Turgut Uyar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Turgut Uyar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2019 Salı

Çılgın Hüzünlü / Turgut Uyar


çünkü yaşamak gibi bir şeydi yaptığı
anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü
akşamın dinginliğini otluyordu o zaman
her sabah denize çıkar, bir elma yerdi
hüznünü ve çılgınlığını elmanın
gözünü yumsan ağzında duyarsın
ellerine bakma artık
çünkü kar yağıyor
çılgın hüzünlü
büyük kentleri düşünse de rahatlasa
işte her şey nasıl haince karıştırılmış
kirli çamaşırlarla sabunlar ayrı semtlerde
saatin sonunda meydan
suyun sonu ilerde
böyle yaşamak zordur elbet anlıyorum
çılgın ve hüzünlü
çünkü bakışları yazda geçmiş bir geceyi andırıyor
yaşanmış mı temmuzda mı belli değil
çılgın ya da hüzünlü
şimdi dolaşıp duruyor aramızda
kıpkırmızı bir duygu olarak
doğudan batıya bir güz halinde
çılgın ve hüzünlü
biraz dağ yollarını öğrenmesi gerek sanırım
kahırçeker mekkâri katırları gibi
onlar ki hiçbir şeyleri yok
korkunca çılgın sevinince hüzünlü
kar dindi
gerçekten dindi
ellerine bakabilirsin artık.

1 Ocak 2013 Salı

Her İki Adımda Bir Uygunsuzluğunu (Yalnızlığını) Algılayan Birisine Gazel / Turgut Uyar



İlkin tarlaların ve otlakların ve suvatların
Ah benim güzel cahilliğim
Bitmeyeceğini sanırdım karanlık olmadıkça

Yaralı kalbim gürbüzdü sevişkendi
Bir şehir akşamında karanlık olmadıkça

Irmak boylarında gider gelirdim gider gelirdim
Elimde ceset çekmeye yarayan bir uzun kanca

Ne tarihsel badanaya ne pantolonlu aşka
Ah benim güzel şaşkınlığım

Irmak boylarında gider gelirdim gider gelirdim
Rahatlamazdım bir türlü bir ceset bulmadıkça

Ben size hep söyledim bu benim aşkım
Saate karşı alkol suya karşı tabanca

Benim suyum bir ateş çalışkanlığıdır
Kurutulmuş etlerim ve torbalarım hazır
Ama. Ben gene bir kürdanın diş etlerine batmasıyım.
Bir çürük azı dişinin kenarında

Yaralı kalbim gürbüzdü sevişkendi
Bir şehir hırgüründe karanlık olmadıkça

Ben neyim varsa taşırım neyim varsa taşırım
Bir marangoz gibi kulağımın arkasında
Ah benim güzel cahilliğim
Ağaçlar eni konu bir silâh olmadıkça

Belki bir kuruntudur yaralayan kalbimi
Her insan bir uyumsuzluktur ölü olmadıkça

27 Nisan 2011 Çarşamba

Ben / Turgut Uyar


         Ben hep sıkıntılıyım, Yani bir adamın canı sıkılır, o ben'im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. Ben silâhsız bir askerimde ondan. Törenler aske­riyim ben. Cumartesi ve Pazar as­keri. Aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sı­kıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe, ve. son­suz çılgınlığa varacak bir oluşu­mu sıkıntıyla bekliyen bölünmez Varlık'ın ben'i.
Ondan severim sıkıntıyı, Se­vincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.
Ne söylenmişse ve ne söylenmemişse, ne yapılmışsa ve ne ya­pılmamışsa, ne düzeltilmişse ve ne düzeltilmemişse ondan sıkılan biri. Belki, söylenmemişin, yapıl­mamışın ve düzeltilmemişin telâşı içinde biraz. O kadar. Ve sıkıntılı. Ve sıkıntılı.
İşte böyle başlıyordu heryerde mutsuzluk. Ve mutsuzluk büyük bir umut gibi çekiyor kendine be­ni. Değişiyorum ve çoğalıyorum gibi. Tek büyük doğrunun yarım dilimi o. Kim bilebilir işe yarama­manın değinmesini? Ha!.. Cumar­tesi ve Pazar günlerinde. Yorgun, izinli ve silâhsız bir asker.
Sonra kim döneniyor ortalar­da benden başka. Şiir yazdığım söyleniyor ortalarda. Değil.
Ben, kutsal bir bahaneyim, belki de bir sığınakım kendime.

