Gezme, yaşanılan mekânın değiştirilmesi insanın en eski
uğraşlarından. Varlığını sürdürmek için Doğa ile etkileşimde bulunmak zorunda olan insan, Doğa'nın kendini yeniden üretmesinin sırrını on binlerce yıl çözememiştir. Gübreleme, sulama, bilimsel ekme-dikme yöntemleri, hayvan türlerinin ıslâhı gibi yöntemler daha dün denecek kadar yakın geçmişin bilgi ve beceri kazanımlarıdır. Bunların öncesinde insanın varlığını sürdürmek için bulabildiği çözüm, yaşadığı ve yaşarken tükettiği Doğal mekanı terk ederek başka yerlere gitmek olmuştur. Belki de bu nedenle, bulunulan ve yoksullaşan yerin dışındaki bakir/uzak yerler, Kızılderililerden Tundra insanlarına, Greklere kadar birçok toplumun mitolojik öykülerinde işlenmiştir.
Tekniklerin gelişmesi, insanların bu tür mekân değişikliği ihtiyaç ve arzularını ortadan kaldırmasa bile, azaltmıştır. Buna karşılık, 'köle'nin özel mülkiyetin, patriyarkın yabancılaşma olgusunun ortaya çıkışı ile birlikte insan kendisinin dışındaki insanı, kendisinin dışındaki Doğa'yı ve kendi içindeki Doğa'yı (potansiyel insan yanlarını) tahakkümü altına almaya başladıkça, mekânı terk etmek, başka diyarlara kaçmak, "Kaf Dağı'nın ardındaki" ülkelerde yeni bir hayat aramak arzusu ortaya çıkmıştır. Belki de, eşitsizliğe dayanan bu dünyadaki hayattan sonra tasarlanan Öte Dünya kavramı da, bu, insanı kahreden adaletsiz ve onursuzlaştırıcı dünyadan çıkış yolu sunar.
Öte Dünya'ya yola çıkış beklentisinin trajik yanı, kolaylaştırmaya çalıştığı buradaki verili dünyanın içinde kalmak zorunda olduğumuzu; dahası, belki de, her şeyin buradakilerden ibaret olduğunu bilmemizdir. Vebanın, açlığın, din savaşlarının, siyasal amaçlı savaşların yakıp yıktığı bir dünyada Ölüm'ün yeni bir ufuk zorlaması gibi tasarlanması ile, Efendi/Köle ilişkisinin can yakıcılığının akıl almaz ölçülere vardığı dönemlerde yoksulların "Viva la Muerto!" diye haykırmaları arasında bağlantı olduğu düşünülebilir. Ölüm'ün eşitleyici işlevini kutsamak da, bu dünyanın farklısına doğru kanat açmak arzusunu dile getirmekteydi.
Bu kanat açma arzusunun bir başka biçimi ise, mekânsal anlamda değil de, yaşanan toplum ya da dönemin zihinsel ufkunun darlığından kurtulma anlamındaydı. Ikarus'un çocuklarının yaptığına ilişkin mitolojideki öykü bunu anlatıyor. "Babaların" çizdiği sınırın aşılması, zorlanması arzusudur buradaki. Balmumunun erimesi, oğulların denize düşmesi ise, verili toplumsal sistemin zihniyetinin, ahlak anlayışının güçlülük ve haklılık iddiasının bir türevi olmuştur, olmaktadır.
Ortaçağ'ın ortalarında "değirmenler" çoğalırken ve köylü birlikleri manastırların değirmen kurmak ve buğdayın altıda birini köylülerin elinden almak imkânını "efendilerin" elinden istirdat ederken ortaya çıkan Faust öyküsü de Ikarus ve Oğulları öyküsüne benzemektedir. Manastırların köylülerden aldığı buğday öğütme payı olan unun 1/6'sı, her altı birim tarladan bir biriminin daha Kilise'nin elinde toplanması anlamına gelmektedir o günlerde. Köylüler, köylü birlikleri mantar gibi, pıtırak gibi çoğalan sayıda değirmen kurar bu sömürüye son vermek için. Fakat bir süre sonra krallarla, prenslerle ittifak kuran kilise (baronlar ve ruhban) bu değirmenleri yıktırır. Değirmen taşlarını da, köylülerin yortularda filan ziyaret ettikleri büyük manastırların avlularına döşer, ibret olsun diye. Böylece, köylülerin yeni ufuklar arama girişimi tedip edilmiş olur yüzyıllarca.
