Şiirle ilişkime, yıllar önce, "Kim itti lan beni" diye bir "nida" ile baktığımı hatırlıyorum. Biraz da, şiir yazmakla şair olmak arasında korumaya çalıştığım mesafe ile ilgiliydi. Benim şiir yayımlamaya başladığım yıllar, çok talihsiz bulduğum yıllardır. Şiir yazanı mutlaka "şair yapmak" için neredeyse herkes elinden geleni ardına koymuyordu. Şiir yazanı, şiirin dışında ne varsa ona bulaştırmak için ne gerekiyorsa yaptılar. Biz de doğrusu pek teşne çıktık bu işte. Neyse işte, bu çabam, "düz koşu", "çapraş koşu" şeklinde de olsa devam ediyor. Böylece formumu korumaya çalışıyorum. Yani diyeceğim, "kimin ittiği" meselesinde, pişmanlıkla edilmiş bir laf değil bu. İlk şiirimin yayımlandığı tarihten yirmi yıl sonra bugün, beni çeken bir şey olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bu neyle mi ilgili? Yani şiirde veya şiire beni çeken ne mi? Bu konuda öyle çok düzgün cümleler kuramam. Didişmeden edemeyen bir adamım belki de. Şiirde, aradığım didişmenin hasını buldum. Düşman kardeşim benim o. Kardeşim de aynı zamanda. Rahatsızlık kaynağım. Anlaşmak, huzur bulmak, koyun koyuna yaşamak istemediğim; istesem bile onun izin vermeyeceği bir ilişki. "Niçin yazıyorsun" sorusunun çok ötesinde bir şey var burada. Zaten bu soruyu oldum olası magazinel bulurum. Niçin yazdığımdan sana ne! Ben sana niçin okuyorsun diyor muyum? Ayrıca okuyan, benim niçin yazdığıma ilişkin bir yanıt bulabilir. Ama o benim niçin yazdığıma ilişkin bir yanıt değil, onun niçin ve nasıl okuduğuna ilişkin bir kanaattir.
Ne yalan söyleyeyim; "benim şiirim" filan diye lafa başlayanlar, bende biraz tebessüm yaratıyor. Şiirin goygoyculukla ilgisi olmamalı. Şair, şiiriyle ilişkisinde kesinlikle "kaynaşmamış" ama imtiyazsız birisidir. Tanıl'a bir yazı hazırlıyorum. Futbol yazısı. "Maç Sonu Ağızları" diye. Topçular, maç bittikten sonra tünele giderken kameraya mutlaka bir şey söyleyecekler: "Kazandık, mutluyuz." "Bu maç bitti artık haftaya bakacağız." "İyi bir çıkış yakaladık." "Bizi küçümseyenlere iyi bir ders verdik." Bazı şairler de bana bu topçuları hatırlatıyor. Tevazuyu sevmem ama, "benim gibi iyi bir şairi neden antolojiye almadın" tafrasını da anlamakta zorluk çekiyorum. "İnsan kendi şiirini bilmez" der ya Cemal Süreya. Çok doğru. Öküz'de yayımlanan birisi, şiir üzerine oturmuş bir de yazı yazmış ve tamamen rastlantı benim bir arkadaşıma veriyor. Yazı elime geçti. Özellikle "hayatım" sözcüğünden yola çıkarak, bir ayrılık şiiri olarak okumuş. Hoş, kurgusuna öyle bir hava da vermedim değil tabii; ama o okuma biçiminde hayatımın benim ömrüm, serüvenim olduğuna ilişkin bir gönderme yok. Şimdi benim buna müdahale hakkım olabilir mi: Hayır efendim, o şiir budur diye. Ben sözümü söyledim, bitti. O okuma biçimi de bir serüvendir. Şiir, zaten bunun için "iyi bir şeydir".
Az yazıyorum evet. Şiirin başına oturduğum zaman, bitmesi zaten epey bir zaman alıyor. Bir aydan erken bitirdiğim şiir neredeyse yok gibi. Bu benim tarzım, başka türlü yapmak benim elimde değil. Ama beni asıl rahatsız eden, az yazmam değil de; az uğraşıyor olmak. Şiirle ilişkime haksızlık ettiğim bir, süreci mi, zamanı mı demek lazım, bilemiyorum, böyle bir dönemi yaşıyorum. Mazur görebilmek veya gösterebilmek için, güzel cümleler kurabilirim; ama haksızlık ettiğim duygusuna ilişkin "meşru ve makul" sebepler aramıyorum. Sadece çok keyifsizim bunun için. Eğer bir açıklama olacaksa, ancak bu olsun diyorum: keyifsizlik. Geçecek diye de elimi kolumu bağlamış bekliyor değilim tabii ki.
