9. EŞSÜRELİLİK
Evrim genel olarak
erkeği içgüdülerin eşsüreliliğinden özgür kılar ama kadını değişikliğin
ritminden erkek kadar kolaylıkla özgürleştirmez. Erkekler haşinleşebilirler ve
her an katil olabilirler. Son zamanlarda bazı araştırmacılar kadınların
işlediği suçların %70 ila %80'inin âdet öncesi ve âdet dönemi başlangıcında işlendiğini
göstermektedir. Erkekler cinsel dürtülerinde biyolojik ritmin izlerini
gösterirken, kadınların cinselliği çok açıkça doğanın dönemsel yasaları tarafından
yönetilmiştir. Kadınların çoğu âdet dönemlerinden birkaç gün önce, âdet
dönemleri sırasında ve ondan sonra çok kolaylıkla tahrik olurlar.
O sırada gebe kalma
olası olmadığından, doğurganlıkla cinsel arzu arasında bir zıtlığın olduğu
görülmektedir. Sanki doğa bir zamanlar kadını erkeğinkine yakın bir duruma
getirme girişiminde bulunmuştur ve o günler, sözün gelişi, o başarısız
girişimin bir anısıdır. Doğal olarak bu biyolojik bir spekülasyondur ama kişi
psikolojik değişikliklerin bir kadının evrelerinde biyolojik faktörlere geri
döneceği izleniminden kurtulamaz. Cinslerin ilişkisinde bu kadar çok kavgaya
ve mutsuzluğa neden olmasından haklı olarak sorumlu tutulan âdet öncesi
gerilimi, çoğu zaman şu tümceyle ifade edilebilecek bir engellemenin
semptomatik söylemi olarak açıklanmıştır; "Ne bir penisim ne de bir
çocuğum var." Oysa erkeğe karşı yöneltilmiş sinirliliğin ve saldırganlığın
niteliği, sanki o, kadının mutsuzluğundan sorumluymuş gibi, bir tür gücenme
belirtiyor görünümündedir. Psikanalistlerin, âdet öncesi gerilimin, kadının
bilinçdışı penis imrenmesinin semptomatik bir ifadesi olduğunu neden hiçbir zaman
belirtmemiş olduklarım merak ederim. Bir keresinde Karl Kraus, erkeklerin
Tanrının kadınlarda eksik bıraktığıyla cezalandırıldığından yakınmıştı: "Her
ay onlara eksikliklerinin anımsatılmasından ötürü, bizim kan kaybından ölmemiz
mi gerek"*
Çoğu erkeğin
genellikle şu ya da bu kadını değil, "yalnızca bir kadın" istediği
doğrudur. Bu, erkeklerin cinsel açlık çektikleri zaman bir dişi istemesi ve kişisel
nesne seçimi öneminin biyolojik dürtünün arkasında kalması demektir. Genelde
kadınlar için cinsel arzunun daha çok şu ya da bu erkekle olan kişisel ilişkiye
bağlı olduğu doğrudur. Ama kadının cinsel arzusunun erkek cinselliği
niteliğine yaklaştığı o günlerde, onların nesne seçiminin kişisel faktörü
psikolojik olarak neredeyse önemsiz bir duruma gelir. Eğer kadınlar tam
anlamıyla içten olsalardı, her ay yinelenen o kısa evrelerde herhangi bir
erkeği kabul edeceklerini itiraf ederlerdi. O zaman onlar için bir seçim yapma
sorunu kalmazdı.
10. BİR KADIN NE İSTER?
Ernest Jones, Freud'un kadınların
psikolojisini erkeklerinkinden daha gizemli bulduğunu söyler. Bir keresinde
Freud'un Marie Bonaparte'a söylediği sözü şöyle alıntılar: "Hiçbir zaman
yanıtlanmamış ve kadın ruhunu otuz yıldır araştırmama karşın hâlâ yanıtlayamamış
olduğum soru şudur: "Bir kadın ne ister?"* Freud şu ya da bu tip bir
kadını değil, tüm kadınları ve onların yaşamlarındaki amaçlarını dikkate alır.
Sorunun, erkeklerin amaçlarının aksine, kadınların amaçlarına yönlendirilmiş
olduğunu tahmin etmek için büyük bir anlayış gerekmez. Ayrıca, Freud'un sorusunda
ele alman yaşam amaçlarının dar anlamlı, sınırlı hedefler değil, kadınların
onlara doğru bilinçli ve bilinçdışı olarak çabaladıkları en temel amaçlar
olduklarını da tahmin edebiliriz.
