Friedrich Nietzsche etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Friedrich Nietzsche etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2012 Pazar

Sonsöz / Arno Gruen



George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: "Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı: Sefil bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu; düşmanca bir dün­ya içinde hapsolmuşluktan değil, daha çok kuralları benim onlara uymamı gerçekten imkânsız kılan bir iyi ve kötü dün­yası yüzünden." (Such, Such Were The Joys, 1968)
Bu çaresizlik, insanın kendi iç dünyasına yabancılaş­masına neden olur, kişilik gelişiminin "normlara" uy­ması veya başkaldırması önemli değildir. Hemen şekil­ciliğe tutunuruz, bunların toplumsal veya toplum kar­şıtı ideolojilere uyup uymadıkları fark etmez. Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mım devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
Franz Kafka, nafile olan bu tutunmayı çok duyarlı bir biçimde anlatmıştır. Dava adlı romanında, Joseph K. bir bisikletçi kimlik belgesiyle kim olduğunu kanıtla maya çalışır! Kafka'nın kahramanları acı çekmektedir, çünkü sadece görüntüden ibaret olan eksik kimliklere boşuna inanmışlardır. Bütünlüklerini "babacan" ka­nunlarla elde etmeye çalışarak, özlerinin sözde şekilsizliği içinde çözünmekten korunmaktadırlar. Traven' in romanlarındaki kahramanlar ise çok farklıdır. Örneğin Ölü Gemi adlı romanında Koslowski zorla kabul ettiri­len her türlü kimliğe karşı sonuna kadar mücadele et­mektedir.
Başkaldırı ve uyum arasındaki fark esaslıdır. Sadece başkaldırı doğruluğundan şüphe edilmeyen bir kendiliği mümkün kılar, ama insanlarla bütünleşmeye götürmek koşuluyla. Eğer başkaldırı sadece bir şeye karşı koymak amacı taşıyorsa, yani sadece başkaldırmak adına "başkaldırıyorsak, kendi önemimizi azaltmış oluruz. Gerçek bir kendilik için yapılan mücadele bu şekilde suya düşer, böyle bir gelişim kalbi olmayan bir kendilik getirir. Bu yolda karşımıza çıkan asıl tehlike dış tehlike­ler değildir, aynı zamanda yalnızlığın, kaosun ve delili­ğin teröründen duyulan korkudur.
Eğer dışa yönelik başkaldırı içimizde de bir şeyleri değiştiremezse, böyle bir başkaldırının gelişimi uyu­mun gelişimiyle aynı olur. Kendisi de büyük bir asi olan Henry Miller, Rimbaud' nun bir başkaldıran olarak başarısızlığını anlatmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu esere tekrar değinmek istiyorum.
Rimbaud'nun kısa ama ateşli hayatı (en büyük eseri olan Un Saison En Enfer'i on sekizinde bitirmişti) uyum ve duygusuzlaşmaya karşı başkaldıran, "özgürlüğünü ve bilincini geliştirmek için kendisini zorla kabul ettir­dikten sonra fikir değiştirip maddi güvence arayışına giren" bir adamın hikâyesidir. Bu adam "dünyanın ha­rikalarını" incelemek gibi alışılmadık bir istekten yola çıkarak hayatı bütün yönleriyle tecrübe etmek üzere genç bir delikanlıyken, arkadaşlarından ve akrabaların­dan ayrılır. Ama henüz gençken "aklının karışıklığını kutsal" olarak gören bu adam, birdenbire hayatının bu tek meydan okumasından vazgeçer. Doğruluk arayışı durma noktasına gelir, sendeler ve o andan itibaren tam tersi yöne gitmeye başlar. Nefret ettiği düşmanla özdeşleşir.
Miller'e göre Rimbaud, baba evinin çekilmez taşralı havasından kurtulmak için evden kaçar. Sonra ise, terör veya delilik korkusundan kendisini dünyaya hükme­den güçlerin eline teslim ettiğinde altın, silah ve köle ti­careti yapmaya başlar. Miller'a göre "hâzinesini" teslim eder, sanki "omuzundaki yükü buymuş gibi..."
" 'Cehennemdeki gece sırasında', ruhsal vaftizinin kölesi olduğunu anladığında şöyle haykırır: 'Ah, An­ne, Baba, hem benim mutsuzluğuma hem de kendi mutsuzluğunuza neden oldunuz'... Kendini yaşadığı zamana ve doğduğu ülkeye bağlayan her şeyden kopa­rarak şöyle der: 'Kusursuzluğa hazırım.' Belli bir an­lamda öyledir de. Kendi dini törenini hazırlamış, yeni­den içinden doğduğu gecenin karanlığına batmak için korkunç ateş sınavını vermişti. Sanatın ötesinde bir ba­samak olduğunu anlamıştı; panik bir dehşet içinde ve­ya delilik korkusu yüzünden geri çekmek üzere ayağı­nı bu kapının eşiğinden atmıştı... İnsan, kendi gücünün sınırlarına dayanmalı, hangi alanda olursa olsun, kur­tuluşun hasretini çekmek için önce bir köle olduğunu anlamalıdır. Anne ve baba tarafından aşılanan sahte ve olumsuz irade aşılmalıdır, bu irade ancak o zaman olumlu hale gelebilir, kalbimiz ve aklımızla reddedile­bilir. Oğul tahta oturacaksa, baba tahttan indirilmelidir... Baba sert bir terbiyecidir, kanunun ölü harfidir, yasak işaretidir. Biz de sahte bir güç duygusu ve şımarık bir gurur içinde cinnet geçirir ve gemiyi azıya alırız. Sonra da yıkılırız ve aslında bizim olmayan kendilik pes eder. Ama Rimbaud yıkılmadı O babasını tahtından indirmedi, onunla özdeşleşti... Karşı tarafa geçerek nefret ettiği düşmanının yerini aldı... Kimliğini öylesine temelden değiştirdi ki, kendini yolda görse tanıyamazdı. Bu belki de deliliği kandırmak için girişilen son ve umutsuz çabadır, bu şekilde ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor." Hayatının sonlarına doğru "cimri annesinin çiftliğinde acılar içinde sürünerek sonunu beklerken", geçmişteki büyük başarılarını soran bir adama terslenir: "Lütfen bırakın bunları! Bütün bu pisliği arkamda bıraktım." (Mathieu, 1979). Sanki nefret edilen asi kendiliğinin sınırlarından vazgeçmeye çalışır gibi bir hali vardı.
En derin nefretin sığınağına dönüşebilecek yer olan ruhsal sağlık çılgınlığına getirilen böylesine iyi anlayış, aynı zamanda özerkliği olmayan bir kendiliğin esasını da tarif etmektedir. Bir zamanlar ister başkaldırmış, is­ter uzlaşmış olsun, burada en başından beri söz konusu olan boyunduruk altına giren her insanın kendinden duyduğu nefrettir. Bu boyunduruk beraberinde daima kendi gerçeğimizin inkârını da getirir ve ahlâk böyle in­sanların elinde sapkınlaştırılmaktadır. Böyle bir gelişim içindeki insan kendi uyarımlarından korkmaya başlar, böylece Tanrı yerine konan kişiler tarafından onaylan­mak isteği merkeze yerleşir. Bizden bekleneni yaparak kabul görmek, iç huzursuzluğumuzdan kaçma meka­nizması haline gelir. Onaylanmayı, kendiliğimizin amacı haline getirerek, olduğumuz gibi sevilme olana ğından vazgeçmiş oluruz. O andan itibaren böyle bir sevgiye duyulan özlem, kendimizi küçük görmemizin kaynağı haline gelir. Çünkü kendi duyarlılığımız için sevilmek, zayıf biri olduğumuz anlamına gelirdi. Daha önce de defalarca tekrarlanmış olan bu şartlar altındaki bir çocuk, aslında sadece uyumlu olduğunda kendisine sevgi verildiğini öğrenir. Ama, bununla yetinmeyi öğ­renirken, anne ve babasını da içten içe küçük görecek­tir. Kendisi ve sevgi gereksinimiyle baş edebilmek için, samimi sevgiyi hatırlatan her şeyden olduğu gibi ken­dinden de nefret etmek zorundadır. Acımasızlığın asıl kaynağı bu olsa gerek. Neal Ascherson (1983), Jean Moulin'i işkenceyle öldüren, Lyon'un Gestapo şefi Klaus Barbie'nin bir söyleşide şunları söylediğini yazmıştı: "Jean Moulin'i sorgularken, onun ben olduğunu hisset­tim." Bunun anlamı şudur: Moulin'de ne kadar kendi­ni, yani kenara ittiği parçasını gördüyse, kendin­den/ ondan o kadar nefret etmeliydi ve kendini/onu öldürmeliydi.
