Ve Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ve Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Mayıs 2011 Salı

Buluşma / Charles Bukowski

RAMPART durağında otobüsten inip Coronado'ya yürüdüm, sonra yo­kuşu tırmanıp evimin ön kapısının önünde durdum. Kollarımı ısıtan güneşin altında öylece durdum bir süre. Sonra anahtarı bulup kapıyı açtım ve üst kata çıkmaya başladım.
"Kim o?" diye sordu Madge.
Cevap vermedim. Ağır ağır çıkmayı sürdürdüm. Çok solgun ve güçsüzdüm.
"Kim o? Kim var orada?"
"Telaşlanma benim Madge."
Merdivenin üst basamağında durdum. Yeşil, ipekten yapılmış es­ki bir elbise giymiş, kanepeye oturmuştu. Elinde bir bardak şarap, buzlu, öyle severdi.
"Canım!" diye üstüme atıldı. Sevinmiş görünüyordu, öptü beni.
"Oh Harry gerçekten sen misin?"
"Belki. Dayanabilirsem. Yatak odasında kimse var mı?"
"Saçmalama! İçki ister misin?"
"İçemezsin dediler. Haşlanmış tavuk, rafadan yumurta yemem gerek. Liste verdiler."
"Orospu çocukları. Otur. Banyo yapmak ister misin? Bir şeyler ye."
"Hayır, dur biraz oturayım."
Koltuğa çöktüm.
"Ne kadar para kaldı?" diye sordum.
"On beş dolar."
"Çabuk harcamışsın."
"Şey-"
"Kira durumu nedir?"
"İki hafta. İş bulamadım Harry."
"Biliyorum. Arabayı göremedim. Araba nerde?"
"Kötü haber. Birine ödünç verdim, önünü çarpmışlar. Sen dön­meden yaptırtmayı düşünmüştüm. Köşedeki tamircide."
"Araba çalışıyor mu?"
"Evet, önünü düzeltsinler istedim."
"Önü çarpık olsun. Radyatöre ve farlara bir şey olmamışsa öyle kullanırsın."
"Allahaşkına Harry! Doğru olanı yapmaya çalışıyordum!"
"Şimdi dönerim."
"Harry, nereye gidiyorsun?"
"Arabaya bakacağım."
"Yarın bakarsın. İyi görünmüyorsun Harry. Otur konuşalım."
"Şimdi dönerim. Beni bilirsin. Yarım kalan işlerden hoşlan­mam."
"Of Harry!"
Merdivenlerden inmeye başladım. Sonra tekrar yukarı çıktım.
"On beş doları ver."
"Of Harry. Off!"
"İkimizden biri bu gemiyi batmaktan kurtarmalı. Bu sen olmaya­cağına göre!"
"Yemin ederim Harry. Her sabah yataktan kalkıp iş aramaya git­tim. Hiçbir şey yok."
"On beş doları ver."
Madge çantasını alıp karıştırmaya başladı.
"Bu akşam için bir şişe şarap alacak kadar para bırak bana, bu şi­şe bitmek üzere. Senin dönüşünü kutlamak istiyorum."
"Biliyorum Madge."
Çantasından bir onluk dört birlik çıkarıp uzattı. Çantayı elinden kapıp ters yüz ettim. İçinde ne varsa yatağa saçıldı. Bozuk paralar, küçük bir şişe porto, bir birlik bir de beşlik. Beşliğe uzandı ama on­dan hızlı davrandım. Doğrulup yüzünü tokatladım.
"Orospu çocuğu! Hiç değişmemişsin. Pis herifin birisin hâlâ."
"O yüzden ölmedim ya."
"Bir daha bana vurursan giderim.
"Sana vurmaktan hoşlanmadığımı bilirsin güzelim." "Bana vurmak kolay, gidip bir erkeğe vursana, vuramazsın değil mi?"
"Ne ilgisi var şimdi?" Beşliği alıp aşağı indim.
Tamirci köşedeydi. Ben içeri girerken Japon bir herif arabaya ye­ni takılmış ön kafese yaldız boya sürüyordu. Başına dikildim.
