendinize ciddiyetle sorduğunuzda
cevabınızın ne olacağını merak ediyorum. Biliyorsunuz, hayati bir soru
soruyoruz. İnsan olarak siz ve ben ne yapabiliriz, sadece dünyayı değil aynı
zamanda kendimizi de değiştirmek için ne yapabiliriz? Cevabı birisi bize
söyleyecek mi? İnsanlar bize çok şey söylediler, bu meseleleri sıradan
insanlara kıyasla daha iyi anlaması beklenen din adamları bizlere çok şey
söylediler ama fazla ileriye taşıyamadılar. Onların onca bilgilerine rağmen
bizi ileri noktalara taşıyamıyorlar.
Birisine
bel bağlayamayız; rehber yok, öğretmen yok, otorite yok, sadece insanın
kendisi ve başkalarıyla ve dünyayla ilişkisi var; başka da bir şey yok. İnsan
bunu anladığında, bununla yüzleştiğinde, ya kinikliğe, sertliğe ve benzeri şeylere
yol açan büyük bir çaresizliğe ulaşır ya da bu yüzleşmeyle başka birinden değil
de sadece kendisinden ve dünyadan tamamen sorumlu olduğunu kavrar. İnsan
bununla yüzleştiğinde artık kendine acımaz. Çoğumuz kendimize acıyoruz,
başkalarını suçluyoruz ve bu eğilim berraklık doğurmuyor.
Bu
dünyada çatışmadan, nefretten, şiddetten uzak akıllı, mantıklı, sağlıklı
yaşayıp, aynı zamanda içimizde büyük bir dengeye ulaşabilmek için siz ve ben ne
yapabiliriz? Bana kalırsa bu soru her birimizin kendi başımıza cevaplamamız gereken
bir sorudur.
Çoğumuz
ne yapmamız gerektiğini öğrenmek veya yeni bir şablona uymak için dinliyoruz.
Yahut salt yeni bilgiler edinmek için dinliyoruz. Eğer bu tutumla buradaysanız
bütün bu konuşmalarda yapmaya çalıştığımız şey açısından fazla bir ilerleme
kaydedemezsiniz. Ne yazık ki hepimiz bize bir şeylerin anlatılmasını istiyoruz.
Birileri bize bir şeyler öğretsin diye dinliyoruz; sadece kendisine bir
şeylerin anlatılmasını isteyen zihin açıkçası öğrenme yetisinden yoksundur.
Kendisine
bir şeylerin öğretilmesini istemekle alakası olmayan bir öğrenme sürecinin
olduğunu düşünüyorum. Çoğumuzun kafası karışık olduğu için bu karışıklıktan
kurtulmamıza yardım edecek birini arıyoruz, dolayısıyla sadece belli bir
kalıba uymak için öğreniyor ya da bilgi ediniyoruz; bana öyle geliyor ki, bütün
bu öğrenme türleri kaçınılmaz olarak yalnızca daha fazla karmaşaya değil aynı
zamanda zihnin bozulmasına da yol açar. Farklı bir öğrenme türünün olduğuna
inanıyorum; içinde ne öğretmenin ne de öğrencinin, ne gurunun ne de müridin
olduğu, kendimizi sorguladığımız bir öğrenme. Zihninizin işleyişini
sorgulamaya başladığınızda, düşüncelerinizi, günlük etkinliklerinizi ve duygularınızı
gözlemlediğinizde, bir şey öğrenemezsiniz çünkü size öğretecek birisi yoktur.
Sorgulamanızı bir otoriteye, varsayıma, ön bilgiye dayandıramazsınız. Aksi
halde sadece zaten bildiğiniz bir kalıba uyum sağlamış olusunuz ve dolayısıyla
artık kendinize dair bir şeyler öğrenmiyorsunuz demektir.
İnsan
en tatmin edici, en konforlu, en zevkli yolu kolayca kabul eder. Bu limana
sığınmak çok kolaydır. Ve otorite bir dinsel ya da psikolojik sistem içinde bir
yöntemi önünüze koyup size dayatır. Bu yöntemle güvenliğe nasıl ulaşacağınızı
size söyler. Fakat bu otoritede güvenliğin olmadığını fark ederseniz o zaman
herhangi bir rehberlik, kontrol, psikolojik çaba olmadan yaşamanın mümkün olup
olmadığını keşfedebilirsiniz. Böylece zihnin meselenin özünü kavramak için
özgür olup olamayacağını araştırmaya, görmeye başlarsınız; bu sayede ne olursa
olsun asla herhangi bir psikolojik kalıba uyum sağlamazsınız.
Bu
çok şey talep etmek demektir. Çünkü bizler eğitimliyiz, çünkü otoriteyi
kabullenmeye şartlandırılmışız, çünkü bu yaşamanın en rahat ve kolay yolu.