İnsan bu şekilde insan olmaktan çıkmaktadır. Ken­dilik nefreti onu öyle parçalayabilir ki, durum tam ter­sine dönebilir: Yeni ve aynı şekilde özerk olmayan ben­lik, önceki uysal benlikten bir çırpıda nefret edebilir. Bu süreç, kökleri olmayan bir kimliğin özerk benlik ge­lişiminin, sadece içerideki kaosu örten sözlü soyutla­malar sisteminden oluştuğunu göstermektedir.
Bu tür insanlar, kitabın birinci bölümünde anlatıldı­ğı gibi, acı ve merhametin bir zayıflık olduğu efsanesi­ni uydurmuş ve kabul etmiş olabilir. Ama tam da bu in­sanları acı çekmedikleri için güçlü olarak görürüz! Oy­sa bu "güçlüler" acıya katlanacak güçleri olmadığı için duygularından sıyrılmış insanlardır. Gerçeğin bu ters döngüsünü anlamak çoğu zaman kolay değildir, çünkü "güçlüler" iktidarda olmayı amaç edindikleri için, toplumsal "gerçeği" belirlemektedirler.
Böyle bir "gerçeğin" kurumsallaşması sonucu bir in­san aslında iyi olan, ama "gerçeğin" dayatması sonucu zayıflıkla özdeşleştirdiği tarafından nefret ettiği için bir başkasını öldürecektir. Milovan Djilas'ın otobiyografik anlatılarında (1958), gerçekten güzel ve tatmin edici bir tanışma yaşadığı bir Türk'ü öldüren bir Karadağlı'nın hikâyesi anlatılmaktadır. Burada esiri olduğu şeref ve erkeklik gibi soyut kavramlar adına öfkesini açığa vu­ran bir adam görmekteyiz. Cinayet tam olarak Türk'ün kendini bu beraberlikte güvende hissettiği anda işlenir, Türk'e kendini aynı şekilde yakın hisseden Karadağlı bu hislerinin farkına varır ve "içinde tutamayacağı bir şeyler koptuğundan" onu öldürür.
İşte bu şekilde iktidarda olanlar, iç dünyalarındaki boşluk nedeniyle koskoca ulusları yönlendirebilmekte­dirler. İnsanlar, soyutlamalarla dolu bir batağın içine gittikçe batmaktadır ve bu batak hem ezenleri hem de ezilenleri boğmaktadır. Toplumsal yöntemlerin ipliği­ni pazara çıkaran biri karşısında irkilen bir toplum, "iradesini üyelerine zorla kabul ettirmeye çalışan, öz­gürlük duygusunu çoktan kaybetmiş, mutlakçılık yo­lunda bir toplumdur." Böyle bir toplum uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılmaya çalışacaktır, tıpkı Soljenitsin'in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: "Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız... Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir... Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir. Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır." (Soljenitsin, 1972)
Özerk olamamanın sonuçları hepimiz için korkunç­tur. Özerk olmamak, güç peşinde koşarak içimizdeki kaosu ve ruhsal hastalık tehdidini geri püskürtme hali­dir İç dünyamızı ve daima pusuda yatan iktidarsızlığı kabul etmeyerek, güç hırsının pençesinde kendimizi daha da çok reddederek, içimizdeki boşluktan duydu­ğumuz korkuyu kendi ellerimizle derinleştirerek, aslın­da geriye gücün peşinde koşmaktan başka bir seçenek bırakmıyoruz. Bu şekilde genel iktidar hem hedef, hem de kişisel bütünlüğün desteği haline gelmektedir. Böy­le bir gelişimin dinamiği başka insanlarla gerçek anlaş­mazlıkları asla kabul etmez; uzlaşan insan zayıf insan olarak görülür. Eşitlik yoktur, insan ya hükmeder ya da hükmedilir. Böyle insanların çocukluklarındaki tecrü­beler yaşamlarının ana dersi olmuştur. Artık acı ruhun efendisidir, bu yüzden geçerli olan tek şey güçtür. Da­ha ötesini itiraf edemezler, yoksa acının boyunduruğu altına girdikleri için korkak olduklarını kabullenmek zorunda kalırlar. Ama bize sürekli gerçekçi olarak sunu­lan insanlar bu insanlardır. Oysa varlıkları sadece ölüme adanmıştır, çünkü canlı olan onlar için tehlike demektir. Bu yüzden özgürlüğün beraberinde sınırsız bir ken­dilik onayı getirdiği, yani tehlikeli olduğu düşüncesini desteklerler. Gerçekten de, bu şiddete karşı başkaldıranlar, özgürlüğü sınırsız kendilik onayıyla eş tutarlar! Bu da yine şiddet biçimlerinde kimlik arayanların kor­kularını onaylamaktadır.
Bu "gerçekçilik" insan olmanın asıl düşmanıdır. İn­sanlığımızı korumak için, onu olduğu gibi görmek zo­rundayız: Henry Miller'in Rimbaud vakasında anlattığı gibi, ruh sağlığına kaçış, deliliğin yeni (yoksa çok mu eski?) bir biçimi olarak görmeliyiz. Bize gerçekçilik ola­rak sunulan güç politikaları her geçen gün dünyayı uçuruma daha da yaklaştırmaktadır. Bu eskiden beri böyleydi, ama güçlülerin elinde hiç bu kadar büyük imha araçları olmamıştı. Ne yazık ki eskiden olduğu gibi bugün de bu ölümcül son ve ölümcül amaç, gerçek kis­vesi altında örtbas edilmektedir, iktidarda olanlar hiç­bir çıkar gözetmeksizin bizi korumak istediklerini iddia ederler. Ama Friedrich Nietzsche'nin İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde filozoflar hakkında söylediği gi­bi, "kişisel olmayan hiçbir şey yoktur." Eğer devlet adamları kendiliklerinden uzaklaşmışlarsa, sürekli ya­lanla yaşamak zorunda kalırlar. Bize sundukları hiçbir şey insani yapıda olamaz. Ancak kendimiz tanrılar ara­maktan vazgeçersek bunu anlayabiliriz. Bunun için bi­zi, tanrısal olanı kendi dışımızda aramaya iten korku­lardan sıyrılmalıyız. Eğer bunu başaramazsak başkaldı­rı, yeni kilise için eskisini yıkmakla sınırlı kalır. Henry Miller' ın da dediği gibi, güçler ve etkileri devam eder. Bu şartlar altında ancak zorbalığın yeni şekilleri türeye­bilir.
Gerçek bir kendiliğe dönüşümü mümkün kılan sev­gi ve duygudaşlıktır. Henry Miller bunu şiirsel bir bi­çimde kâğıda dökmüştür: "'Bize öğretilen her şey yan­lıştır', diye itiraz etti Rimbaud gençliğinde. Haklıydı, tamamen haklı. Ama görevimiz içimizdeki doğruyu açığa çıkararak yanlış öğretilerle savaşmaktır... Bütün insanları karşılıklı anlayış yoluyla birleştirmektir... Ve bunun anahtarı da merhamettir..." (1956)
Kendiliğimizi kazandırmaya yarayan bir yöntem ve­ya teknik yoktur. Böyle bir çözüm beklentisi, insanın tıpkı bir makina gibi düğmesine basılınca çalıştığını zanneden bir benliğin düşüncesidir. Zihin özerkliğin anahtarıdır. Sevgi ve duygudaşlığımızı diğer insanlara hissettirirsek, aynı şekilde karşılık görürüz. Özerkliğe giden yollar ne kadar çeşitliyse, birey de bu yolda o ka­dar yalnızdır. Refakat ve arkadaşlar gereklidir, ama se­çeceğimiz yolun sorumluluğu kendimize ait olmalıdır. bu yolda kimse bizi kollamaz; bize engel olan korku ha­yaletlerinin aslında etkisiz olduğunu görmek için ken­diliğimizi uyandırma cesaretini göstermeliyiz.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa, asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşa­mak kaderimizdir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan mutasavvıf ve ilahiyatçı Jakob Böhme şöyle demişti: "Ölmeden önce ölen, öldüğünde çürür." Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.