Yalan Şiirler, 1981-1983 yıllan arasında yazıldı. Yirmili yaşlarımın basındaydım. Zaten bir şey söyleyeyim mi? 1979 yılından önce yazdığım şiir yoktur. Yani, şiir yazma tarihim benim, 1979 yılıdır. Bu iki yıl içinde yazdığım dört beş şiiri de. Yalan Şiirler'e almadım. Yalan Şiirler'den konuşuyordum. O şiirler büyük bir altüst oluşun tam ortasında kalakalmış ve orada yazılmıştır. Her şey çok sıcaktı. Şiddet, öfke, hayat, ölüm, korku, cesaret... Ne varsa hepsi somut elle tutulur biçimde karşımıza çıktı. Sorgulandı, yeniden tanımlandı, yeni anlamlar verildi. Her şeyle boğuşuyordum. Ailemle, sevgilimle, dostlarımla, otoriteyle. Pek çok yerde Yalan Şiirler'den dizelerin, şiirlerin izleriyle karşılaşıyorum. Bu boğuşmanın o sözcüklere, harflere sinmiş olmasından olabilir bu ilgi. Gerçi aynı şey, yani o boğuşma dediğim şey. Tören Provası ve Kırgınlıklar Galası'nda da var ama, Yalan Şiirler'de daha acemi ve bundan dolayı da daha sevimli. Şunu da ekleyebilirim. Yalan Şiirler'de, -sağlamlığını tartışmak bana düşmez- bir temel atılmıştır. Bir çerçeve atmış da denilebilir. Diğer iki kitabım, bu çerçeveyi doldurdu, genişletti, sağını solunu temizledi.
Yeni insan, benim iki dergi pratiğimde öne çıkmış, çıkartılmış kavramlar oldular. Bu kavramı, şimdi çok açıklayıcı bulmuyorum doğrusu. Böyle bir tanımlama çabası bir başka açıdan statükocu geliyor bana. Biraz "çok bilmiş" bir eda var "yeni insan" kodunda. Adı üstünde, bir kod, bu. Çok olumsuz bir yaklaşım gibi gelecek bu laflarım, biliyorum. Ama vurgulamak istediğim yan biraz da şu: yeni insanda, insanı yenileştiren değil, tam tersine eskiten bir anlam buluyorum.. Bir kere zaten yeni insan, çok eskitilmiş bir kavram. Mutlaka bulmak gerekiyorsa, başka bir şey bulmalı. Yeni ben adını bulmak için kılımı kıpırdıtamam ama, bulunacaksa, diyorum. İçeriğine ilişkin bir tartışma değil benimkisi. Bizim kültürümüzde, eşitlikçi yöne çok vurgu yapıldı. İtirazım yok ve eşitlikçi yanı olmazsa olmaz. Ama özgürleştirici yön çok ihmal edildi. İsyankar, otorite ve hiyerarşi düşmanı, muzır, yani mazarrat ve müşkülat çıkarmayı sevende "yeni" bir anlam bulunacaksa, eh evet yani, yeni insan buymuş diyebilirim. Ama, bu da yeni değil ki.
Benim her iki pratiğimde de, ajitatif yanı üzerinde duruldu. Özellikle ikincisindeki, Edebiyat Dostları'ndaki heyecan ve iştahın altını çizecek olursam, buradaki eksiklik, bana yanlış gelmiyor, dahası sevimli bile buluyorum.
Tören Provası için, Hüsamettin, "ideoloji kırıcı bir şiir" demişti. Yazmıştı yani. Ayhan Kurt'un Ludingirra'daki yazısında da bu "hava"nın örneklerini okudum. Ayhan Kurt'un yazısında benim gibi Nietche-sever birisini bulmak, ayrıca sevindirdi beni.
İşin aslına bakarsak; şunu kıracağım, bunu yıkacağım diye bir şey yazmadım ben. Orhan Kahyaoğlu'yla yıllar önce söyleştiğimde, adliye binalarının her yerde en gösterişli, iktidarı en gösteren mimariden biri olduğunu belirtmiştim. O zaman Ankara Adliyesi henüz bugünkü Dil Tarih'in karşısına taşınmamıştı. Şimdi bak, ben haftanın üç dört günü gidiyorum buraya. Alışmışım yani. Sen bir git, ilk girişinde korkutur seni. Başka bir şey yapmana gerek yok. Bir labirente girdiğini düşünürsün. Nasıl çıkacam dersin buradan. Adliye kurumunun sana başka bir şey yapmasına gerek yok. Daha adımını attığında korkutuyor. Ben, işte bu rahatsızlığımı anlatıyorum. Alınan oluyor sanırım, kırılan oluyor, ürken fincancı katırları oluyor. Teşekkür ederim, ben de öyle hissediyorum, şiirde kibar bir adam değilim ben. Ama can acıtmak için yapmıyorum bunları. Önce, kendi hizamı bozmak istiyorum. Hizamı bozmak bana yetiyor, ayrıca keyif de veriyor.