Derin bir tatmin, derin bir güvence bulma umuduyla bütün inançlarımızı,
birisine, bir düşünceye, bir kanaate veya bir öğretiye olan güvenimizi, ona
kendimizi teslim etmeyi bir kenara bırakalım. Zira o gurular, o öğretiler
yapacaklarını yaptılar ve siz sadece onları takip ettiniz.
Şimdi
akıllı, oldukça uyanık, kelimenin normal anlamında farkında olan kişi bütün
bunlara toptan karşı çıkar. Konuşma özgürlüğü ve diğer özgürlüklerin olduğu,
sizinki gibi özgür bir ülkede yaşayan insanlar olarak sizler totaliter bir
devlete şiddetle karşı çıkarsınız ama psikologların, guruların, şimdi değil de
gelecekte harika bir şey vaat eden öğretilerin otoritesini kabulleniyorsunuz;
çok tatmin edici olduğu için bu otoriteyi benimsiyorsunuz. Bu nedenle
istediğiniz takdirde bütün bunları ortadan kaldıracağız; aksi halde sözünü
ettiğimiz zekâyı uyandıramayız.
Psikolojik
otoritenin olduğu yerde uyum da olur; başkalarının çeşitli onaylarla koyduğu
kalıba uyum ya da deneyimlediğiniz, hissettiğiniz ve onunla güven bulduğunuz
kendi otoritenize uyum. Psikolojik otoritede, öğretilerde -konuşmacının
öğretileri, dinsel öğretiler ve tanıdığınız en iyi gurunun öğretileri de dâhil-
güvence var mıdır? Ve gördüğünüz gibi, milyonlarca insan sonunda bir gün,
gelecek hayatta güvenceye ulaşma umuduyla bu yolu, bu düşünce biçimini takip
ediyor. Şimdi biz bunda bir hakikat payı olup olmadığım kendimize soracağız.
Lütfen
birlikte ilerleyelim. Tamam mı? Birlikte keşfediyoruz. Bu sorunu birlikte ele
alıyoruz yani ben düşünüyorum siz de sadece dinliyor değilsiniz; insanın
güvenlik ve mutluluk bulma umuduyla öteden beri taşıdığı bu ağır yükün hakikatini
ortaya çıkarmak için meseleyi birlikte paylaşıyoruz. Uyuma, taklide, herhangi
bir geleneği takip etmeye dayanmayan bir günlük hayatı yaşayıp
yaşayamayacağımız sorusunu çok ama çok dikkatlice ele almak hem konuşmacının
hem de sizin sorumluluğunuzdadır çünkü eğer bir geleneğe, bir onaya, bir
şablona sahip olursanız kaçınılmaz bir şekilde bilinçli veya bilinçsiz olarak
ona uyum gösterirsiniz.
İnsan
dinsel veya psikolojik bir şablona ya da kendisinin oluşturduğu bir şablona
uyum gösterdiğinde fiilen olan ile şablon arasında hep bir çelişki söz konusu
olur. Her zaman bir çatışma yaşar ve bu çatışma hiç bitmez. Kişinin bir şablonla
işi bittiğinde bir başkasına geçer. Bu idealler, şablonlar, çıkarımlar,
inançlar ve benzeri şeyler yüzünden insan bu çatışma alanında yaşamak için
eğitilmiştir. Bir şablona uyan insan asla özgür olamaz; sevginin ne olduğunu
asla bilemez, her zaman mücadele içinde olduğundan kendine önem verir; benlik
kendini geliştirme fikriyle olağanüstü önem kazanır.
Öyleyse
şablonsuz yaşamak mümkün müdür? Şablon derken, gelenekleri, çıkarımları,
idealleri, gelecekte gelişmenize yardım edecek ilahi bir varlığın olduğu
varsayımım kast ediyoruz; bütün bunları zaten biliyorsunuz. Şimdi tüm insanlığın
eksiksiz bir temsilcisi olarak insan bu meselenin hakikatini nasıl ortaya
çıkaracak? İnsanın bilinci köklü, esaslı bir şekilde değiştiğinde -değişmekten
ziyade dönüştüğünde- o zaman o insan bütün insanlığın bilincini etkiler. Lütfen
meselenin özünü görün, o zaman çok sorumlu olursunuz, o zaman kendi küçük
dertlerinize, seks yapıp yapmamaya, sigara içip içmemeye -bildiğiniz bütün bu
eften püften meselelere- kafa yormakla yetinmezsiniz.
İçinde
otorite kıvılcımının yanmadığı bir hayatın olup olmadığını birlikte araştırıp
göreceğiz. Bu meseleyi nasıl irdeleyeceğiz? Hangi kapasiteyle araştıracağız?