"Tanrım, gerçek bir Rembrandt olmuş bu," dedim.
"Araba sizin mi bayım?"
"Evet. Borcum ne?"
"Yetmiş beş dolar."
"Ne?"
"Yetmiş beş dolar. Bir bayan getirdi arabayı buraya."
"Orospunun biri getirdi onu buraya. Bana bak, arabanın kendi yetmiş beş dolar etmezdi, hâlâ etmez. Bu kafesi hurdacıdan beş do­lara kaptın."
"Bakın bayım, bayan dedi ki-"
"Kim?"
"Şey, kadın dedi ki-"
"Ben ondan sorumlu değilim. Hastaneden yeni çıktım. Sana ara­da sırada ödeyebilirim, ancak henüz bir işim yok ve arabaya ihtiya­cım var. Şimdi hemen ihtiyacım var. İş bulursam sana ödeme yapa­bilirim. Bulamazsam yapamam. Bana güvenmiyorsan araba sende kalsın. Gidip ruhsatını getiririm. Nerde oturduğumu biliyorsun. İster­sen ruhsatı getireyim."
"Şimdi ne verebilirsin?"
"Beş dolar."
"Çok az."
"Söyledim ya! Hastaneden yeni çıktım. İş bulunca öderim, ya kabul edersin ya da arabayı sana bırakırım."
"Peki," dedi. "Sana güveniyorum. Beşliği ver."
"Bu beşliği ne kadar zor kazandığımı bir bilsen."
"Nasıl?"
"Boşver."
O beşliği aldı ben de arabayı. Çalıştı. Yarım depo benzin bile vardı. Yağını, suyunu dert etmedim. Tekrar araba kullanmak nasıl olacak diyerek biraz turladım. İyi bir duyguydu. Sonra içki satan dükkânın önüne çektim.
"Harry!" dedi pis önlüklü yaşlı adam.
"Oh, Harry!" dedi karısı.
"Nerelerdeydin?" diye sordu pis önlüklü yaşlı adam..
"Arizona. Toprak işleri ile ilgili."
"Gördün mü Sol," dedi kadın, "zeki biri olduğunu söylemiştim sana. Kafası çalışan adam belli olur."
"Tamam," dedim, "iki altılık Miller şişe bira istiyorum, hesaba yazın."
"Bir dakika," dedi yaşlı adam.
"Problem ne? Hesabımı her zaman ödemedim mi? Canımı sık­mayın."
"Senden şikâyetçi değiliz Harry. Senin kadın. 13,75'lik alışveriş yaptı."
"13,75 mi? Lafı bile edilmez. Ben daha önce hesabı yirmi sekiz dolara çıkarıp sonra kapatmadım mı?"
"Evet Harry, ama-"
"Ama ne? Alışverişimi başka yerden mi yapayım? Bu hesabı ta­kayım mı? Allanın cezası iki altılık için değer mi?"
"Peki Harry, tamam," dedi yaşlı adam.
"İyi, poşete koy. Bir paket Pall Mail iki de Dutch Masters."
"Tamam Harry, tamam..."
Sonra tekrar basamakları çıkıyordum. Üst kata vardım. "Oh Harry, bira almışsın! İçme Harry. Ölmeni istemiyorum yav­rum!"
"Biliyorum Madge, istemezsin. Ama bu doktorlar bir boktan an­lamazlar. Şimdi bana bir bira aç. Yorgunum. Çok koşturdum. Allahın cezası hastaneden çıkalı daha iki saat oldu."
Madge bir şişe bira ve bir bardak şarap ile döndü. Topukluları ayağındaydı ve bacak bacak üstüne atınca donu göründü. Sıkı hatun­du. Yüzünü hesaba katmazsan.
"Arabayı aldın mı?"
"Evet."
"O ufak tefek Japon iyi bir çocuk değil mi?"
"İyi olmak zorundaydı."
"Ne demek istiyorsun? Arabayı tamir etmemiş mi?"
"Tamam, tamam, iyi çocuk. Buraya getirdin mi onu?"
"Harry, mesele çıkarma. Ben o Japonlarla düzüşmem!"
