1.
Umut Ne Değildir?
Umut, daha büyük bir canlılık, daha büyük bir
duyarlılık ve akılcılık sağlamak yönünde gerçekleştirilmek istenen her
toplumsal değişimin, belirleyici öğesidir. Ne var ki, umudun doğası çoğu kez
yanlış anlaşılmış ve umutla hiçbir ilişkisi olmayan, hatta umudun tam karşıtı
olan yaklaşımlarla karıştırılmıştır.
Umut etmek nedir?
Çoğu kişinin sandığı gibi, dileklere ve
isteklere sahip olmak mıdır? Böyle olsaydı, daha çok ve daha iyi otomobil
isteyen, daha iyi ev, daha çok araç-gereç isteyenler, umutlu insanlar olacaklardı.
Ama değiller; bunlar umutlu insanlar değil, daha çok tüketimde bulunmaya
düşkün kişilerdir.
Umudun nesnesi bir şey değil de, daha dolu
bir yaşam sürmek, daha büyük bir canlılık içinde bulunmak, o sonsuz sıkkınlıktan
kurtulmak olduğunda, ya da dinbilimsel açıdan bakarsak günahlardan arınma, ya
da siyasal açıdan devrime kavuşmak olduğunda mı gerçek anlamda umut etmiş
oluyoruz? Evet, aslında bu türden beklentiler, umut etmek anlamını taşıyabilir,
ama beklentilerde edilginlik varsa ve umut, el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin
bir bahanesi oluyor, yalnızca bir ideoloji haline gelinceye dek
"beklemek" şeklinde kendini gösteriyorsa, umut etmekten söz
edilemez.
Kafka, Dava adlı romanında, bu türden
teslimiyetçi ve edilgin umudu çok güzel betimlemiştir. Bir adam cennete
(Yasaya) açılan kapının önüne gelir, ve kapıcıdan içeri girme izni ister.
Kapıcı, şu an için izin veremeyeceğini söyler. Yasa’ya giden yola açılan kapı,
aslında ardına dek açıktır, ama adam, giriş izni alıncaya dek beklemenin daha
iyi olacağına karar verir. Ve oturur, beklemeye başlar; günlerce ve yıllarca
bekler. Tekrar tekrar içeri girme izni ister, ama her seferinde kendisine henüz
izin verilemeyeceği söylenir. Adam, bütün bu uzun yıllar boyunca durup
dinlenmeksizin kapıcıyı inceler; kürk yakasındaki bitleri bile yakından
tanıyacak hale gelir. Giderek yaşlanır; ölmek üzeredir. İlk kez şu soruyu
sorar: "Nasıl oluyor da bütün bu yıllar boyunca benden başka hiç kimse
girmek istemedi bu kapıdan?" Kapıcı, "Senden başka hiç kimse giremezdi
ki bu kapıdan," diye yanıtlar onu. "Çünkü kapı yalnız ve yalnız senin
içindi. Şimdi artık kapayacağım."
Adam artık anlamayacak kadar yaşlıydı, genç
olsaydı da anlayamayacaktı belki. Bürokratların dediği dediktir; hayır
dendiğine göre içeri giremez. Bu edilgin, bekleyen umuttan biraz daha fazlası
olsaydı onda, içeri girmiş olacaktı, ve bürokratları umursamama yürekliliği,
onu parıltılı saraya götürecek olan özgürleştirici edim olacaktı. Çoğu insan
Kafka’nın ihtiyarına benzer. Umut ederler ama yüreklerinin sesini, itkisini
dinleme ve ona göre davranma yetisinden yoksundurlar; bürokratlar onlara yeşil
ışık yakmadığı sürece beklerler de beklerler.[1]
Bu türden edilgin umut, zamana
sahip olmayı ummak şeklinde betimlenebilecek genelleştirilmiş bir umut
biçimiyle yakından ilgilidir. Zaman ve gelecek, bu türden umudun ana bölümü
haline gelmiştir. Şimdi
süreci içinde hiçbir şey beklenmemektedir, bir sonraki anda, ertesi gün,
gelecek yıl içinde ve umudun bu dünyada gerçekleştirilebileceğine inanmak çok
saçma gelirse, bir başka dünyada bir şeylerin olacağı beklenir. Bu inancın
ardında, geleceğe bir tanrıça gibi tapan Robespierre gibi bir adam tarafından
Fransız Devriminde başlatılan bir putperestlik, ”Gelecek"e, "Tarih'e
ve "Sonra"ya tapma yatmaktadır: Hiçbir şey yapmam; edilginliğimi
korurum, çünkü ben hiçbir şey değilim, güçsüzüm, yetisizim; ama gelecekte,
zamanın göstereceği şeyler, benim başaramayacağım şeylerin gerçekleşmesini
sağlayacak. Çağdaş burjuva düşüncesindeki "gelişme"ye tapmanın
değişik bir yönü olan bu geleceğe tapma, umudun yabancılaşmasının ta
kendisidir. Ben bir şey yapmayacağım, ben, bir şey olmayacağım, ama tapımlar,
gelecek ve sonra, ben hiçbir şey yapmadan bana bir şeyler getirecek[2].