Şairin etkilendiği şairi telaffuz edememesi, tam bir aşağılık kompleksidir., Şair şairden etkilenmeyecekse, kimden etkilenecek? İyi şair gibi bir tanımlamam yok, ben kalender olmayı seviyorum, benim için önemlidir. Kalender şair, etkilendiği şiire saygı, gösteren, bak, şaire demiyorum, başka bir şeydir, şiire "hürmette kusur etmeyen"dir. Belki o şiiri aşmıştır ama inkar etmez. İyi şiire gelince, her etkileyen şiir, iyi şiir değildir.
Kimse yalan söylemesin. Şiir, usta çırak ilişkisini kaldırmaz. Bakma sen, usta ve çırak lafının geçtiği yerde, ancak "şair" olur da, şiir olmaz. Ben de sevmem o şairleri. Ama "nesebi gayrı sahih" şiir olmaz. Şiir nesebini bilir de, mirası reddettiği, babasını tanımadığı yerde bir şey olacaksa olur zaten. Tutunduğu dalı kesmeyen şiir, bir başkası için şiirdir ama ben burada affımı isterim.
Benim çok sevdiğim edebiyatçılar var, romancı, hikayeci; sanatçı var, ressam, tablosunun karşısında yüz otuz iki rekat eğilir kalkarım ama; Edip - Turgut - Cemal başkadır. Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken, ilginç bir şeyi fark ettim. Bu üçünün -dur bir dakika, hayır, Turgut Uyar'ın ben Tatvan'da askerlik yaparken cüzdanıma katlanmış "Yokuş yol'a"sı dışında- yanımda taşıdığım hiçbir şiiri olmamış. Ama bak. Onat Kutlar'ın "Sen gittikten sonra iki çalgıcı turnalar semahı çaldı ve kimse dinlemedi onları benden başka" diye başlayan Günlük Şiirler arka cebimde aylarca dolaşmıştır.
Şimdi tabii, İsmet Özel'in şiiri benim yakın durduğum, meraklı olduğum bir şiirdir. Madımak Alçaklığı'yla ilgili yazdıklarına tepkileri de okudum. Yavşaklığın ne sınıfı ne de etiği vardır. Açıkça yavşaklık yaptılar. İsmet Özel, orada siyaseten söz aldı. Buradan, onun şiirine atlamanın ne anlamı var? Okumayacakmışsınız. Umurundaydı. Benim de umurumda değil. Hepimiz televizyonlarda meşrebinize göre şiir alemine dalıyorsunuz. Ondan herhalde, NTV'de "Bir Yusuf Masalı" üzerine karşısına bir hanımefendiyi alarak ahkam kesen İsmet Özel'e edeceğiniz tek laf yok. Kolayını buldunuz. Hanginizin aklına geliyor, bir Devlet'in Ankara Büyükelçisinin elinden ödül alan bir şaire iki çift laf etmek? Hepinizin umurundadır da ondan. İsmet Özel'e Iran İslam Cumhuriyeti ödül verirse, alayınız Vural Savaş'ın arkasında küfredersiniz de, başka bir Devlet'in ödülüne aklınız ermez. Yaa, böyle sana bakarak konuşup duruyorum. Sen bir kenara çekil. Devlet'in iyisi kötüsü olur mu? Hangisi olursa olsun, şimdi Küba bana ödül verecek. Alır onu Castro'nun başına çalarım. Hani bu da biraz kendi kendine gelin güvey olmak gibi bir şey ama olsun. Şunu diyecektim; ben İsmet Özel'in şiirine haksızlık yapmadım, ama şair olarak sevmiyorum. Sevmemeye devam ettiğim sürece, şiirine merakım ne olur? Bilmiyorum, bakacağım.
Haydar bizim, mesela. Ergülen. İlgi duyduğum bir şiirdir. Şair olarak değil, ahbabım olarak sevdim. Başı ağrısa, haberim olsa, aspirinle koşarım. Sanki Nuriş gibi biri çıkmış, üstelik de özünde durmuş ve bunları "ödül manyağı" yapmış. Ne var yani, ne şiirini orada burada yarıştırıyorsun? Antalya'da adına şiir günleri yapılmış; git, suratlarına tükür, ben mi kaldım, şiiri konuşulacak diye. Zaten onun için git. Senin şiirine not verecek Belediye mi kaldı? Haa, "Bana acaba ödül vermek gibi bir imkanınız var mı" diye kitabını gönderdiysen, Antalya güzel bir yerdir.
