Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aşk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Ağustos 2017 Cuma

Edebiyat / George Gurdjieff

Olağanüstü İnsanlarla Karşılaşmalar Kitabından Gurdjieff'in İranlı bir konuşmacıdan aktardığı bölüm.

"Günümüz edebiyatının tümü, içerik açısından üç kategoriye ayrılır: ilki bilimsel alan denilen alandır, ikincisi anlatılardan oluşur, üçüncüsü ise tariflerdir. Bilimsel kitaplar genellikle zaten herkesin bildiği, fakat değişik şekillerde bir araya getirilmiş ve yeni konulara uygulanmış her çeşit hipotezi bir araya getirir.

Anlatılarda, başka bir deyişle romanlarda ise -ki bunlara da kalın ciltler hasredilmiştir- çoğu yerde herhangi bir detaya girmeden John Jones ile Mary Smith'in 'aşklarının' doyumunu nasıl elde ettikleri anlatılır.

Aşk denilen bu kutsal duygu, insanlardaki iradesizlik ve zayıflık sonucu zamanla yozlaşmış ve şimdi günümüzdeki çağdaş insanda tamamen kötü alışkanlık haline dönüşmüştür. Halbuki bu duygunun doğal bir şekilde ortaya konulma olanağı bize, Yaratıcımız tarafından ruhlarımızın kurtulması ve beraberce az çok mutlu bir hayat sürmek için gerekli olan karşılıklı moral desteğini sağlamak amacıyla verilmiştir.

Üçüncü kategorideki kitaplar geziler, maceralar, çok farklı ülkelerdeki hayvan ve bitkiler hakkında tasvirler verir. Bu çeşit çalışmalar genellikle hiçbir yere gitmemiş, gerçekte hiçbir şey görmemiş, yani kapısının dışına ayak atmamış kişiler tarafından yazılır; çok az bir istisnayla, bu insanlar kolayca idareyi kendi hayal güçlerinin eline verirler veya daha önce kendileri gibi kişiler tarafından yazılmış kitaplardaki çeşitli bölümleri kopya ederler.

Böyle saçma bir sorumluluk anlayışıyla ve anlamsız edebiyat
çalışmalarıyla stilin daha güzel olması için çalışan günümüz yazarları, kendi anlayışlarına göre bir ahenk güzelliği elde etmek için bazen yazılarında inanılmaz karmaşıklıklar icat ederler. Bu da zaten yazdıklarının zayıf olan anlamını daha fazla bozar. Size garip görünecek bir başka şey de, fikrimce, çağdaş edebiyatın gördüğü zararın büyük bir kısmı dil bilgisinden gelmiştir, yani çağdaş uygarlığın beraberce söylediği benim 'bozuk ses konseri' dediğim konserde rol alan bütün insanların kullandığı lisanların dil bilgisinden.

Onların farklı lisanlarının dil bilgisi, çoğu durumda, yapay olarak oluşturulmuştur ve esasen, gerçek yaşamı ve ortak ilişkiler için gerçek yaşamdan evrimleşmiş lisanı anlamak bakımından hayli 'okuma yazma bilmez' bir insan kategorisi tarafından düzenlenip değiştirilmektedir.

Diğer taraftan antik tarihin bize kesinlikle gösterdiği gibi, eski çağların bütün toplumlarında, dil bilgisi her zaman insanların gelişmelerinin değişik aşamalarına, yaşadıkları esas mekanın iklimsel şartlarına ve yiyecek elde etmede kullandıkları ana araçlara bağlı olarak şekillenmiştir.

Bugünkü uygarlıkta bazı lisanların dil bilgisi, yazarın iletmek istediği anlamı o kadar bozmaktadır ki okur, hele bir de yabancı bir kişiyse, başka bir şekilde ifade edilseydi, yani bu çeşit bir dil bilgisi kullanılmasaydı belki anlayabileceği küçük düşünce kırıntılarını dahi anlamaktan mahrum kalmaktadır.
...........

Birçok büyük insan tarafından da gösterildiği gibi, coğrafi ve diğer şartlar nedeniyle modern uygarlığın etkilerinden soyutlanmış Asya kıtasında yaşayan günümüz insanlarında duyguların Avrupa' da yaşayan insanlardan daha yüksek bir gelişmişlik seviyesine ulaştığı bir gerçektir. Duygular, sağduyunun temelini oluşturdukları için Asyalılar, genel kültürleri daha az olmasına rağmen, gözlemledikleri nesneler hakkında çağdaş uygarlığın bu gürültüsü içindeki insanlardan daha doğru bilgiye sahiptirler.

Avrupalıların gözlemledikleri bir nesne hakkındaki anlayışları yalnızca 'matematiksel bilgilenme' denilen her konuda kullanılabilen araçlar tarafından şekillendirilmiştir. Asyalılar ise gözlemledikleri nesnenin özünü, bazen yalnızca duygularıyla hatta bazen de sadece içgüdüleriyle kavrarlar."

10 Ocak 2015 Cumartesi

Aşk Değil Bu / Cemil Yüksel


yok hayır aşk değil bu
bir bulutun diğer bulutla karşılaşması
beyazlığın değmesi hürlüğün dolaşması
sarılması gibi pabuca kadifenin
sıcaklığın ve temizliğin uzaması bu

hayır hayır aşk değil bu, adını boşver
suların boyuna aşağılara doğru görmesi
buluşmayı azdıran bir sevinçle
kanması çağıltıyla, müziğin
yol üstündeki yeşili canlandırması

mavinin üstüne boşalması gökyüzüyle
sesinin ayarlarını durmadan değiştiren
miden değil sadece, gırla boğazına çıkmış
bir salınım heyecandan iteklenen

aşk değil bu kimsenin yeteri yok buna
dönüp bakmak gibi durmadan ilginin
yönelerek mutlak bir an kurması
boşluktan sarmaş dolaş göğüs kafesi
güvercinler gibi şişiyor her kelimede

hayır aşk değil bu
evet aşk değil bu
aşk değil bu
aşk değil

aşk.


Not: Gökyüzündeki iki bulutun birbirine değip ve karışmasının
        anlık tanıklığından çıkmıştır bu şiir





18 Ocak 2013 Cuma

Üç Gencin Kalbi / Ece Ayhan



Bir gemici tanırım
Kalbini bir limanda bırakmış
Ya kaybolursa?
Ağlar çocukluğundaki gibi
Kalbini almaya gidecek hâlâ

Bir oğlan tanırım
Derin yeşil gözlü
Gönlü güney denizlerinin dibi
Kalbi ise yerinde
Birine vermeye gidecek
Bir gemi arar durur
Bulutlardan.

Bir şair tanırım
Onunki içler acısı
Kalbini asla vermemiş
Çalmışlar
Kalbi eski bir efsanede saklı.

1954, Şubat

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Sonsuz Olarak Başkasılık ve Aşkın Anlaşılmazlığı / Levinas