Araştırmak için güdüden kurtulmak gerekir. Kişi otorite meselesini araştırmak
istediğinde, geçmişi ona şöyle der: İtaat etmeliyim, takip etmeliyim. Ve süreç
içinde insanın geçmişi hep korumacı davranır, kişinin araştırmasını çarpıtır.
Geçmişi hiçbir surette araştırmasına müdahale etmesin diye kişi geçmişinden
sıyrılabilir mi?
İnsanın
acilen hakikati bulma gereği, bu zaruret, bu talep geçmişi susturur; insanın
keşfetme hevesi öylesine yoğundur ki geçmiş artık müdahale edemez. Her ne kadar
kişinin geçmişi, aldığı eğitim, şartlanması çok güçlü olsa da -ki asırlar boyu
birikmiştir; insan bilinçli olarak onunla mücadele edemez, onu bir kenara
atamaz; onunla savaşamaz çünkü onunla savaşmanın yalnızca onu güçlendirmeye
yaradığını görür- otoritenin hakikatini bulmaya dönük kararlılığı geçmişi çok
uzağa atar; öyle ki geçmiş artık onun zihnini meşgul etmez.
İnsanların
diğer insanlara psikolojik olarak, hariçten dayattığı otorite meselesini
incelemeye, onun hakikatini öğrenmeye hazır mısınız? Hakikati bulmak için
otoritenin özünü araştırmaya dönük bir saik veya sebep olmamalıdır. Bu çok şeyi
gerektiren bir iştir, öyle değil mi? Buna hazır mıyız? Yoksa hepimiz çok mu
yaşlıyız? Eğer çok yaşlıysanız bu sizin sorununuz, eğer kararlı değilseniz bu
da sizin sorununuz.
Bir
insan olarak meselenin özünü öğrenmek istiyorum. İnsanlığın bir temsilcisi
olduğumu kabul ederek ben kendime "Bu meselenin hakikatini öğrenmek
istiyorum," diyorum. Sözünü ettiğim mesele ise hiçbir uyum, hiçbir
çatışma, hiçbir amaç, hedef, ideal -ki bunların hepsi çatışma yaratır- olmaksızın
bir hayat yaşamanın mümkün olup olmadığıdır. Araştırmanın yoğunluğu meselenin
aslını öğrenme aciliyetine, keşfetmeye dönük muazzam enerjiye sahip olmaya
dayanır.
Kâğıt
üzerinde parlak bir ütopyanın, cesur yeni bir dünyanın taslağını çizebiliriz
fakat bilinmeyen bir gelecek uğruna şimdiyi feda etmek kesinlikle
sorunlarımızın hiçbirini çözmez. Gelecekle şimdinin arayışına giren o kadar çok
unsur var ki hiç kimse geleceğin nasıl olacağını bilemez. Ciddiyet taşıyan biri
olarak bizlerin yapabileceği ve yapması gereken iş sorunlarımızı geleceğe
ertelemeden şimdi ele almaktır. Sonsuzluk geleceğin içinde değildir; sonsuzluk
şimdidir. Sorunlarımız şimdide mevcut ve ancak şimdiki zamanda çözülebilir.
Ciddi
insanlar olarak kendimizi yeniden oluşturmalıyız. Ama yeniden oluşum ancak
kendimizi korumak ve saldırgan arzularla aracılığıyla yarattığımız değerlerden
kopmakla mümkün olabilir. Kişinin kendini bilmesi özgürlüğün başlangıcıdır ve
ancak kendimizi bildiğimizde düzeni ve huzuru sağlayabiliriz.
Şimdi
bazıları şunu sorabilir: "Tek bir birey tarihi etkileyecek ne yapabilir?
O, yaşam tarzıyla sahiden bir şey başarabilir mi?" Elbette başarabilir.
Sizler ve ben tabii ki mevcut savaşları hemen durduramayız veya uluslar arasında
ani bir anlayış yaratamayız ama en azından günlük ilişkiler dünyasında kendi
etkisini doğuracak temel bir değişimi meydana getirebiliriz.
Ancak
ve ancak insan sonuç alma hevesine kapılmazsa bireysel aydınlanma kalabalık
insan gruplarını etkileyebilir. Eğer insan kazanç ve sonuç açısından düşünürse
doğru bireysel dönüşüm mümkün olmaz.
İnsani
sorunlar basit değildir, çok karmaşıktır. Onları anlamak sabır ve içgörü
gerektirir ve birey olarak bizlerin o sorunları kendi başımıza anlayıp
çözmemiz hayati önem taşımaktadır. Onlar ne kolay formüllerle ne de
sloganlarla anlaşılabilir. Keza onlar sadece daha fazla kargaşa ve sefalet doğuran
belirli bir çizgide çalışan uzmanlar tarafından çözülemez. Ancak topyekûn bir
süreç olarak kendimizin farkına vardığımızda, yani tüm psikolojik yapımızı
kavradığımızda sorunlarımızı anlayıp çözebiliriz. Ve hiçbir dini veya siyasi lider
bize bu anlayışın anahtarım sunamaz.