Ödül mü? E şimdi bu kadar konuştuk. Ödülle ilgili nezih bir açıklama beklemiyorsun herhalde benden. Ben hiç katılmadım. Şiirle ilgili her jüriyi de eğittim. Katılmadığım; ama yayımlanan kitaba ödül verecek jüri de, ağzına vereceğim payı artık biliyor. Bilmiyorsa, versin bakalım. Kesinlikle ödül verilecek salona gelirim. O ödül salonunda aklı başında bir canlı bomba olurum. Gerçi o sünepeler, haber ajanslarına benim uyuşturucu aldığımı geçerler; ama sağ kalırlarsa.
Anılarımdan herkes için tarih yapmaya uğraşan bir yazı serüvenim mi var? Uğraşmak sözcüğüne bir itirazım olabilir burada. Buna yönelmiş bir uğraştan söz edemeyeceğim. Bir itirazım da anılarıma. Fazla tumturaklı bir laf gibi gelecek belki ama, bazen ben de yazdıklarımda kendi anılarımın veya kendimin ne kadarı olduğunu yakalamaya çalışıyorum. Yani, tabii, altında imzam olan metinlerde bir "ortak tarih" bulunması doğaldır. Evet, bir "tarih" yazıyorum ama, sanırım kimsenin gözüne sokmadan. Dahası yazdığımın bir tarih olup olmadığını da bilmeden yazıyorum. Romantik Korno'daki yazıların öznesi şiirlerimde deşifre edilenlerden birisi olabilir mi? Bence birisi değil, birçoğu. Onları, vize pasaport filan istemeden olduğum her yere götürdüm. "Unutuş Sinsidir, Bellek Narin"deki Selim; "Cadının Biridir O" daki şarkıcı kız, ya da Naz ve Eleni ne kadar benim anımdır? Ya da ben Naz mıyım?
Kırgınlıklar Galası yayımlandıktan sonra, ilk yazdığım şiir Gönül Şakası'ydı.
Ben, adına Türk Sanat Müziği denen, benim "musiki" dediğim o sesi severim. Şimdi biz bu kadar konuştuk da, etkilendiğim şiirden söz ettik, tamam, peki müzik ne güne duruyor? Peki düzelttim, etkilendiğim değil, el aldıklarım... Nihavent makamını çok severim. Çok basit gibi görünür. Ses ister, soluk ister. Dön bir bak. Dahasını söyleyeyim. Hayat ister. Arkadaşlarım bilir, ben aşka gelince, yani zıvanadan çıkınca, Münir Nurettin'in "Bilmem bu gönülle ben nasıl yaşayacağım"! beyefendi terennüm etmiş de, ben çığırının. Neşet Ertaş'ın babası Muharrem Ertaş'a atfettiği o laf vardır ya! Ben biraz edepsizlik yapayım, "Bilmem bu gönülle"yi havalandırırım. Havalandırmak sözcüğünü tırnak içine alalım. Edepsizlik yaptık, saygısızlık yapmayalım. Niye? Yani niye havalandırırım? Başladığı sesle bitmez nihavent. O basitlik gibi görünen havasında, yorar, yıpratır seni.
Gönül Şakası'nda, Akik'de, Ukde ve Heves'te bu sese yapışmak istedim. Üvey olduğumuzu ikimiz de biliyorduk. O ses ve ben. Anası bir kardeş değil de, babası bir kardeşler. İkisi çok farklıdır. Birinciler daha bir tutkundurlar birbirlerine. Anası bir olmak çok önemlidir. Bu son üç şiirimde sesi aldım da, cep telefonu ağzıyla "yönlendirdim". Ana bir kardeşim! Şimdi nerden aklına geldiyse? Caz'dır benim kardeşim. Nefesliler. Garbarek üfler de, Barbaros Erköse'ye titrerim. Gasparyan'la Ergüner sabahsız selamsız soframa gelir. Setrak Sarkisyan, büyük darbukacıdır. Burhan Öcal'a selam olsun. Telli dedik değil mi? Başka türlü yazıyorlar, ayar oluyorum, Enver ibrahim udda, Dalaras hepsinde, sıhhatler olsun. Artık noktalayalım.
Demokrasi'de yazarken, Perşembe akşamlarını çok severdim. "Yazmaya kapanmak" denen şeyi o aralar yaşadım. Ben aslında yazarken tören havasını sevmem. Ne bileyim işte, mutlaka dolmakalemle yazarım, perdeleri, telefonun fişini çekerim, gibi. İlk defa telefonun fişini çektim, cep telefonumu kapattım. Müzik ve rakı, bir paket sigara ve gece. Kendimi devre arasında gibi hissediyorum. Özlüyorum o perşembeleri. Biraz, yazıyı yayımlayacağın yerle de ilgili tabii. Bir bakıma "iş arıyorum", yani. Ama bilirsin, ben ne iş olursa yapmam.
Öküz Dergisi / Mayıs 2000 Sayısı