Edilgin bekleyişin, umutsuzluğun gizlenmiş
bir biçimi olduğu doğrudur, ama bir de bunun tam karşıtı gizlenme biçimiyle
kendini gösteren — sözlerle, serüvencilikle, gerçekliği görmezden gelerek ve
zorlanamayacak şeyi zorlayarak gizlemek şeklinde görülen — bir başka
"umuttan yoksun olma" ve çaresizlik biçimi vardır.
Bütün koşullar altında ölümü yenilgiye yeğ
tutmayanları horgören isyan öncülerinin ve sahte Kurtarıcıların yaklaşımı
buydu işte. Bu günlerde, bu sözümona köktenci umutsuzluk kılıfı ve hiççilik,
genç kuşağın en ateşli üyelerinden bazıları arasında seyrek rastlanan bir
durum değil. Gözüpeklikte ve kendilerini ortaya koymada üstlerine yok, ama
gerçekçilikten, geniş kapsamlı tasarlama ve yönlendirme yetisinden yoksun
olmaları, bazıları ayrıca yaşam sevgisi beslememeleri nedeniyle inandırıcı
olmaktan uzaklaşıyorlar.[3]
2.
Umudun Paradoksu ve Doğası
Umut, kendi içinde çelişkilidir
(paradoksaldır). Ne edilgin bekleyiştir, ne de gerçekleşmesi olanaksız
koşulların gerçekçi olmayan bir şekilde zorlanmasıdır. Atlama anı geldiğinde
sıçrayacak olan çömelik bir kaplana benzer umut. Ne yorgun reformculuk umudun
bir anlatımıdır ne de sözümona-köktenci* serüvencilik. Umut etmek demek, henüz
doğmamış şey için her an hazır olmak, ama doğumun, bizim yaşam sürecimiz
içinde gerçekleşmemesi halinde umarsızlığa, umutsuzluğa düşmemek demektir.
Zaten var olan ya da hiçbir zaman var olmayacak olan bir şeyi umut etmenin
anlamı yoktur. Umutları zayıf olanlar, ya vurdumduymazdırlar ya da şiddete
eğilim duyarlar; umutları güçlü olanlar, yeni yaşamın tüm belirtilerini görür,
bundan sevinç duyarlar ve doğmaya hazır olan şeyin varlık kazanmasına yardımcı
olmaya her an hazır bulunurlar.
Umut konusundaki yanıltıcı noktaların en
önemlilerinden biri de, bilinçli umutta bilinçsiz umut arasında ayrım
yapamamaktır.
Elbet
bu, mutluluk gibi, kaygılılık, ruh çöküntüsü, can sıkıntısı ve nefret gibi,
birçok diğer duygusal deneyimlerle ilgili olarak ortaya çıkan bir yanlıştır.
Freud’un kuramlarının bunca yaygın olmasına karşın, onun "bilinçsiz"
kavramının bu türden duygusal görüngülere böylesine az uygulanması şaşılacak
şeydir. Bu olgunun belli başlı iki nedeni olsa gerektir. Birincisi şu olabilir:
Bazı ruhçözümlemecile- rin ve bazı "ruhçözümleme filozoflarının" yazılarında,
bütün bir bilinçaltı görüngüsü — yani bilinçaltına itme, bastırma görüngüsü —
cinsel istekleri söz konusu etmektedir; buysa, bilinçaltına itme kavramını
cinsel isteklerin ve etkinliklerin bilinçli olarak bilinçten gizlenmesi
kavramının eşanlamlısı olarak kullanma yanlışına düştüklerini göstermektedir.
Böyle yapmakla, Freud’un buluşlarını, bu buluşların getireceği bazı önemli
sonuçlardan yoksun bırakmış oluyorlar. İkinci nedense, şu olgudan
kaynaklanıyor olsa gerektir: Victoria Dönemi sonrası kuşaklar için
bilinçaltına itilmiş ya da bilince çıkması engellenmiş cinsel isteklerin
farkında olmak, yabancılaşma, umutsuzluk ya da doymakbilmezlik gibi
deneyimlerin farkına varmaktan çok daha rahatsız edicidir. Çok görünen bir
örneği burada vermek gerekirse: Çoğu insan, korku, sıkkınlık, yalnızlık,
umutsuzluk gibi duyguların varlığını kendi kendilerine itiraf etmezler — yani,
bu duyguların bilincinde değillerdir (ya da bu duygular bilinçdışı- dırA).