Ayağa kalktı. Karnı hâlâ düzdü. Kalçaları, bacakları, kıçı tam sevdiğim gibiydi. Ne kancık! Yarım şişe birayı başıma diktim, ona doğru yürüdüm.
"Senin için çıldırdığımı biliyorsun Madge, bebeğim. Senin için katil olurum, biliyorsun değil mi?"
İyice yaklaşmıştım ona. Hafifçe tebessüm etti. Bira şişesini fırla­tıp ayağa kalktım, elindeki şarap bardağını aldığım gibi bir dikişte iç­tim. Haftalardır ilk kez kendimi iyi hissediyordum. Birbirimize yak­laştık. Kırmızı, vahşi dudaklarını yaladı. Sonra iki elimle sertçe ittim onu. Kanepeye yığıldı.
"Seni orospu! Goldbarth'da 13,75'lik bir hesap açtın, değil mi?"
"Bilmiyorum."
Elbisesi kalçalarına çıkmıştı.
"Seni orospu!"
"Bana orospu deme!"
"13,75!"
"Benim bir şeyden haberim yok!"
Üstüne çıktım, yüzünü yakalayıp dudaklarından öpmeye başla­dım. Göğüslerini, kalçalarını, bacaklarını okşadım. Ağlıyordu.
"Bana... orospu... deme... deme, deme... Seni sevdiğimi biliyor­sun Harry!"
Sonra ayağa fırlayıp halının ortasında durdum.
"Seni parçalayacağım yavrum!"
Madge güldü.
Onu kaldırıp doğru yatak odasına taşıdım, yatağa fırlattım.
"Harry, hastaneden daha yeni çıktın!"
"İyi ya! İki haftalık sperm birikimimi sana nakledeceğim demektir."
"Ağzını bozma!"
"Siktir!"
Yatağa sıçradım, elbiselerimi sıyırmıştım.
Elbisesini yukarı kaldırdım, bir yandan onu öpüp okşayarak. Et­li kadındı.
Kilotunu çıkardım sonra. Eskiden olduğu gibi, içerdeydim.
Sekiz, on kere, ağır, yumuşak vurdum. Sonra "O pis Japonla düzüştüğümü düşünmüyorsun değil mi?" diye sordu.
"Sen pis olan her şeyi düzersin diye düşünüyorum."
Kendini geriye çekip beni dışarı attı.
"Ağzına sıçayım!" diye bağırdım.
"Seni seviyorum, Harry, seni sevdiğimi biliyorsun; böyle konuş­tuğun zaman beni üzüyorsun!"
"Tamam, yavrum, pis bir Japonu düzmeyeceğini biliyorum. Şa­ka ediyordum."
Madge bacaklarını açtı, tekrar içeri girdim. "Oh! Erkeğim, çok uzun zaman oldu!" "Emin misin?"
"Ne demek bu? Yine mesele mi çıkarmaya çalışıyorsun!"
"Hayır, hayır! Seni seviyorum güzelim."
Dudaklarından öptüm, alttan çalışmayı sürdürüyordum.
"Harry," dedi.
"Madge," dedim.
Haklıydı.
Çok uzun zaman olmuştu.
İhtiyara 13,75 artı iki altılık artı sigara artı puro borcum vardı. Los Angeles hastanesine 225 dolar ve o pis Japona da 70 dolar ayrı­ca ufak tefek gaz, elektrik, su faturaları ve birbirimize kenetlendik ve duvarlar üstümüze kapandı. Oradaydık.

Çevirmen: Avi Pardo

5 Mayıs 2011 Perşembe

Fazla Karıştırma / Alberto Moravia

AGNESE, "Cehennemin dibine kadar yolun var!" bile demeksizin böyle çekip gitmektense bana haber verebilirdi. Kusursuz olduğumu iddia etmiyorum, ama bana neyin özlemini duyduğunu söyleseydi, üzerinde konuşabilirdik. Oysa tam tersine, iki yıllık evlilikten sonra bir tek kelime bile etmeksizin, üstelik bir sabah benim evde olmadığım bir anı kollayarak gizlice çekti gitti, tıpkı daha iyi bir ev bulan hizmetçilerin yaptığı gibi. Çekti gitti ve ben hâlâ beni bırakıp gittikten altı ay sonra bile nedenini anlamış değilim.