Keloğlan masallarının söylendiği, dinlendiği her ocakbaşında, her köyde de bir mekân değiştirme, ufuk değiştirme özlemi dile getirilmiştir, getirilmektedir. Ama, dikkatli bakılırsa, burada da "iğdiş edilmiş" bir mekân değiştirme arzusu ile karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Yoksulun biri Kaf Dağı'nın ardındaki ülkenin padişahının gözüne girmiş, damadı olmuştur. Yoksul, saraya girdiği için, burada, iç güveyi olma durumu, toplumsal iç güveyi olmaktır aynı zamanda. Öyküdeki, Keloğlan kaderini değiştirmiştir. Ama, dinleyenlerin Keloğlanlığı sürmektedir ve sürecektir de...
Yoksulların da seyahate çıkarak ufuk değiştirme çabaları olmuştur tarihte. Ama, bunların en kitlesellerinden biri olan Haçlı Seferleri'ne katılan yoksulların başına gelenleri görmek için Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nin Arkeoloji bölümünün İznik'te yaptığı kazı çalışmalarının yapıldığı yerleri görmek yeter. Sekiz dokuz yıl önce, ağızları beş altı metreyi bulan kuyu gibi kazı yerlerinde, tıpkı bir sunta keskindeki presle birbirine yapıştırılmış, sıkıştırılmış yongalar gibi, üst üste atılıp zamanla, toprağın ağırlığı ile bir kemikler mozayiğine dönüşmüş yoksullar yığını görmüştüm. Senyörlerin ikinci ve üçüncü erkek çocukları bile, babalarının taşınmaz malları Kilise Hukuku gereği, yalnızca birinci doğan erkek çocuğa kaldığı için, bu yığınların içinde eriyip kaybolmuşlardır. Gezi, sefer, böylesine acıklı bitmiştir... Kuşkusuz, Urfa'ya, Şam'a, Kudüs'e, Yafa'ya, Mısır'a kadar gidebilenler; oralarda kontluk, prenslik kuranlar da olmuştur. Şam'da öğrendiği demiri çelik yapma zanaatını, ya da billur gibi cam dökme sanatını Avrupa'ya, Murano'ya, Lizbon'a getirenler de olmuştur.
Tarihin seyahate meraklı kralları, hükümdarları da unutulmamalı. Kserhes, Persopolis'ten kalkıp Kapadokya'dan, Likya'dan Attika'ya kadar gelmiştir. Ama, ülkesinin uzaklarında iken sarayında kargaşa çıkacağı haberleri gelir. Grek tragedyalarının en güzellerinden olan Persler'de koro şöyle noktalar bu uzun seyahatin sonunu: "Siz, kendi ülkenizin ve halkınızın saadetini gerçekleştiremeden başka ülkeleri ezmeye, zulmetmeye çıktınız... Bundandır sarayınızdaki güvensizlik!.."
Bu olaylardan iki yüz yıl sonra Makedonya'dan çıkan İskender 130 bin kişilik ordusu ve bu orduya ökse otu gibi yanaşmış, yapışmış nalbantlar, köfteciler, "lahmacuncular", fahişeler, hokkabazlar, müteahhitlerden oluşan 1, hatta zaman zaman 1,5 milyona varan insan yığınları ile Anadolu'dan, İran'dan, Harizmiler ülkesinden geçip Hindistan'ın yukarılarına kadar gelir. Dönüşte, bilicilerin, kâhinlerin lafını dinlemeyip Asur Kral mezarlarının bulunduğu bataklıkları kurutup Dicle ve Fırat sularının bir araya geldiği yerlerden aşağılara kadar teknelerin gidip gelebileceği bir su yolu oluşturmayı düşünürken, düşlerken oralarda ölür. Ama, İskender, Makedonya'dan çıkıp Babilonya'ya kadar süren bu gezintisinde gördüğü yerlerde yerli kültürleri öğrenmeye çalışmıştır. Yanındaki sanatçılar, yazarlar, askerler buralardan bir şeyler öğrenip kendi Helenistik kültür dünyalarını modifiye etmişlerdir. Buna karşılık, bir "Buda heykeli kadar sakin" duran Buda da değişmiştir: Grek burnu ile, geniş alnı ile, Asyalılığının yarısını bir yana koymuştur. Bunda, İskender'in hocası Aristoteles'in görgülcü/deneyselci bilgi ve yöntem anlayışının etkisi olduğu açıktır. Ama, bunun da öncesinde, Aristoteles'in atalarından beri Greklerin karadaki ülkelerine de, denizlerde dolaştıkları sırada içinde bulundukları koylara, körfezlere, ufuklara da "Thalasa" demelerinin rolü olmuştur. Ticaretin, görgülcülüğün, dogmacılıktan kurtulabilmenin temelinde de Grek insanının varlık sürdürme tekniklerinin, biçiminin yeri olmuştur.