Kendimizi
anlamak için sadece başka insanlarla ilişkimizin değil mülkiyetle, fikirlerle
ve doğayla olan ilişkimizin de farkına varmalıyız. Bütün toplumların temeli
olan insani ilişkilerde hakiki bir devrim yapacaksak değerlerimizde ve bakış
açımızda köklü bir değişim gerçekleştirmemiz gerekir; ama kendimizi gerekli ve
esaslı dönüşümden geçirmekten uzak duruyoruz ve dünyada her zaman kan dökmeye
ve felaketlere yol açan siyasi devrimler yapmaya çalışıyoruz.
Duyuma
dayanan ilişki asla benlikten kurtulmanın yolu olamaz; buna rağmen
ilişkilerimizin çoğu duyuma dayalıdır; onlar şahsi avantaj, rahatlık,
psikolojik güvence arzusunun ürünüdür. Her ne kadar bu ilişkiler bize benlikten
geçici olarak kurtulma fırsatı sunsa da dışa kapatan ve bağlayıcı etkinlikleriyle
benliğe güç katmaktan öteye geçmezler. İlişki benliğin ve onun tüm
etkinliklerinin görüldüğü bir aynadır ve ancak benliğin halleri ilişkilerdeki
tepkiler içinde anlaşıldığında benlikten yaratıcı şekilde sıyrılış mümkün
olabilir.
Cehalet
benliğin hallerinin bilgisinden yoksun olmaktır ve bu cehalet yüzeysel
etkinlikler ve reformlarla yok edilemez; ancak kişinin tüm ilişkilerinden
benliğin tepkilerinin ve hareketlerinin her daim farkında olmasıyla söz konusu
cehalet ortadan kaldırılabilir.
Anlamamız
gereken husus, bizlerin sadece çevre tarafından şartlanmış olduğumuz değil,
aynı zamanda bizzat çevre olduğumuzdur; bizler çevreden ayrı bir şey değiliz.
Düşüncelerimiz ve tepkilerimiz bir parçası olduğumuz toplumun bize dayattığı
değerlerle şartlandırılmış durumdadır.
Bizlerin
topyekûn çevre olduğumuz gerçeğini görmüyoruz çünkü "ben"in, benliğin
çevresinde dönen çeşitli unsurlar var içimizde. Benlik değişik türlerdeki
arzular olan bu unsurlardan ibarettir. Arzuların bir araya gelişinden merkezi
fikir, düşünen kişi, "ben" ve "benim" iradem ortaya çıkar;
böylece benlik ve benlik-olmayan, ben ve çevre ya da toplum arasında bir
bölünme oluşur. Bu bölünme gerek içsel gerekse dışsal çatışmanın başlangıcıdır.
Gerek
bilinçli gerekse bilinçdışı tüm bu sürecin farkındalığı meditasyondur ve
meditasyon yoluyla arzulan ve çatışmalarıyla benlik aşılır. İnsan benliği
koruyan etkilenimler ve delerlerden arınmak istiyorsa kendini bilmesi şarttır
ve ancak ondan sonra kazanacağı özgürlük içinde yaratım, hakikat, Tanrı veya ne
derseniz deyin o olur.
Fikirler
ve gelenek çok küçük yaşlardan itibaren düşüncelerimizi ve duygularımızı
şekillendirir. Anlık etkilenimler ve izlenimler hem bilinçli hem de bilinçdışı
hayatımızı şekillendiren uzun süreli güçlü bir etki yaratır. Uyum, eğitim ve
toplumun tesiriyle çocuklukta başlar.
Taklit
etme isteği hayatımızda sadece yüzeysel seviyede değil derinlerde de çok güçlü
bir faktördür. Bizler bağımsız düşüncelere ve hislere pek sahip değilizdir.
Düşüncelerimiz ve hislerimiz salt tepkiler olarak oluşur ve bu nedenle yerleşik
kalıplardan bağımsız değillerdir çünkü tepkide özgürlük yoktur.
Felsefe
ve din kimi yöntemler ortaya koyar ve bu yöntemlerle biz Tanrıyı veya hakikati
anlamaya çalışırız; ne var ki salt bir yöntemi takip etmek, o yöntem günlük
sosyal yaşantımızda ne kadar faydalı olursa olsun bizi düşüncesiz ve bölük
pörçük bırakır.