Papirüs Eylül 1966 Sayı 4

20 Nisan 2011 Çarşamba

Turgut Uyar'ın Girişimi / Cemal Süreya


        Şöyle deyince daha çok yaklaşıyorum onun şiirine: Turgut Uyar özellikle son yıllarda büyük bir şiirin or­tasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır. Bir anıttan çok bir dirim belirtisidir. Bu yüzden kolay kolay tanımlanmaya gelmez: görülür, tanık olunur. Blok halinde bir izlenimler bütünüyle gireriz ona. Şiir­sel işlevini bütünüyle ve sürekli bir şekilde hareket ede­rek sürdürür. Tek tek şiirleri yok, şiiri vardır. Bölerek, parça parça düşünmek silahsızlandırmaktır onu biraz. Parça parça en güzel şeyleri söylediği halde böyle konu­şuyorum. Asıl Turgut Uyar, daha yukarı bir kesimden sonra başlar. Ayrıntılar ayrıntı olarak değil, bütünün küçük organları olarak önem kazanırlar. Tekrarlar, yı­ğıntılar o bütüne göre anlamlanırlar. Tarih içinde değil, küçük olayların öyküsü, daha doğrusu o olayların 'ben'le ilişkisinden doğan bir mitoloji içindedir. 'Ben' kendisiyle samimi ilişkiler kurmuştur. Bu da, dünyayı ilkel çizgileriyle kabul etmekten çıkıyor galiba. İnsan doğar ve kendi gerçeklerini yaratmaya başlar. Ama tek insan için bunlar bir veriler yığınından başka bir şey değildir. Turgut Uyar'da cinsel istek, eşyaya damgasını basmıştır. Cinsel isteği saf ve aptal odalardan çıkararak şehrin gürültüsünden geçirir. Şehir, fetişleridir. Şiirin al­tında ayrı bir akıntı vardır: yaşamayı sevmek, insanın haklı çıkması. O bütün bu verileri kucaklar, sayar, kö­şelere diker. Büyük bir hoşlanma duygusuyla kamaşıktır, ürkek yürek bütün geçmişi kabullenmektedir. Du­yarlık, yüreğinde de omuriliğinde de aynı hızla yükse­lir.
Turgut Uyar'ın bu şiirsel gövdeye uygun olarak kurduğu söz düzeni sanatımızın en ilginç girişimlerin­den biridir.
"Ve Allahı arardım serçe yuvalarında." Turgut Uyar'ın 1947'de yayımlanan ilk şiirinden aldığım bu mısra da gösteriyor ki o, şiir serüvenine adımını atarken bile değişik bir duyarlığın adamı olacaktır. Yine aynı şi­irde büyük bir anlatım rahatlığı göze çarpıyor. Turgut Uyar'ın şiirimize getirdiği yeniliklerden biri de sözünü ettiğim şiirsel gövdeye en uygun gelen anlatımı yakala­masıdır. Şiirimiz vezinden serbest söyleyişe geçerken kendini bir ritim yaratma zorunda görmüştür. Anonim kalıpların alışılmış düzenini aratmayan bir başka biçim özelliği. Orhan Veli'nin, Oktay Rıfat'ın, Melih Cev­det'in halk deyimlerine fazla yer vermelerinin bir nede­ni de budur belki. İkinci Yeni'yi ise dilde 'iç uyum' ara­yan bir girişim olarak nitelendirebiliriz. İkinci Yeni, di­lin iç olanaklarını araştırırken böyle bir zorundan hare­ket ediyordu. Turgut Uyar yalnız bir ritim kurmamış, aynı zamanda o ritmi kendi şiirinin kadrosu için de özgürleştirmiştir. Ondaki iç ritim sese ilişkin bir nitelikte değil. Daha çok şiirsel yükün gövdede rahatlıklar aramasıyla ilgili. Bir de dışarıdan uygulanan biçim öğeleri var ki bunlar ayrı.
Turgut Uyar'ı şiirimizin ön sırasına getiren bir özellik de görüntü kavramına kattığı yeni olanaklarıdır.
Çok boyutlu ve gerçeğin asalağı olmayan görüntülerle çalışır. Sözgelimi başka şairler akşam'ı bir yanıyla anla­tırken, akşamdaki bir şeyi anlatırken, Turgut Uyar ak­şam'ı bütünüyle kavrama eğilimindedir. Düzyazıdan korkmaz, ondan şiir devşirir boyuna. Bu arada konuş­ma diline yeni kullanma değerleri getirir, uçları eski şa­irlerin kıyılarına vuran 'parodi'ler kurar.
'Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda, 'Tütünler Islak'ta ve daha sonra dergilerde yayımladığı şiirlerin ço­ğunda onun insani değerlerden çok insani durumlarla il­gilendiği bir gerçektir. Yalnız ben son birkaç şiirinde onun insani değerlere yöneldiğini sezinliyorum. Bu ge­çici mi olacaktır, yoksa sürekli bir değişmenin belirtisi midir? Erken konuşmuyorsam, bir ikidir yeni bir yolu deniyor. Ağırlık noktasında bir kayma göze çarpıyor. Şiirindeki 'dünyadan hoşlanma' duygusu bir 'mutluluk dileği duygusu' ile yer değiştiriyor. Eskiden omurilikle yürek birlikte çalışırken şimdi omurilik yüreğin yedeği­ne giriyor. 'Hızla Gelişecek Kalbimiz'i bu yeni yönse-meye örnek alabiliriz. 'Kadırga' ve 'Açıklamalar' adlı şi­irlerinde de aynı değişikliği görmemeye imkân yok. Bu şiirlerde söz düzeni de daha berrak. Akıl daha çok karı­şıyor işe. Görüntü yavaşça geriye çekiliyor. Birtakım yan kavramlar ortaya çıkıyor.
Böyle bir evreye girerken Turgut Uyar'ın şiirinde oluşan bir başka yeni özellik 'ben'in 'biz'e dönüşür gibi olmasıdır. Birey artık eşyayı egosantrik bir şekilde üst­lenmiyor. Dünyanın En Güzel Arabistanı'nda, Tütünler Islak'ta olağan ve küçük durumların genel yapı içinde 'uyumsuz'u destekleyen, saydamlaştıran bir işlevleri vardı. Son bir iki şiirde ise yalın bir söz düzeninin canlı­lığını korumak söz konusu. Öte yandan zamanda da bir kayma var. Turgut Uyar'ın şiirlerinde şimdiki zamana alışmıştık daha çok. Bir şimdiki zaman içinde geçmişin ve geniş bir zamanın verimlerini yaşıyordu. Şimdilerde gelecek zamanı kullanmaya başladığını görüyoruz. Umudun şiirini yazmaya geçmesinden mi bu? Bu za­man kaymasına umudun bir değişkeni olarak mı rastlı­yoruz şiirlerinde?
Bu sözlerimden Turgut Uyar'ın şiirinde bir kimlik değişmesi bulduğum sanılmasın. Aynı kimliğin yeni bir çağ tanımasıdır söz konusu olan. Turgut Uyar şiir üstü­ne çok düşünmüş bir şair. Şiirinin işlerliğindeki bazı öğelerin tutarlı bir şekilde yer değiştirmesi, onun kendi sanatının özel sorunlarını nice bildiğini gösteriyor.
Söylenenlerin aksine ikinci Yeni şairleri başlangıçta ayrı ayrı şiirsel noktalardan hareket etmişlerdi. Orhan Veli şiiri tıkanmıştı. Bu şiirin dışında bir şiir oluşmaya başlamıştı. Ancak İkinci Yeni için yapılan tanımlamalar hem biraz erken, hem de çoğu doğru olmayan öğelere göre yapılmıştır. Daha ilk günlerde tanımlamaya geçil­miştir. O sırada ikinci Yeni ne olduğuyla değil, ne ol­madığıyla beliren bir şiirdi. Oysa birçok genç şair, şiirin kendisinden değil, yapılan tanımlamalardan çıkarak yazmaya başladılar. Üstelik yeni şiir tutumunu getiren bütün öncülerin ortak etkileri de bunların üstünde ku­rulmuş bulunuyordu. Bu arada öncüler arasında da el­bet etkiler, karşı-etkiler oldu. Ama İkinci Yeni'yle ilgi­lenen yazarlar bu hareketi anlatırken o ortak özellikleri şemalara döken ikinci sınıf şairlerden birtakım kurallar çıkarmayı daha kolay gördüler. Bu durum, şiirimizi dikkatle izlemeyen kimselerin İkinci Yeni'nin ortaklaşa ve kişiliklerini ayırmamış bir şiir olduğunu sanmalarına yol açmıştır. Nedir ki zaman geçtikçe gerçek bütün çıp­laklığıyla ortaya çıktı. Turgut Uyar, İkinci Yeni'nin merkezinde olmuştur. Şiirimiz onunla gizlileri yoklama yeteneği kazanıyor. Hatta daha ileri giderek şunu söyle­yeceğim, onun deneyiminin şiirimizdeki işlevi şiirinden de önemlidir. Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi Tanpınar ortaya çok güzel yapıtlar koymuş sanatçılardır, ama ne kendi günlerinde ne de daha sonra bir işlev­leri olmuştur. Buna karşılık Orhan Veli'nin büyük bir yapıtı yoktur, ama büyük bir işlevi vardır. Turgut Uyar'da ise iki özelliği bir arada görüyoruz: büyük bir yapıt ve büyük bir işlev.
Sanatta girişimdir asıl olan.
Sanat sorunlarının insan sorunlarına dönüşebilme­si, daha doğrusu bazı insan sorunlarını yüklenebilmesi ancak köklü girişimlerin sonucu olarak doğuyor. Ne yönde olursa olsun, köklü bir sanat girişimi eninde so­nunda bir insan girişimidir.
Turgut Uyar, şiir girişimiyle Akdenizli bir şair ola­rak çağdaş sanatta kendi yerini ayırmıştır.
1966

TURGUT UYAR

Ak odada oturur
Kapısı penceresinden çok

Gözlerinde yıldızlar
Serin yerde durur

Bir elinde kadeh
Öbürünü yarasına bastırır

İnşaattan ses gelir
Bir şeyi okşar gibidir

Dönülmez dizeler içinde 
Onunkiler gülaçılır.