O sabah, semt pazarında alışveriş yaptıktan sonra (alışveriş yapmak benim çok hoşuma gider, fiyatları öğrenirim, ne istediğimi bilirim, pazarlık etmek ve konuşmak, yiyeceklerin tadına bakmak, onlara dokunmak bana keyif verir, bifteğin hangi hayvandan, elmanın hangi bahçeden geldiğini bilmek isterim), yemek odasındaki perdeye dikmek için bir buçuk metre püskül almak üzere yeniden dışarı çıktım. Gerektiğinden fazla harcamak istemediğimden, Umiltâ soka­ğındaki küçük bir dükkânda aradığım püskülü bulmadan önce epey dolaşmıştım. On biri yirmi geçe eve döndüm, yemek odasına girdim, amacım püskülün renginin perdeye uyup uymadığına bakmaktı, girer girmez masanın üzerindeki mürekkep hokkası, kalem ve mektubu gördüm. Doğruyu söylemek gerekirse, ilk fark ettiğim şey masa örtüsündeki leke oldu. "Şuraya bak, ne pasaklı... örtüyü lekelemiş," diye düşündüm. Hokkayı, mektubu ve kalemi kaldırıp örtüyü aldım, mutfağa gittim ve limonla bastıra bastıra ovalayarak sonunda lekeyi çıkardım. Sonra yemek odasına döndüm, örtüyü yerine koydum, an­cak o anda mektubu hatırladım. Bana yazılmıştı: Alfredo. Mektubu açtım ve okudum: "Temizlik yaptım. Öğlen yemeğini kendin pişir nasılsa alışıksın. Elveda. Ben annemin evine dönüyorum." Bir an hiçbir şey anlamadım. Sonra mektubu tekrar okudum ve en sonunda anladım: Agnese iki yıllık evlilikten sonra beni terk etmiş, çekip git­mişti. Her zamanki alışkanlığımla, mektubu diğer mektupları ve fa­turaları koyduğum komodinin çekmecesine koydum, pencerenin ya­nında bir sandalyeye oturdum. Ne düşüneceğimi bilemiyordum, bu­na hazır değildim ve olan bitene inanamıyordum. Bunları düşünür­ken, gözüm yer döşemesine takıldı ve küçük beyaz bir tüy gördüm, herhalde Agnese toz alırken fırçadan kopmuş ve yere düşmüştü. Tüyü aldım, pencereyi açtım ve dışarı attım. Sonra şapkamı aldım ve evden çıktım.
Yürürken kötü bir huyum vardır, kaldırımın bir karesine basar, diğerine basmadan geçerim, yine böyle yaparak bir yandan yürüyor, bir yandan da kendi kendime, Agnese'nin beni yaralamak ister gibi, haince çekip gitmiş olması için ona ne yapmış olabileceğimi soruyor­dum, ilk aklıma gelen, Agnese'nin ufacık bile olsa beni ihanetle suç­layıp suçlayamayacağı oldu. Hemen cevapladım: Asla. Zaten kadın­larla çok fazla ilişkim yok, onları anlamam, onlar da beni anlamaz­lar, üstelik evlendiğim günden beri, benim için artık var olmadıkları söylenebilir. Bu konuda Agnese beni sık sık kışkırtmaya çalışırdı: "Eğer başka bir kadına âşık olursan ne yaparsın?" diye sorardı. Ben de, "İmkânsız; seni seviyorum ve bu duygu ömür boyu sürecek," di­ye yanıtlardım.