Kendine İhanet / Çitlembik Yayınları

20 Haziran 2011 Pazartesi

Hakiki Yanılsamalar:Friedrich Nietzsche / Terry Eagleton


Tarihsel materyalizm ile Friedrich Nietzsche'nin düşüncesi arasında belli genel koşutluklar saptamak güç değildir. Çünkü Nietzsche, kendi tarzında safkan bir materyalisttir, emek sürecini ve bu sürecin toplumsal bağıntılarını pek gözönün de, bulundurmasa da. Denebilir ki, Nietzsche için tüm kültürün kökeni, insan bedenidir; ona göre, bedenin kendisi, güç isteminin sadece sonlu bir ifadesi değildir. Nietzsche, The Gay Science (Şen Bilim) adlı eserinde, felsefenin "sadece bedene ilişkin bir yorum ve bedene ilişkin bir yanlış anlama olup olmadığını” sorusunu kendisine sorar; Putların Alacakaranlığında, henüz hiçbir filozofun insan burnundan derin bir saygı ve minnettarlıkla söz etmediğini gülünç bir ciddi edayla belirtir. Nietzsche'de kaba Schopenhauercı fizyolojizmin bir çeşnisinden daha fazlası vardır; Budizmin yayılmasının, Hintlilere özgü pirinç rejiminin sonucu olan bir kuvvet yitimine dayandırılabileceğini tasarlaması, buna tanıklık eder. Gelgelim Nietzsche, bedeni, tüm geleneksel felsefenin devasa kör noktası olarak saptamakta haklıdır: 'Felsefe beden'e, varolan, çürütülen, hatta imkansız olan tüm mantık hatalarına bulaşmış, duyuların bu sefil idee fixe" ne (saplantısına çn.) Defol !" der, öte yandan adeta kendisi gerçek imiş gibi bir eda takınacak kadar da küstahtır felsefe! Nietzsche, karşıt yönde, bedene geri dönecek ve tarihi, sanatı ve aklı bedenin ihtiyaçlarının ve dürtülerinin değişken ürünleri olarak kavramak suretiyle, her şeyi, baştan sona tekrar, beden açısından düşünmeye girişecektir. Bu şekilde, Nietzsche'nin çalışmaları, estetiğin başlangıçtaki tasarısını devrimci bir uç noktaya doğru iteler. Çünkü Nietzsche'de beden, ilgiden bağımsız tüm spekülasyonu yakıp yıkan bir öfkeyle geri döner. Nietzsche, "Estetik-olan," diye yazmaktadır Nietzsche Wagner Karşı'da, 'uygulamalı fizyoloji'dir.
Nietzsche için, erişebileceğimiz her hakikati beden üretir. Dünya'nın var olduğu tarzda var olması, yalnızca duyularımızın özel yapısından ötürüdür ve farklı bir biyoloji de, bize bütünüyle farklı bir evren verir. Hakikat, türün maddi evriminin bir işlevidir: O çevremizle duyusal etkileşimimizin gelip geçici sonucudur, hayatta kalmak ve gelişmek için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin neticesidir. Hakikat istemi, insanın güçlerinin en iyi şekilde serpilebileceği ve dürtülerinin de en özgür şekilde işleyebileceği türden bir dünya kurmayı amaçlar. Bilme arzusu, bir fethetme içtepisidir, şeylerin zenginlik dolu belirsiz anlamlılığını, onları mülk edinebileceğimiz şekilde basitleştirmenin ve yanlışlamanın bir aygıtıdır. Hakikat, sadece pratik ihtiyaçlarımız tarafından uysallaştırılmış ve dökümü yapılmış gerçekliktir; mantık ise, hayatta kalmanın çıkarlarına eşdeğer kılınan bir yalandır. Eğer Kant'daki tamalgının transendental birliğinin bir anlamı varsa, bu birlik, zihnin hayaletimsi formlarına değil, fakat bedenin geçici birliğine gönderimde bulunur. Nasıl düşünüyorsak öyle düşünüyor olmamız, sahip olduğumuz bedenlerden ve gerçeklikle bu bedenlerin gerektirdiği karmaşık bağıntılardan ötürüdür. Dünyayı yorumlayan, onu yönetilebilir parçalar halinde doğrayan ve ona yaklaşık anlamlar tayin eden, zihinden çok bedendir. 'Bilen', bizim çok çeşitli duyusal güçlerimizdir; bu güçler, yalnızca kendilerinden İnsan-ürünleri -karmakarışık bir tarihin ürünleri- olmakla kalmayıp, insan-ürünlerinin kaynaklarıdır da; kendileriyle gelişip büyüyebileceğimiz, yaşama yaşam katan kurgular bu kaynaklar» dan doğar. Düşünce, kuşku yok ki, salt bir biyolojik tepkeden fazla bir şeydir; dürtülerimizin uzmanlaşmış bir işlevidir; bu uzmanlaşmış işlev, dürtülerimizi zamanla inceltip tinselleştirebilir. Fakat şu durum değişmeden kalır: Düşündüğümüz, hissettiğimiz ve yaptığımız her şey, "tür varlık'ımız içinde kök salan bir çıkarlar çerçevesi içerisinde olup biter ve bundan bağımsız hiçbir gerçekliğe sahip olamaz. Marx için olduğu gibi, Nietzsche için de bilinç ile fiili olarak eşanlamlı olan iletişim, hayatta kalmaya yönelik maddi mücadelenin bir yönü olarak, ancak baskı altında gelişir, daha sonra kendinde bir etkinlik olarak iletişimden ne kadar haz duymaya başlasak da. Bilinçten "daha zengin, daha açık, daha elle tutulur bir fenomen* olan beden, aslında Nietzsche'ye bilinçdışı olarak, yani çok ince bir şekilde düşünücü olan tüm hayatımızın sulara gö­mülmüş bir alt-metni olarak görünmektedir, Düşünce, bu yüzden, maddi kaba kuvvetin belirtkesidir ve 'psikoloji'de, düşünceyi zorlayan aşağı düzeyden güdüleri açığa vuran kuşkucu yorumsamadır. Kimse, insanlığın açlık çekmesinin izlerinin İdeler içerisine kazınmış olduğunu fark edecek kadar idelere meydan okumaz. Bu yüzden düşünme, özünde 'ideolojlk'tir, artık düşünmenin altında silik bir şekilde yatan bir şiddetin göstergesel belirtisidir. Nietzsche'yi büyüleyen şey, alın çekirdeğinde yatan dur durak bilmez özlemdir, aklı sürükleyen kin, hınç veya esrimedir, içgüdünün bastırılması adına içgüdünün safa geçmesidir; Nietzsche'nin bir söylemde kulak kesildiği tüm