Bu kitabın alt başlığı "Dışardalık Üstüne Deneme"dir. Levinas'ın temeldeki fikri, Öteki'nin (her zaman için, saygı ifade eden bir büyük harfle yazılır) bütünüyle başka olduğudur, bütünüyle dışarda ve her türlü sahiplenmenin, mülkiyetçiliğin, özümleme ve ben­liğe indirgeme fikrinin üstündedir, böylelikle mutlak aşkınlığı temsil eder. Öteki'nin başkasılığı kesinlik­le başkadır, beni bütünüyle aşar, benzer olanla özdeşleştiremem onu, benzer olana indirgeyemem, "bütünüyle sahiplenemem" (söz­cüğün Hegel'deki benimsenmiş anlamıyla), onu özümseyerek ken­dime mal edemem: Tanrı gibidir.
Öteki, Mutlak-Öteki, yani Mutlak. Öteki benim yadsınmam, karşıtım, Aynı olanın karşıtı değildir yalnız­ca (benden başka, benden farklı, benim tam karşıtım, bana muhalif olan, hatta Hegel ve Marx'tan Sartre'a kadar Hegelcilerin kanıtla­maya çalıştıkları gibi, benim kimli­ğimin tamamlayıcısı), olumlu aşkınlıktır, "metafizik olarak arzula­nan Öteki'dir" (Aristoteles'in "me­tafizik" tanımına bir gönderme, "arzulanan" bilim olarak ilk felse­fedir metafizik). "Dışardalık bir yadsıma değil, bir harikadır" [Bü­tünsellik ve Sonsuz], "Bu devini­min son durağı -dışarısı ya da baş­kası- en üstün anlamıyla başkası'dır. Hiçbir yolculuk, hiçbir iklim ve dekor değişikliği burada ortaya serilen arzuyu doyuramaz. Metafi­zik olarak arzulanan Öteki, yedi­ğim ekmek gibi, yaşadığım ülke gi­bi, seyre daldığım manzara gibi, kimi zaman kendime karşı kendim gibi, şu 'ben', şu 'başkası' gibi "başka" değildir. Bu gerçekliklerle "beslenebilirim" ve geniş bir ölçü­de, sanki yalnızca eksikliklerini hissetmişim gibi kendimi tatmin edebilirim. Bu noktada bile, onla­rın başkasılığı, düşünen ya da sa­hiplenen olarak benim kimliğimde erir" (a.g.y). Ayrıca Levinas a contrario, Aristophanes'in Şölen'de an­lattığı ve bilindiği gibi, aşkı, âşıkla­rın yeniden oluşturmaya çalıştığı bir birlik özlemi olarak sunduğu mitosa gönderme yapar. Ona göre bunun tam tersine, metafizik arzu ‘‘bütünüyle başka olana, kesinlikle başka olana uzanır" (a.g.y), ve Platoncu bir birleşme ya da Hegelci bir sentez girişiminde ancak alçala­bilir ve görmezden gelinebilir.
Dolayısıyla arzu farklılığı, yadsımayı, çelişkiyi ve Aynı olanla karşıtlığı kısıtlayan (farklı olanı özümsemek, onu aynı olana indir­gemek isteyen) gereksinime indir­genemez: aşkınlığı hedefler, dola­yısıyla kendini doyuramaz (yete­rince -satis- elde etmek gibi en güçlü anlamıyla)*. Öteki'nin mut­lak olumluluğu, kavranamaz, özümsenemez, indirgenemez do­ğası, "görünmezliği" karşı koyar buna. Bundan böyle aşk belirsizle­şir: bir gereksinim nesnesinin he­defidir, dünyevi bir zevktir, Öte­ki'nin haz alma istencidir, ama ay­nı zamanda aşkınlık arzusudur - bu "teğetlik", "erotik" olanla, "ikircilliğin en yetkin örneğiyle" ortaya çıkar ve simgelenir, ele geçirme (cinsel olarak elde etme) ve uzak­lık, Öteki'nin ulaşılamaz, bütünüy­le erişimimiz dışındaki doğası ara­sındaki oyun ya da belirsizliktir bu. Beklenti, temas ve uzaklık ola­rak okşama, aşkın bu belirsizliğini örneklendirir, Levinas da, buraya aldığımız ikinci metni izleyen say­falarda bu durumu çözümleyecek­tir: "Sevgili, ele geçirilebilir, ama olanca çıplaklığı içinde ona el değ­memiştir (...), Dişiye özü gereği el sürülebilir ve sürülmeyebilir {...}, şehvetli temasta bile dokunulamayabilir ona" (a.g.y). Burada Lucretius'un çiftleşme sırasında, part­nerin ele geçmez doğasıyla ilgili çözümlemesini doğrulayan olumsuz -ya da daha çok "olumlu"- bir değişke buluyoruz, güzellikten alı­nacak hiçbir şey yoktur, der şair, aşkta arzunun uyandırdığı hayal­lerden başka: "Güzel bir çehreden ve hoş bir pembelikten bedenimizi doyuracak hiçbir şey sızmaz içimi­ze" [Doğa Üstüne, IV, 1094-1096]. Lucretius, "ele geçmez" der, Levi­nas ise "Öteki'nin erişilmez başkasılığı" diyecektir.
* Kendini doyurmak: Fransızcada "satis-faire". (Ç. n.)

A. Alışılageldik arzu çözümlemesi benzersiz iddiasının üs­tesinden gelemeyecektir. Her yerde yorumlanan arzunun teme­linde bulunan şey gereksinim olacaktır; arzu, muhtaç ve kusur­lu ya da geçmişteki üstünlüğünü yitirmiş bir varlığı gelip bula­caktır. Bir şeyleri yitirmiş olmanın bilinciyle çakışacaktır. Her şeyden önce bir özlem duygusu, geri dönme sıkıntısı olarak gö­rülecektir. Ama bu durumda gerçekten başka olandan kuşku duymayacaktır bile.
Metafizik arzu geri dönüşe heveslenmez, topraklarında doğmadığımız bir ülkeye duyulan arzudur çünkü. Her şeyiyle bize yabancı, yurdumuz olmamış, asla yerleşemeyeceğimiz bir ülkeye duyulan arzudur. Metafizik arzu öngörülmüş hiçbir ya­kınlığa dayanmaz. Doyurulamayacak bir arzudur. Doyurulmuş arzular ya da cinsel gereksinimler, hatta ahlaki ya da dini ge­reksinimler hafife alınır çünkü. Aşkın kendisi de bu şekilde, yü­ce bir açlığın giderilmesi olarak görülür. Bu dil olanaklıysa eğer, arzularımızın çoğu arı değildir, aşk da öyle. Doyurulabilecek arzular, ancak doyum fikrinin düş kırıklığı yaratması, ya da şehvetin ta kendisini oluşturan doyumsuzluk ve arzunun şid­detlenmesiyle metafizik arzuya yaklaşırlar. Metafizik arzunun niyeti başkadır - kendisini doyurmakla kalacak her şeyin ötesi­ni arzular o. İyilik gibidir -arzulanan, bu arzudaki boşluğu dol­durmaz, derinleştirir.
B. Aşkınlığın metafizik olayı -Öteki'ni karşılama, arzu-konukseverlik ve dil- aşk gibi gerçekleşmez. Ama söylemin aşkınlığı aşka bağlıdır. Aşkınlığın aşkla birlikte, nasıl dilden daha uzağa gittiğini ve gidemediğini göstereceğiz.
Aşkın bir kişiden başka varışı yok mudur? Kişi burada bir ayrıcalıktan yararlanır - aşkın niyeti Öteki'ne, dosta, çocuğa, kardeşe, sevgiliye, anne babaya yönelir. Ama bir şey de, bir so­yutlama, bir kitap da aşk nesnesi olabilir. Şöyle ki, temel görü­nüşlerinden biriyle aşkınlık olarak Öteki'ne yönelen aşk bizi içkinliğin ötesine götürür: varlığın, arayış girişiminde bile bulun­madan önce bağlandığı şeyi arayışının (üstelik onu bulduğu dışardalığa karşın) devinimini belirler. En yetkin serüven de ha­zırlıksız bir yönelmişliktir: Seçilmemiş olanın seçilmesi. Öteki'yle ilişki olarak aşk bu temel içkinliğe indirgenebilir, her tür­lü aşkınlıktan sıyrılabilir, yalnızca ortak doğadan bir varlığı, bir ruh ikizini arayabilir, ensest biçiminde ortaya çıkabilir. Platon'un Şölen'inde, Aristophanes'in, aşkın tek bir varlığın iki parçasını birleştirdiği yolundaki mitosu, serüveni kişinin ken­dine dönüşü biçiminde yorumlar. Haz bu yorumu doğrular. İçkinlik ve aşkınlığın sınırında yer alan bir olayın anlaşılmazlığı­nı açığa çıkarır. {...}
Aşkın olanın verdiği haz, ifadesinde bile neredeyse çelişki­lidir, aşk hakiki anlamda ne duyum olarak yorumlandığı erotik dilde bulur ifadesini, ne de aşkınlığı arzulama düzeyine yük­seltildiği düşünsel dilde. Öteki için, başkasılığını koruyarak bir gereksinim nesnesi olarak belirme olanağı, hatta Öteki'nden haz alma, aynı anda söylemin hem ötesinde hem berisinde yer alma olanağı, kendisine hem erişen hem de kendisini aşan mu­hatabının karşısındaki konumu, gereksinim ve arzunun, kösnül istekler ve aşkınlığın eşzamanlılığı, itiraf edilebilir olanın ve iti­raf edilemeyenin birbirini teğet geçmesi bu anlamda ikircilliğin en yetkin örneğini oluşturan erotiğin özgünlüğünü oluşturur.
Aşk Öteki'ni hedefler, onu zaafları içinde hedefler. Zaaf bu­rada herhangi bir sıfatın alt derecesini, bana ve ötekine ortak bir belirlemenin görece yetersizliğini göstermez. Sıfatların su yüzüne çıkışından önce, başkasılığın ta kendisini niteler. Sev­mek, başkası için korkmaktır, onun zayıflığının imdadına yetiş­mektir.