Cemal Süreya

19 Nisan 2011 Salı

Turgut Uyar'ın Şiiri / Edip Cansever


Şiirin amacı 'bir şey'i gündeme getirmekse, aynı za­manda 'o şey'i gündemden ayıklamaktır da.
Turgut Uyar şiirinin ana damarı öncelikle bu doğ­rultuda akmaktadır, bence. Anlaşılması güç olanı, kolay anlaşılana yakınlaştırması, şiirindeki özelliklerden biri­dir sadece. Dize bireşimlerindeki anlam katmanlarını öylesine üst üste getirir ki, bu yan saydam dizilişi bir bir soyarak çekirdeğe ulaşmakta hiçbir güçlükle karşılaşmayız. Denebilir ki, en diplere inemeyen okurlar bile rahatlıkla tat alabilirler onun şiirinden.
Soluklu, soluklu olduğu kadar da görkemli bir şiir­dir Turgut'un şiiri. Okuyanları, şaşırtıp sarsarak parçalara ayırmaz, tersine bütünleştirir, bir düzene sokar onları. Tek tek dizelere değil de, bir dizeler kütlesine yer­leştirir şiirsel tadı, şiirsel yükü.
Sözcükleri, sözdizimlerini, kısacası her türlü biçim­sel görünüşü geri planda bıraktıran bir yaşam yoğunlu­ğu, dünyasal bir denge, evrensel bir birikim vardır onun şiirinde.
Kimi zaman nesneleri sıralayarak kemiksi bir fon yaratsa da, bunu, giderek soluk aldırıcı, yumuşak bir atmosfere dönüştürmesini bilir. Ardından da o her za­manki alaşım becerisiyle, insanı tam insan olduğu noktada yakalar ve nesne-insan birlikteliğini yaşamla örtüştürüverir.
Şiirini çeşitlendirirken, özentiye düşmemiştir hiçbir zaman. Ondaki değişiklikler, yaşamın başka başka ke­simleriyle hesaplaşmak istemesinin doğal sonucudur. Çünkü yaşam her şeydir Turgut'un şiirinde. Bu yüzden de ne gelgeç akımlara ne de yapay ve zorlama modalara yüz verir.
Simgeler, alegoriler de sokulamaz onun şiirine.
İmgeleri özgün, yerinde ve dinlendiricidir.
Ve...
Türk şiirinin en seçkin, en usta şairlerinden biridir
Turgut Uyar.
1985

TURGUT UYAR

Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu
İçindeki bomboş avluya bakarak
Gökyüzünden arada bir oraya
Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.

Görseydi içinin olmadığını
Çekip onca çelenkten bir sap karanfili
Koymak ister miydi hiç
Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.

Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de
Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza
Su içse suya benzerdi biraz
Konuşsa
Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında
Yolu düşse de başka mor-sarı bir akşam kahvesine
Ne kadar eşleşirdi Van Gogh’un bakışıyla.

Sevgiler gönderirdi nedense utanırdı da bundan
Gönderir gönderir geri alırdı bir gücenikliği sonra.

Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki
Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik
İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a
Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık
Az sonra kalkıp gitti o
Kalakaldım ben oracıkta
Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk
- Garson! bize iki tek votka daha.