açgözlülüğü veya suçluluğu içerisinde, bedenin ko­nulmasının alçak perdeden homurtusudur. Marx gibi, Nietzsche de, düşüncenin kendi otonomisine duyduğu safiyane güve­ni ve her şeyden önce ideleri edimsel olarak doğuran kan ve didinmeyi dehşet içinde göz ardı eden tüm bu (adı bilim olsun, din ya da felsefe olsun) çileci tinselliği yerle bir etmeyi tasarlamaktadır. Bu kan ve didinme, 'tarih' hakkındaki avuntu verici evrimciliğe karşı olarak, Nietzsche'nin 'soykütük' diye adlandırdığı şeydir, (Nietzsche, İyi ve Kötünün Ötesinde' de, ' Tarih denen, saçmanın ve rastlantının şu tüyler ürpertici tahakkümü' diye dalga geçmektedir.) Soykütük, tüm düşünce­nin kalıba döküldüğü izbe atölyeyi aydınlatmakla, soylu kavramların soysuz kökenlerini, bu kavramların işlevlerinin gelişi-güzelliğini açığa çıkarır. Zarif ahlâki değerler, barbarlık dolu bir borç, işkence, yükümlülük, intikam tarihinin -insani hayvanı, sivilleşmiş topluma uyumlu kılmak için sistematik olarak hazımsız bırakıp kuvvetten düşüren bütün bu dehşet verici sürecin - kana bulanmış meyveleridir. Tarih, sadece, insanlığın kendi içgüdülerinden utanç duymayı öğrendiği hastalıklı bir ahlâkileşmedir; 'yeryüzünde atılan en küçük her adımın bedeli, tinsel ve fiziksel işkence ile ödenmiştir... tüm "İyi şeyler"in altında o kadar çok kan ve zulüm yatıyor ki! Marx için olduğu gibi, Nietzsche için de, 'ahlâk', hiç de bir sorunlar yığını değil, tam da kendinde bir sorundur; filozoflar, şu ya da bu ahlâki değeri sorgulamış olabilirler, fakat onlar henüz ahlâk kavramının kendisini sorunsallaştırmamışlardır - ki Nietzsche'ye göre ahlâk, 'sadece duygulanımlara ilişkin bir gösterge dilidir.
Dahası, nasıl ki Marx'a göre üretici güçler bir toplumsal ilişkiler kümesi tarafından zincire vurulup kısıtlanmış hale geliyorsa, aynı şekilde Nietzsche'ye göre de, üretici yaşam-içgüdüleri, bizim ahlâki tâbiyet olarak, geleneksel toplumun midesiz, soyut 'sürü' ahlâkı olarak bildiğimiz şey içerisinde zayii düşürülür ve çürütülür. Bu, özünde, zorlama'dan hegemonyaya doğru yönelen bir harekettir; 'Ahlâk, zor kullanma'dan sonra gelir; aslında ahlâkın kendisi, bir süre zor kullanma olarak kalır, hoş olmayan sonuçlardan kaçınmak için ona boyun eğilir. Ahlâk sonradan görenek haline gelir, daha sonra özgürce itaat ve sonunda neredeyse içgüdü olur: o zaman, uzun süredir göreneksel ve doğal olan her şey gibi ahlâk, memnuniyet ile bir araya bağlanır - ve artık erdem diye adlandırılır.' Rousseau'da ve diğer orta-sınıf ahlâkçılarda, yasadan kendiliğindenliğe, çıplak güçten hoşlanma uyandırıcı alışkanlığa en yüksek derecede olumlu 'estetik' geçiş olarak görmüş olduğumuz şey, Nietzsche'ye göre, kendini - baskılandırmanın son sözüdür. Eski barbarlık yasası, 'özgür' öznenin Yahudi-Hıristiyan geleneğine özgü icadına teslim olur, otoritenin mazoşistçe içeyansıtılmasının, kimilerinin 'öznellik' diye adlandırmaktan hoşlandığı, suç, hastalık ve kötü vicdanın iç uzamına açılması gibi. Toplumsal kopuş korkusundan kendilerini kurtamayan sağlıklı dirimsel içgüdüler, 'ruh'u, her bir bireyin içindeki bu polisi doğurmak için içeriye bükülürler. Bu iç dünya. yoğunlaşıp genişler, derinlik ve önem kazanır, böylelikle kaygısızca zarar verilen ve sömürülen 'vahşi, özgür, çevrede sinsice dolaşan adamlar'ın ölümünü müjdeler. Yeni ahlâki yaratık, 'estetik-kılınmış' bir öznedir, öyle ki erk artık hoşlanma haline gelmiştir; fakat bu yaratık, aynı zamanda, görkemli bir kısıtlanmamışlık içerisinde güzel barbarca içgüdüleriyle yaşam süren eski tarzdaki estetik, insani hayvanın ölümünün işaretlerini verir.
Nietzsche'ye göre, ta en başta, çekiçle dövülüp şekillendirilmeyi ezile büzüle bekleyen bir halka, zorbaca erklerini dayatan savaşçılar böyleydiler. 'Onların işi, biçimlerin içgüdüsel bir yaratımı ve dayatımıdır; onlar, var olan en isteksiz, en bi­linçsiz sanatçılardır... Bu doğuştan örgütçüler, suçun, sorum­luluğun ya da saygının ne olduğunu bilmezler; tunç bakışlı ve tıpkı bir annenin kendi çocuğunda gördüğü gibi, kendini kendi "eser"inde tüm sonsuzluğa karşı haklı çıkarmış gören dehşetli sanatçıların egoizminin örneğidirler.' Bilimin, dinin, çileciliğin kendinden - tiksinen yaşamını yaratmakla, boyun eğdir­diklerinin özgür içgüdülerini yeraltına süren, işte bu hayvani, yöneten-sınıf tahakkümüdür. Fakat böyle hastalıklı bir tâbiyet, bu yüzden göz kamaştırıcı bir sanatçılığın ürünüdür ve irinle dolu mazoşizminde bu biçim - verici disiplini yansıtır:
Bu gizli gizli kendinin-ırzına geçme; sanatçıların bu zalimliği; sert, direngen, fakat acı çeken bir malzeme olarak kendine bir biçim empoze etmekten ve bu mal­zemeye kızgın demirle bir irade, bir eleştiri, bir çelişki, bir horgörü, bir “hayır!” damgası basmaktan alınan bu haz; acı çektirmekten duyduğu keyif yüzünden kendine acı çektiren, bile isteye kendisiyle kavgalı bir ruhun bu tekin olmayan, bu dehşetli biçimde keyifli çabası; niha­yet - evet doğru tahmin ettiniz - tüm ideal ve hayali fe­nomenlerin ana rahmi olarak işte bu bütünüyle etkin 'kötü vicdan'; (tüm bunlar çn.) aynı zamanda, görülme­miş yeni bir güzellik ve onaylama bolluğunu ve belki de güzelliğin kendisini aydınlığa çıkardı...