Bunun nedeni çok yalındır. Bizim toplumsal modelimizde, başarılı insanın
korkulu, sıkkın ya da yalnızlık içinde olması beklenmez. Başarılı insan, bu
dünyayı bütün dünyaların en iyisi olarak görmelidir; yaptığı işte basamak
atlama fırsatını yakalamak için, korkularını, kuşkularını, ruhsal
çöküntülerini, sıkkınlıklarını ya da umutsuzluklarını da bastırmak,
bilinçaltına itmek durumundadır.
Bilinçli olarak umutlu olan ve bilinçsiz
olarak da umutsuzluk duygularına sahip çok insan vardır da bunun tersi durumda
insan çok azdır. Umudun ve umutsuzluğun incelenmesinde ele alınacak önemli
nokta, insanların kendi duyguları konusunda ne düşündükleri değil, gerçekten
de ne hissettikleri, ne duyduklarıdır. Bu, onların sözlerinden ve tümcelerinden
pek anlaşılmayabilir, ama yüzlerindeki anlatımdan, yürüme biçimlerinden,
gözlerinin önündeki bir şeye karşı ilgiyle tepki gösterme yetilerinden ve,
mantıklı savları dinleme yetisiyle kendini gösteren tutuculuktan yoksun
oluşlarından anlaşılabilir.
Bu kitapta toplumsal-ruhbilimsel görüngüye
uygulanan devimsel görüş açısı, çoğu toplumsal-bilim araştırmalarındaki
tanımlayıcı davranışçı yaklaşımdan köklü bir şekilde ayrılmaktadır. Devimsel
(dinamik) açıdan, kişinin şimdi
ne düşündüğünü, ya da ne söylediğini, ya da nasıl davrandığını bilmek
istiyoruz. Kişilik yapısı, yani enerjilerinin yarı-sürekli yapısı, bunların
gönderildiği yönler, ve hangi yoğunlukta akmakta oldukları ilgilendiriyor
bizi. Davranışı yönlendiren itici güçleri bilirsek, yalnızca şimdiki zamanda
gerçekleştirilen davranışı anlamakla kalmayız, bir kişinin değiştirilmiş
koşullar altında nasıl davranabileceği konusunda da akla uygun varsayımlarda
bulunabiliriz. Devimsel açıdan, bir kişinin düşüncesindeki ya da davranışındaki
şaşırtıcı "değişiklikler", o kişinin kişilik yapısının bilinmesi
koşuluyla, çoğu kez önceden bilinmesi, öngörülmesi olası değişikliklerdir.
Umudun ne olmadığı konusunda daha çok şey
söylenebilir, ama gelin hızlanalım ve umudun ne olduğu sorusunu soralım. Acaba
sözcüklerle betimlenebilir mi umut, yoksa yalnızca bir şiirde, bir şarkıda, bir
harekette, yüz anlatımında ya da bir edimde mi dile getirilebilir?
Her insansal deneyimde olduğu gibi,
sözcükler, deneyimi betimlemeye yeterli değildir. Hatta çoğu kez, sözcükler bu
işin tam tersini yapar: deneyimi çapraşıklaştırır, paramparça eder ve öldürür.
İnsan, ne yazık ki çoğu kez, sevgi üzerine, nefret ya da umut üzerine konuşma
süreci içinde, anlatması gereken konuyla bağlantısını yitirir. Şiir, müzik ve
diğer sanat biçimleri, insansal deneyimleri betimlemeye çok daha uygun
araçlardır; çünkü onlar, kendi kurallarına tam tamına uygun olmanın getirdiği
bir kusursuzluğa sahiptirler ve insan deneyiminin yeterli ve uygun simgeleri olarak
kabul edilen yıpranmış bozuk paraların belirsizliğinden ve anlaşılmazlığından
uzaktırlar.
Bununla birlikte, duygu deneyimine, bir
şiirin dizelerini oluşturmayan sözcüklerle değinmek olanaksız değildir.