Uyum
sağlama dürtüsü yani güvenlik isteği korkuyu besler ve köleliği teşvik eden ve
bizi az ya da çok boyunduruk altına alan siyasi ve dinsel otoriteleri,
liderleri ve kahramanları öne çıkarır ama itaat etmemek sadece otoriteye karşı
bir tepkidir ve hiçbir surette bizlerin bütünlüklü insan olmamıza yardım
etmez. Tepki bitimsizdir; daha fazla tepkiye yol açmaktan öteye geçmez.
Temelindeki
korkuyla birlikte uyum bir engeldir ama bu gerçeğin sadece zihinsel olarak
farkına varmak engeli ortadan kaldırmaz. Ancak tüm varlığımızla engellerin
farkına varırsak daha fazla ve daha derin blokajlar yaratmadan onlardan
kurtulabiliriz.
İçsel
anlamda bağımlı olduğumuzda gelenek üzerimizde büyük söz sahibi olur ve
geleneksel çizgilerde düşünen bir zihin yeni olanı keşfedemez. Uyum sağlayarak
ikiyüzlü taklitçiler, zalim bir sosyal mekanizmanın dişlileri oluruz. Önemli
olan başkalarının bizden düşünmemizi istediği şeyler değil bizzat bizim ne
düşündüğümüzdür. Geleneğe uyum sağladığımızda çok geçmeden olmamız istenilen
şeyin kopyalarına dönüşürüz.
Olmamız
istenilen şeyi taklit etmek korkuyu besler ve korku yaratıcı düşünceyi
öldürür. Korku zihni ve kalbi köreltir, böylece hayatın anlamına karşı duyarsız
kalırız; kendi acılarımızı, kuşların kanat çırpışlarını, başka insanların
sevinçlerini ve üzüntülerim umursamayız.
Bilinçli
ve bilinçdışı korkunun birçok değişik nedeni vardır ve o nedenleri ortadan
kaldırmak uyanık bir gözlemciliği gerektirir. Korku disiplin, itaat ve iradenin
diğer edimleriyle ortadan kaldırılamaz; onun nedenlerinin araştırılıp anlaşılması
gerekir. Bu ise hiçbir yargı taşımayan farkındalığı ve sabrı gerektirir.
Bilinçli
korkularımızı anlayıp yok etmek nispeten kolaydır. Fakat bilinçdışı
korkularımızı çoğumuz keşfetmemiştir bile çünkü onların su üstüne çıkmasına
izin vermeyiz ve ender durumlarda onlar su üstüne çıktıklarında onları alelacele
kılıfa bürür, onlardan kaçmaya çalışırız. Gizli korkuların çoğunlukla rüya ve
diğer ima yollarıyla farkına varırız ve onlar yüzeysel korkulardan daha büyük
bozulma ve çatışma doğurur.
Hayatımız
sadece yüzeyde akmaz, hayatımızın büyük bir kısmı nedensel gözlemden
gizlenmiştir. Gizli korkularınız ortaya çıkıp çözülseydi bilinçli zihnimiz
sürekli meşguliyetten kurtulup bir parça dinginlik bulurdu; öyleyse gizli
korkular yüzeye çıkınca hiçbir engel olmaksızın gözlemlenmelidir çünkü her tür
kınama veya haklı çıkarma korkuyu pekiştirmekten öteye geçmez. Tüm korkulardan
arınmak için onların karanlık etkisinin farkına varmalıyız ve ancak sürgit bir
tem- kinlik korkunun birçok nedenini açığa çıkarabilir.
Korkunun
sonuçlarından biri insani hadiselerde otoriteyi kabul etmektir. Otorite bizim
haklı olma, güvende olma, rahat olma, bilinçli çatışmalardan ve rahatsızlıklardan
kurtulma isteğimiz tarafından yaratılır ama ve sözüm ona bilgeye itaat ve
saygı kılıfına bürünse de korkudan doğan hiçbir şey sorunlarımızı anlamamıza
yardım etmez.
Bilge
otoriteye başvurmaz ve otorite olanlar bilge değildir. Ne tür olursa olsun
korku kendimizi ve başkalarıyla olan ilişkilerimizi anlamamıza engel olur.
Otoriteyi
takip etmek zekânın inkârı demektir. Otoriteyi kabullenmek egemen olana teslim
olmak, bir bireyin, bir grubun veya ister siyasi ister dinsel olsun bir
ideolojinin buyruğu altına girmek demektir ve kişinin kendini otoritenin emri
altına sokması sadece zekânın değil, aynı zamanda bireysel özgürlüğün de inkârı
demektir. Bir dinsel inanca veya düşünce sistemine boyun eğmek kendini
korumaya yönelik bir tepkidir. Otoritenin kabulü sıkıntılarımızı ve
sorunlarımızı geçici olarak örtbas etmeye yardım edebilir ama bir sorundan kaçmak
o sorunu derinleştirmekten öteye geçmez ve süreç içinde kendilik bilgisi ve
özgürlük terk edilir.