Edip Cansever

2 Ekim 2010 Cumartesi

İlişkiler Arasında Bir Gezinti 06.05.1970 / Muzaffer Buyrukçu



Gündüz ortalığı toza toprağa bulayan, çiçek ve açılmış saçılmış, ergen kız, olgun kadın ve dişilik kokan bahar rüzgârı, akşama doğru hafiflemiş, okşayıcı bir esintiye dö­nüşmüştü.
Gençlerin sesleri coşkuluydu; sevinç doluydu, hayal doluydu! kışın uyuşukluğunu, kirini, sisini atan gözleri çakmak çakmaktı.
Hızır ile İlyas peygamberin buluştuğu ve yazı başlattığı bugün, 'Hıdrellez' şenliklerini İstanbul'da sürdürmeye ka­rarlı köylü toplulukları kırlara gitmişlerdi akın akın yiye­cek paketleriyle, torbalarıyla. Bugün kimi aşklar doğacak, eskiyen, yıpranan aşklar ölecekti. Ve karanlık bastırınca kanlan kaynayan yeni yetme kızlar, erkeğin büyüsünü ve sırrını bedenlerinde taşıyan körpe gelinler, yaktıkları ateş­lerin üstünden -alevlerin dilleri baldırlarını yalayacaktı-atlayacaklardı.
1 Mayıs İşçi Bayramı'nı genellikle nezarethanelerde geçiren 'eski tüfekler' ormanlık bir bölgede ya da pınl pırıl bir derenin kenarında, birbirilerine sosyalizm propagan­dası yapacak, devrimci şarkılar söyleyecek, içki içeceklerdi.
Ağaçların yapraklarındaki yeşil dipdiriydi.
Edip Cansever, ben, 'edebiyatımızın kayın biraderi 'Bıyık's Talât (Talât Kılıç) Taksimdeki 'Mutfak' meyhanesin-deydik. Bu açık hava içki evine, bu harika bahçeli lokan­taya sık sık gelirdik Edip Cansever'le, Metin Eloğlu'yla, Hü­samettin Bozok'la, Nevzat Üstün'le, Hamit Akınlı'yla, Alp Kuran la, Recep Bilginer'le. Can eriği, göbeğe yakın kütür kütür yapraklan limonlu suya batırılmış Yedikule marulu, iyice dövülüp pişirilmiş ve lif lif ayrılmış, dereotu ve sirkeye yatırılmış çiroz yerdik rakıyla. Şimdi, güneşten kurtulmaya ve gümüşi rengi çoğaltmaya çabalayan aydınlığı, çevreyi, devinenleri seyrediyor bu doğaya bir şeyler aktaran, bu do­ğadan bir şeyler devşiren üretici anların sihri bozulmasın diye susuyorduk. İçimizden, içimizdeki gizli dille konuşu­yorduk... Sözcüklerimiz yumuşaktı, barışçıydı, güzellikleri yakalamak için çırpınan uçan halılardı, ama hiçbir sihir sürekli değildi, birtakım öğeler, kıpırtılar yırtardı onun es­tetikle dokunan zarını. Caddedeki taşıtların gürültüleri kulaklarımıza saldırınca rakılarımızı yudumlamaya koyul­duk. Tahir Alangu, medreseli bir molla yürüyüşüyle geçti yanımızdan selâm vererek, arkalardaki bir masaya oturdu. Ayak
Bacak Fabrikası'nın yazarı Sermet Çağan uğradı, di­linin ucunda hazır bekleyen bir espriyi, onun uzantısı güldürüyü kısık sesiyle iletti bize, ellerinin ayalarını ma­saya dayadı, gövdesinin ağırlığını verdi ellerine. Esmer yu­varlak yüzü, kıvırcık siyah saçlarıyla Mısırlı bir arabı andı­rıyordu. Bir de lâz fıkrası anlattı ve gitti. (Öldüğü ağustos ayına kadar burda, Cağaloğlu'nda, Sirkeci istasyon mey­hanesinde altı yedi kez karşılaşmış, rakı içmiştik.) Bir si­gara yaktım.
"Bugünlerde çok heyecanlıyım, sanki bir şeyler ola­cakmış, bir şeylerle
karşılaşacakmışım da üzülecekmişim gibi." dedi Edip Cansever. "Ayrıca kulaklarım da uğulduyor, çınlıyor... Her an adım çağrılıyormuş gibi acayip sesler du­yuyorum."
"Tansiyon yükselmesidir bu... Bir de bahardandır." dedi Talât Kılıç. "Baharda kan basıncı artar."
"Nerden biliyorsun sen bunları?" dedi Edip Cansever onun böyle şeyleri bilemeyeceğini vurgulamak istercesine.
"Öğrenciyken bir sevgilisi vardı, doktordu." dedim. "Ec­zanede de kalfalık yapmıştır."
"Öyle miii?" dedi Edip Cansever kuşkuyla. "Sanki se­nin bir sevgilin olamazmış gibi geliyor bana!"
Talât Kılıç bıyıklarını sıvazladı, "Sana gelen doğru de­ğildir, tevatürdür. (Bana baktı) Nasıl yeğenim?" dedi.
"İyi... Edib'i yedin " dedim. "Edipsiz şiir, şiirsiz Edip olamayacağı gibi sen de sevgüisiz olamazsın."
Edip Cansever incecik gülümsedi. "Geçenlerde Şişli'de yürüyordum, ansızın 'Edip, Edip, Edip' diye seslendiklerini işitim, döndüm, tanıdık kimseyi göremedim." "Kadın sesi miydi, erkek sesi miydi?" dedim. "Alay eder gibisin." dedi Edip Cansever. "Hayır, ciddi söylüyorum." dedim. "Seçemedim. Belki de o ses yıldırım gibi içimden yük­seldi." dedi Edip Cansever.
"Öyleyse şiirin sesidir... sana bugünlerde şiir dalgalar halinde geliyor, bu, verimde yükselişin bir belirtisidir." de­dim.
"Bunlar sanatsal benzetmeler." dedi Talât Kılıç, "Bence Metin Özek'e görünsen iyi olur."
"Hiç kimsenin bana 'beni anlatmasına' katlanamam." dedi. Edip Cansever.
"Hem eksik anlatırlar... ikide bir sö­zünü kesip araya gireceğim, 'öyle değil, yanılıyorsun' diye­ceğim yanlışlarını düzelteceğim."
"Sen zaten şimdi o işle uğraşmıyor musun?" dedim. 'Yani?" dedi Edip Cansever.
"Yazdığın şiirlerde kendini kendine anlatmıyor mu­sun? Senin şiirlerinde üç temel öğe var. Birisi saptamalar, ikincisi yansıtmalar, üçüncüsü itiraflar." dedim.
"Hm, şiirden anlıyorsun sen, aferin!" dedi Edip Cansever. "Ama ben yalnız kendimi değil başkalarını da, o baş­kalarının bulunduğu nesneler dünyasını da anlatıyorum." "En çok gezip dolaştığın alan da mutsuzluk alanıdır, bunaltı alanıdır... benim gibi tedirginliklerin de kaynakla­rına iniyorsun zaman zaman." dedim.
"Bu, bana kalırsa içki yorgunluğudur." dedi Talât Kılıç. "Biraz dinlenirsen hiçbir şeyin kalmaz, uğultular kesilir."
Edip Cansever rakısını yudumladı, yeşille san arası kı­rış kırış, gevrek bir marulu tuzladı, ısırdı; kıtırtılı sesler yayıldı ağzından. "Bu havada rakı içmeyeceğiz de ne za­man içeceğiz Talât? Dinlenmek demek, o süre içinde, bu gül mevsiminde, hayatın dışında kalmak demektir." "İç yeğenim iç, iç bade sev güzel..." dedi Talât Kılıç. Edip Cansever, önemsediği bu durumla yakından, iç­tenlikle ilgilenmemizi, beklediği yanıtları aşacak düzeyde yanıtlar vermemizi istiyor gibiydi. Aslında ne dersek diyelim onu sevindiremeyecektik. En güzel şiirlerinin bulunduğu "Kirli Ağustos"un aldığı olumlu tepkiler her an arttığı halde bir türlü yakındığı 'eksikliğin giderildiği' düşüncesine ulaşamadığı için tedirgindi. Evet, 'gövdesinden daha bü­yük ve akşama doğru görünmekte olan bir sıkıntısı vardı ve giderdi alkollere bir mektup gibi, alkollerden gelirdi bir mektup gibi'. Son dönemde çok içiyordu. Böyle davran­masının nedenleri arasında neler saklıydı? Sorulsa kendisi de açıklayamazdı ya da birkaç etkeni ileri sürerdi. Ama onun durgunluğunda da, hareketliliğinde de adını koya­madığım bir şeylerin kıpırdadığını seziyordum. İnsanın in sana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır' diyordu bir şi­irinde, belki de bu yalnızlığın dibinden fışkıran gürültüler yükleniyordu kulaklarına. Zihnim, Edip Cansever'in so­runlarının özüne sızmaya çalışırken onun dışındaki başka düşünceleri de olgunlaştırarak sunuyordu bana.
...Üzüntüsünü tek başına yaşamak için ayrıldı onlar­dan.
Onun değerine inananlar, yalnızlıktan kurtarmak için sevgilerini çoğaltıyorlardı...
Yudumladım rakımı, çiroz salatasından aldım çatalın ucuyla.
Not defterine bir şeyler karalayan ve dudaklarının arasına kıstırdığı sigarayı unutan Edip Cansever'e 'Yaka­yım mı Edip yeğenim?" dedi Talât Kılıç.
Edip Cansever başını eğdi.
Yaktı sigarasını Talât Kılıç çakmağıyla. "Lan yeğenim bu avratlar gözlerimizi oyacaklar, napsak, bir iş falan mı tutsak?"
"Oysunlar da kör kalalım." dedim.
"Biz eski zampiklerdenik, el yordamıyla buluruz onla­rın tepelerini düzlüklerini." dedi Talât Kılıç.
"Sus oğlum üstad çalışıyor." dedim.
Turgut Uyar'la Tomris Uyar, bir çocuk arabasını iterek girdiler bahçeye. Edip Cansever, "Reis!" diye seslendi. Geldiler. Yer açtık. Tomris Uyar, "Buyrukçu, oğlum Turgut'u gördün mü?" dedi. Kalktım, temiz örtülerin arasında uslu uslu duran çocuğa doğru eğildim, gözlerimi gözlerine diktim. Yabancı yabancı baktı bana. Sağlıklıydı. Topuz gibiydi. "Mutlu olmasını dilerim!"

