Pencereyi kapatmak gerekiyordu: Yağmur pervaza çarpıp parkeyle koltukların üstüne sıçrıyordu. Dev gümüş hayaletler canlı, hışırtılı sesler çıkartarak bahçede, yaprakların arasında, portakal renkli kumların üstünde koşuşuyorlardı. Yağmur oluğu takırdıyor, boğulurcasına gurulduyordu. Sen Bach çalıyordun. Piyano cilalı kanadını kaldırmıştı, kanadın altında bir lir vardı ve küçük çekiçler teller üzerinde dalgalanıyordu. Brokar örtü kaba kıvrımlar oluşturarak yarısına kadar piyanonun kuyruğundan aşağı kaymış ve sayfalan açık bir nota defterini de beraberinde sürüklemişti. Haziran sağanağı durmadan, görkemle camlan döverken fügün coşkusu arasında tuşlara çarpan yüzüğünün tıkırtısı duyuluyordu. Ve sen, çalmaya ara vermeksizin, başını hafifçe geri atarak, ritme ayak uydurarak haykırıyordun: "Yağmur, yağmur... Onun sesini bastıracağım..." Ama bastıramıyordun.
Masanın üstünde kadife tabutlar gibi duran albümlerden başımı kaldırmış, seni izliyor, fügü ve yağmuru dinliyordum. İçimi her yandan, raflardan, piyanonun kanadından, avizenin uzun prizmalarından süzülen ıslak karanfillerin kokusuna benzer bir ferahlık kapladı.
Gümüşsü yağmur hayaletleri ile harelenen ışıltıya parmaklarını bastırdığında ürperen eğik omuzlarının arasındaki müzikal bağı duyumsadığımda esrik bir dengelenmişlik duygusu sardı beni. Ve kendi benliğimin derinliklerine çekildiğimde bütün dünya da öyle göründü bana: türdeş, uyumlu, armoni yasalarına bağlı. O anda sen, ben, karanfiller, hepimiz porte üzerinde dikey notalar oluverdik. Evrendeki her şeyin -ağaçların, suyun, senin- özdeş tanecikler arasında farklı farklı titreşim uygunlukları oluşturan bir etkileşimden ibaret olduğunun ayırdına vardım. Her şey bir, eşit ve kutsaldı. Sen yerinden kalktın. Yağmur hâlâ gün ışığını biçmekteydi. Su birikintileri koyu renkli kumlar üzerinde birer delik, yeraltından süzülüp geçen başka gökkubbelere açılan birer menfez gibiydiler. Bir sıranın üzerinde Danimarka porseleni gibi parlayan raketin unutulmuş duruyordu; telleri yağmurdan kahverengileşmişti, kasnağı sekizgen biçiminde idi.
Patikaya girdiğimizde alacalı gölgeler ve çürümüş mantar kokusu başımı döndürdü. Seni güneşin tesadüfen üstüne vurduğu bir andaki halinle anımsıyorum. Dirseklerin sivri ve solgun, bakışların bulanıktı. Konuşurken küçük elinin kemikli kenarıyla ve ince bileğindeki bileziğin pırıltısıyla havayı yarardın. Saçın eriyerek çevresinde titreşen ışıltılı havayla kaynaşırdı. Sinirli sinirli çok miktarda sigara içerdin. Dumanı her iki burun deliğinden üfleyip, külü bir fiskeyle yana silkerdin. Kumru grisi malikânen bizimkinden beş verst uzaklıktaydı. İçerisi yankılı, tumturaklı ve serindi. Gösterişli bir metropol dergisinde fotoğrafı çıkmıştı. Hemen her sabah bisikletimin deri selesine atlayıp patika boyunca ormandan, sonra anayol boyunca köyün içinden, derken bir başka patikadan rüzgâr gibi geçerek sana gelirdim. Sen kocanın eylülde gelmeyecek olmasından cesaret alıyordun. Hiçbir şeyden korkumuz yoktu, senin ve benim - ne hizmetkârların dedikodularından, ne de benim ailemin kuşkulanmasından. Her ikimiz de farklı biçimlerde kadere güveniyorduk.
Aşkın da sesin gibi biraz pes perdedendi. Göz ucuyla sevdiğin söylenebilirdi ve asla aşktan söz etmezdin. Sen suskunluklarına hemen alışılan her zaman ketum kadınlardandın. Ancak, arada bir içinde bir şey patlayıverirdi. İşte o zaman kocaman Bechstein'ın gümbürderdi ya da buğulu gözlerini dosdoğru ileri dikerek bana kocandan ya da onun bölükteki yoldaşlarından dinlediğin son derece gülünç fıkralar anlatırdın. Ellerini anımsıyorum - mavimsi damarlarıyla uzun, solgun eller.
Yağmurun kamçı gibi sakladığı ve senin şaşırtıcı bir ustalıkla piyano çaldığın o mutlu günde aşkımızın ilk haftalarının ardından aramızda belli belirsiz oluşan tanımsız bir şey çözümleniverdi. Benim üzerimde bir gücün olmadığını, sevdiğimin yalnızca sen değil, tüm dünya olduğunu ayrımsadım. Sanki ruhum her yana sayısız duyargalar uzatmıştı ve ben aynı anda hem okyanusun ötesinde, çok uzaklarda gürleyen Niagara Şelaleleri'ni, hem de patikada hışırdayıp tıpırdayan uzun altınsı yağmur damlalarını algılayarak her şeyin içinde yaşıyordum. Bir kayın ağacının parlayan gövdesi ilişti gözüme ve ansızın kollarımın yerine küçük ıslak yapraklarla örtülü eğik dallarım, bacaklarımın yerine toprağın içine büklüm büklüm uzanarak onu emen binlerce narin köküm olduğunu duyumsadım. Tüm doğayla böylece hemhal olmak, süngerimsi sarı alt yüzeyli olgun bir mantar, bir yusufçuk ya da güneş küre olmanın neye benzediğini yaşamak istiyordum. Öyle mutluydum ki, birden kahkahalarla gülmeye başladım ve boynunla köprücük kemiğinden öptüm seni. Sana bir şiir bile okuyabilirdim, ama sen şiirden hiç hoşlanmazdın.
Görsel:Patricia Ariel
Görsel:Patricia Ariel