Ahlakçıların
kuşkulandıkları gibi, aşk, sevilen varlığın gerçekte varolan kusursuzluklarının
tanınması değil de imgelemin, niteliklerini kendinden yola çıkarak yansıttığı
sevilen bir varlık yaratmaksa eğer, aşk gizildir, "muğlak"tır ve
ortaya çıkan ilk nesneye yansıtılabilir. Kerubi'nin durumu da budur.
Bir
gizilgüçse eğer, "sahipsiz", "nesnesiz aşktan sarhoşa
dönmüş" (Rousseau, İtiraflar, VI), "henüz hiçbirini bireyselleştirmemiş"
(Proust) kalbin belirsiz bir arzusuysa, neden bir nesneye yöneltir kendinde
olanı? Saplantının, yeğlemenin sorunsalıdır bu.
Kerubi,
kurnaz olduğu kadar masum bir çocuksulukla art arda bütün kadınlarda, (Suzanne,
Kontes, Barberine...) bir kelebek gibi takılıp kalır. Kayıp Zamanın izinde'nin
anlatıcısı da Kerubi gibi bütün genç kızlara âşıktır ama aynı zamanda,
ödleklikten ya da nasıl davranacağını bilememekten kaçırdığı, gelip geçici
aşkları düşleyen gelgeç hevesli ve yumuşak başlı bir yeniyetmedir.
Proust
aşkın doğuşunu, bireylerin "küçük sürü"ye göre giderek, kimi zaman da
belli belirsiz bir biçimde benzersizleşmesi olarak çözümler: "Kızların
her biri diğerlerin den çok farklı bir tip olduğu halde, hepsinde bir güzellik
vardı; ama {...) henüz hiçbiri belirginlik kazanmamıştı. Biri hariç."
"Dikkafalı ve gülen bakışlar"la karşılaşan anlatıcı, bilinmeyen,
düşsel, "varlığın, tanıdığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu
düşüncelerin" dışında bir dünya bulur karşısında, gözlere yansıyan bir iç
evrendir bu. Dolayısıyla aşk, "mutluluk denen fazladan süreyi, kendini
çoğaltma imkânını" sunar. Bütün bir grubun yarattığı toplu ve toptan
çekimde yavaş yavaş belirginleşen seçimin, eşsiz bir bireyi öne çıkaran şu ya
da bu özelliğin çözümlemesi, imgelemin ürettiği eğretilemeler ve düzdeğişmeceler
arasındaki oyuna dayanır.
Eğretilemeler
ve karşılaştırmalar, Güzelliğin algılanışına doğru atılırlar ama ilk başta
grupla ilgilidirler (martılar örneğin). Sonra yavaş yavaş anlatının aktardığı,
önemsiz herhangi bir olgunun yarattığı düzdeğişmecesel çağrışım yoluyla bir
araya gelir ve ayrılırlar, Proust imgelemin belirsizliğini serbest bırakıp bu
parçayı, sanki genç kızlardan birine karşı duyulan çekimde bireylerin gruptaki
çoğulluğunun payı varmışçasına, birçok imgenin, çiçeklerin, denizin, geminin,
kelebeğin iç içe geçtiği göz kamaştırıcı bir hayalle noktalayana kadar sürer
bu. İmgelem, aşkı yapar ve bozar, bir araya getirir ve ayırır, sevilen birini
eğretileme demetine; iç içe geçen, gizlenen ve birbirlerini karşılıklı olarak
belirginleştiren saptırılmış imgelerin çağrışımlarından bir demete dönüştürür.