Turgut Uyarla Tomris Uyar votka içeceklerdi.
Naci Çelik abartılı bir saygıyla selâmladı hepimizi ve üç metre ötedeki bir iskemleye ilişti, yüzünü masamıza çe­virdi, az sonra Selim İleri de gelecekti.
Edip Cansever, Naci Çelik'i süzdü tepeden tırnağa olumsuz bakışlarla, külünü silkti işaret parmağıyla siga­ranın beline dokunarak ve gökgürültüsü gibi kükredi. "Kimsin ulan sen?"
Naci Çelik apışıp kaldı, sarardı, soldu, benden, Turgut­'tan, Tomris'ten, Talât'tan yardım istercesine kıvrandı.
"Kimin ajanısın ulan sen? Şiiri ne zaman öğrendin de boyundan büyük lâflar ediyorsun." dedi Edip Cansever.
Naci Çelik, sözlerin kendisini fazla etkilememesini, ya­ralamamasını sağlamak amacıyla bir tenhalığın uzak bir köşesine çekilmiş gibi hiç yanıtlamadan dinledi Edip Cansever'i bir saat kadar, sonra kalktığını hissettirmek istemi­yormuş gibi kalktı usulca, kayboldu ortalıktan. Ne olursa olsun gözlerimizin önünde azarlamamalıydı çocuğu, o daha çok gençti... çabuk kırılırdı; söyleyeceği bir şey varsa biz yokken ya da bir yana çeker konuşurdu. Bana çata­cak, öfkesini benden alacak korkusuyla zihnimin dışına taşırmadım bunları.
Bardakları tokuşturduk.
Edip Cansever'in Naci Çelik'e duyduğu kızgınlık azal­mıştı. Gülümsüyordu. Tomris Uyar ve Turgut Uyar'la bir­likte geçirdikleri ve o geceyi unutulmaz kılan birtakım sivri ve yayvan olaylardan söz ediyorlardı. Birden bana baktı, "Biliyor musun Turgut, Muzaffer senin şiirlerini beğenmi­yor " dedi. Kıpkırmızı oldum, kulaklarım yandı tutuştu. Çıldırmış mıydı bu? Yoksa bizler tartışırken, sürtüşürken doğacak gergin ortamdan sıkıntılarını giderecek bir zevk mi alacaktı? Bizlerin acıları, onun ağzının tadını çoğaltan ballar mı üretecekti? Bu soruların karşılığı olumluysa Edip Cansever bir depresyon geçiriyor demekti ve tedavisi şarttı.
Turgut Uyar bu 'emrivaki' karşısında biraz sarsıldı ama hemen toparlandı, efendice gülümsedi. "Olabilir, beğenme­yebilir."
"Edip, ne oluyor? Niye suyu bulandırıyorsun?" dedim sertçe.
'Yalan mı? Beğeniyor musun?" dedi Edip Cansever.
"O benim bileceğim iş... beğenirim beğenmem, ama bu düşünce bana aittir ve gerektiğinde ancak ben açıklarım." dedim.
"Kimse kimsenin şiirini, hikâyesini sevmek zorunda değildir." dedi Turgut Uyar yumuşak bir sesle.
"Doğaldır bu "dedim. 'Turgut'un şiirini asıl beğenme­yen, asıl sevmeyen ama beğeniyormuş gibi, seviyormuş gibi davranan sensin!"
Bozulma sırası Edip Cansever'deydi. "Hayır, ben Tur­gut'u severim".
"En azından yüz kere Turgut Uyar beni taklit ediyor, birçok şiirinde benden etkiler vardır diyen sen değil misin" dedim.
Şaşırdı Edip Cansever, rakı bardağını ağzına götürür­ken eli titredi. "Sen yanlış anlamışsın, ben öyle bir şey de­medim."
"Kıvırma!" dedim. "Senin gibi bir sanatçıya ikiyüzlü davranmak yakışmıyor. Mademki konu açıldı, herkes eteğindeki taşlan döksün."
'Turgut önemli şairdir." dedi Edip Cansever bir robot sesiyle.
"Başka şeyler konuşsak." dedi Tomris Uyar. "Surda iki dirhem rakı içeceğiz onu da burnumuzdan getiriyorsun. Bir daha seninle oturmayacağım; rahatsızsın sen!" dedim.
"Doğru, herkesi kızdırır." dedi Edip Cansever. "Doğru, yalan söyleyeni kızdırmalı." dedim. "Ben Turgut'un şiiri kötüdür demedim." dedi Edip Cansever boşluğa bakarak.
"Belki 'kötüdür' demedin ama 'beni taklit ediyor, benim etkim altındadır' dedin. İnkâr etme!" dedim. "Marul çok taze!" dedi Turgut Uyar. Utandım böyle, kişiliği zedelemeye yönelik bir tartış­manın içinde bulunduğum için.
Bir süre konuşmadık. Ben, Turgut Uyar'la Tomris Uyar'ın yüzlerine bakarak başımı salladım Edip Cansever'i suçlarcasına. Turgut Uyar, 'aldırma' dercesine gülümsedi. Tomris Uyar, "Sizin orası şimdi çok güzeldir." dedi.
"Hem de nasıl! Hanımelleri, yediveren gülleri açtı, erik­ler meyve tuttu. Gelsenize bir gün, masayı asmanın altına kurarız." dedim.
"Nar ağacınız da var mı?" dedi Turgut Uyar. "Var." dedim. "Ben her sabah ve akşam Havva'yı cennet­ten kovduran yılanı o ağaca sarılmış görüyorum." "Gündüzden geliriz." dedi Tomris Uyar. "İyi olur, o gece de bizde kalırsınız." dedim. "Biz birkaç kere gittik." dedi Edip Cansever. "Bunun bir oğlu var, saçları kıvır kıvır, Cezayirli'ye benziyor... Tahir Alangu, Hüsamettin Bozok, Orhan Kemal, Fahir Aksoy da birlikteydi bizimle."