Eric Blondel / Aşk
Görsel :Michael Parkes

2 Mayıs 2012 Çarşamba

İhanete Uğrayan Baba Sevgisinin Istırapları / Balzac


Goriot baba ("baba" sözcüğü bir baba olduğunu işaret ederken, aynı zamanda diğer kiracıların kendisine verdiği bir takma addır) baba sevgisinin trajik figürüdür. Kendisini bütünüyle kızlarına, Delphine ve Anastasie'ye vermiş, hatta onlar için varını yoğunu feda etmiştir: Dul kaldıktan sonra onları yetiştirmiş, okutmuş, o dönemde şatafatlı, lüks ve saygın monden bir hayat getiren soylu bir evliliğin temsil ettiği, toplumun en üst sevi­yesine ulaşmaları için bütün serve­tini harcamıştır. Kendini feda et­mek, her şeyi unutarak vermektir: Goriot'nun kızlarına duyduğu sev­giyle gelen fedakârlık öylesine ek­siksizdir ki sonunda kaçınılmaz bir biçimde ölüme götürür onu, üste­lik alçaltıcı ve berbat koşullarda. Kızlarıysa bir kez servete ulaşınca, tüm sonradan görmeler gibi baba­larını inkâr ederler, onların gözün­de bir burjuvadan başka şey değil­dir artık, babalarının artık kendile­rine layık görmedikleri eski şehriyeci serveti, geriye dönük bir bi­çimde şereflerine leke düşürür. Bu nankörlükle, babalarını bir vebalı gibi uzakta tutar, onunla birlikte görülmekten utanır, onu inkâr ederler. Ama aynı anda, lüks ya­şantılarını sürdürmek, hatta koca­ları ya da âşıklarının kumar borçla­rını ödemek için babalarının serve­tinin son kalıntılarının (daha başka pek çok eşyayla birlikte eritip, pa­raya çevirmeye çalıştığı altın kap­lama sofra takımları) elinde kalma­sına da engel olurlar. Yüzüstü bıra­kılan, aşağılanan, her şeyini yitiren Goriot, para biriktirmek için yer­leştiği Saint-Marceau semtindeki (bugünkü Saint-Marcel-Gobelins) perişan Vauquer pansiyonunda can verir. Tuhaf yaşam biçimi yü­zünden kendisiyle alay eden ve gizli işler çevirdiğini düşünen di­ğer kiracıların haberi olmasa da, yoksunluklarla dolu bir yaşam sü­rer. Kiracılar arasında yalnızca genç Eugene Rastignac, son anla­rında Goriot'nun yanında bulunur, kızlarının ziyarete geleceğini söyle­yerek umut verip rahatlatmaya ça­lışır onu.
Bu kişiliği tanıtmak için, Bal­zac hiç kuşkusuz çıkarcı bir baba sevgisiyle, ikiyüzlü gösteriler ya­pan büyük kızlarına kanıp suskun ve ölçülü Cordelia'ya, onu seven tek kızına, diğerlerini tercih ederek bu hatanın kurbanı olan Kral Lear’dan esinlenmiştir. Kızlarının ihanetinin ve nankör uçarılığının bütünüyle farkında olan ve sevgi­sinin karşılığını görmeden kendini feda etmiş olmanın hoşnutsuzluğu içindeki Goriot Baba'nın karşılık beklemeyen cömertliğini, Balzac'ın nasıl vurguladığı fark edilecektir, Goriot diğerlerinin ve Tanrı'nın huzurunda affedecektir kızlarını ve canavarsı, affedilmez katılıkları­nı da -yalnızca sevgisiyle- bağışla­yacaktır. Bağışlama, mutlak bağlı­lık olarak aşktır.
"Olur şey mi, kızlarının biri bile gelmesin!" diye haykırdı Rastignac. "İkisine de yazacağım."
"Biri bile," diye karşılık verdi ihtiyar, yerinde doğruluverdi. "İşleri var, uyuyorlar, gelmeyecekler. Biliyordum. Çocukla­rın ne olduğunu öğrenmek için ölmeliymiş insan! Ah, dostum, evlenmeyin sakın, çocuk yapmayın! Siz onlara yaşamı veriyor­sunuz, onlar size ölümü. Siz onları yüksek çevreye sokuyorsu­nuz, onlar sizi kovuyorlar. Hayır, gelmeyecekler! On yıldır bili­yorum bunu. Bazı bazı düşünüyordum da inanmak istemiyor­dum."
Gözlerinden birer damla yaş çıktı, kırmızı kenarlarına akıp öylece kaldı.
"Ah, zengin olsaydım, servetimi saklasaydım, onlara ver­memiş olsaydım, şimdi burada olurlardı, öpüşleriyle yanakları­mı yalarlardı. Bir konakta otururdum, güzel odalarım, uşakla­rım, ateşim olurdu; gözyaşı dökerlerdi başucumda, kocalarıyla, çocuklarıyla. Bütün bunlar benim olurdu. Şimdi hiç. Para her şeyi verir adama, kızlarım bile. Ah, param, param nerede? Bıra­kacak gömülerim olsaydı, yaralarımı sararlardı, bakarlardı ba­na; seslerini duyardım, yüzlerini görürdüm. Ah, sevgili çocu­ğum, tek çocuğum, bırakılmışlığımı yeğ tutarım gene de! Mut­suz bir kişi sevildi mi sevildiğinden kuşkusu yoktur hiç değil­se. Hayır, zengin olmak isterdim: görürdüm onları. Vallahi, kim bilir? İkisi de taşyürekli. Onları o kadar seviyordum ki onların da beni sevmesi olanaksızdı. Baba dediğin her zaman zengin olmalı, birer huylu at gibi görmeli kızlarını, dizginlerini bırak­mamalı. bense onların önünde diz çöküyordum. Alçaklar, tam on yıldır nasıl davrandılar bana!" {...}
"Onlara yaşamımı verdim, onlar bugün bana bir saatlerini vermeyecekler! Açım, susuzum, yüreğim yanıyor, gelip de can çekişmemi serinletmeyecekler, öyle ya, ölüyorum ben, iyice se­ziyorum. Ama bunlar bir babanın cesedini çiğnemenin ne de­mek olduğunu bilmiyorlar mı! Göklerde bir Tanrı var, biz baba­lar istemesek bile, öcümüzü alır o. Yok, gelecekler! Gelin, cicoşlarım, gelin gene öpün beni, son bir öpüş verin, babanızın ölüm ekmeği olsun. Babanız Tanrı'ya yalvaracak, iyi kızlar olduğu­nuzu söyleyecek, sizi savunacak! Ne de olsa sizin suçunuz yok. Onlar suçsuz, dostum! Herkese söyleyin bunu, benden dolayı kimse canlarını sıkmasın. Hepsi benim suçum, beni ayaklar al­tında çiğnemeye kendim alıştırdım onları. Ben bundan hoşlanı­yordum. Kimseyi ilgilendirmez, insan adaletini de ilgilendir­mez, Tanrı onları mahkûm ederse, haksızlık etmiş olur. {...) Ah! bitti, kızlarımı göremeden ölüyorum! Kızlarım! Nasie, Fifine, hadi, gelsenize! Babanız gidiyor..."
Goriot Babacığım, biraz sakin olun, böyle çırpınmayın, düşünmeyin.
Onları görmemek, can çekişmek bu işte!
Göreceksiniz.
"Sahi mi!" diye haykırdı şaşkın ihtiyar. "Ah, onları gör­sem! Göreceğim onları, seslerini işiteceğim. Mutlu öleceğim. Evet, böyle, yaşamak istemiyorum artık. İsteğim kalmamıştı za­ten, dertlerim gittikçe artıyordu. Ama onları görsem, giysilerine dokunsam, ah, yalnız giysilerine! Çok az şey bu; ama onlardan bir şeyler duyayım! Saçlarından verin... saç..."
Bir topuz yemişçesine başı yastığına düştü. Elleri yorganın üstünde kızlarının saçlarını tutmak istercesine çırpındı. Bir ça­ba harcayarak:
"Kutsuyorum onları," dedi, "kutsuyorum."
Birden tükeniverdi.