İnsanlar, karşılarındaki kişinin sözünü ettiği deneyimleri hiç değilse bir
ölçüde paylaşmasaydı, bu mümkün olmayacaktı. Deneyimi betimlemek demek,
deneyimin çeşitli yönlerine işaret etmek ve böylece yazarla okurun, aynı şeyden
söz ettikleri bir etkileşim ortamı oluşturmaktır. Böyle bir etkileşim kurmaya
çalışırken, okurdan, benimle birlikte çalışmasını ve umudun ne olduğu sorusuna
benim yanıt vermemi beklememesini isteyeceğim. Bir diyalog kurmamızı olanaklı
kılmak için, okurdan kendi deneyimlerini harekete geçirmesini bekleyeceğim.
Umut etmek, bir varolma durumudur. Yoğun,
ancak henüz harcanmamış bulunan etkin olma durumunun[4]
içsel olarak hazır olmasıdır. "Etkinlik" kavramı, çağdaş sanayi
toplumunda insanın en yaygın yanılsamalarından birine dayanır. Kültürümüzün
dişlilerinin tamamı etkinliğe — meşgul olma anlamında etkinliğe — ayarlanmıştır;
ve bu, meşguliyet anlamında meşgul olmayı (ticari iş için gerekli meşguliyeti)
kapsamaktadır. Hatta, çoğu insan öylesine "etkin"dir ki, bir şey
yapmadan duramaz; dinlenme saatleri denilen süreyi bile bir başka etkinlik
biçimine dönüştürür. Para kazanmak yönünde etkinlik göstermiyorsanız, arabayla
dolaşarak, golf oynayarak ya da sadece çene çalarak etkinlikte
bulunuyorsunuzdur. ''Yapacak" hiçbir şeyinizin bulunmadığı an, asla
olmamalıdır. Bu türden davranışa etkinlik demek ya da dememek bir terimbilim
(terminoloji) sorunudur. İşin kötüsü, çok etkin olduklarını sananların çoğu,
"meşgul" olmalarına karşın, son derece edilgin olduklarının farkında
değillerdir. Bunlar, dürtüyü, uyarıcıyı, sürekli olarak dışardan beklerler —
bu uyarıcı başkalarının çene çalması olabilir, film görüntüleri, gezi ya da
hatta yeni bir kadın ya da erkekle cinsel ilişkide bulunmak gibi, diğer daha
coşturucu tüketim heyecanları olabilir. Bunlar dürtül- meye, "açma
düğmelerinin çevrilmesine", kışkırtılmaya, ayartılmaya gereksinim
duyarlar. Hep koşarlar, asla durmazlar. Her zaman "itilirler”, eğilir ve
bir daha asla doğrulmazlar. Kendi kendileriyle karşı karşıya geldiklerinde
ortaya çıkan kaygıdan kaçmak için bir şey yapma tutkusuna kapılmışlardır ama
kendilerini yoğun bir şekilde etkinmiş gibi görürler.
Umut, yaşamaya ve büyümeye eşlik eden, onunla
birlikte bulunan bir ruhsal öğedir. Eğer güneş almayan bir ağaç, gövdesini
güneşin geldiği yöne eğerse, ağacın, tıpkı insan gibi "umut ettiğini"
söyleyemeyiz; çünkü insandaki umut, bir ağaç için söz konusu edilemeyecek
duyguları ve farkında olmayı içerir. Ama gene de ağacın güneşin gelmesini
umduğunu, ve gövdesini güneşe doğru bükmekle bu umudu dile getirdiğini söylemek
yanlış değildir.
Yeni
doğmuş bir çocuk için durum farklı mıdır? Bebek, farkında olma durumu içinde
bulunmayabilir, ama gene de, onun etkinliği, doğmak ve bağımsız olarak solumak
umudunu dile getirir. Süt çocuğu anasının göğüslerine ulaşmayı umut etmez mi?
Bebek ayakları üzerinde dikilip yürümeyi umut etmez mi? Hasta iyileşmeyi, tutuklu
özgür olmayı, aç yemek yemeyi umut etmez mi? Uykuya daldığımızda ertesi gün
uyanmayı umut etmez miyiz? Sevişme bir erkeğin iktidarına, eşini uyarma
yetisine olan umudunu, ve kadının ona yanıt verme ve onu uyarma umudunu içermez
mi?
[1] Esperar sözcüğü İspanyolcada hem beklemek hem de umut
etmek anlamına gelir; bu kavramın, burada betimlemeye çalıştığım o özel edilgin
umut anlamını içerdiği çok açıktır.