Çeviren:Hakkı Hünler

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur F.Nietzsche

Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum
I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. -Burada onların kendilerin­den söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna deği­neyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. Benim zamanım da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. -Günün birin­de, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belki de Zerdüşt'ün yorumlanma­sı için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getir­diğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi kendimle hepten çelişmek olurdu: Bugün beni duymamalarını, verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ay­rıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştır­malarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bu­nun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşı­laşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık de­lilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek payedir; bunu ya­parken umarım ayakkabılarını -çizmeleriniyse haydi haydi- çı­karıyordun.. Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındı­ğında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmalarını bile isteyebilir miyim hiç? Be­nim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersinedir, -ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerin-deki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılma­sın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baş­tanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniver­sitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. -Bunun en aşırı iki örneği sonunda Al­manya'da  değil  de  İsviçre'de  çıktı.  Dr.  V.  Widmann'ın46 "Bund" dergisinde, İyi ve Kötünün Ötesinde üzerine "Nietzsche'nin  Tehlikeli   Kitabı"   başlığıyla  çıkan  yazısı  ve  gene "Bund"da Bay Kari Spitteler'in genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruğu olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncu­su, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş alıştırması" olarak inceliyor, bun­dan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a gelice, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gös­terdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cil­vesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istedikleri­min hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. -Şu da var ki, hiç kimse bir şeyden -kitaplar da giriyor bunun içine- zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Bir şey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşan­tılardan, -bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu du­rumda kimse bir şey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Bir şey duyulmayan yerde, bir şey yoktur da... Benim karşılaş­tıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden bir şey anladıklarını sananlar, kendi boylarına göre ke­sip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bı­rakmadılar. -"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanla­rın ve öbür "nihilist" lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneği­ni gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'ün ağzın­da düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "er­miş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine bir Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulakları­na.- Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir se­fer, tek bir kitaba karşı -ki "İyi ve Kötünün Ötesinde" idi- işle­nen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söyle­mezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" -yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Debats okurum -evet o gazete, bütün ciddiğiyle, kitabımı "çağın bir belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...

II

Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, -hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek deha­lar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felse­fe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyva sa­tan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonya­lılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, -elimden her şey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma ya­zılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlarmışım, -yani saçma­lık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces etfinesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, -bu deyim Monsieur Taine'in-dir—. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek her şeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprimden katışmıştır... Başka türlü yapa­mam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. -Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böy­lelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıy­la -yalnız Yunanca da değil- deccal’ım (antichristos) ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim ya­zılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üs­tüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, -Almanlıkla hiç ilgisi ol­mamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi hak etmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekli­ğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yüksekler­den, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, -uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, -on­lar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla el­de edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuk­lukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye bir şey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır ha­vası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsi­ce öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çe­şit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bu­nu başardığım için kutlarlar beni, -hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bile­mezler bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden aşağı gö­rürler: İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasın­daki büyük baş hayvanlar da -yalnız Almanlar bunlar, hoş gö­rün- demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de Zerdüşt üstüne söyle­diklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü "feminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir za­man o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, her şeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısa­cası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, —ve her kim kurnaz­ca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, - sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
- Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek is­temezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiniz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim bu­rada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, -budur deyişin anlamı. İç du­rumlarımın o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu gerçekten bildiren, im­ler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan -bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi- her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz be­nim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkü­cülük yalnız, ''kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini açabilece­ği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! -Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapı­labilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmi­yordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümleler­le büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucunun ilk edine­ceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler -herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söy­lemek gerekmez-, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramları­nın birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka bir şey değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, yani töre, bütün Psikolojiyi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saç­malığa, sevginin "çıkar gözetmez" bir şey olması gerektiğine va­rıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vız gelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın ulu­sunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu. Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler. -Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın er­kekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tü­münün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır, -hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Ger­çek kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onun­dur zaten doğal olarak. -Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye kinidir birbirleri­ne. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim ya­nıtı biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktiktir yalnızca. Kendile­rini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın" diye yük­seltmekle, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kö­tüsünden bir tür "ülkücülük" vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gi­bi, -bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayı­şım üstüne hiç şüpheniz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkü­cülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne va­az vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavra­mıyla lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, -ya­şamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötü­nün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, -şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak iste­nen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçların o sınayıcı tan­rısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha gö­nülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kala­balığını, kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğ­reten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek tattı­ran, -derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere durak­lamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın bu­zun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gö­mülü yatan her altın kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, ken­disi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır, belki daha bir kırılmış, ama daha adı bile ol­mayan umutlarla dolu, yeni istemlerle, akıntılarla dolu, yeni di­renişlerle, ters akıntılarla dolu..."