Eric Blondel / Aşk 
YKY Yayınları

10 Nisan 2012 Salı

Aşk İlişkileri / Otto F. Kernberg


 “Kadınlar ne ister?” ve “Erkekler ne ister?” gibi yıllanmış soru­lara belki şu yanıtlar verilebilir: Erkekler-anne, kız, bebek, ikiz kız kardeş ve hepsinden önce, yetişkin cinsel kadın olarak- birçok ro­lü birden üstlenen bir kadın ister. Kadınlar ise, asal nesneden uğur­suz bir biçimde uzaklaşmaları yüzünden, hem babaya hem de anne­ye özgü roller üstlenmiş -baba, oğlan bebek, ikiz erkek kardeş ve yetişkin cinsel erkek olarak- bir erkek ister. Ve başka bir düzlem­de, hem erkekler hem de kadınlar homoseksüel bir ilişkiyi hayata geçirmeyi ve mahrem ilişkideki narsisistik doyumu kaçınılmaz ola­rak sınırlayan cinsler arası sınırları aşma yönündeki nihai arayış içinde ters cinsel roller üstlenmeyi isteyebilir: İkisi de sevilen nes­neyle hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen ödipal ve preödipal öğeler barındıran tam bir kaynaşma özlemi duyar.
***

Ayrıca yetişkin kişinin sevdiğini ve hayatını birlikte yaşamayı istediği kişiyi seçimi, sevgi ve yakınlık ihtiyaçlarının tatminine ek olarak hayata daha geniş bir anlam kazandıran yetişkin idealler, de­ğer yargıları ve amaçlar gerektirir, idealleştirmenin burada hâlâ ge­çerli olup olmadığı tartışılabilir, ama uğrunda mücadele verilen bir ideale uygun bir kişi seçildiği müddetçe, seçimde bir aşkınlık öğe­si, bir kişiye doğal gelen bir bağlanma söz konusudur; çünkü bu bağlanma o kişiyle ilişkinin alabileceği ya da alacağı biçimle belirlenecek belli bir hayal tarzına bağlılık demektir.

Ama burada yine temel bir dinamik çıkıyor karşımıza; bu dina­miğe göre, cinsel ilişki, nesne ilişkisi ve çiftin ego ideali alanların­daki saldırganlığın bütünleştirilmesi, ilişkinin derinliği ve yoğunlu­ğunu temin eder, ama aynı zamanda ilişkiyi tehdit de edebilir. Aşk ve saldırganlık arasındaki dengenin dinamik bir denge oluşu, bü­tünleşme ve derinliği potansiyel olarak istikrarsız kılar. Bir çift en iyi koşullarda bile geleceklerini garantide göremez; hele çiftlerden birinde ya da her ikisindeki önemli bir çözülmemiş çatışmanın aşk ve saldırganlık arasındaki dengeyi tehdit ettiği durumlarda garanti­li gelecek çok daha azdır. Bazen, rahat ve güvenli görünen koşul­larda bile, yeni gelişmeler bu dengeyi değiştirir.
İki insan arasındaki derin ve kalıcı bir ilişki ötekinin benliği ka­dar kendi benliğiyle ilişkide de bir derinlik -insanlar arası dile ge­tirilmeyen çok boyutlu ilişkinin derinlerine inen yolu açan empati ve anlayış- gerektirmesi tuhaf bir karşıtlık yaratır. Kişi derinliğine sevebilme yetisi kazandıkça ve başka birini yıllar içinde kendi kişi­sel ve toplumsal hayatının bir parçası olarak gerçekçi biçimde da­ha iyi değerlendirebilir hale geldikçe, gerçekten eşit oranda ve hat­ta daha iyi tatmin edici bir partner olabilecek Ötekileri bulabilir. Duygusal yetişkinlik bu yüzden çiftin çatışmadan uzak istikrarlı ilişkisinin garantisi olamaz. Bir kişiye duyulan derin bağlılık ve birlikte yaşanan hayata ilişkin değerler ve deneyimler ilişkiyi zen­ginleştirecek ve istikrarını sağlayacaktır; ama şayet ben-bilgisi ve ben-bilinci derinse, partnerlerin her biri zaman zaman (potansiyel olarak gerçekçi görünen) başka ilişkilere özlem duyabilir ve tekrar tekrar bundan vazgeçebilir. Ama feragat ve özlem bireyin ve çiftin hayatına bir derinlik de katabilir; çiftin ilişkisindeki özlem ve fan­tezilerin ve cinsel gerilimlerin yeni bir yöne kayması aşk hayatları­na yeni, bilinmedik ve karmaşık bir boyut da katabilir. Son tahlil­de, bütün insan ilişkileri bitmeye yazgılıdır; kaybetme, terk edilme ve nihayet ölüm tehdidi aşk ne kadar derinse o kadar büyüktür; bu­nun ayrımında olmak da aşkı derinleştirir.


***

May (1969) yetişkin bir biçimde âşık olmak için bir önkoşul olarak "şefkat"in önemini vurgular: Şefkat "başkasını kendisi gibi bir insan olarak tanımaktan, ötekinin acı ve sevinciyle kendini öz­deşleştirmekten, suçluluk ve acıma duymaktan ve hepimizin ortak bir insanlık zemininde var olduğumuzun farkında olmaktan geçen bir durumdur" (s. 289). May "ilgi" ve "sevgi"nin öteki koşuluyla mümkün olduğunu düşünür. Aslında May'in şefkat tanımı Winnicott'ın (1963) ilgi tanımına çok yakındır.


***
Farklı bir bağlamda Altman (1977), erkeklerdeki ilk nesnenin kalıcılığına karşın, kadınlardaki nesne değişiminin genelde erkek­lerin istikrarlı bir aşk ilişkisine kendilerini vermekte karşılaştıkları büyük zorluğun önemli bir kaynağı olabileceğine işaret etmiştir. Erkekler ilelebet ideal anne arayışını sürdürmeye ve kadınlarla iliş­kilerinde pregenital ve genital korku ve çatışmalarını canlandırma­ya yatkındır; bu da onları derin bir bağlanmadan kaçışa sevk eder. İlk nesnelerini zaten terk etmiş olan kadınlar, onlarla tam bir geni­tal ve “babaya özgü” ilişki kurmaya gönüllü bir erkeğe kendilerini daha kolay adayabilirler. Kadınların bağlanma kapasiteleri açısın­dan bir başka hayati unsur belki de kadının yeni bireyin bakımı ve korunmasındaki istikrara duyduğu ilgidir; bu da biyolojik ve psiko- sosyal belirlenimlerle, çoğu kez anneye özgü işlevlerle özdeşleşme ve bununla ilgili yüceltici süperego değerleriyle ilgilidir (Blum 1976).


***
Bütün aşk ilişkilerini “genital önceliğe” rağmen başarısızlığa mahkûm edecek şekilde baba işleviyle özdeşleşmekte yaşanan tra­jik acizlik ve bu başarısızlığı egemen bir erkek egemen kültür mi­tine göre aklileştirme Henry de Montherlant’ın Les Jeunes Filles (1936) kitabında çarpıcı bir biçimde gösterilmiştir. Genç kahrama­nı (ya da anti-kahramanı) Pierre Costals’ın ağzından konuşan Montherlant, kadınları ve erkekleri ebedi bir yanlış anlamayla bir araya getiren arzunun verdiği basınçlardan acı acı yakınır. Kadınlar açısından, aşk cinsel tatminle başlar oysa erkekler açısından aşk cinselliği bitirir (s. 1010-1012); kadınlar bir erkek için yaratılmıştır, ama erkek hayat ve bütün kadınlar için yaratılmıştır. Şenlik erkek­te hâkim tutkuyken, bir erkeğe duyulan aşkın şiddeti kadınların mutluluğunun ana kaynağıdır. Kadınların mutluluğu erkeklerden, erkeklerinki ise kendilerinden gelir. Cinsel eylem tehlikeler, yasak­lar, engellenmeler ve iğrenç fizyoloji tarafından kuşatılmıştır.
Montherlant'm çizdiği estetik yönletilmiş, acılı, kibirli, modası geçmiş, hain ve kendini mahveden Costals tipini ataerkil ideolojinin ürünü olarak göz ardı etmek kolaydır; ama bu, böyle bir aklileştirmenin temelinde yatan kadınlarla ilgili yoğun özlem, korku ve nefretin derinlerdeki kaynağını gözden kaçırmak anlamına gelir.


***
Çiftin bilinçdışı çatışmalarındaki bu sosyo-kültürel boyutlar Eric Rohmer’in aşk ve evlilik üzerine yaptığı birçok filmde, özel­likle My Night at Maude’s filminde incelikle; ama çarpıcı bir biçim­de gösterilmiştir (Rohmer 1969; Mellen 1973). Geleneksel, zeki, duyarlı; ama utangaç, bağnaz genç Katolik Jean-Louis, hayat dolu, mesleğinde aktif, duygusal bakımdan derin ve karmaşık, boşanmış Maude ile ilişkiye girmeye cüret edemez. Onun yerine Jean-Louis evlenmeye karar verdiği “sadık”, oldukça yalın, içe kapanık ve ita­atkâr Katolik kızı tercih eder. Görünüşe bakılırsa erkek bağlılık ve tutarlılık timsalidir; ama alttan alta kendi eşiti bir kadınla gireceği eksiksiz olmakla birlikte bir o kadar da belirsiz ilişkiden korkmak­ladır. Ve Maude, bütün cazibesi ve yeteneği ve kişisel tatmin kapa­sitesine rağmen, Jean-Louis’in ona hiçbir şey veremeyeceğini, çün­kü bundan korktuğunu ve bunu yapmaktan aciz olduğunu kabul edemez; ona âşık olan Jean-Louis’in arkadaşı Vidal’ı reddettikten sonra Maude başka bir adamla başka bir tatminsiz evlilik yapar. Bu bir kaçan fırsatlar trajedisidir; halbuki partnerlerden her birinde karşılaşacağı bilinçdışı olarak belirlenmiş tehlikeleri aşabilen istik­rarlı bir aşk ilişkisinin ya da evliliğin getireceği potansiyel mutlu­luk ve başarma duygusu vardır.