Homeros'un İlyada'sındaki, Odyssid'sındaki olaylarla, yaşantılarla dolu gezi, geziler, serüvenler ise, tek tek insanların değil; Greklerin bütün boylarının, kabilelerinin soy topluluğundan (genos) çıkıp, sürülerle, özel mülkle. kölelerle tanıştıkça eriştikleri yabancılaşmaya dayanan toplum hayatına geçişinin; bir kavmin bir yaşantı tarzından bir yenisine geçişinin öyküsü, serüvenidir. Bu böyle olduğu içindir ki, serüvenin tamamını bir araya getirebilen gözleri görmeyen Homeros olmuştur...
Modern dönemin öncesindeki insanın gezisini, serüvenini en iyi anlatan ise, bence, Brugel'in Körlere Yol Gösteren Kör'ün resmedildiği tablosu olmuştur. Ülkesi İspanyol zulmü altındayken ve açlığın, salgınların, yangınların ortasında yapılmış; Yunus'un yalın çağrısı gibi, "Moğol zulmünden sonra" hayatta kalabilme çığlığı gibi bir resimdir bu. Munch'un çığlığı ise, iskelenin ucuna kadar yürüyen burjuvaların kararmış "ufkundan" korkuya kapılmış küçük insanın, ressamın, aylağın, "düşünür-gezerin" çığlığıdır. Yürekte, insanın umutlarını canlı tutmaya çalıştığı yürekte çıkılmış bir ufuk arama serüvenidir Munch'un resmi. Garb Cephesinde Yeni Bir Şey Yok yazılmak üzeredir...
Munch'un çığlığının öncesinde ise, denebilir ki, bütün ufukları, kendi programlanmış hayat anlayışı ve ertelenmiş mutluluklar disiplini ile gemlemek isteyen sanayi toplumundaki mühendis burjuvanın serüveninin anlatıldığı Jules Verne'in 80 Günde Devri Alemi vardır. Londra'dan Dover'e, Marsilya'ya, İskenderiye'ye, Hindistan'ın batısından Kalküta'sına, Avustralya, Japonya, baştan başa Amerika, Atlas Okyanusu ve Londra'ya programlanmış bir turdur bu yükselen burjuvazinin Odyssia'sı. Hindistan'da kompartımana alınan racanın güzel eşiyle mühendis burjuvanın aşk ilişkisinin insani sonucu ise, düzenin nikâhı ile Londra'ya dönüşte gerçekleşebilir. Gerçekten de, bu yeni bir Odysia'dır. İthaka'ya, malikânesine, sürülerinin başına dönmek için içindeki insansal duygularını baskı altına alan, sulaklarını çaputla doldurup sirenlerin seslerini duymamaya çalışan Odys-seus gibi, yükselen burjuvaziyi temsil aden mühendis de, kafasındaki "programlanmış hayatı" kesintiye uğratmamak ve işinden ibaret bir adam olmaktan sapmamak için, aşkı, Londra'ya dönüşe ertelemiştir.
Yakından bakacak olursak, Londra'da şehir kulübündeki hayat tarzı, yaşama felsefesi hiç terk edilmemiştir bu devri âlem boyunca. Çünkü, insanoğlu sanayi kapitalizminin işlikteki ve işlik-dışı hayatındaki toplumsal denetim mekanizmalarının güdümü altında, nereye giderse gitsin, Kavafis'in söylediği gibi, hep aynı kenti ile birliktedir her gittiği yerde. Çünkü, homojenleştirici yabancılaşma olgusu tek ve aynı bir dünya içine kapamıştır yükselme dönemindeki burjuvayı.
Banliyöler, banliyölerdeki monogaminin kurtarıcısı metresler de henüz tam olarak yaygınlaşmamıştır.