Öyle ki Proust'un savına göre aşk, imgeleminin arzularına göre, belli belirsizce
bir bireye yansıttığı eğretilemelerle ustalıkla oynayan bir ben'in ben-merkezci
oyunudur, eğretilemeler öylesine muğlaktır, "onca nüans, onca
belirsizlikle doludur, öyle ki seçilmiş birey aslında gruba yeniden katılır;
eğretilemeler çağrışım yoluyla grubun diğer üyeleriyle karıştırır onu. Aşkta,
arzusunu, yansıtma yoluyla, gizemli ve hayal meyal seçilen, kendi uzantısı
olsa da yabancılığıyla büyüleyen bir dünyaya sabitlemeyi seçer insan. Bu nedenle,
aşk Öteki'ne, uzak, hür, kaprisli ve donuk olduğundan her an elden gidebilecek
ve bağımsızlığıyla, neden olduğu kuşkular ve kıskançlıklarla çekici
yabancılığını, onca nüans ve onca belirsizliği pahalıya ödetecek birine
bağımlı olmanın yol açtığı bütün o mutluluğu, bütün o acıları da beraberinde
getirecektir.
* "Gençliğin, özel bir aşktan
yoksun, boş, her yerde -bir âşığın tutkun olduğu kadını bulması gibi—
Güzelliğin arzulandığı, arandığı, görüldüğü dönemlerinden birini geçirmekteydim.
Bir tek gerçek çizgi -uzaktan veya arkadan görülen bir kadında seçilebilen
küçücük bir çizgi- Güzelliği gözümüzün önüne getirmemize yeter; onu görüp
tanıdığımızı düşünürüz, kalbimiz çarpar, adımlarımızı sıklaştırırız, kadın gözden
kaybolduğu takdirde, sonsuza dek, aradığımızın o olduğuna yarı yarıya
inanırız; çünkü ancak yetişebildiğimiz takdirde hatamızı anlarız.
Zaten rahatsızlıklarım
giderek arttığından, en basit zevkleri bile, sırf onlara ulaşmanın zorluğu
yüzünden, fazlasıyla abartmak eğilimindeydim. Her yerde güzel ve zarif kadınlar
görür gibi oluyordum; çünkü plajda aşırı yorgun, Casino'da veya bir pastanede
aşırı çekingen olduğumdan, hiçbir yerde kendilerine yaklaşamıyordum. Oysa
yakında öleceksem, sunulandan ben değil bir başkası yararlanacak veya kimse
yararlanmayarak olsa bile, hayatın sunabileceği en güzel genç kızların, yakınılan,
gerçekte nasıl olduklarını öğrenmek isterdim (aslında bu merakımın kaynağında
bir sahip olma arzusu bulunduğunu fark etmiyordum). Saint-Loup yanımda olsa,
balo salonuna girmeye cesaret edebilirdim. Ama tek başıma, Grand-Hötel'in
önünde durup büyükannemle buluşacağım saati beklemekten başka bir şey
yapamıyordum. O sırada, neredeyse mendireğin ta ucunda, şaşırtıcı bir lekenin
hareket ettiğini gördüm; ilerlemekte olan beş veya altı genç kız, görünüşleri
ve tavırlarıyla Balbec'te alışkın olduğumuz insanlardan o kadar farklıydılar
ki, nereden geldikleri belli olmayan, plajda, ölçülü adımlarla -gecikenlerin
uçuşarak ötekilere yetiştiği- amacı, görmezmiş gibi davrandıkları insanlar için
tamamen belirsiz, onların kuş zihinleri içinse son derece açık ve belirgin olan
bir gezintiye çıkmış bir martı sürüsüne benziyorlardı. {...!
Kızların her biri diğerlerinden çok
farklı bir tip olduğu halde, hepsinde bir güzellik vardı; ama doğruyu söylemek
gerekirse, onları birkaç saniyedir görüyordum ve gözlerimi dikip bakmaya
cesaret edemediğim için, henüz hiçbiri belirginlik kazanmamıştı. Biri, sadece
bir Rönesans resmindeki Arap tipli Müneccim Kral gibi, diğerlerine zıtlık
teşkil eden düz burnu ve esmer teniyle bireyselleşmişti zihnimde; bir başkası
sert, dikkafalı ve gülen bakışlarıyla, bir diğeri yanağının sardunyayı akla
getiren pembe-bakır rengiyle; hatta bu özelliklerin bile genç kızlardan
hangisine ait olduğunu kesin olarak saptayamamıştım henüz. Birbirinden son
derece farklı özelliklerin yan yana bulunduğu, bütün renk dizilerinin birbirine
yaklaştığı, ama cümlelerini seçtiğim fakat hemen unuttuğum için geçtikleri anda
ayırt edemediğim, tanıyamadığım bir müzik gibi birbirine karıştığı bu harikulade
bütünün ilerleyiş sırasına göre, beyaz bir oval, siyah gözler, yeşil gözler
ortaya çıktığında, bunların biraz önce beni büyüleyenlerle aynı mı olduklarını
bilemiyor, diğerlerinden ayırıp tanıyabileceğim tek bir genç kıza atfedemiyordum.