***
Âşık olma kapasitesi bir çiftin ilişkisinin temel direğidir. Bu erotik arzuyla idealleştirmeyi bir araya getirme kapasitesi ve derinliğine bir nesne ilişkisi kurma potansiyeli anlamına gelir. Birbirleri için çekicilikleri ve özlemlerini keşfeden, duygusal yakınlık eşliğinde eksiksiz bir cinsel ilişki kurabilen ve sevilen ötekiyle yakınlık için­de ideallerini gerçekleştirme duygusu yaşayabilen bir erkek ve bir kadın yalnızca bilinçdışı olarak erotizmi ve şefkati, cinselliği ve ego idealini bağlantılandırma kapasitesini değil; saldırganlığı aşkın hizmetine sokma kapasitesini de ortaya koyar. Bir aşk ilişkisi yaşa­yan bir çift dışlanan ötekinin ve içinde yaşadıkları geleneksel kül­türün kuşkulu düzenleme birimlerinin haset ve öfkesine direnir. Birbirlerini düşman bir kalabalık içinde bulan romantik âşıklar mi­ti anne ve babanın bilinçdışı gerçekliğini anlatır. Bazı kültürler ro­mantizme (aşkın duygusal, kahramanca, idealleştirilen özellikleri­ne) değer verebilir, bazıları da bunu kesin olarak reddedebilir; ama duygusal gerçeklik tarih boyunca sanat ve edebiyatın konusu ol­muştur (Bergmann 1987).