Şimdi, tekrar düşündüğümde, o "ömür boyu" sözcüğünün onu mutlu etmediğini, aksine, suratını astığını ve suskunlaştığını hatırlar gibi oldum. Konuya tamamen farklı bir açıdan bakmayı deneyerek Agnese'nin beni para yüzünden, yani para konusundaki davranış bi­çimim yüzünden bırakmış olup olmadığını irdelemek istedim. Ama hu kez de vicdanımın rahat olduğunu fark ettim. Para söz konusu ol­duğunda, doğru, ona çok fazla para vermiyordum ama paraya ne ihtiyacı vardı ki? Ben her zaman yanındaydım, ödemeye hazırdım. Davranış biçimime gelince, pek de kötü sayılmazdı: Siz değerlendi­rin biraz. Haftada iki kez sinema, iki kez kafe, üstelik ister dondur­ma yesin, ister sadece kahve içsin, bunun hiç önemi yoktu, ayda iki tane magazin dergisi, her gün gazete; kışın opera bile; yazın Marino' ya, babamın evine sayfiyeye. Bunlar eğlence için harcananlar; elbiselere gelince, Agnese'nin bu konuda şikâyet etme ihtimali daha azdı. Herhangi bir şeye ihtiyacı olduğunda, bir sutyen, bir çift çorap ya da bir eşarp ben hep hazırdım. Onunla birlikte mağazalara gider, onunla birlikte gerekeni seçer, hiç itiraz etmeksizin ödemeyi yapardım. Aynı şey terziler ve şapkacılar için de geçerliydi. Bana, "Bir şapkaya ihtiyacım var, bir elbiseye ihtiyacım var," dediğinde, "Hadi gidelim, sana eşlik edeyim," diye yanıtlamadığım an olmamıştır. Ay­rıca, Agnese'nin güç beğenir bir tip olmadığını da kabul etmek gerekir: Evliliğimizin ilk yılından sonra, kendine elbise yaptırmaktan ne­redeyse tamamen vazgeçti. Hatta bazen, o ya da bu giysiye ihtiyacı olduğunu hatırlatan ben olurum. Ama o geçen yıl aldıklarının yeterli olduğunu, eksik şeyleri umursamadığını söylerdi, öyle ki ben sonun da, bu yönü ile diğer kadınlara benzemediğini, iyi giyinmek gibi bir kaygı taşımadığını düşünmeye başladım.
Yani gönül ve para işi değildi bu iş. Bir tek avukatların karakter uyuşmazlığı dedikleri seçenek kalıyordu. Kendi kendime, iki yıl içinde tek bir tartışma bile yaşamadığımıza göre, bir tek küskünlük bile olmadığına göre, ne tür bir karakter uyuşmazlığından söz edilebileceğini sordum. Her zaman birlikteydik, eğer böyle bir uyuşmaz­lık söz konusu olsaydı, ortaya çıkardı. Üstelik Agnese bana hiç itiraz etmezdi, hatta hiç konuşmadığı bile söylenebilir. Bazen kahvede ya da evde olduğumuz gecelerde, güç bela ağzını açardı, hep ben konu­şurdum. İnkâr etmiyorum, konuşmak, dinlenmek benim hoşuma gi­der, özellikle içli dışlı olduğum biriyle birlikteysem. Sakin, düzgün, inişsiz çıkışsız, akılcı, akıcı bir biçimde konuşurum ve ele aldığını konuyu baştan sona tüm yönleriyle değerlendiririm. Tercih ettiğim konular ise ev işleriyle ilgili olanlardır. Fiyatlar, mobilyaların düze­ni, mutfak, termosifon, özetle saçma sapan şeylerden söz etmekten hoşlanırım. Bunlardan söz ederken hiç yorulmam; öylesine büyük bir keyifle konuşurum ki, sık sık aynı yönleriyle konuyu en başından tekrar ele aldığımı fark ederim. Bir kadınla konuşulması gereken ko­nular bunlar değil midir? Başka neden söz etmek gerekir ki? Ayrıca Agnese beni dikkatle dinlerdi, en azından bana öyle gelirdi. Sadece bir kez, ona elektrikli şofbenin nasıl çalıştığını anlatırken uyuyakal­dığını fark ettim. Onu uyandırarak, "Ne oldu? Sıkılıyor musun yok­sa?" diye sorduğumda, "Yok, yok, yorgunum, dün gece hiç uyumadım," diye cevaplamıştı.