Yakında aralarında yapacağım ayrımların şimdi kafamda bulunmaması, bu
topluluğa uyumlu bir dalgalanma kazandırıyor, akışkan, kolektif ve hareketli
bir güzelliğin devamlı aktarımını sağlıyordu.
Genç kızların her biri belirginleşmiş,
bireyselleşmişti artık; bununla birlikte, yeterlilikle, dostluk ruhuyla
ışıldayan, arkadaşları veya gelip geçenlerle ilgili olarak kâh ilgiyle, kâh
küstah bir ilgisizlikle parlayan bakışlarının birbirlerine ilettikleri mesajlar
ve ayrıca birbirlerini, her zaman birlikte, "sürüden ayrı" gezinecek
kadar yakından tanıyor olmanın bilinci, ağır ağır
ilerledikleri sırada, birbirinden bağımsız ve ayrı bedenlerini, görünmez bir
bağla birleştiriyordu; tek bir ılık gölge, tek bir atmosfer gibi uyumlu olan
bu bağ, onları kendi içinde homojen olduğu kadar, ortasında ağır bir kortej
halinde ilerlediği kalabalıktan farklı bir bütün haline getiriyordu.
Bir an, bisikletini iten iri
yanaklı, esmer kızın yanından geçtiğim sırada, yandan, gülen bakışlarıyla
karşılaştım; bu küçük kabilenin hayatını içinde barındıran acımasız dünyadan,
benim kimliğimin kesinlikle ne ulaşabileceği, ne de kendine bir yer
bulabileceği erişilmez meçhulden bana yönelen bakışlarla. Beresi iyice aşağı
çekilmiş bu genç kız, arkadaşlarının söyledikleriyle meşgul olduğu halde,
gözlerinden yayılan siyah ışın benimle karşılaştığında, beni görmüş müydü?
Gördüyse, ne ifade edebilmiştim acaba ona? Beni hangi evrenin içinden görüyordu?
Bunu tahmin etmem, komşu yıldızlardan birinin özelliklerini teleskop sayesinde
görebildiğimiz zaman, bundan, orada insanların yaşadığı, bizi gördükleri ve bu
görüntünün onlarda ne gibi düşünceler uyandırmış olabileceği sonuçlarını
çıkarmak ne kadar zorsa, o kadar zordu.