1 Nisan 2012 Pazar

Aşk ve İrade / Rollo May


Çağdaşlarımızın pek çoğu tarafından bildirilen bu duru­ma ne ad vereceğiz; uzaklaşma, istifini bozmama, yaban­cılaşma, duygulardan geri çekilme, aldırmazlık, kuralsız­lık, kendine yabancılaşma? Bu terimlerden her biri, söz et­tiğim durumun -erkeklerin ve kadınların kendi aralarında, veya kendileriyle bir zamanlar aşklarını ve iradelerini ha­rekete geçiren nesneler arasında bir uzaklık hissetmeleri durumunun bir bölümünü açıklar. Bunun kaynaklarının ne olduğu konusunu şimdilik açık bırakmak istiyorum. Kı­sıtlı çağrışımlarına rağmen “kayıtsızlık” terimini kullanı­yorsam, kelime anlamı tanımlamak istediğime en yakın ol­duğundandır; “hissetme isteği; tutku, duygu ya da heyecan eksikliği, umursamazlık”. Kayıtsızlık ve şizoid dünya birbirilerinin nedeni ve sonucu olarak el ele giderler.
Kayıtsızlık, aşk ve iradeyle yakından ilişkili olduğu için özellikle önemlidir. Nefret aşkın zıttı değildir; kayıtsızlık aşkın zıttıdır. İradenin zıttı, William James’in dediği gibi, karar vermek için harcanan çabanın mücadelesini simge­leyen kararsızlık değil, önemli olaylara ilgisiz kalmış, on­lardan ayrı durmuş, onlarla ilişki kurmamış olmaktır. Bu durumda irade sorunu hiç baş göstermeyecektir. Aşk ve irade arasındaki karşılıklı ilişki, her ikisi de, bir yerlere ulaşma, dünyaya yönelme, bu cansız dünyada diğerlerini etkileme ve kendini onlardan etkilenmeye açma arayışın­da olma; dünyayı kendi isteklerine uygun hale getirme, bi­çimlendirme, dünyayla ilişki kurma ya da dünyanın ken­disiyle ilişki kurmasını talep etme sürecinde olan kişiyi ta­nımladıkları için zorunludur. Bu nedenle aşk ve irade, tüm bildik demirleme noktalarının yok olup gittiği bir geçiş döneminde, bu kadar zordur. Diğerlerini etkileme ve on­lardan etkilenme yollarının tıkanışı, hem aşkın hem de ira­denin başlıca bozukluğudur. Kayıtsızlık, ya da a-patos*, hissetmekten geri çekilmedir; ilgisizlik ve etkilenmeme­nin tasarlanmış bir uygulaması olan istifini bozmamakla başlayabilir. “Olaya bulaşmak istemedim”, Kew Gardens olayındaki otuz sekiz kişinin, niçin yardım etmedikleri soruşturulduğunda, devamlı verdikleri cevaptı. Freud’un “ölüm güdü”sü gibi çalışan kayıtsızlık, ilgililiği yavaş ya­vaş bırakmaktır, ta ki kişi, yaşamın geçip gittiğini anlayın­caya kadar.
Toplumu yeni yeni incelemeye başlayan öğrenciler, fazla basitleştirilmiş bir biçimde suçu diğer kurumların üzerine atma eğilimli olmalarına rağmen, çoğu zaman kendilerinden yaşlı yetişkinlere göre bu konuda daha net öngörülere sahiptirler. Columbia merkezli Spectator' ın başyazarı “buralardaki aydın yaşama dair ateşli heyecan duygusu bize hiç aşılanmadı” demiştir.The Michigan Daily'de köşe yazarı bir öğrenci, “bu kurum, en azından lisans öğrencilerinin çoğuna, düşünsel iştaha yaklaşan hiçbir şey aşılamayı başaramadı” diye yazıyordu. “Sıradanlıktan daha kötüye doğru” sürüklenişten söz ederken, “Bu da mutlak aldırmazlıktır. Yaşamın, belki de, kendisine olan aldırmazlık” diyordu. Berkeley Üniversitesi’nden bir öğrenci “Bir IBM kartı üzerindeki zımba deliklerine bölünmüştük” diyerek belirtiyordu görüşünü: “ 1964'teki ayaklanmalarda geri zımbalamaya karar verdik, fakat bu­ralardaki gerçek devrim, bilgisayar kartlarıyla birlikte silah altına alma belgelerini de yakmaya karar verdiğimizde gelecek.”
Kayıtsızlık ile şiddet arasında diyalektik bir ilişki var­dır. Kayıtsızlık içinde yaşamak, şiddete yol açar; yukarıda örnek verdiğimiz olaylar ve benzerlerinde de, şiddet kayıt­sızlığı kamçılar. Şiddet, ilişkisizliğin yarattığı boşluğu dol­durmak için hızla koşan en yıkıcı çaredir. Şiddetin, mo­dern sanatın birçok biçiminin arzulanan tepkiye, yaşam biçimlerimize şiddet uygulayarak ulaşan pornografi ve müstehcenlik unsuruyla yarattığı nispeten normal şok etki­sinden, suikast ve kırsal kesim cinayetlerinin aşırı patolo­jisine kadar giden dereceleri vardır. İç yaşam kuruduğun­da, hissetme azalıp kayıtsızlık çoğaldığında, kişi başkasını etkileyemediği ya da ona hiç değilse gerçekten dokuna­madığında şiddet, temas için şeytani bir gereksinim, en dolaysız yoldan dokunmayı zorunlu kılan çılgın bir dürtü olarak alevlenir. Bu, cinsel duygular ile şiddet suçlarının arasındaki iyi bilinen ilişkinin bir yönüdür. Acı çektirmek ve işkence etmek, en azından kişinin birini etkileyebilece­ğini kanıtlar. Kitle iletişiminin yabancılaşmış durumunda ortalama bir vatandaş, her akşam evinin oturma odasına gülümseyerek gelen düzinelerce televizyon karakteri ta­nır; fakat o hiç tanınmaz. Kimsenin dayanamayacağı kadar acı veren bu yabancılaşma ve adsızlık durumunda, ortala­ma bir kişi gerçek patolojinin kenarında dolaşıp duran ba­zı fantezilere kapılabilir. Adsız kişinin ruhsal durumu; “Hiç kimseyi etkileyemiyor veya hiç kimseye dokunamı­yorsam, en azından seni bazı duygulara sürükleyebilirim, yaralama ve acı verme yoluyla bazı ihtiraslara zorlayabili­rim; en azından ikimizin de bir şeyler hissettiğinden emin olacağım ve senin beni görmeni, benim de burada olduğu­mu bilmeni sağlayacağım!” şeklindedir. Çocuk veya ergen pek çok kişi, kendisini farkına varması için yıkıcı hareket­lerle grubu zorlamıştır; kınanmış olsa bile en azından top­luluk onu fark etmiştir. Etkin bir şekilde nefret edilmek, etkin bir şekilde hoşlanılmak kadar iyidir; baştan aşağı da­yanılmaz bir durum olan adsızlık ve yalnızlığı sonlandırır.
Ancak, kayıtsızlığın ciddi etkilerini gördükten sonra, şimdi de, onun gerekliliği gerçeğine ve “normal şizoid” biçiminde nasıl yapıcı bir işleve dönüştürülebileceğine dönmeliyiz. Üzücü paradoksumuz, çağdaş tarihte, kendi­mizi bir çeşit kayıtsızlıkla korumak zorunda olduğumuzdur. “Kayıtsızlık tuhaf bir durumdur”, der Harry Stack Sullivan; “Fazla uzun sürdüğünde, kişinin geçen zamandan zarar görmesine rağmen, yaşamını maddi zarar görmeden sürdürmek için kullandığı bir yoldur. Kayıtsızlık bana, bü­tünüyle bozguna uğrayan kişiliğin başka bir şey yapabile­ne kadar, sayesinde dinlendiği bir korunma mucizesi gibi gelir” der. Söz konusu durumda yapılması gerekenler ne kadar çok gecikirse kayıtsızlık o kadar sürer ve er ya da geç bir kişilik durumuna dönüşür. Bu duygulanımsızlık, kişi yanıt verirse bunalmaktan korktuğundan, bitmek bil­meyen talepler rüzgârında bir büzülüş, aşırı uyarılmanın karşısında bir donuş, her şeyi akışına bırakıştır, iş çıkış sa­atlerinde metroda seyahat eden, birbirine karışan kulak tır­malayıcı sesler ve adsız insan yığınıyla karşılaşan hiç kim­se bu söylediğime şaşırmayacaktır.
Şizoid bir çağda yaşayan insanların kendilerini büyük çaptaki aşırı uyarılmadan -radyo ve televizyon aracılığıyla yayılan sözler ve gürültü bombardımanından, kolektifleş­tirilmiş sanayi ve büyük fabrika biçimli multiversitelerin montaj hattını andıran taleplerinden- koruması gerektiği­nin önemini anlamak zor değildir. Sayıların, önüne gele­cek tüm canlıları boğmak veya fosilleştirmekle tehdit eden bir lav seli gibi, acımasızca kimlik araçlarımızı teslim aldı­ğı bir dünyada; “normalliğin”, soğukkanlılığı korumak ola­rak tanımlandığı bir dünyada; cinselliğin, iç merkezi koru­manın tek yolunun, kendini vermeden cinsel ilişkide bu­lunmak olmasına yol açacak kadar kolay elde edilebilir ol­duğu bir dünyada; yani atalarının duygularını körelten sa­vunma mekanizmalarını geliştirecek kadar zamanları ol­mamış gençlerin daha dolaysız yaşantıladığı, böylesine şi­zoid bir dünyada, aşk ve iradenin gitgide sorunlu, hatta bazılarına göre ulaşılması imkânsız hale gelmesi şaşırtıcı değildir.
Peki ya bu şizoid durumun yapıcı kullanımı? Cezanne’ın şizoid kişiliğini, modern yaşamın en önemli biçim­lerini ifade yoluna nasıl dönüştürebildiğini ve sanatı aracı­lığıyla toplumumuzdaki yozlaşan yönelimlere nasıl karşı durabileceğini gördük. Şizoid duruşun gerekliliğini gör­dük; şimdi de sağlıklı boyutlarıyla, onun aynı zamanda iyi­ye nasıl dönüştürülebileceğini sorgulayacağız. Yapıcı şizo­id kişi, başkalarının hakkına tecavüz eden teknolojinin ruhsal boşluğuna karşı durur ve kendisinin de teknoloji ta­rafından boşaltılmasına izin vermez. Bir makineye dönüş­meden, makineyle yaşar ve çalışır. Deneyiminden anlam çıkarmak için yeteri miktarda ayrı durmanın gerekli oldu­ğunu, fakat bunu yaparken iç yaşantısını da yoksullaştır­madan koruması gerektiğini görür.
Dr. Bruno Bettelheim da, İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarındaki, şizoid olarak adlandırabileceğim, deneyimlerinde herkesten uzak duran kişinin aynı üstün­lüğünü bulur.
O zamanlar geçerli olan psikanaliz kanaatlerine göre, (...) diğer insanlardan uzak durma ve dünyayla duygusal bir mesafe tutma, kişilik zayıflığı olarak kabul ediliyor­du. “Kutsanmış kişiler” olarak adlandırdığım bir grubun içindekilerin toplama kampındaki takdire şayan davra­nışları hakkındaki yorumlarım, benim bu her şeyden uzak duran insanlardan ne kadar etkilendiğimi ortaya koyar. Bilinçdışlarıyla hiçbir ilişkileri kalmamıştı, ama yine de, aşırı zorluklar karşısında kendi değerlerine sarılmış, kamp deneyimlerinden neredeyse hiç etkilenmemiş bi­çimde, eski kişilik yapılarını sürdürdüler. (...) Yürürlükte­ki psikanaliz kuramına göre kolaylıkla bölünüp parçala­nabilecek, zayıf kişiliklere sahip olması gereken bu in­sanlar, en başta kişiliklerinin güçlülülüğü sayesinde kah­raman liderler oluverdiler.
Gerçekten de, araştırmalar uzay gemilerinde en etkili şekilde hayatta kalmayı başaran ve böyle bir yaşam için gerekli duyumsal yoksunluğa uyum gösterebilen kişilerin -yirmi birinci yüzyıldaki yoldaşlarımızın- her şeyden uzaklaşıp kendi içlerine çekilebilenler olduğunu göster­mektedir. Arthur J. Brodbeck, delilleri özetledikten sonra, “uzun uzay yolculukları için gerekli koşullara en iyi daya­nabilenin şizoid kişilik olabileceğine inanmak için neden­ler vardır” diye yazar. Bu insanlar, çağımızın aşırı uyaran­larının yok edeceği iç dünyayı korurlar. Bu içedönük kişi­ler, yaşama karşı “yapıcı” şizoid bir tavır geliştirmeyi öğ­rendiklerinden bu ezici uyaranlara veya onların yokluğuna rağmen var olmaya devam edebilirler. Onu bulduğumuz şekliyle dünyada yaşamak zorunda olduğumuzdan, yapıcı şizoid tavrın ayırt edilmesi, sorunumuzun önemli bir parçasıdır.
Kayıtsızlık, aşk ve iradenin geri çekilmesi, onların “önemli olmadığı” demeci, sorumluluğun ertelenmesidir. Kayıtsızlık, stres ve kargaşa zamanlarında gereklidir ve günümüzdeki uyaran miktarının çokluğu bir stres biçimi­dir. Fakat kayıtsızlık, “normal” şizoid tavrın tersine, boşlu­ğa götürür ve kişinin kendini savunabilme, hayatta kala­bilme yetisini azaltır. Kayıtsızlık terimiyle açıkladığımız durum ne kadar anlaşılır olursa olsun, kayıtsızlığın baş ka­zazedeleri olan aşk ve iradeye yeni bir temel bulmak da şarttır.