"Fahir Aksoy, çoğunuzu sigortalamaya kalkmıştı." de­dim.
"Orhan Kemal'i etmişti." dedi Edip Cansever.
Votkalarını bitirince Tomris Uyar'la Turgut Uyar kalktılar, geldikleri gibi sessizce gittiler... Tomris Uyar, ço­cuk arabasını sürüyordu genç bir annenin onuruyla, mutluluğuyla.
"Berbat ettin bir çuval inciri." dedim, "Dört nala koşan bir ata köstek taktın, devirdin. "Kaşlarımı çattım, yüzümü astım.
"Somurtma!" dedi Edip Cansever.
"Neşelenecek hal mi bıraktın?" dedim. "Hem Turgut'u, hem beni üzdün."
"Ben üzmek istemedim ki..." dedi Edip Cansever. "Peki niye söyledin?" dedim.
"Hiiç, öyle... O düşünce beni tedirgin etti, edince de at­tım dışarıya, bir gizliliği açıklığa kavuşturdum." dedi Edip Cansever.
"Benim gerçeğim bu. Sen niye kendi gerçeğine maske taktın da beni cepheye sürdün? Yoksa bu durumun aracı­lığıyla Turgut'taki güç odaklarını parçalamak, onu çö­kertmek mi istedin?" dedim.
"Ukalâlık yapma! Neler söylüyorsun? Benim öyle bir amacım yok." dedi Edip Cansever.
"Var," dedim. "Sen Cemal Süreya'yı da, Turgut Uyar'ı da indine rakip olarak gördüğün için kıskanıyorsun, onları ekarte edip yalnız kalmak, tek olmak istiyorsun. Hepsinin üstünde olmak istiyorsun."
"Ben zaten tekim." dedi Edip Cansever.
"Sen de Orhan Kemal gibi insanları kapıştırmaktan, birbirine düşürmekten hoşlanıyorsun, bayılıyorsun." de­dim.
"Ne zaman geliyor o?" dedi Edip Cansever.
"Bilmiyorum." dedim soğuk bir sesle.
'Temmuz'da." dedi Talât Kılıç.
"Gelsin de..." dedi Edip Cansever alaycı ve ilerde ola­cakları sezdiren bir sesle.
"Ben ikinizden de uzak duracağım bundan sonra." dedim. 'Tahrip ediyorsunuz beni."
"Korkuyorsun değil mi?" dedi Edip Cansever.
"Korkuyorum." dedim. "Senden de, ondan da... İkiniz de sadistsiniz, en yakınlarınızın acılar içinde kıvranma­sından zevk alıyorsunuz ve onların kıvranmaları için de ellerinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz."
"Sen zevk almıyor musun?" dedi Edip Cansever.
"Almıyorum elbet. Şimdiye kadar sana, Orhan Kemal'e, Talat'a acı çektirdim mi?" dedim.
"Yeğenim bir denedir, melek gibi bir yüreği vardır." dedi Talât Kılıç.
"Durup dururken Turgut'u bana düşman ettin." de­dim.
"Hadi içelim!" dedi Edip Cansever. Hem insani anlam­ların hem de saldırganlık parıltılarının yoğunlaştığı gözle­rini üzerimizde dolaştırdı.
"Lâfı çevirme!" dedim.
"Bak, bak, bak Atillâ Tokatlı nasıl da gülüyor." dedi Cansever.
Baktım. Selâhattin Hilâv'ın anlattıklarına kahkahayla gülüyordu Atillâ Tokatlı.
Akşamın gümüşi aydınlığı etkisini azaltıyor, gücünü yitiriyor, alaca bir karanlığın egemenliği altına giriyordu. Ve bir tek rakıyı bitirme süresi tamamlanırken gece indi ansızın ve günün bu bölümünü bütünüyle ele geçirdi,se­kiz on saat tutacak saltanatının koca gövdesiyle ezdi ve kıyıda köşede kalmış, unutulmuş gün kalıntılarını emdi, karanlığın ruhuna sığınan elektriğin sarı ışıklan, insanları da, nesneleri de değişik bir kimliğe sokan bölümün kapı­larını açtı. Çevremizdeki binaların, caddedeki beyaz camlı sokak lâmbalarının, yolu bir saniye boş bırakmayan oto­mobillerin, otobüslerin, Taksim'deki ampullerin ışıkları yandı. "Mutfak"taki devinim, gel-git, deplasmanlar, trans­ferler, ziyaretler artmıştı. İçkicilerin tükettikleri alkol, tü­kettikleri konuşma, tükettikleri kahkaha, tükettikleri ba­kış ve el kol hareketleriyle çizdikleri resimler de çoğalmıştı. Meyhane tıklım tıklımdı. Kişiler yaşamın yüzeylerinde ve derinliklerinde lâbirentlerinde ve düzlüklerinde geziniyor, bir şeyler kapıyor, bir şeyler savuruyor, bir şeyleri çiğniyor, bir şeyleri okşuyordu. Kimi topluluklar, hesaplarını ödeyip kalkmak üzere olanların başuclarında bekliyorlardı sabır­sızlıkla onların boşaltacağı masalara oturmak için.
Gece de, insanlar da hızla ilerliyorlardı yükleriyle ağır­lıklarıyla.
Biz ikinci Altınbaş'ı ısmarlamıştık.
Rakı, beynimdeki altın madenlerinin saklandığı da­marları bir kuyumcu titizliğiyle işliyor, yaratıcılığımın her anını zenginleştiriyordu. Ayrıca ruhumdaki sertlikleri yu­muşatmıştı ama Edip Cansever'in Naci Çelik'e, Turgut Uyar'a, bana yaptıkları aklıma gelince iğneli fıçılara yuvar­lanıyor, kanımın bin bir delikten akışını seyrediyordum ve hemen kaçmak istiyordum her şeyi, dostluğumu, arkadaş­lığımı, anılarımı bir yana iterek... 1968 yılındaki o büyük 'kavga'dan bu yana ikinci kez kırıyordu Edip Cansever beni ve ona beslediğim sevgiyi azaltıyordu. Önleyemediği bir takım duyguların, yönlendiren bir takım olumsuzluk­ların ve tepkilerin tutsağı mıydı? Cansever'le arkadaş ol­mak demek Himalâyalara tırmanmak, burdan Amerika'ya yüzmeyi göze almak, timsahlarla dolu bir göle düşmek de­mekti. Bardağını bardağıma dokundurdu. "Dargın mısın hâlâ?"
"Evet, dargın değilim dememi bekliyorsun ama dargı­nım." dedim.
"Ben değilim." dedi Edip Cansever. "Sen nasıl dargın olabilirsin ki? Sen zafer kazanmış bir kumandansın." dedim,
"Ben büyük bir şairim." dedi Edip Cansever. "Şiirlerin büyük ama senin için aynı şeyi söyleyemeye­ceğim, kusura bakma!" dedim.
"Ben hep doğruyu söylerim, doğrunun egemen olma­sını isterim." dedi Edip Cansever.
"Doğruyu söylerken yanlış yapıyorsun ama." dedim. "Turgut hakkında düşündüklerimi belki de hiç açıklama­yacaktım, dostluğumuz sürüp gidecekti. Hem beni hem onu zor durumda bıraktın. Nasıl yüzüne bakacağım Tur­gut'un?"
"Bakmaktan utandığına göre suçlusun." dedi Edip Cansever. "İkiyüzlülükler ortadan kalkmayınca acılar öl­meyecektir..."
"Ama sen benden daha hırpalayıcı olanı söylediğin halde yüzüne bakacaksın Turgut'un, görüşeceksin, içki içeceksin." dedim. "İkili oynuyorsun. Onu aydınlatırken beni karartıyorsun."
"Ben direkt bir adamım." dedi Edip Cansever. "Şiirlerim de insan dünyasının içine eğilir ve o uçsuz bucaksız dün­yadaki hareketleri, anlamların yuvalandığı noktalara sü­rer."
"Biraz da kendi içine eğil, kedini gör!" dedim. Gülümsedi, tatlılaştırdı sesini. " Yeter Muzaffercim, ye­ter, eleştirme artık!" Ve sigara dumanını üfledi yüzüme.
           "Eleştirecek bir şey bulamayacağım güne kadar eleştireceğim seni." dedim.
Dalgınlaştı, gözlerini yumdu Edip Cansever ve mırıl­dandı. "Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla/Düşer elle­rim bir çağın artıklarına/Çatalımda kemikler, ölü gözleri ve iniltiler,  çığlıklar..."