Sorunun bir kadına,
olağanüstü psikolojik algısı ve anlayışı olan bir kadına sorulmuş olması
rastlantısal olamaz. Marie Bonaparte'i tanıma zevkine vardığım Paris ve
Viyana'da, kadınların psikolojik sorunlarıyla ilgili tartışmalarda onun içe
işleyen analitik anlayışına ve açık sözlülüğüne her zaman hayran oldum. Onun
daha sonra yazdığı kitaplar, bu sorunları çok iyi anlaşılır ve çoğu zaman
başarılı bir yazınsal sunuş yeteneğinin olduğunu kanıtladı. Freud, Marie
Bonaparte'a geleceği en parlak öğrencilerinden biri gözüyle bakıyordu. Hem
öğretmeni hem de arkadaşı olan kişiyle yaptığı o görüşmede prensesin ne yanıt
verdiğini ne yazık ki Jones bize söylemedi.
Sorunun, özellikle
tüm zamanların en büyük psikologlarından biri; yüzlerce kadın hastayı
incelemiş, etrafı ailesinden kadınlar, kadın öğrenciler, kadın hayranlar,
doktorlar ve psikologlar tarafından çevrelenmiş bir psikanalist tarafından
sorulması ilginçtir. Arama ve araştırmaları onu sonsuz kadınsı olana değil,
sonsuz kadınca olana, kadının tüm sınıf, inanç ve milliyet sınırlarının
ötesindeki amacına doğru yönlendirir. Kadınların şimdi ne için çabaladıklarını
ve ilkel zamanlardan beri ne için çabalamış olduklarını sorar.
Freud soruyu sorar
ama onu yanıtlamaz. Böyle bir yanıt tüm kadınların bilinçli ve bilinçdışı
amaçlarını içermelidir. Belki de, kadınların tüm biyolojik ve psikolojik
gereksinimlerini hesaba katacak böyle genel bir soruya yanıt yoktur.
Böyle bir yanıt
varsa, birçok yönden Freud'un öncüsü olan ve başka şeylerin arasında ego
psikolojisinde psikanaliz itirafından henüz ulaşılamamış bazı psikolojik
içgörülere varan Nietzsche belki de bunu verirdi. Şafak vakti çevrede çekine
çekine ve usul usul dolaşan Zerdüşt bu "küçük gerçeği" harmanisinin
altında gizler: "Kadında her şey gizemdir ve kadında her şeyin tek çözümü
vardır. Buna gebelik denir."
11. KADINCA ve KADINSI
Bir önceki bölümde
"sonsuz kadınsı" ve "sonsuz kadınca" arasındaki zıtlıktan
söz edildi. Bu satırları yazarken, onların bir zamanlar bir kadın tarafından
bana söylenen bazı gözlemlerin etkisiyle ortaya çıktığının farkında değildim.
Bu kadın bu kitabın ilk müsveddesinin bazı bölümlerini okumuş ve bana şöyle
demişti: "Bu bölümdeki yorumlarınız kadınca olanı değil, kadınsı olanı
ilgilendiriyor." Yapmış olduğu ayrıma şaşırdım ve ne demek istediğini
sordum. Bana, uzun bir süre bu farkı düşüncelerinde tasarladığını söyledi. Ona
göre kadınsı demek, çekici ve baştan çıkarıcı her şey, erkeği ayartma ve aklını
çelme amacıyla ancak bir kadının diyebileceği, "hem gel, hem git,"
anlamına gelen her şey demekti; dişinin tüm hileleri, dalavereleri ve
kurnazlıkları. Ona göre, kadınca, vermeyi çağrıştırıyordu: Başkalarını düşünme gereksinimi,
içgüdüsel olarak sevgi dolu ya da analara özgü olan. Her günkü savruk dilimizde
ikisi arasında bir ayrım yapmamamıza karşın, farkında olmadan hepimizin bu ayrımı
yaptığı görünümü vardır.
Çoğu zaman iki niteliğin bir kadında
birleştiği ve bunun onun doğasının iki yanını temsil ettiği açıktır. Ama bunlardan
biri kendisini ortaya koyduğu zaman ötekinin geri çekilmesi ilginçtir. Doğa,
kadınsının cephaneliğini kadınca olanı geliştirme gizli amacında kullanabilir.
Öteki yönden, çok kadınsı davranışın ortasında birden kadınca olan
belirebilir.
Küçük kızda çok erken
dönemde hem kadınca hem de kadınsının ortaya çıktığını çoğu zaman görebiliriz.
Kızım Miriam henüz beş yaşındayken, hem kadın hem de erkek grupları içinde
cilveli olmayı ve onlarla kaynaşmayı biliyordu. Hatta istediğini elde etmek
için çok kadınsı bir biçimde küçük hilelere de başvurabiliyordu. Yalnız, aynı
dönemde şu olayı da anımsıyorum. Yaz tatilimizi Kanada'da bir çiftlikte geçiriyorduk.