14 Temmuz 2011 Perşembe

Aşk ve Şehvet Üzerine / Theodor Reik


9. EŞSÜRELİLİK

Evrim genel olarak erkeği içgüdülerin eşsüreliliğinden özgür kılar ama kadını değişikliğin ritminden erkek kadar kolaylıkla özgürleştirmez. Erkekler haşinleşebilirler ve her an katil olabilirler. Son zamanlarda bazı araştırmacılar ka­dınların işlediği suçların %70 ila %80'inin âdet öncesi ve âdet dönemi başlangıcında işlendiğini göstermektedir. Erkekler cinsel dürtülerinde biyolojik ritmin izlerini gösterirken, ka­dınların cinselliği çok açıkça doğanın dönemsel yasaları tara­fından yönetilmiştir. Kadınların çoğu âdet dönemlerinden birkaç gün önce, âdet dönemleri sırasında ve ondan sonra çok kolaylıkla tahrik olurlar.
O sırada gebe kalma olası olmadığından, doğurganlıkla cinsel arzu arasında bir zıtlığın olduğu görülmektedir. San­ki doğa bir zamanlar kadını erkeğinkine yakın bir duruma getirme girişiminde bulunmuştur ve o günler, sözün gelişi, o başarısız girişimin bir anısıdır. Doğal olarak bu biyolojik bir spekülasyondur ama kişi psikolojik değişikliklerin bir kadının evrelerinde biyolojik faktörlere geri döneceği izleni­minden kurtulamaz. Cinslerin ilişkisinde bu kadar çok kav­gaya ve mutsuzluğa neden olmasından haklı olarak sorumlu tutulan âdet öncesi gerilimi, çoğu zaman şu tümceyle ifa­de edilebilecek bir engellemenin semptomatik söylemi olarak açıklanmıştır; "Ne bir penisim ne de bir çocuğum var." Oysa erkeğe karşı yöneltilmiş sinirliliğin ve saldırganlığın niteliği, sanki o, kadının mutsuzluğundan sorumluymuş gi­bi, bir tür gücenme belirtiyor görünümündedir. Psikanalistlerin, âdet öncesi gerilimin, kadının bilinçdışı penis imren­mesinin semptomatik bir ifadesi olduğunu neden hiçbir za­man belirtmemiş olduklarım merak ederim. Bir keresinde Karl Kraus, erkeklerin Tanrının kadınlarda eksik bıraktığıyla cezalandırıldığından yakınmıştı: "Her ay onlara eksiklik­lerinin anımsatılmasından ötürü, bizim kan kaybından öl­memiz mi gerek"*
Çoğu erkeğin genellikle şu ya da bu kadını değil, "yalnız­ca bir kadın" istediği doğrudur. Bu, erkeklerin cinsel açlık çektikleri zaman bir dişi istemesi ve kişisel nesne seçimi öne­minin biyolojik dürtünün arkasında kalması demektir. Ge­nelde kadınlar için cinsel arzunun daha çok şu ya da bu erkekle olan kişisel ilişkiye bağlı olduğu doğrudur. Ama kadı­nın cinsel arzusunun erkek cinselliği niteliğine yaklaştığı o günlerde, onların nesne seçiminin kişisel faktörü psikolojik olarak neredeyse önemsiz bir duruma gelir. Eğer kadınlar tam anlamıyla içten olsalardı, her ay yinelenen o kısa evreler­de herhangi bir erkeği kabul edeceklerini itiraf ederlerdi. O zaman onlar için bir seçim yapma sorunu kalmazdı.

10. BİR KADIN NE İSTER?

Ernest Jones, Freud'un kadınların psikolojisini erkeklerinkinden daha gizemli bulduğunu söyler. Bir keresinde Freud'un Marie Bonaparte'a söylediği sözü şöyle alıntılar: "Hiçbir zaman yanıtlanmamış ve kadın ruhunu otuz yıldır araştırmama karşın hâlâ yanıtlayamamış olduğum soru şu­dur: "Bir kadın ne ister?"* Freud şu ya da bu tip bir kadını değil, tüm kadınları ve onların yaşamlarındaki amaçlarını dikkate alır. Sorunun, erkeklerin amaçlarının aksine, kadın­ların amaçlarına yönlendirilmiş olduğunu tahmin etmek için büyük bir anlayış gerekmez. Ayrıca, Freud'un sorusun­da ele alman yaşam amaçlarının dar anlamlı, sınırlı hedef­ler değil, kadınların onlara doğru bilinçli ve bilinçdışı ola­rak çabaladıkları en temel amaçlar olduklarını da tahmin edebiliriz.
Sorunun bir kadına, olağanüstü psikolojik algısı ve anla­yışı olan bir kadına sorulmuş olması rastlantısal olamaz. Marie Bonaparte'i tanıma zevkine vardığım Paris ve Viyana'da, kadınların psikolojik sorunlarıyla ilgili tartışmalarda onun içe işleyen analitik anlayışına ve açık sözlülüğüne her zaman hayran oldum. Onun daha sonra yazdığı kitaplar, bu sorun­ları çok iyi anlaşılır ve çoğu zaman başarılı bir yazınsal sunuş yeteneğinin olduğunu kanıtladı. Freud, Marie Bonaparte'a geleceği en parlak öğrencilerinden biri gözüyle bakıyordu. Hem öğretmeni hem de arkadaşı olan kişiyle yaptığı o görüş­mede prensesin ne yanıt verdiğini ne yazık ki Jones bize söy­lemedi.
Sorunun, özellikle tüm zamanların en büyük psikologla­rından biri; yüzlerce kadın hastayı incelemiş, etrafı ailesin­den kadınlar, kadın öğrenciler, kadın hayranlar, doktorlar ve psikologlar tarafından çevrelenmiş bir psikanalist tarafından sorulması ilginçtir. Arama ve araştırmaları onu sonsuz ka­dınsı olana değil, sonsuz kadınca olana, kadının tüm sınıf, inanç ve milliyet sınırlarının ötesindeki amacına doğru yön­lendirir. Kadınların şimdi ne için çabaladıklarını ve ilkel za­manlardan beri ne için çabalamış olduklarını sorar.
Freud soruyu sorar ama onu yanıtlamaz. Böyle bir yanıt tüm kadınların bilinçli ve bilinçdışı amaçlarını içermelidir. Belki de, kadınların tüm biyolojik ve psikolojik gereksinimle­rini hesaba katacak böyle genel bir soruya yanıt yoktur.
Böyle bir yanıt varsa, birçok yönden Freud'un öncüsü olan ve başka şeylerin arasında ego psikolojisinde psikanaliz itirafından henüz ulaşılamamış bazı psikolojik içgörülere varan Nietzsche belki de bunu verirdi. Şafak vakti çevrede çe­kine çekine ve usul usul dolaşan Zerdüşt bu "küçük gerçeği" harmanisinin altında gizler: "Kadında her şey gizemdir ve kadında her şeyin tek çözümü vardır. Buna gebelik denir."


11. KADINCA ve KADINSI

Bir önceki bölümde "sonsuz kadınsı" ve "sonsuz kadınca" arasındaki zıtlıktan söz edildi. Bu satırları yazarken, onların bir zamanlar bir kadın tarafından bana söylenen bazı gözlemlerin etkisiyle ortaya çıktığının farkında değildim. Bu kadın bu kitabın ilk müsveddesinin bazı bölümlerini oku­muş ve bana şöyle demişti: "Bu bölümdeki yorumlarınız ka­dınca olanı değil, kadınsı olanı ilgilendiriyor." Yapmış oldu­ğu ayrıma şaşırdım ve ne demek istediğini sordum. Bana, uzun bir süre bu farkı düşüncelerinde tasarladığını söyledi. Ona göre kadınsı demek, çekici ve baştan çıkarıcı her şey, erkeği ayartma ve aklını çelme amacıyla ancak bir kadının diyebileceği, "hem gel, hem git," anlamına gelen her şey de­mekti; dişinin tüm hileleri, dalavereleri ve kurnazlıkları. Ona göre, kadınca, vermeyi çağrıştırıyordu: Başkalarını düşünme gereksinimi, içgüdüsel olarak sevgi dolu ya da analara özgü olan. Her günkü savruk dilimizde ikisi arasında bir ayrım yapmamamıza karşın, farkında olmadan hepimizin bu ayrı­mı yaptığı görünümü vardır.