19 Mayıs 2011 Perşembe

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur F.Nietzsche

Bu kusursuz gün -herşey olgunlaşmakta, yalnız üzüm değil altın rengini alan-, bir güneş ışını vurdu yaşamı­mın üstüne: Geriye baktım, ileriye baktım, hiç bu denli çok, bu denli iyi şeyler görmemiştim bir seferde. Boşuna gömmemişim bugün kırk dördüncü yaşımı; gömebildim, çünkü onun içinde yaşayan şey kurtuldu, ölümsüz oldu. "Tüm değerleri yenileyiş"in ilk kitabı; Zerdüşt'ün Türküleri; Putların Batışı, çekiçle felsefe yapma dene­mem, -hepsi de bu yılın, hem de son çeyreğinin armağanları! Nasıl minnet duymazdım yaşamımın bütünü­ne? İşte böyle kendime yaşamımı anlatıyorum.

Neden Böyle Akıllıyım
III
Beslenme konusunda seçmek, yer ve iklim seçmek, -her ne olursa olsun yanılmamak gereken üçüncüsü de dinlenme yolunu seçmektir. Burada da, bir kafa kendine özgü olduğu ölçüde, yapabileceklerinin, yani kendine yararlı olanın sınırı o denli dardır. Her türlü okuma benim için dinlenmeden sayılır; dolayısıyla be­ni kendi kendimden çekip alan, başka bilimlerde, başka ruhlar­da gezmeye çıkaran, artık önemsemediğim şeylerden sayılır. Önemsediğim şeylerin yorgunluğunu alır zaten okumak. Sıkı ça­lışma dönemlerinde tek kitap göremezsiniz çevremde: Bir kim­seyi yakınımda konuşturmaktan, giderek düşündürmekten bile sakınırım. Bu da okumak olurdu... Bilmem dikkat ettiniz mi, ge­beliğin düşünceyi ve bütün örgenliği içine attığı o derin gerilim durumunda, rastlantılar, dıştan gelen her uyarım pek yaman etki yapar, pek derinden koyar. Rastlantılardan, dış uyarımlardan el­den geldiğince kaçınmalıdır insan; düşünce gebeliğinde içgüdü­nün yapacağı ilk akıllıca iş, çevresine bir çeşit duvar örmektir. Yabancı bir düşüncenin gizlice duvardan atlamasına göz yumar mıyım hiç? Bu da okumak olurdu... Çalışma ve doğurganlık çağı ardından dinlenme çağı mı geldi: Gelsin şimdi hoşa giden, ince buluşlarla dolu, öğretici kitaplar! Almanca kitaplar mı olacak dersiniz?... Kendimi elimde bir kitapla yakalayabilmem için, altı ay geriye dönmeliyim. Neydi acaba? Victor Brochard'ın, benim Laertiana'mdan da iyi yararlandığı pek güzel bir incelemesi, Les Sceptiques Grecs.(Yunan Şüphecileri) Şüpheciler, her dediği üç beş anlama gelen feylosoflar ulusu içinde tek saygıdeğer örnek! Başka zamanlarsa, hemen hemen aynı kitaplara geri dönerim hep, az sayıda, benim için sınanmış kitaplara. Belki de bana göre değildir çok ve çeşitli okumak: Bir okuma odasına girmek beni hasta eder. Çok ve çe­şitli şeyleri sevmek de bana göre değildir. Yeni kitaplara karşı güvensizlik, giderek düşmanlık benim içgüdüme "hoşgörü" den, "largeurdu coeuf den (geniş yüreklilik), "yardımseverlikten"ten daha bir uygun düşer... Aslında dönüp dönüp okuduklarım bir avuç eski Fransızdır: Ben Fransız ekinine inanırım tek. Avrupa'da "ekin" adına başka ne varsa, hepsini bir yanlış anlaşılma sayarım; Alman eki­nine gelince, sözü edilmeğe değmez... Almanya'da karşılaştığım birkaç yüksek ekinli kişi, beğeni konusunda hiç kimsenin boy ölçüşemeyeceği Bayan Cosima Wagner başta olmak üzere, hepsi de Fransız soyundan gelmeydiler. Pascal'ı okumayışım, ama Hıristiyanlığın en öğretici kurbanı olarak -canavarlığın o en tüyler ürpertici türündeki mantık gereğince önce bedeni, sonra tini ağır ağır öldürülmüş kurbanı olarak -sevişim; düşüncemde, kimbilir belki bedenimde de Montaigne'in kabına sığmazlığından bir şeyler bulunuşu; sanatçı beğenimin de Moliere, Corneille, Racine adlarını, öfkelenerek de olsa, Shakespeare gibi bir ya­ban dehaya karşı savunuşu... Gene de en yeni Fransızları tadına doyum olmaz bir topluluk saymama engel değil bütün bunlar. Hangi geçmiş yüzyılda şimdi Paris'de olduğu gibi, böyle hem meraklı, hem ince psikologlar bir araya toplanmıştır, doğrusu bil­miyorum. Saymayı şöyle bir deneyelim, -çünkü sayıları hiç de az değil: Paul Bourget, Pierre Loti, Gyp, Meilhac, Jules Le-maftre ve -özellikle sevdiğim gerçek bir Latin'i, güçlü soydan birini anmış olmak için- Guy de Maupassant. Söz aramızda, bu kuşağı, hepsi de Alman felsefesiyle baştan çıkmış olan büyük öğretmenlerinden bile üstün tutuyorum (örneğin Bay Taine bü­yük insanları, büyük çağları yanlış anlayışını Hegel'e borçludur). Almanya nereye girse, ekini berbad eder. Ancak savaş "kurtardı" Fransız düşüncesini... Stendhal yaşamımın en güzel rastlantıla­rından biridir, -yaşamımda çağ açan ne varsa, hepsi de rastlantıy­la önüme çıktı, başkasının salık vermesiyle değil.- Paha biçil­mez erdemleri vardır onun: Saklı olanı gören o psikolog gözü, en büyük gerçekçinin yakında olduğunu anımsatan -ex ungue Napoleonem- (Pençesinden belli olur Napoleon) olguları kavrama yetisi ve sonunda -ki az erdem değil bu da- dürüst bir tanrısız oluşu: Fransa'da kırk yılda bir rastlanan, nerdeyse hiç bulunmayan bir tür,- Prosper Merimee'yi say­gıyla analım... Belki de Stendhal'i kıskanıyorumdur? Tam benim yapacağım en güzel tanrısız nüktesini aldı elimden: "Tanrının tek özürü var olmayışıdır"... Ben de bir yerde şöyle demiştim: "Bugüne dek varlığa karşı en büyük itiraz neydi? Tanrı..."
IV