Özgürlük
ve otoritenin kabulü nasıl uzlaşabilir ki? Eğer bir uzlaşma varsa özgürlük ve
kendilik bilgisini aradığını söyleyen insanlar bu çabalarında samimi
değillerdir. Özgürlüğün nihai bir amaç, bir son olduğunu düşünüyoruz ve özgür
olmak için kendimizi değişik baskı ve sindirme biçimlerine teslim etmemiz
gerektiğini sanıyoruz. Uyum yoluyla özgürlüğe ulaşmayı umuyoruz ama araçlar da
amaçlar kadar önemli değil mi? Araçlar amaçlan şekillendirmiyor mu?
Barışa
ulaşmak için barışçıl araçlar kullanmalıyız, eğer araçlar şiddet içerikli
olursa sonumuz nasıl barış olabilir ki? Eğer son özgürlükse başlangıç da özgür
olmalı çünkü son ve başlangıç birdir. Ancak başlangıçta özgürlük olursa
kendilik bilgisi ve zekâ elde edilebilir ve otoriteyi kabullenmek özgürlüğü
yadsımak demektir.
Bizler
değişik türlerdeki otoriteye -bilgi, başarı, iktidar ve benzeri- tapmıyoruz.
Gençler üzerinde otorite uyguluyoruz, aynı zamanda hâkim üstün otoriteden
korkuyoruz. İnsanın içsel bakışı olmadığı sürece harici iktidar ve mevki büyük
önem kazanır; o zaman birey giderek daha fazla otoriteye ve zorlamaya teslim
olur, başkalarının oyuncağı haline gelir. Çevremizde işleyen bu süreci
görebiliriz; kriz zamanında demokratik ülkeler totaliter tutumlar sergileyip
demokrasiyi unuturlar ve insanları itaate zorlarlar.
Hükmetme
veya hükmedilme isteğimizin ardındaki zorlamayı anlayabilirsek, o zaman belki
otoritenin kargaşa yaratan etkilerinden kurtulabiliriz. Emin olma, haklı olma,
başarılı olma, bilme özlemi içindeyiz ve kesinliğe, kalıcılığa duyduğumuz bu
özlem dışsal alanda toplumun, ailenin, dinin ve benzeri şeylerin otoritesini
tesis ederken içimizde de kişisel deneyimin otoritesini kurar. Öte yandan
sadece otoriteyi göz ardı etmek, onun harici sembollerini yıkmak çok fazla
anlam ifade etmez.
Bir
gelenekten kopup başka bir geleneğe uyum sağlamak, bir lideri bırakıp başka
lideri izlemek yüzeysel bir harekettir. Eğer otoritenin tüm sürecinin bilincinde
olacaksak, onun içselliğini göreceksek, kesinlik isteğini kavrayıp aşacaksak,
adamakıllı farkındalığa ve içgörüye sahip olmalıyız; özgür olmalıyız, en sonda
değil başlangıçta.
Kesinlik
ve güvence özlemi benliğin belli başlı etkinliklerinden biridir ve bu
dayatmacı dürtünün bükülüp zor kullanılarak başka bir yöne sevk edilmesi veya
istenilen bir kalıba uydurulması değil sürekli gözlemlenmesi gerekir. Benlik,
“ben" ve "benim", çoğumuzun içinde çok güçlüdür; uykuda ve diğer
zamanlarda hep uyanıktır, her zaman kendini güçlendirir. Fakat benliğin
farkına varırsak ve onun tüm etkinliklerinin, ne kadar örtük olursa olsun
kaçınılmaz olarak çatışma ve acıya yol açtığım anlarsak o zaman kesinlik ve güvence
isteği son bulur.
Benliğin
hallerini ve oyunlarını açığa vurması için kişinin sürekli onu gözlemlemesi
gerekir. O halleri ve oyunları, otoritenin sonuçlarını, bunda bizim
kabulümüzün ve reddimizin rol oynadığını anlamaya başladığımızda, kendimizi otoriteden
sıyırmaya başlamışız demektir.
Çoğumuzun
gözünde hayatın sorunları çok ciddi değil ve bizler hazır çareler istiyoruz.
Sorunun içine dalmak istemiyoruz, sorunu enikonu ele almak ve onun anlamına
ulaşmak istemiyoruz; bize çözümün söylenmesini bekliyoruz ve çözüm ne kadar
tatmin ediciyse onu o kadar çabuk kabul ediyoruz. Bir sorunu ele almamız
gerektiğinde, o soruna eğilmek zorunda kaldığımızda zihnimiz isyan eder çünkü
sorunları irdelemeye alışık değilizdir.