"İşte bu şiirin güzelliğini, tutarlılığını görmek istiyorum sende, senin davranışlarında..." dedim.
"Büyük bir şairim ben!" dedi Edip Cansever, bardağını ağzına yaklaştırdı. "Ben şiirimde bir miti işliyorum, ayrıca şiirimde kolay anlaşılmayan, derinliği sezilen ama derinli­ğine inilmeyen  bir giz olsun istiyorum."
"İstediğini gerçekleştiriyorsun zaten." dedim. "Ben büyüğüm değil mi?" dedi Edip Cansever. "Cemal, sen, ikiniz..." dedim. "Turgut'u saymıyorsun." dedi Edip Cansever "Onu sen sayarsın bundan böyle." dedim. "Hah şöyle, yumuşa biraz." dedi Cansever. "Ben sert değilim ama zorunluluklar... yalnız kırdığın Pot yenir, yutulur cinsten değil." dedim.
"Rakılarınızı bitirin de kalkalım burdan. Sıkıldım." dedi Edip Cansever. "Sizi hiç bilmediğiniz bir yere götürecem."
"Gece Kulübü mü?" dedim.
"Evet. Lüks bir yer... sakın hır çıkarmayın!" dedi Can­sever.
Sesimi yükselttim. "Ne zaman çıkardık ki... Her yerde hır çıkaran, onu bunu yaralayan., arkasında kalpleri kı­rılmışlar, onurlan zedelenmişler ordusu bırakan sensin..."
"Bu akşam çok coşkulusun." dedi Edip Cansever.
 Ve caddenin öte yanına geçtik hafifçe sallanarak. Ta­limhane tarafında dışı da içi de göz boyayan süslerle kaplı, loş, kasvetli, yalnızlık ve intihar kokan bir salona girdik. Yarımay biçimindeki tezgâhın çevresinde sıralandık uzun bacaklı taburelere tüneyerek. Solumuzda, ilerimizde dört genç, özgür, serbest yaşamakta mutluluk arayan kadın, bacak bacak üstüne atmışlardı ve dolgun bacakları dibe doğru kalınlaşıyor, gizemli bir çekicilik yaratıyordu ve kilotlarından el kadar yerler görünüyordu. O kilotların arkalarını hayal ettim ama hayilimi renklendiren resimleri sevmedim, iğrenç buldum. Pasaklıydılar. Ya sevgililerini ya da birkaç kadeh bir şey ısmarladıktan sonra yataklarına sürükleyecek hovardaları bekliyorlardı Ve konyak, votka, cin, tekila içiyorlardı; boyalı ağızlarında sigaralar tütüyordu.
Birer konyak ve kuru yemiş istedik... konyaklarla bir­likte fındık, fıstık, leblebi, badem kâsesi geldi. İtalyan tipli barmen, kendini beğenmiş soğuk nevale­nin biriydi. Kırkbeş yaşlarındaydı, yanık tenliydi; iri yan, pehlivan yapılıydı, geniş omuzlan vardı ve adaleli kollan dövmeliydi. Boynundan karnına doğru zincirli bir kolye sarkıyordu. Bileklerindeki gümüş bileklikler, parmaklann-daki taşlı taşsız yüzükler modern biri olduğunu koyu­yordu ortaya. Talât'la bana domuza bakar gibi bakıyordu it herif! Edip Cansever'in onun yanını tutmayacağını bil­seydim "Niye öyle bakıyorsun ulan hıyar?" diye bağıracak­tım. Bastırdım kızgınlığımı. Kadınlara saygıyla yaklaşıyor, masaların arasında bir 'baba hindi' edasıyla dolaşıyordu. Ötekilerden daha içtenlikli olduğu kadınla konuşurken kasıldıkça kasılıyor, pozdan poza geçiyordu. Ve o kadının kulağına sık sık bir şeyler fısıldıyor, saçlarını karıştırıyor, alnından öpüyordu.
"Ben her gece bir iki konyak içer, öyle giderim eve." dedi Cansever. "Beğendin mi?"
"Hayır, boğucu," dedim. "Şu salatalık da çok itici, megoleman biri."
"Kadınlar bayılıyor ona." dedi Edip Cansever. "Hangi kadınlar ama? Yoldan çıkanlar, orospular." dedim. "Bu iğrenç suratına nasıl katlanıyorsun?"
"Edebiyatsever o... öyle göründüğüne bakma. Kültür­lüdür." dedi Edip Cansever. "Kafka okuyor."
Gülümsedim. "Gösteriştir. Okusa bile bi bok anlamaz o."
"Peşin yargılısın..." dedi Edip Cansever. "İğrenirim bu üç kâatçı tiplerden." dedim. "Benim şiirimi seviyor." dedi Edip Cansever." ...Belli bir zaman dilimini kımıldatıp içinden sayısız durumlann geç­tiği Gökanlam'lan ezbere biliyor. Çağırayım, okusun!" "Aman aman!... yeni yeni kendime geliyorum." dedim. "Aydın bir barmen bu." dedi Edip Cansever.
"Sen yalnızlığı yazıyorsun ama yalnızlığı sevmiyorsun ve uğradığın, birkaç saat kaldığın yerlerde dayanaklar arı­yorsun kendine." dedim. "Bu da onlardan biri işte..."
"Bu ne yapıyor böyle?" dedi Edip Cansever, Talât Kılıç'ı işaret etti başıyla ve tiksinmiş gibi yüzünü buruşturdu. Talât, konyağı bitirmeden başını tezgâha dayamış, uyuk­luyordu. Sarstım. "Uyuma, gideceğiz..."
"Hm, ne diyon yeğenim?" dedi Talât.
"Uyuma! Ayıptır!... Edip'i düşün! " dedim. Dürttüm. Kımıldamadı. "Gidelim. Ya da biz gidelim sen otur, sızdı bu serseri!" Alttan aldım, üste çıktım, yalvardım, yakardım, uyandırdım, omuzlarından kavradım ama ayakta duramı-yordu; dizleri bükülüyor, gövdesinin ağırlığını aşağıya veri­yordu yerçekiminden kurtulmuş gibi. Nitekim boş bulun­duğum bir anda yere attı kendini, boylu boyunca uzandı. Barmen -haklı olarak-küçümseme anlamı taşıyan bir sesle "Edip Bey, rica ederim bir daha böylelerini getirmeyin!... buranın şerefi var." dedi.
Parladım. "Sen ne demek istiyorsun lan hırbo? Biz şe­refsiz miyiz? Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?"
"Ne olduğunuzu gördüm." dedi barmen.
Üzerine atılacaktım. Edip Cansever önledi. "Sus!"
"Beni değil, onu sustur!" dedim "Meyhaneyi mi dağıt­tık, sağa sola mı saldırdık, ne yaptık?"
"Buraya ağızlarıyla içmesini bilenler gelir!" dedi barmen.
"Sen kaşınıyorsun ama dua et arkadaşımın böyle olu­şuna, yoksa seni kızılderililer gibi dans ettirirdim." dedim.
"Uzatma!" dedi Edip Cansever. "Tut şunu!"
Karga tulumba taşıdık dışarıya. Başından aşağı bir şişe su döktüm açılması için... sıçradı birden, ürperdi, he­men toparlandı ama bu kez kaldırımın kenarına parkedilen bir otomobilin arka sağ lâstiğine kustu.
"Gece böyle bilmemeliydi." dedi Edip Cansever. "Bilmemeliydi ama..." dedim.
Talât Kılıç midesindekileri boşaltınca rahatladı, doğ­ruldu, bir şişe buz gibi suyla da yüzünü yıkadı. "Temiz ha­vadan sonra buraya gelince çarpıldım, özür dilerim Edipçim."
"Çok karışık yedin de ondan" dedi Cansever. "Benim burdaki saygınlığımı..."
"Bir garson parçası bizden daha mı değerli?" dedim.
"Değil ama orada böyle çirkin şeyler olmaz, nezih bir kulüptür." dedi Edip Cansever.
"Bu akşam sende bir şeyler var... bizi kıran, dışlayan hareketler yapıyorsun. İlişkini kesmek istiyorsan söyle!" dedim.
"Saçmalama! Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor mu­sun?" dedi Edip Cansever.
'Yürü lan Adana ayısı!" dedim, ensesinden ittim Talât Kılıç'ı. "Gittiğimiz her yerde başımı belâya sokuyorsun. Senden... Edip'ten, Orhan Kemal'den korkuyorum. Sen­den 'aman bu bir haltlar karıştırmasın, canımı sıkmasın, beni utandırmasın1 diye korkuyorum. Edip'ten de, Orhan Kemal'den de 'ne vakit ters bir şeyler söyleyecekler, ne vakit beni kıracaklar' diye korkuyorum. Hiç böyle arkadaşlık olur mu?"
Sululaştı Talât Kılıç. "Bişi mi dedin?"
"Ciğeri beş para etmeyen bir dangalak senin yüzünden hakaret etti bize. Farkında mısın? Ama nasıl farkında ola­caksın ki... uçuyorsun, pilotsun." dedim.
"Kim o? Nerde?" dedi Talât Kılıç, (ayık olsaydı atılırdı adamın üzerine, döverdi) sağa sola baktı, hakaret edeni aradı. "Göster de duman edeyim!"
"Hadi, bırak palavrayı da doğru dürüst yürü!" dedim, bir taksiye işaret ettim.
"Gene görüşelim Muzaffercim!" dedi Cansever.
"Belki..." dedim küskün bir sesle.
'Yarın arayacam seni, Boğaz'a gideriz." dedi Cansever.
'Yarın işim var." dedim; Talât Kılıç'ı taksinin arka bö­lümüne soktum, oturttum, ben de yanına oturdum. Ba­şını omuzuma dayadı, hemen horlamaya başladı.