Çoğu zaman iki niteliğin bir kadında birleştiği ve bunun onun doğasının iki yanını temsil ettiği açıktır. Ama bunlar­dan biri kendisini ortaya koyduğu zaman ötekinin geri çekil­mesi ilginçtir. Doğa, kadınsının cephaneliğini kadınca olanı geliştirme gizli amacında kullanabilir. Öteki yönden, çok ka­dınsı davranışın ortasında birden kadınca olan belirebilir.
Küçük kızda çok erken dönemde hem kadınca hem de ka­dınsının ortaya çıktığını çoğu zaman görebiliriz. Kızım Miriam henüz beş yaşındayken, hem kadın hem de erkek grupla­rı içinde cilveli olmayı ve onlarla kaynaşmayı biliyordu. Hat­ta istediğini elde etmek için çok kadınsı bir biçimde küçük hilelere de başvurabiliyordu. Yalnız, aynı dönemde şu olayı da anımsıyorum. Yaz tatilimizi Kanada'da bir çiftlikte geçiri­yorduk. Çevreye bir göz atmak için Miriam'la birlikte ahıra gittim. Miriam, bir direğin tam tepesinde, anne kırlangıcın yavrularını güven içinde büyüttüğü bir kırlangıç yuvası gör­dü. Yavru kuşların kanat çırpmalarını duyabiliyorduk. Kısa bir süre sonra ahırdan ayrıldık ve yürüyüşümüzü sürdür­dük. Birden Miriam elimi bıraktı ve farkında olmadan açık bıraktığımız ahırın kapısını kapatmak için hızla geri döndü. Yolda bir kedi görmüştü ve o kadar küçük olmasına karşın, kedinin kuş yavrularını öldürmesinden korkmuştu. Daha o zamandan küçük kızın içinden kadınca olan duygu kendisi­ni dışa vuruyordu.
Kadın hastalarımdan biri, yaklaşık aynı yaştayken, kendi­sine bir çift Hint domuzu verilmiş olduğunu anımsadı. Hint domuzları bir aile oluşturdular ve hastam onları bir atmaca gibi korudu. Bir gün, ebeveynlerinin bir arkadaşı, bir buldok köpeğiyle ziyarete geldi. Hiç kimsenin bakmadığı sırada kö­pek küçük hayvanların ansızın üstüne atladı ve onları öldür­dü. Küçük kız çılgına dönmüştü ve attığı çığlıklarla büyükle­ri oraya koşturdu. Köpeğin sahibi olan genç kadın üzülmüş­tü ve ağlamaya başladı. Birden küçük kız ona koştu ve "ağIamayın, sizin kabahatiniz değildi," dedi. Hasta, küçük bir kız gibi duygu hassasiyeti ve aynı zamanda kadınca bir an­nelik göstermişti.
Kadınca dediğimiz nitelik anneye özgü olan davranışın en önemli katkı malzemesidir ve aslında kadının anne olup olmaması fiziksel gerçeğinden bağımsızdır. Küçük bir ço­cukken erken dönem Avusturyalı bir kadın yazarın (Marie Ebner-Echenbach'mıydı acaba") kısa bir öyküsünü okudu­ğumu anımsıyorum; bu öykü bende bazı düşünceleri hare­kete geçirmiş ve ilkokuldaki öğretmenime yeni gözlerle bakmama neden olmuştu. Eğer doğru anımsıyorsam, öykü genç bir öğretmen kadının yaz tatili sırasında genç bir adamla yaşadığı romantik serüveni anlatır. Evlilik yaşamı, bir koca, bir çocuk, bir ev hayali kurmuş olan ve aşkında düş kırıklığına uğrayan genç kadın sonbaharda evine gelir. Derinden derine üzüntülü, okuluna döner. Sınıfında çocuk­lar çevresini alınca, daha ilk günden üzüntüsü ve umutsuz­luğu yavaş yavaş kaybolur. Öykü, altmış yıldır bana şunu anımsattıran bir tümceyle kapanır: "En çok çocuğu olan ka­dın çocuksuz kadındır." Kadınca terimini en iyi anlamıyla burada kullanabiliriz.
Erkeklerin çocukluk dönemi anılarında annelerindeki kadınsılık önemsiz bir rol oynamasına karşın, kadınca olanın onlarla yaşamayı sürdürmesi gariptir. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin çocukluk dönemlerinde anneleriyle ilgili anılarının duygusal yönlerinde de bir farklılık vardır. Kadınların anılarında daha çok annelerinin kadınsı niteliği saklanmıştır. Bir kadın hasta, erken çocukluk döneminde annesinin "telefonda sesinin seksi" çıktığının farkına varmış olduğunu anımsadı.
Erkeklerde çocukluk dönemi anılarının bu bölümünden kaçınmakta ensest tabusunun bastırıcı etkilerinin payının ol­duğu kesindir. Annenin idealleştirilmesinin, onun kadınca kişiliğinin anımsanmasıyla çok yakından ilişkili olduğu kayda değer. Annenin doğasındaki bu yanın küçük erkek çocu­ğunun ego gelişiminde de önemli olduğu açıktır.
İşte, bu analitik sonucu onaylayabilecek küçük bir anı: Birçok işaret benim hayalci, neredeyse uyuşuk küçük bir er­kek çocuğu olduğum gerçeğini söylüyor gibi. Gururlu anne­lerin çocukları hakkındaki "parlak söylemleri"nden kalan hiçbir şey yok çocukluk dönemimden. Annemin bir gülüm­semeyle söylediği tek sözcük "akıllı" ya da "zeki"den başka bir şey değildi. O ne zaman alışverişe ya da bir ziyarete gitse ağlamaya ve sonra da hıçkırarak yakınmaya başlardım: "Düştüğüm zaman beni kim yerden kaldıracak?" Bu, henüz doğru düzgün yürümeyi başaramadığım bir yaşta olmalı. Benim zavallı sorum, küçük bir erkek çocuğunun yalnızca tümden bencilliğini değil, hayal gücünün kesinlikle olmadı­ğını da gösterir. Eğer yere düşersem beni başka birisinin kal­dırabileceğini düşünemiyormuşum gibi görünüyor. Ama bu işlevin yalnızca anneye yüklenmesi, belki de benim aptallığı­mın bir sonucu değil, ancak onun tarafından yerden kaldırıl­mayı istediğimin bir ifadesiydi.
"Kadınca"nın her şeye kadir olmasının inancı öyle direnç­liydi ki bu, yaşamın her erkeğe getirdiği düş kırıklıkları ve acı gerçeklerle karşılamadan, etkilenmeden içimde bir yerde kaldı. Bu çocukluk dönemi inancının yankısını hâlâ anımsı­yorum. Bu, Goethe'nin Faust'unu sonlandırdığı o harika di­zeleri lisede ilk kez okuduğum zaman içimde çınladı:

Burada dile getirilemeyen
Aşk ile yoğurmuştur onu
Ebedi-kadınca olan
Bizi çeker yukarı.

Küçük bir çocukken hissettiğim, burada en yüceltilmiş ve mistik şekliyle yeniden belirmişti.
Bu görkemli dizelerde "ebedi kadınca" olanın "ebedi kadınsı" olanla yerinin değiştirilebileceğini düşünebilir miyiz? Kesinlikle hayır. "Ebedi kadınsı"nın yukarı çeken işlevi penisle sınırlıdır. Evet doğrudur başlangıçta, anne küçük erkek çocuğunun hem şefkat özlemi hem de tensel nesnesidir ama kısa bir süre içinde karşısına ensest engeli dikilmiştir. Kısa zamanda cinsel itkiler başka bir nesne arar ve anne yalnızca sevecen duyguların nesnesi olur.
Kadınsı olan kesinlikle eskidir ama aynı kesinlikle ebedi değildir. Kadınsı olanın eski taş devri kadınlarında çok belir­gin olduğu düşünülemez. Bu, belki de içinde insan kültürü­nün başladığı neolitik devirden çok eski değildir. İlk erkeğin karısının ve kızının mutlaka çok az kadınsı nitelikleri vardı. Ama onların daha o zaman kadınca nitelikleri olduğu nere­deyse kesindir.
Hayır, "ebedi kadınsı" olan yoktur, çünkü kadınsı karakter özellikleri, erken dönemde olmasına karşın, küçük kızın belirli bir gelişim evresinde de ortaya çıkar. Doğrusunu söy­lemek gerekirse, "ebedi kadınca" olan da yoktur çünkü o ol­sa olsa ancak cinsel farklılaşmaya kadar geri izlenebilir. Ev­rimin henüz dişileri ve erkekleri farklılaştırmadığı ve birçok tek hücreli türün bu önemli farkın huzurlu bilgisizliği içinde yaşadığı çağlar vardı. Ama bu küçük gezegenin üstünde insan dişileri ilk kez belirince, kadınca olanın izleri ortaya çıktı, oysa kadınsı olan ancak uzun uykusundan uyandığı za­man dünyaya geldi. Biyolojik ve psikolojik kökenleri birleş­tiren bu anlamda, kadınca olandan dişinin başlangıç ve son amacı olarak söz edebilirsiniz; onun kadınsılığı geçici bir ol­gudur. Kadındaki kadınca yön kalıcıdır, oysa onun kadınsı­lığı, Charles Darwin'in sözcükleriyle, onun "çabuk unutu­lan" çekiciliğidir.
En iyi anlarda en kadınsı yaratık kendi içinde kadınca olanın da farkına varır. Bu temel bölüm erkekle olan rekabetin dışında kalır. Onun, cinslerin savaşından dışta tutulmuş, "göğüs göğüse dövüşmenin dışında", yüceltilmiş bir yeri vardır. O, kadının kudreti ve zaferi olan öğedir. Kudret arzu­su ya da kadınların bağımsızlığı mücadelesi tarafından etki­lenmemiştir. Anatole France bu ebedi kadınca olanı, bir kere­sinde, eşitlikte ısrar eden kadın üstünlüğünden vazgeçer de­diği zaman düşündü.


Resim: Ferdinand Hodler