Böyle bir kızın gözlerinin sadece
parlak, mikadan halkalar olduğunu düşünseydik, onun hayatını öğrenmek ve
kendimizle birleştirmek için yanıp tutuşmazdık. Ama o yansıtıcı yuvarlağın
içinde parlayan şeyin, sadece maddi yapısından kaynaklanmadığını hissederiz; o
varlığın, tanıdığı insanlar ve yerler hakkında oluşturduğu düşüncelerin, bizim
tarafımızdan bilinmeyen kara gölgeleridir parlayan -benim için İran cennetinin
perilerinden daha çekici olan bu küçük perinin beni tarlalarda, ormanlarda
pedal çevirerek götüreceği hipodromların çimi, yolların kumudur-; ayrıca
döneceği evinin, kendisinin veya başkalarının onun için yaptığı ileriye yönelik
tasarıların da gölgesidir; hepsinden önemlisi de, arzularıyla, hoşlandıkları
ve hoşlanmadıklarıyla,
karanlık ve sürekli iradesiyle, kendisidir. Gözlerindeki şeye sahip olmadığım
sürece, bu genç bisikletçi kıza sahip olamayacağımı biliyordum. Dolayısıyla
bütün hayatı, bende arzu yaratıyordu; gerçekleşmesinin mümkün olmadığını
hissettiğim için sancılı bir arzuydu, ama baş döndürücüydü aynı zamanda; çünkü
o ana kadarki hayatım, bir anda bütün hayatım olmaktan çıkmıştı; önümde uzanan,
kat etmeye can attığım ve bu genç kızların hayatından oluşan mesafenin sadece
küçük bir parçasıydı artık; bana mutluluk denen fazladan süreyi, kendini
çoğaltma imkânını sunuyordu. Hiçbir ortak alışkanlığımızın -ve hiçbir ortak
fikrimizin- bulunmaması da, kuşkusuz onlarla ilişkiye girmemi, onların hoşuna
gitmemi zorlaştıracaktı. Ama belki de bu farklılıklar sayesinde, bu kızların
yapısının, davranışlarının bileşiminde benim bildiğim veya sahip olduğum bir
tek unsur bile bulunmadığının bilinci sayesinde, bende doygunluğun ardından -
kuru bir toprağı yakan susuzluğa benzer - bir susuzluk baş göstermişti; bu
hayata susamış olan ruhum, o ana kadar tek bir damlasını bile tatmadığı için
açgözlülükle, kana kana, sonuna kadar soğuracak, içip bitirecekti hepsini.
{...}
Yani bu genç kızları tanıma
mutluluğu gerçekleşemeyecek bir şey miydi? Kuşkusuz, vazgeçmek zorunda kaldığım
bu türden ilk mutluluk olmayacaktı. Balbec'te bile hızla uzaklaşan araba
yüzünden temelli ayrılmak zorunda kaldığım sayısız yabancıyı hatırlamam
yeterliydi. Yunanlı bakirelerden oluşmuşçasına soylu olan küçük topluluğun
bana verdiği haz da, yoldan geçenler gibi, kaçıp giden bir yanı olmasından
kaynaklanıyordu. Tanımadığımız, bizi alışılmış hayattan, görüştüğümüz kadınların
kusurlarını eninde sonunda ortaya koydukları hayattan vazgeçmeye zorlayan
varlıkların kaçıcılığı, hayalgücünü hiçbir şeyin durduramadığı bir arayış
haline sokar bizi. Hazlarımızı hayalgücünden arıtmaksa, onları kendilerine,
yani sıfıra indirgemektir. Daha önce küçümsemediğimi gördüğümüz randevu
evlerinden birinde bana sunulmuş olsalar, kendilerine onca nüans, onca
belirsizlik kazandıran unsurdan kopuk halde, bu genç kızlar beni bu kadar
büyülemezdi. Hedefine ulaşabilme belirsizliğinin uyandırdığı hayalgücünün, ilk
hedefi bizden gizleyecek ikinci bir hedef yaratması ve tensel hazzın yerine bir
hayatın içine girme fikrini koyarak, bu hazzı tanımamızı, gerçek tadını
almamızı, onu kendi önemiyle sınırlamamızı engellemesi şarttır. {...}
{...) şu anda gözümün önünde ufuk çizgisini bir çit gibi
bölen bu taze çiçekler kadar nadir türleri başka yerde bir arada bulmanın
mümkün olmadığını düşündüm; falezin tepesindeki bir bahçeyi süsleyen bir
Pennsylvania gülü fidanı gibiydiler: bir buharlı geminin denizde seyri, bu
güllerin arasında gerçekleşir; gemi, mavi ufuk çizgisinde bir daldan ötekine o
kadar yavaş kayar ki, geminin gövdesinin çoktan geçmiş olduğu bir çiçeğin
laçyaprakları arasında oyalanan tembel bir kelebek, geminin yolundaki ilk
çiçeğe ondan önce varacağından hiç şüphesi olmadan, uçmak için, geminin
pruvasıyla ilk taçyaprağı arasında incecik mavi bir şerit kalmasını
bekleyebilir rahatlıkla."
*Kayıp Zamanın İzinde / Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
YKY / Aşk / Eric Blondel