Yükselen . burjuvazinin yolunu açanlardan Napolyon Bonaparte ise, tıpkı, Tanrıça Kirke'nin tavsiyesi ile soluğu "Ölüler Ülkesi"nde alan Odysisus gibi, Fransız Devrimi ile kabarıp coşan halk kitlelerini yeniden düzenin içine sokabilmek için, Osmanlının zengin eyaletleri olan Mısır'a ve Suriye'ye doğru yola çıkmıştır. Sömürgeleştirilecek Doğu ülkelerinden tırtıklanacak artık-değer'in sanayi kapitalizmine geçen Fransa'ya getirilmesi ile gelişkin kapitalist ülkelerdeki sınıflar arası çelişkinin antagonistik çelişkiden, non-antagonistik çelişkiye dönüştürülmesi için en zararsız yolu bulmuştur Napolyon ve döneminin egemen kesimi.
Acayiptir ki, Napolyon'dan elli yıl sonraki İstanbul'da Fatih Çarşambası'nda oturan bizim gibi insanların Beyoğlu'na geçmesi 19. yüzyılda olmuştur. Günahı, öyküyü nakleden Murat Belge'nin boynuna, Fatih'teki bir dini bayramda Üsküdar'a yaşlı teyzelerini ziyaret için kayık tutup deniz yolculuğuna çıkan iki İstanbullu, zeytinyağlı dolmalarla, köftelerle dolu nevale sepetleri ile denizden gidip döndükleri Üsküdar seferinden sonra, Jules Verne'in öyküsüne taş çıkartacak bir Seyahatname kaleme almışlarmış!..
1900'lerde bile, Şehremini'den kalkıp Üsküdar'a geçenler için oralar Anadolu'dur, uzak ve farklı yerlerdir. Marmara'nın kıyılarındaki Kalamış, Bostancı, Adalar'a gidişler bile buharlı küçük gemilerle, Şirket-i Hayriye'nin düzenli seferleri ile, 19. yüzyılın ikinci yarısında olmuştur.
1960'ların ikinci yarısında ise, birden coşup harekete geçen kavmimizin bir bölümü, tarihteki bu gecikmeyi telafi etmek istercesine, Yozgat'ın deniz yüzü görmemiş Boğazlıyan'ından çıkıp Libya'ya, Brüksel'e, Münih'e, dahası İsrail ticaret filosundaki gemilerde tayfa olarak dünyanın yedi iklim beş denizinde sefere çıkmaya başlamıştır.
Bu şaka bir tarafa, bizim daha uslu akıllı seferlerimiz de 1950'lerde, 1960'larda başlamıştır. Ankaralıların Erdek kıyılarını keşfi, hatırladığım kadarı ile, 1957'deki Atilla Alpöge'lerin, Ergun Köknar’ların, Genco Erkal’ların düzenlediği, başlattığı Erdek Tiyatro Festivali'nden sonraki günlerde olmuştur. Sonra 1960'larda Marmara Adası, Avşa Adası, Şile'nin keşfine gelinmiştir. Sonraları Alanya'lar, Antalya'lar, Bodrum'lar keşfedilmiştir.

Bodrum'un keşfi, işin başında, Cevat Şakir'in öyküleri, romanları ve Mavi Sürgün'ü okuyanlarca olmuştur. Bunların kibarları denizden gelmişlerdir. Alt orta sınıftan aydınlar ve Hippy'ler karadan gelmişlerdir. Bodrum'un dağları taşları beyaza dönerken gelenler ise, "felaketler" gibi, yerin altından ve üstünden, denizlerden ve karalardan gelmişlerdir. Disco'ları ile, Cola'ları ile, barları ile gelmişlerdir. Birlikte gelmekte ve birlikte dönmektedirler. Tıpkı dünyanın diğer ülkelerindeki kitle turizmindeki insanlar gibi. Terk etmek istedikleri kentlere, geldikleri yerleri sonuna kadar benzeterek ve kirleterek... Kekik kokan dağlar bitmiştir... Sepetle balık tutulan koylar bitmiştir... Kıyısında köz üstünde müren balığı pişirilen kumsallar bitmiştir. Kargı koyundaki kargılar da bitmiştir... Çardaklarda, "galiptos" gölgesinde uyuduğumuz kerevetler bitmiştir. Issız duran koylarda mandalin bahçelerindeki taş evlerde resim yapan ve yüzlerce içki şişesinin ortasında ayık kafayla dünyaya bakan ressamlar ve Belçikalı karıları bitmiştir... "Hey Yavrum Hey!" diye denize çıkan ve kaşıkla, sıyırtma ile balık tutmakta mahir üç lisan bilen Mülkiyeli "Hey Yavrum" bitmiştir!..Ertegün'ün evinin oralarda iyi restoranlar, Köprübaşı'nda ise dönerciler, "06 Ankara Restoran"lar zuhur etmiş; her yer ve her şey İzmirli, Ankaralı, İstanbullu kaçkınların ve kaçıkların eline, güdümüne geçmiştir...