Lirik ozan üstüne en yüksek kavramı Heinrich Heine verdi bana. Öylesine tatlı, öylesine tutkulu bir musikiyi binyıllar ara­sında boşuna arıyorum. O tanrısal hayınlık vardı onda; yetkinli­ği bunsuz düşünemem ben, insanlara, ırklara değer biçmek için, tanrıyla satir'i zorunlu olarak bir arada düşünüyorlar mı, ona ba­karım. - Ya Heine'nin Almanca'yı kullanışı! Bir gün Heine'yle benim Alman dilinin rakipsiz ilk sanatçıları olduğumuzu, öbür Almancıkların yaptıklarını fersah fersah aştığımızı söyleyecek­ler. -Byron'un Manfred'iyle derin bir yakınlığım olmalı: O uçu­rumların hepsini buldum içimde; onüç yaşımda olgundum bu yapıt için. Manfred'in yanında Faust adını anmaya cesaret edenlere söylenecek sözüm yok, şöyle bir bakarım, o kadar. Hepten yoksundur Almanlar büyüklük kavramından: Kanıt Schumann. O iç bulandırıcı Saksonyalıya öfkemden bir Manfred açılışı (ouverture) da ben yazdım; Hans von Bülow nota kâğıdı üstünde hiç böyle bir şey görmediğini söylemişti: Euter-pe'nin ırzına geçmekmiş bu. Shakespeare'ı anlatacak en yük­sek düşüncemi aradığımda, hep Caesar tipini tasarlamış olması gelir aklıma. İnsan böyle bir şeyi düşünmekle çıkaramaz; ya öy­ledir, ya da değildir. Büyük ozan, yalnız öz gerçeğinden besle­nir, öyle ki sonunda yapıtına dayanamaz olur üstelik... Zer­düşt'üme şöyle bir göz atayım yeter, dayanılmaz bir hıçkırık nö­beti içinde kendimi tutamaksızın, odamda yarım saat bir aşağı bir yukarı gezinirim. - Hiç kimseyi okurken Shakespeare'de olduğu gibi paralanmaz yüreğim: Soytarılığı böyle gerekli bul­mak için nasıl acı çekmiş olmalıdır bir insan! -Hamlet'i anlıyor musunuz? Şüphe değil, kesinliktir insanı deli eden... Ama bunu duymak için derin olmalı, uçurum, feylosof olmalı... Doğrudan korkarız hepimiz... Hem açıkça söyleyeyim, sezgimle yüzde yüz inanıyorum ki, bu en tüyler ürpertici yazın türünün yaratıcısı, burada kendi kendine eziyet eden Lord Bacon'dır; ne düşün­düklerini bilmeyen, kuş beyinli Amerikalıların acınacak geve­zeliklerinden bana ne? Görüm'leri (vision) en yaman gerçeklik­le verme yetisi, en yaman eylem gücüyle, en canavarca eylem ve cürüm gücüyle yanyana bulunmakla kalmaz yalnız, üstelik onları gerektirir de... Sözcüğün en yüksek anlamında ilk gerçekçi olan Lord Bacon'ın neler yaptığını, ne istediğini, kendi kendisiy­le ne yaşadığını bilebilmek için, onu yeterince tanımaktan çok uzağız daha... Hepinizin canı cehenneme, bay eleştirmenler! Tutun ki Zerdüşt'ümü bir başka adla, örneğin Richard Wagner adıyla vaftiz ettim; İnsanca, Pek İnsanca yazarının Zerdüşt'ün bi­licisi olduğunu çıkarmaya ikibin yıllık uzgörü yetmezdi...
V
Yaşamımın dinlenmelerinden söz açmışken, hepsinin öte­sinde beni en derinden, en içten dinlendiren şeye karşı minnet borcumu birkaç sözle söylemem gerekiyor. Bu da hiç şüphesiz Richard Wagner'le yakından düşüp kalkmam olmuştur. İnsan­larla kurduğum öbür ilişkilere metelik vermiyorum; ama Tribschen'de geçirdiğim günleri, o karşılıklı güven, sevinç, yüce rastlantılar ve derin anlarla dolu günleri her ne pahasına olursa olsun yaşamımdan silmek istemem... Başkaları Wagner'le neler yaşamıştır; bilmem; bizim göğümüzden bir tek bu­lut bile geçmedi. -Burada bir kez daha Fransa konusuna dönü­yorum. Wagner'i kendilerine benzer bulmakla onu saydıklarını sanan Wagner'ciler ulusuna karşı ağzımı bile açmam, dudak bü­kerim yalnız... Ben ki Alman olan her şeye en derin içgüdüle­rimle yabancıyım, öyle ki bir Alman'ın yakınımda olması bile sindirim gecikmesi yapar, ben Wagner'le ilk karşılaştığım za­man yaşamımda ilk kez derin bir nefes aldım: Wagner'i dış ülke olarak, "Alman" erdemlerine bir karşıt, bir canlı karşı koyma olarak duyup saydım. -Bizler, çocuklukları 1850 yıllarında ge­çenler "Alman" kavramına karşı çaresiz kötümseriz; bizler an­cak devrimci olabiliriz, -düzmece softaların başta olduğu bir dü­zene göz yumamayız. Ama şimdi renkleri değişmişmiş, artık kı­zıllara bürünüyorlar, binici üniforması kuşanıyorlarmış, benim için hepsi bir... Uzun sözün kısası, Wagner devrimciydi, Alman­lardan kaçmıştı... Sanatçı olarak insanın Avrupa'da Paris'den başka yeri yurdu olamaz: Wagner sanatını anlamanın koşulu, o beş sanat duyusunun delicatesse'i (incelik), o ayrımları sezen parmaklar, psikolojik sayrıllık, hepsi Paris'te bulunur. Biçim sorunlarında bu tutku, mise en scene'ı (sahneye koyuş) böylesine önemseme Paris'ten başka hiçbir yerde yoktur, -tam Parisli önemseyişidir işte bu. Parisli bir sanatçının ne düşler beslediğini, gözü nasıl yükseklerde ol­duğunu Almanya'dakiler düşünemezler bile. Alman kuzu gibi­dir, -Wagner'se hiç öyle değildi... Neyse, Wagner'in asıl yerini, yakın akrabalarının kimler olduğunu daha önce uzun uzadıya anlattım ("İyi ve Kötünün Ötesinde", 256. Bölüm): Geç Fransız romantikleri, Delacroix'ların, Berlioz'ların o yücelerde uçan ve coşturan soyu, kökten hastalar, doğuştan onmazlar, hepsi de an­latım bağnazları, tepeden tırnağa virtüozlar... Kimdi zaten Wagner'in ilk zeki savunucusu? Charles Baudelaire, Delacroix'yı da ilk kez anlayan, koskoca bir sanatçı kuşağının babası, o örnek decadent, -belki en son savunucusu da oydu... Nedir Wagner'de hiç bağışlamadığım? Almanlara dek inmiş olması, Alman yurttaşı olması... Almanya nereye girse, ekini berbadeder.