Çevreye bir göz atmak için Miriam'la birlikte ahıra gittim. Miriam, bir direğin
tam tepesinde, anne kırlangıcın yavrularını güven içinde büyüttüğü bir
kırlangıç yuvası gördü. Yavru kuşların kanat çırpmalarını duyabiliyorduk. Kısa
bir süre sonra ahırdan ayrıldık ve yürüyüşümüzü sürdürdük. Birden Miriam elimi
bıraktı ve farkında olmadan açık bıraktığımız ahırın kapısını kapatmak için
hızla geri döndü. Yolda bir kedi görmüştü ve o kadar küçük olmasına karşın,
kedinin kuş yavrularını öldürmesinden korkmuştu. Daha o zamandan küçük kızın
içinden kadınca olan duygu kendisini dışa vuruyordu.
Kadın hastalarımdan
biri, yaklaşık aynı yaştayken, kendisine bir çift Hint domuzu verilmiş
olduğunu anımsadı. Hint domuzları bir aile oluşturdular ve hastam onları bir
atmaca gibi korudu. Bir gün, ebeveynlerinin bir arkadaşı, bir buldok köpeğiyle
ziyarete geldi. Hiç kimsenin bakmadığı sırada köpek küçük hayvanların ansızın
üstüne atladı ve onları öldürdü. Küçük kız çılgına dönmüştü ve attığı
çığlıklarla büyükleri oraya koşturdu. Köpeğin sahibi olan genç kadın üzülmüştü
ve ağlamaya başladı. Birden küçük kız ona koştu ve "ağIamayın, sizin
kabahatiniz değildi," dedi. Hasta, küçük bir kız gibi duygu hassasiyeti ve
aynı zamanda kadınca bir annelik göstermişti.
Kadınca dediğimiz
nitelik anneye özgü olan davranışın en önemli katkı malzemesidir ve aslında
kadının anne olup olmaması fiziksel gerçeğinden bağımsızdır. Küçük bir çocukken
erken dönem Avusturyalı bir kadın yazarın (Marie Ebner-Echenbach'mıydı
acaba") kısa bir öyküsünü okuduğumu anımsıyorum; bu öykü bende bazı
düşünceleri harekete geçirmiş ve ilkokuldaki öğretmenime yeni gözlerle bakmama
neden olmuştu. Eğer doğru anımsıyorsam, öykü genç bir öğretmen kadının yaz
tatili sırasında genç bir adamla yaşadığı romantik serüveni anlatır. Evlilik
yaşamı, bir koca, bir çocuk, bir ev hayali kurmuş olan ve aşkında düş
kırıklığına uğrayan genç kadın sonbaharda evine gelir. Derinden derine
üzüntülü, okuluna döner. Sınıfında çocuklar çevresini alınca, daha ilk günden
üzüntüsü ve umutsuzluğu yavaş yavaş kaybolur. Öykü, altmış yıldır bana şunu anımsattıran
bir tümceyle kapanır: "En çok çocuğu olan kadın çocuksuz kadındır."
Kadınca terimini en iyi anlamıyla burada kullanabiliriz.
Erkeklerin çocukluk
dönemi anılarında annelerindeki kadınsılık önemsiz bir rol oynamasına karşın,
kadınca olanın onlarla yaşamayı sürdürmesi gariptir. Ayrıca, kadınların ve
erkeklerin çocukluk dönemlerinde anneleriyle ilgili anılarının duygusal
yönlerinde de bir farklılık vardır. Kadınların anılarında daha çok annelerinin
kadınsı niteliği saklanmıştır. Bir kadın hasta, erken çocukluk döneminde
annesinin "telefonda sesinin seksi" çıktığının farkına varmış
olduğunu anımsadı.
Erkeklerde çocukluk
dönemi anılarının bu bölümünden kaçınmakta ensest tabusunun bastırıcı
etkilerinin payının olduğu kesindir. Annenin idealleştirilmesinin, onun
kadınca kişiliğinin anımsanmasıyla çok yakından ilişkili olduğu kayda değer.
Annenin doğasındaki bu yanın küçük erkek çocuğunun ego gelişiminde de önemli
olduğu açıktır.