Genellikle kocalar ya ofislerine, ya dükkânlarına giderler, yapa­cak hiçbir şey bulamazlarsa arkadaşlarıyla gezintiye çıkarlar. Ama Agnese benim için her şeydi, ofisim, dükkânım, arkadaşlarım. Onu bir dakika dahi yalnız bırakmıyordum, belki şaşıracaksınız, ama ye­mek yaparken bile yanından ayrılmıyordum. Mutfak işlerini çok se­verim ve her gün, her öğünden önce, bir önlük takar ve Agnese'ye yardım ederdim. Hemen hemen her işten birazcık yapardım: Patates­leri soyar, fasulyeleri ayıklar, sebzeleri ve etleri doğrar, yemeklere bakardım. Ona öylesine kusursuz bir biçimde yardım ediyordum ki, bana, "Bak, sen yap... başım ağrıyor... biraz uzanacağım," derdi. O zaman yemeği kendi başıma pişirirdim, hatta yemek kitabı sayesinde yeni şeyler denemeye de başlamıştım. Ne yazık ki Agnese iştahlı biri değildi; hatta son günlerde iştahı iyice kesilmişti ve neredeyse yemeklere hiç dokunmuyordu. Bir kez bana şaka olarak, "Erkek doğ­makla yanlış yapmışsın... sen bir kadınsın... üstelik tam bir ev kadı­nı," demişti. Bu söylediklerinde doğru bir yan olduğunu kabul et­mem gerek: Gerçekten de yemek pişirmenin dışında, yıkamak, ütü­lemek, dikiş dikmek ve hatta boş zamanlarımda tülbentlerin kenarla­rını oyalamak çok hoşuma gider. Daha önce de söylediğim gibi onu hiç yalnız bırakmıyordum: Bir arkadaşı ya da annesi geldiğinde bile; hatta nereden aklına geldiyse bilmiyorum, İngilizce dersleri almaya karar verdiğinde bile, ben de bu zor dili öğrenmeye çabalamıştım. Ona o kadar yapışmıştım ki, bazen kendimi gülünç hissettiğim bile oluyordu; bana bir kafede, alçak sesle söylediği şeyi iyi anlamadan, onun peşine takıldığım ve girmeye çalıştığım yerin kadınlar tuvaleti olduğunu bana görevlinin hatırlattığı o gün olduğu gibi... Sık sık ba­na, "Şuraya gitmem gerekiyor... Seni ilgilendirmeyen falanca kişiyi görmem gerekiyor," derdi. Ama ben ona, "Ben de geliyorum... Zaten yapacak bir şeyim yok," derdim. Bu yanıt üzerine, "Benim için, gel­sen de gelmesen de fark etmez, ama seni uyarıyorum, sıkılırsın," der­di. Oysa hayır, hiç sıkılmazdım, sonra ona bunu söylerdim: "Gördün mü, sıkılmadım." Uzun lafın kısası, yapışık ikizler gibiydik.
Bunları düşünerek ve Agnese'nin beni niçin terk ettiğini kendi kendime sorarak, babamın dükkânına vardım. Minevra Meydanı ya­kınlarında kutsal eşyaların satıldığı bir dükkândır. Babam hâlâ genç bir adam: siyah kıvırcık saçlı, kara bıyıklı bir adam ve bıyıklarının altında asla ne anlama geldiğini çözemediğim bir gülümseme. Kim bilir belki de rahipler ve dindar kişilerle birlikte olmaya alıştığından, tatlı mı tatlı, sakin ve iyi huyludur. Onu iyi tanıyan annem aslında çok sinirli olduğunu, ama göstermediğini söyler. Her neyse, kutsal cüppeler ve ayin taşlarıyla dolu vitrinlerin arasından geçerek doğru­dan yazı masasının bulunduğu depoya girdim. Her zaman olduğu gi­bi, bıyıklarını ısırarak ve düşünerek hesap yapıyordu. Ona nefes ne­fese, "Baba, Agnese beni terk etti," dedim. Gözlerini kaldırdı, bana bıyık altından gülümsüyormuş gibi geldi; ama bu bir kuruntudan iba­ret olabilir. "Üzüldüm, çok üzüldüm... nasıl oldu?" dedi.