17 Mayıs 2011 Salı

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur / Friedrich Nietzsche

ÖNSÖZ
I
Bu yakında insanlığın karşısına, şimdiye dek ona yöneltil­miş en çetin istekle çıkacağımı göz önüne alarak, önce kim oldu­ğumu söylemeyi gerekli buluyorum. Aslında bilinmeliydi bu: "Kimliğimi saklamış" değilim çünkü. Ama ödevimin büyüklüğü ile çağdaşlarımın küçüklüğü arasındaki oransızlık şuradan belli ki, beni işitmediler, görmediler bile. Ben kendime açtığım krediyle yaşıyorum; belki yaşadığım da bir önyargı yalnızca? Yaşamadı­ğıma kendimi inandırmam için, yazları Ober-Engadin'e* gelen "aydınlar"dan bir tekiyle konuşmam yeter. Bu koşullar altında, alışkanlıklarımı, içgüdülerimin gururunu aslında ayaklandıran bir ödev düşüyor bana, şunu söylemek düşüyor: Dinleyin! Ben falancayım. Başkasıyla karıştırmayın beni her şeyden önce!
*İsviçre’de İnn Irmağı vadisi Nietzsche 1880 yılından sonra çoğunlukla yazları bu böl­gede, Sils Maria köyünde geçirmişti.
II
Örneğin, hiç de umacı değilim ben, bir töre canavarı deği­lim. Üstelik şimdiye dek erdemli diye saygı gören insan türüne tam karşıt bir yaradılıştayım. Söz aramızda, bana öyle geliyor ki, gururumu asıl okşayan da bu. Feylosof Dionysos'un çömeziyim ben; ermiş olmaktansa, satir olmayı yeğ tutarım. Neyse, bu ya­zıyı okuyun yeter. Belki de o karşıtlığı güleç, insancıl bir biçim de ortaya koymaktan başka amacı yoktur bu yazının, belki bu­nu dile getirebilmişimdir. İnsanlığı "düzeltmek", herhalde be­nim vadedeceğim en sonuncu iş olurdu. Yeni putlar dikmiyo­rum ben; önce eskiler öğrensin, balçıktan ayakları olmak ne de­mekmiş. Putları (ki benim için "ülküler" demektir) devirmek -zanaatım asıl bu benim. İnsanlar ülküsel bir dünya uydurdukları ölçüde gerçeğin değerini, anlamını, doğruluğunu harcadılar. "Gerçek dünya" ile "görünüşte dünya", -açıkçası: Uydurma dünya ile gerçek... Ülkü denen yalan şimdiye dek gerçeğe bir ilenmeydi; bu yolla insanlık en derin içgüdülerine dek aldatıldı, yalana boğuldu; yükselişinin, geleceğinin, gelecek üstüne yüce hakkının güvenceleri saydığı ters değerlere taptı giderek.
III
Yazılarımın havasını soluyabilen, bunun bir yüksek yer ha­vası, sert bir hava olduğunu bilir. O hava için yaratılmış olmalı insan, yoksa oldukça büyüktür üşütme tehlikesi. Buz yakındır, yalnızlık yaman, -ama her şey nasıl durgun, ışık içinde! Nasıl özgür solur insan! Ne çok şeyi aşağılarda bırakmıştır! Felsefe, bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamaktır, -varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek töre'nin yargıladığı her şeyi arayıştır. Yasaklar için­de böylesine uzun bir gezginlikten edindiğim görgümle, bugü­ne dek yapılan töreleştirmenin, ülküleştirmenin nedenlerini, is­tendiğinden başka türlü görmeyi öğrendim. Feylosofların gizli öyküsü, taktıkları büyük adların psikolojisi aydınlığa çıktı benim için. Bir kafa ne denli doğruya dayanabilir, ne denli doğruyu gö­ze alabilir? Benim için gitgide asıl değer ölçüsü bu oldu. Yanılgı (ülküye inanç) körlük değildir, yanılgı korkaklıktır... Bilgide her kazanç, ileriye atılan her adım yüreklilikten gelir, kendi kendi­ne karşı sertlikten, dürüstlükten gelir... Ülküleri çürütmüyorum ben, onların önünde eldiven giyiyorum yalnız... Nitimur in vetitum?** Felsefem bu parolayla üstün gelecek bir gün; çünkü şimdi­ye dek, kural olarak, yalnız doğruları yasakladılar.
**Yasaklanmış olana erişmektir amacımız.
IV
Yazılarım içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla, in­sanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yük­sekler kitabı olduğu gibi -insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır- hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinesinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar. Burada konuşan ne bir yalvaçtır, ne de din kurucusu denen o güç istemi ve hastalık kırmasıdır. Onun bilgeliğini anlarken acı­nacak bir yanılmaya düşmemek için, her şeyden önce bu sesi, ağzından çıkan bu durgun, mutlu sesi duymak gerekir! "Fısılda­nan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşün­celer yönetir dünyayı-"
İncirler dökülüyor ağaçlarından, olgun, tatlı incirler... Dü­şerken soyuluyor kızıl kabukları. Olgun incirler için bir kuzey yeliyim ben.
Bu öğretiler de incirler örneği düşüyor önünüze, dostlarım: Haydi ballarını emin, yiyin tatlı etlerini! İşte güz çevremizde, duru gök ve öğle sonu-
Bağnazın biri değil burada konuşan; vaaz verilmiyor, inanç istenmiyor burada. Sonsuz bir ışık bolluğundan, mutluluk de­rinliğinden düşüyor sözcükler damla damla, -bir nazlı yavaşlık­tır bu konuşmaların tempo'su. Bu gibi şeyler ancak en seçkinle­rin kulağına ulaşır; burada dinleyici olabilmek eşsiz bir ayrıca­lıktır; her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt'ü duyabilmek... Zerdüşt bu yönleriyle bir baştan çıkarıcı olmuyor mu? Öyleyse dinleyin, kendisi ilk kez yalnızlığına geri dönerken ne diyor... Onun yerinde başka bir "bilge"nin, bir "ermiş"in, bir "mesih"in, başka bir decadent’ın söyleyeceklerine hiç benzemeyen sözler... Yalnız konuşması değil başka türlü olan, kendisi de baş­ka türlü...
Tek başıma gidiyorum şimdi, ey çömezlerim! Sizler de gi­din artık, tek başınıza gidin! Böyle istiyorum.
Benden uzaklaşın, Zerdüşt'ten koruyun kendinizi! Daha da iyisi: Utanın ondan! Belki sizi aldatmıştır.
Kendini bilgiye adayan için yalnızca düşmanını sevmek yetmez; dostuna da kin duyabilmelidir.
Hep öğrenci kalan insan, öğretmenine borcunu kötü ödü­yor demektir. Neden benim çelengimi yolmak istemiyorsunuz?
Sayıyorsunuz beni: Ama saygınız devriliverirse günün birin­de? Bir yontunun altında kalmaktan sakının!
Zerdüşt'e inandığınızı mı söylüyorsunuz? Ama ne önemi var Zerdüşt'ün! Bana inananlarsınız, ne önemi var ama tüm ina­nanların!
Daha kendi kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyle­dir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden.
Şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; hepiniz beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere...
Friedrich Nietzsche