[2] Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi ve neyin
kötü olduğuna tarihin karar verdiğini savunan Stalin’ci görüş doğrudan doğruya
Robespierre’in putçuluğunun ve sonracılığının devamıdır. Bu yaklaşım,
"Tarih hiçbir şey değildir ve hiçbir şey yapmaz. Bir şey olan ve yapan,
insandır," ya da
Feuerbach
Üzerine Tezler’de, "İnsanların, koşulların ve yetişme
tarzının ürünleri olduğu ve dolayısıyla, değişmiş insanların başka koşulların
ve değiştirilmiş yetişme tarzının ürünleri olduğu yönündeki maddeci öğreti,
koşullan değiştirecek olanın insanlar olduğunu ve eğiten kişinin eğitilmeye
gereksinimi bulunduğunu unutmaktadır," diyen
Marx'in görüşünün tam tersidir.
[3] Bu türden umutsuzluk,
Herbert Marcuse’ün
Eros and Civilization (Eros ve Uygarlık) adlı
kitabıyla (Boston:
Beacon Press,
1955)
One-Dimensional Man’àc (Tek Boyutlu İnsan’da)
(Beacon Press, 1964) çok açık
bir şekilde görülmektedir. Ona göre sevgi, sevecenlik, ilgililik ve sorumluluk
gibi bütün geleneksel değerler, yalnızca teknoloji toplumu öncesinde anlam
taşımaktaydılar. Yeni toplumda — baskı ve sömürüden yoksun olanında yani —
ölüm de içinde olmak üzere hiçbir şeyden korkması gerekmeyen, yeni
gereksinmeler geliştirecek yeni insan ortaya çıkacaktır; bu insanın cinselliği
çok yönlü olacak ve kişi, bu yeni cinsellik şeklini doyurabilecek- tii [okura
Freud’un
Three Contributions
to the Theory of Sex (Cinsellik Kuramı
Üzerine Üç İnceleme) adlı kitabını öneririm].
Kısacası Marcuse, insanoğlunun nihai gelişmesini, bebeksi yaşama çekilmede,
emzirilmiş bebeğin mutluluğuna dönmede görmektedir. Yazarın sonunda umutsuzluğa
varmasına şaşmamak gerekir: "Toplumu dönüştürme kuramı, şimdiki zaman ile
kendi geleceği arasındaki boşluğa köprü oluşturabilecek kavramlardan yoksun;
hiçbir şey vaat etmiyor, başarı umudu taşımıyor, dolayısıyla olumsuz...” (Oııe-Dımensiona/Man,
s. 257).
Bu alıntılar, Marcuse’e bir devrimci önder
olarak saldıran ya da hayranlık duyanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini
göstermektedir; çünkü devrim, hiçbir zaman umutsuzluk temeli üzerine
kurulmamıştır ve de kurulamaz. Ama Marcuse politikayı umursamaz bile; çünkü
insan, şimdiki zaman ile gelecek arasındaki basamakları dikkate almıyorsa,
ister köktenci, ister başka şeyci olsun siyaseti ele almıyor demektir. Temelde
Marcuse, kişisel umutsuzluğunu bir köktencilik kuramı olarak sunan
yabancılaşmış bir aydın örneğidir. Ne yazık ki, anlayıştan ve bir ölçüde de
Freud bilgisinden yoksun oluşu, Freud’çuluğu, burjuva maddeciliğini ve karmaşık
Hegel’ciliği çözümlemek amacıyla üzerinde gezindiği, ve onu, kendisine ve
akıldaşla- rı olan "köktencilere” en gelişmiş kuramsal yapı gibi görünen
bir sonuca götüren bir köprü oluşturuyor. Bunun toy bir us düşü, temelden
akıldışı, gerçekçilikten uzak ve yaşam sevgisinden yoksun olduğunu ayrıntılı
bir şekilde göstermenin yeri burası de-
"Radical"
sözcüğü ABD'de, günlük konuşma dilinde "devrimci" anlamına
kullanılıyor. Bununla birlikte bu kitapta bütün "radicarieri
"köktenci" diye çeviriyorum. (Ş. Y.)
[4] [Kullamlagelen "etkinlik"
(activity) terimi yerine]
"etkin olma durumu” (acti- veness) terimini,
Michael Maccoby’den aldığım kişisel bir
mektuba borçluyum; "etkin olma durumu" ya da "edilgin olma
durumu" bir davranışla ya da zihinsel durumla ilgili olduğunda,
edilginlik yerine "edilgin olma durumu" (passivity/passiveness)
terimlerini kullanırım.
Etkinlik ve edilginlik
sorununu, özellikle üretken yönlendirme bağlamında birkaç kitabımda tartıştım.
Burada, Ernest Schachtel’in Metamorphosis (Değişim) adlı kitabında (New York: Basic Books, 1959) en güzel
anlatımını bulan etkinlik ve edilginlik tartışmasına okurun dikkatini çekmek
isterim.