Ona neler olduğunu anlattım. "Tabii ki çok üzgünüm... Ama tek bilmek istediğim beni niçin terk ettiği," diyerek sözlerimi bitirdim.
Şaşırmış bir halde, "Anlamıyor musun?" diye sordu.
"Hayır."
Bir an sessiz kaldı ve bir solukta, "Alfredo, üzgünüm, ne söyle­yeceğimi bilemiyorum... Sen benim oğlumsun, senin gereksinimleri­ni karşılıyorum, seni seviyorum... Ama karınla ilgili sorunları kendin çözmelisin," dedi.
"Evet ama niçin beni terk etti?"
Kafasını salladı: "Senin yerinde olsam bu işi fazla karıştırmam... Boş ver... Nedenlerini bileceksin ne olacak?"
"Benim için çok önemli... Her şeyden çok."
O anda içeriye iki rahip girdi; babam ayağa kalktı ve onları kar­şılamaya gitti, bu arada bana, "Daha sonra gel... Konuşuruz... Şimdi işim var," dedi. Ondan başka bir şey bekleyemeyeceğimi anladım ve çıktım.
Agnese'nin annesinin evi uzak değildi, Vittorio Caddesi'ndeydi. Ayrılışının sırrını bana açıklayabilecek tek kişinin Agnese'nin bizzat kendisi olduğunu düşündüm ve ona gittim. Merdivenleri koşarak çık­tım, beni salona aldılar. Agnese'nin yerine annesi geldi, tahammül edemediğim bir kadındır, o da esnaf, siyaha boyanmış saçları ve al yanaklarıyla sahte, sinsi gülümsemesiyle tahammül edilmez bir tip. Sabahlıklaydı. Göğsünde bir gül vardı. Beni gördüğünde sahte bir ki­barlıkla, "Ooo, Alfredo, hangi rüzgâr attı seni buralara?" dedi.
"Neden geldiğimi biliyorsunuz anne. Agnese beni terk etti."
O sakin bir biçimde: "Evet, burada... Evladım: Elden ne gelir, böyle şeyler oluyor."
"Nasıl böyle söyleyebilirsiniz?"
Bir an bana baktı ve, "Sizinkilere söyledin mi?" diye sordu.
"Evet, babama."
"O ne dedi?"
Babamın ne söylediği onu ne ilgilendirirdi ki? Keyifsizce yanıtladım: "Babamı bilirsiniz... Fazla karıştırma, diyor."
"Doğru söylemiş evladım... Fazla karıştırma."
"Ama," dedim, yaram yeniden depreşmişti. "Niçin beni bıraktı? Ona ne yaptım? Niçin söylemiyorsunuz?"
Sinirden titreyerek konuşurken, gözüm masanın üzerine takıldı. Masanın üzerinde, tam ortası beyaz nakışlı bir örtü ve nakışın üzerin­de kırmızı karanfillerle dolu bir vazo vardı. Ancak örtü iyi ortalanmamıştı. Ne yaptığımı düşünmeksizin, mekanik bir biçimde, vazoyu kaldırdım ve örtüyü ortaladım. Bu sırada Agnese'nin annesi bana gü­lümseyerek bakıyor, soruma yanıt vermiyordu. Bu hareketi yaptıktan sonra: "Bravo... Şimdi örtü ortalandı... Ben farkına varmamıştım bi­le, ama sen hemen gördün... Bravo... Şimdi gitsen iyi olur evladım."
Ayağa kalktı, o arada ben de kalktım. Agnese'yi görüp göreme­yeceğimi sormak istiyordum, ama faydasız olduğunu anladım; onu görürsem, serinkanlılığımı yitirip aptalca bir şey yapmaktan ya da söylemekten korkuyordum. Sonunda oradan ayrıldım ve o günden beri karımı görmedim. Kim bilir belki bir gün, benim gibi bir koca­nın kolay bulunmayacağını anlayarak geri döner. Ama neden beni terk ettiğini söylemeden, eşikten adımını atamaz.

ÇEVİREN:    BETÛL    PARLAK