Fotoğraf Muzaaffer Buyrukçu'nun oğlu Erdem Buyukçu'nun blogundan alınmıştır.
Adresi : http://erdembuyrukcu.blogcu.com/

20 Ağustos 2010 Cuma

Çıkmazın Güzelliği - Turgut Uyar


Sorun, şiirin üstelik insanın kendi şiirinin- çıkmazda olduğunun bilincine varmaktır. Bu çıkmazın bilincine varmak biraz da çözmek demektir onu.

Şiirimiz, -dolayısıyla edebiyatımız, çünkü ülkemizde edebiyatın, hatta bazı toplumun bir çok sorunları, açık kapalı, şiirde tartışılır, şiirde çözülür yahut çözülmez veya bu sorunlardan şiirde vazgeçilir. Belki de sağlam düşünce zemini kurulmamış bütün ülkelerde böyledir bu- gerçekten bir çıkmazdadır. Nasıl ki Nazım  sonrasında da, Orhan Veli sonrasında da çıkmazda idi. Çünkü şiirin çıkmazı, yukarıda değindiğimiz sebepten insanın çıkmazına, toplum çıkmazına sıkı sıkıya bağlıydı ülkemizde. (Belki de bir bakıma şiirin görevi hep çıkmazda olmaktır. Rahat işleyen şiir kuşku vermelidir. Belki yaşanandan geride kalmıştır onun için. Divan şiiri hiç çıkmaza düşmedi, Hiç değilse Tanzimata kadar düşmedi. Çıkmaza giren insan’la sarsıldı ve eskidi. Hece geride kalmayı kabullenerek başladı, onun için çıkmazda değildi. Sık sık dalgalanan, dalgalanmaları büyük bir toplumda, toplumu, yaşanandan değil, bir çeşit vocabulaire’den kovalıyordu, sunulmuş sözcüklerden izliyordu. Buna boyun eğmişti).

Şiir çıkmazda. Şimdiye değin, ne romanın, ne tiyatronun, ne sinemanın izleyemediği, anlayamadığı bir çıkmazda.Belki yalnız öykü’nün farkına vardığı bir çıkmaz.

Bu çıkmazın en önemli sebeplerinden biri, şiirin kendi sebep ve sonuçları (denebilirse bir çeşit otofaji) ise, öbür nedenleri arasında, toplumsal koşulların, toplumsal dayanakların değişmesi, yani insanın, insanın alıp veremediklerinin, insan ilişkilerinin değişmesi ise, önemli bir başkası da: geri, sorunsuz, bilinçsiz gelişen insanın, dolayısıyla şiirin imkanlarına kadar anakronik bir ortamın ve buna bağlı bir şiir ortamının türemesidir. (Bu ortamın bahse deymeyecek kadar önemsiz, etkisiz olduğunu söyleyecekler çıkabilir. Önceleri biz de böyle düşünüyorduk. Ama şiir kendi başına yaşayan, soyut bir yaratık değil. Geldiği sebepler, seslendiği, seslenmek zorunda olduğu yerler var. Ülkemizde daha bir süre, sözü edilmeye deymeyen şeyleri yılmadan ortaya koymak, tartışmak zorundayız. Herkes, savaşmaya zorunlu olduğu şeylerin, budalaca çetinliğini bilmek, hesaba katmak zorundadır.)

Her beğenin bir ortamı, her tür şiirin bir alıcısı vardır. Yapılmakta olanı kimsenin küçümsemeye hakkı yoktur. Ama budalaca aşk şiirlerin, budalaca biçim denemelerinin birdenbire yarattığı ortama, ses çıkarmamaya, görmezden gelmeye pek katlanamıyor insan.

Şiir çıkmazdadır. Bütün şiir yazanlara, edebiyat yazanlara hatırlatmak gerekir: Şiir çıkmazdadır. Çünkü insan çıkmazdadır, sorunlar çıkmazdadır, Toplum değişiyor, insan değişiyor, insanın yeri değişiyor, insanın ilişkileri ve sorunları değişiyor. Ülkemizde en azından birtakım kavramlarla yeni yeni karşılaşıyoruz. Şiirin en azından artık bir avunma, oyalanma değil, bir saptama, belki bir önerme olduğu anlaşılıyor.

İnsanın doğasıyla şiir değişiyor. Bu değişme ancak değişmenin ve değişenin, eskimenin ve eskiyenin farkına varmakla izlenebilir. Bilgi şartı yanında bunları ayırt etmenin asgari baz’ı sağlam bir duyarlılıktır.Yüzyılımızın bütün gereçleri de bunu sağlamaya elverişli üstelik. 1930’un eksik idealizm’i 1940 realizm’i ve 1950’nin hastalıklı romantizm’i ile bugünün insanın betimlemek mümkün değil.

Evet şiir çıkmazda. Çünkü insan çıkmazda. Ama bütün sorun bir çıkmazın bilincine varmakta. Şiirin çıkmazda olmadığını düşünenlerden yana değiliz.

Çünkü bu çıkmaz; bilince, bilgiye, uygunluğa, çağdaş şaire ve insana yeni bir imkandır.