İşte, bu analitik
sonucu onaylayabilecek küçük bir anı: Birçok işaret benim hayalci, neredeyse
uyuşuk küçük bir erkek çocuğu olduğum gerçeğini söylüyor gibi. Gururlu annelerin
çocukları hakkındaki "parlak söylemleri"nden kalan hiçbir şey yok
çocukluk dönemimden. Annemin bir gülümsemeyle söylediği tek sözcük "akıllı"
ya da "zeki"den başka bir şey değildi. O ne zaman alışverişe ya da
bir ziyarete gitse ağlamaya ve sonra da hıçkırarak yakınmaya başlardım:
"Düştüğüm zaman beni kim yerden kaldıracak?" Bu, henüz doğru düzgün
yürümeyi başaramadığım bir yaşta olmalı. Benim zavallı sorum, küçük bir erkek
çocuğunun yalnızca tümden bencilliğini değil, hayal gücünün kesinlikle olmadığını
da gösterir. Eğer yere düşersem beni başka birisinin kaldırabileceğini
düşünemiyormuşum gibi görünüyor. Ama bu işlevin yalnızca anneye yüklenmesi,
belki de benim aptallığımın bir sonucu değil, ancak onun tarafından yerden
kaldırılmayı istediğimin bir ifadesiydi.
"Kadınca"nın
her şeye kadir olmasının inancı öyle dirençliydi ki bu, yaşamın her erkeğe
getirdiği düş kırıklıkları ve acı gerçeklerle karşılamadan, etkilenmeden içimde
bir yerde kaldı. Bu çocukluk dönemi inancının yankısını hâlâ anımsıyorum. Bu,
Goethe'nin Faust'unu sonlandırdığı o harika dizeleri lisede ilk kez okuduğum
zaman içimde çınladı:
Burada dile getirilemeyen
Aşk ile yoğurmuştur onu
Ebedi-kadınca olan
Bizi çeker yukarı.
Küçük bir çocukken
hissettiğim, burada en yüceltilmiş ve mistik şekliyle yeniden belirmişti.
Bu görkemli dizelerde
"ebedi kadınca" olanın "ebedi kadınsı" olanla yerinin
değiştirilebileceğini düşünebilir miyiz? Kesinlikle hayır. "Ebedi
kadınsı"nın yukarı çeken işlevi penisle sınırlıdır. Evet doğrudur
başlangıçta, anne küçük erkek çocuğunun hem şefkat özlemi hem de tensel
nesnesidir ama kısa bir süre içinde karşısına ensest engeli dikilmiştir. Kısa zamanda
cinsel itkiler başka bir nesne arar ve anne yalnızca sevecen duyguların nesnesi
olur.
Kadınsı olan
kesinlikle eskidir ama aynı kesinlikle ebedi değildir. Kadınsı olanın eski taş
devri kadınlarında çok belirgin olduğu düşünülemez. Bu, belki de içinde insan
kültürünün başladığı neolitik devirden çok eski değildir. İlk erkeğin
karısının ve kızının mutlaka çok az kadınsı nitelikleri vardı. Ama onların daha
o zaman kadınca nitelikleri olduğu neredeyse kesindir.
Hayır, "ebedi
kadınsı" olan yoktur, çünkü kadınsı karakter özellikleri, erken dönemde
olmasına karşın, küçük kızın belirli bir gelişim evresinde de ortaya çıkar.
Doğrusunu söylemek gerekirse, "ebedi kadınca" olan da yoktur çünkü o
olsa olsa ancak cinsel farklılaşmaya kadar geri izlenebilir. Evrimin henüz
dişileri ve erkekleri farklılaştırmadığı ve birçok tek hücreli türün bu önemli
farkın huzurlu bilgisizliği içinde yaşadığı çağlar vardı. Ama bu küçük
gezegenin üstünde insan dişileri ilk kez belirince, kadınca olanın izleri
ortaya çıktı, oysa kadınsı olan ancak uzun uykusundan uyandığı zaman dünyaya
geldi. Biyolojik ve psikolojik kökenleri birleştiren bu anlamda, kadınca
olandan dişinin başlangıç ve son amacı olarak söz edebilirsiniz; onun
kadınsılığı geçici bir olgudur. Kadındaki kadınca yön kalıcıdır, oysa onun
kadınsılığı, Charles Darwin'in sözcükleriyle, onun "çabuk unutulan"
çekiciliğidir.
En iyi anlarda en kadınsı yaratık
kendi içinde kadınca olanın da farkına varır. Bu temel bölüm erkekle olan
rekabetin dışında kalır. Onun, cinslerin savaşından dışta tutulmuş, "göğüs
göğüse dövüşmenin dışında", yüceltilmiş bir yeri vardır. O, kadının
kudreti ve zaferi olan öğedir. Kudret arzusu ya da kadınların bağımsızlığı
mücadelesi tarafından etkilenmemiştir. Anatole France bu ebedi kadınca olanı,
bir keresinde, eşitlikte ısrar eden kadın üstünlüğünden vazgeçer dediği zaman
düşündü.
Resim: Ferdinand Hodler