Bu
meseleleri düşünürken benden sadece hazır bir cevap bekliyorsanız, korkarım
hayal kırıldığına uğrayacaksınız, ama meseleye birlikte girersek, eski bakış
açılarını bir kenara atıp meseleyi yeni bir gözle değerlendirirsek, o zaman
belki karşılaştığımız ama genellikle görmeye pek yanaşmadığımız pek çok sorunu
çözebiliriz. Onları görmek zorundayız yani gerçeklerle yüzleşme kapasitemizin
olması gerekir ve açıklamalara sığındığımız, zihinlerimizi kelimelerle
doldurduğumuz sürece hiçbir gerçekle yüzleşemeyiz.
Zira
kelimeler, açıklamalar, anılar gerçeğin anlaşılmasını perdeler. Gerçek hep
yenidir çünkü gerçek bir meydan okumadır; ama eğer biz gerçeği eskiymiş gibi
görüp devre dışı bırakırsak o artık yeni olmaktan, bir meydan okuma olmaktan
çıkar. Dolayısıyla bu mevzuları ele alırken sorunu birlikte masaya yatırmamızı
bekliyorum. Ben cevap sunmuyorum, onun yerine her bir sorunu beraberce
irdeleyip aslına inmeyi öneriyorum
.
DİNLEYİCİ:
Yüksek entelektüellerin gözde kaçışı olan bir tür felsefi anarşizmi salık
veriyorsunuz. Bir topluluk her zaman bir tür nizama ve otoriteye gerek duymaz
mı? Savunduğunuz değerleri hangi sosyal düzen ifade edebilir?
KRISHNAMURTI:
Bayım, hayat çok zor olduğunda, sorunlar arttığında, ya zekâ ya da mistisizm
yoluyla kaçıyoruz. Zekâyla kaçışı biliyoruz: Mantığa bürüme, daha kurnazca
araçlar, daha çok teknik, hayata daha fazla ekonomik tepkiler, bunların hepsi
çok ince, örtük ve zihinseldir. Ayrıca mistisizm, kutsal kitaplar ve yerleşik
bir ideaya -bir imge, sembol, üstün varlık veya ne diyorsanız o olarak idea-
tapınma yoluyla kaçış da söz konusu, sanki onlar zihne ait değilmiş gibi; oysa
gerek entelektüel olan gerekse mistik olan zihnin ürünleridir.
Entelektüeli
üstün görüp mistiği küçümsüyoruz çünkü mistiğe tekmeyi vurmak şimdilerde moda
ama her ikisi de zihin yoluyla işliyor. Entelektüel konuşabilir, kendini daha
açık ifade edebilir ama o da kendi düşüncelerine sığınıp orada sessiz sedasız
yaşıyor, toplumu umursamıyor ve zihninin ürünü olan yanılsamaların peşinden
gidiyor. Bu nedenle entelektüel ile mistik arasında bir fark görmüyorum. Her
ikisi de zihnin yanılsamalarının izinde ve ikisi de ne üstün ne de aşağıda. Ne
mistik veya yogi dünyadan geri çekiliyor ne de entelektüelin bir cevabı var.
Entelektüel
veya mistik olmadan, ne mantığa bürümeyle ne de muğlâk ifadelerle, kaçmadan ve
sözlerin, kendi zihnimizin ürünü yöntemlerin büyüsüne kapılmadan bu sorunu
çözmek zorunda olan kişiler siz ve ben gibi sıradan insanlardır.
Siz
neyseniz dünya da odur ve kendinizi anlamadığınız sürece yaratacağınız şey
daima kargaşayı ve sefaleti artıracak; fakat harekete geçmek için kendinizi
anlama sürecinden geçmeniz gerekmez, ilkin kendinizi anlayıp sonra eylemde
bulunacak değilsiniz. Aksine eylem kendinizi anlamak için kurduğunuz ilişkidir.
Eylem, içinde kendinizi anladığınız, kendinizi apaçık gördüğünüz ilişkidir: Ama
eğer mükemmel olmak veya kendinizi anlamak için beklerseniz bu bekleyiş
ölümdür. Çoğumuz aktifiz ve bu aktiflik bizi boş, kuru insanlar haline
getirdi. Bir kez yenilgiye uğradığımızda yeni bir eylemde bulunmayıp bekliyoruz
ve şöyle diyoruz: "Anlayana kadar eylemde bulunmayacağım."
Anlamayı
beklemek bir ölüm sürecidir; ama beklemeyi gerektirmeyen eylemin, anbean
yaşamanın tüm sürecini anlarsanız o zaman bu anlayış, yaptığınız şeyin içinde
yer alır, bizzat kendisi faaldir, yaşamdan aynı bir şey değildir. Yaşamak
eylemdir, yaşamak ilişkidir ve ilişkiyi anlamadığımız için, ilişkiden
kaçtığımız için, kelimelere takılıyoruz ve kelimeler bizi büyüleyip daha çok
kaos ve sefalet doğuran eylemelere sürüklüyor.