Kitle turizminin özü budur. Bunları eleştirmek ise, kimilerine göre, "seçkinci ve entelektüelce" bir "davranış bozukluğu" sayılmaktadır.
Ben, günümüzün "normallerinden" değil; normal olmayanlarından yanayım. Yerlilerden dostlarım ölüyor ve azalıyorlar.
Bana mandalina dallarından sapsarı kaşıklar yapıp hediye eden dostlarım yok. Mantar toplayabilen Cemal Dayım şimdi göremiyor, yaşlandı. Ama, onun gözlerinin önünde, hâlâ, İstanköy'ün kızları, karpuzları, Gökova'nın koyları, snaritleri var. Bizim kavgasını ettiğimiz taş yığını adalarda, karılarının yapıp yanlarına koydukları, toplanıp, hep birlikte yedikleri azıkları, adam gibi yaşanmış günleri var... Bizim, medyanın pompaladığı kinlerimizden, öfkelerimizden, yalancı kahramanlıklarımızdan çok daha güzel... Çınarların dibinde, devlerin yanında çömelip peynir ekmek yerlermiş. Birbirlerinin düğünlerine giderlermiş. Birinin kilisesi ile, birinin alnında kufi yazısı ile süslenmiş taş çeşmesi yan yana dururmuş. Şimdi hepsi bakımsız ve gözlerden ırak edilmiş... "Clup Armonia" ya da "98 Evler" yazan tabelaları ile denizi, limon ağaçlarını, zakkumları kapatan peyzajın getirdiği kredili satışlar, devre mülkler, promosyonlu okunma-dışı gazeteleri ile farklı bir dünya var...
Bu yeni peyzaj, bana, Roma'ya gelen 1950'lerin ortalarındaki Amerikalı turistleri anlatan Roland Barthes'ın yazısındaki gözlemi anımsatıyor: Aşk Çeşmesi'nin önüne geçip fotoğraf çektiren Amerikalı orta sınıf insanı, paranın düzenlediği kitlesel turizm ve tatil endüstrisi döneminde bir fatihtir. Ama, resminin çekilmesi ile tamamladığı fetih seferinden hiçbir şey kazanamayan bir fatih... Roma, bu görüntüden ibarettir. Müzeleri, sokakları, insanları, Fellini'yi korkutan akşamüstleri sokağa çıkan güzel kadınları onun aklına gelmeyen şeylerdir. Onun düşündüğü şey, Kış'tan, Güz'den başlayan taksitlerle ödediği bir turistik gezi programına, tura katılarak geldiği Roma' daki, herkesin hiç tereddütsüz bilebileceği bir mekân olan Aşk Çeşmesi'nin önünde fotoğraf çektirip, Amerika'daki orta sınıf hayatını sürdürürken eriştiği toplumsal konumuna bir kanıt oluşturmaktır. "Achieving man"(*) olduğunu kendisine ve çevresindekilere kanıtlamak için bir kanıt oluşturmaktır...
Bu bir fetih değil, bir ufuk genişletmek değil; bir "kirletmedir".
Başka ne olabilir ki!
Baudelaire'in "Paçavracılar" şiiri üzerine Benjamin ile Adorno arasındaki acı verici tartışmayı hatırlamıyor musunuz?
Kitlesel turizmin iyi yanlarından söz edenler de var. Her şeyin metalaştığı ve dolaşıma giremeyen şeylerin yaşama olanağından yoksunlaşacağını biliyoruz. Ama bunların sona ermesi için, saçma sapan "Ölü Doğa" görünümleri oluşturmaktan öteye gidemeyen korumacılık önlemlerini aşabilecek kapsamlı dönüşümlerle hayatı yeniden kurmak gerekiyor...
Yani, Kutsal Kitapların, IMF’in, Dünya Bankası'nın, akıllı uslu politikacıların, Ikarus'ların çizdiği sınırların ve oluşturdukları "ciddiyetin", zorlanması ve kofluklarının, yetersizliklerinin ortaya konulması gerekiyor...
(*) Başarılı adam.
Varlık Dergisi Ağustos 1999 Sayı 1103'de yayınlanmıştır.