DİNLEYİCİ:
Bir toplum her zaman nizama ve otoriteye ihtiyaç duymaz mı?
KRISHNAMURTI:
Toplum şiddete dayalı olduğu sürece elbette otorite de olacaktır. Şimdiki toplumsal
yapımız şiddete, hoşgörüsüzlüğe dayalı değil mi? Toplum ilişki içindeki siz ve
başkalarından ibarettir. Keza ilişkiniz şiddete dayalı değil mi? Nihayetinde
kendiniz için yaşamıyor musunuz? Şimdiki ilişkimiz şiddete -kendini kapatma,
tecrit olarak şiddet- dayalı değil mi? Günlük edimlerimiz bir tecrit işlemi
değil mi? Ve herkes kendini izole ettiği için birlikteliği sağlayacak bir
otoriteye gerek duyuluyor, bu otorite devlet otoritesi de olabilir, yerleşik
dinin otoritesi de.
Şimdiye
dek bizler bir arada tutulabilmişsek bu dinden duyulan korku ya da devletten
duyulan korku yoluyla gerçekleştirilebilmiştir; ama ilişkiyi anlayan ve hayatı
şiddete dayanmayan bir kişi otoriteye ihtiyaç duymaz. Otoriteye ihtiyaç duyan
insan aptal, şiddete eğilimli ve mutsuzdur, tıpkı sizler gibi.
Otoritesiz
kendinizi kaybedeceğinizi düşündüğünüz için otorite peşindesiniz; bütün bu
dinlerin, bu yanılsamaların ve inançların sebebi de bu; keza siyasi ya da dini
onca liderin varlık sebebi de bu. Karışıklık anlarında ortaya lider çıkarıyorsunuz
ve onu takip ediyorsunuz ve o lider, sizin karışıklığınızın ürünü olduğu için
elbette onun da kafası karışık oluyor. Demek ki ilişkilerinizde çatışma,
sefalet ve şiddet ürettiğiniz sürece otorite kaçınılmaz olacak.
DİNLEYİCİ:
Savunduğunuz değerleri nasıl bir sosyal düzen ifade edebilir?
KRISHNAMURTI:
Bayım, hangi değerleri savunduğumu anlıyor musunuz? Ben bir şey savunuyor
muyum, en azından beni ciddiyetle dinlemiş az sayıda insan için? Eski bir dizi
değer yerine yenilerini sunmuyorum. Yerlerine başka bir şey atamıyorum; diyorum
ki: Savunduğunuz şeylere bir bakın, onları inceleyin, onların aslını öğrenin;
ondan sonra tesis edeceğiniz değerler yeni bir toplum yaratacaktır. Başka birisinin
sizin için çizdiği taslağı derinlemesine bilmeden körce takip etmeyin. Her bir
sorunun hakikatini, değerini keşfedecek olan sizsiniz.
Eğer
kulak verirseniz söylediklerimin gayet açık ve yalın olduğunu anlarsınız.
Toplum sizin ürününüz, sizin yansımanız. Dünyanın sorunu sizin sorununuz ve bu
sorunu anlamak için kendinizi anlamanız şart ve kendinizi ancak ilişki içinde
anlayabilirsiniz, kaçarak değil. Dinlerle, başka şeylerle kaçtığınız için de
bildiklerinizin bir değeri ve geçerliliği yok. Başkalarıyla olan ilişkinizi
temelden değiştirmeye yanaşmıyorsunuz çünkü bu sizin gözünüzde sıkıntı demek,
çile demek, devrim demek; bu yüzden yüksek entelektüelden, mistikten ve tüm o
saçmalıklardan bahsediyorsunuz.
Yeni
bir toplum, yeni bir düzen başkaları tarafından kurulamaz, sizin tarafınızdan
kurulmak zorundadır. Bir fikre dayalı bir devrim hiç de devrim değildir.
Gerçek devrim içten gelir ve bu devrim kaçış yoluyla hayata geçmez. Ancak
ilişkilerinizi, günlük faaliyetlerinizi, davranma biçiminizi, düşünme
tarzınızı, konuşma üslubunuzu, eşinize, komşunuza ve çocuklarınıza karşı
tutumlarınızı anladığınızda sözünü ettiğim devrim meydana gelir. Kendinizi
anlamadan, ne yaparsanız yapın, ne kadar uzağa kaçarsanız kaçın, yalnızca daha
fazla sefalete, daha fazla savaşa, daha fazla yıkıma neden olursunuz.