YERLEŞİK EĞİTİME KARŞI ÖZGÜR
EĞİTİM
Yaşamın
amacının mutluluk olduğuna inanıyorum; buysa merak duyup zevk almak demektir.
Eğitimin yaşama hazırlık olması gerekir. Kültürümüz bu konuda pek başarılı
sayılmaz. Eğitimimiz, siyasetimiz ve tutumbilimimiz savaşlara yol açmaktadır.
İlaçlarımız hastalıklarla baş edememektedir. Dinimiz tefecilik ve soygunculuğu
ortadan kaldıramamıştır. O kadar övündüğümüz insancıllığımız hâlâ kamuoyunun
barbar bir spor olan avcılığı onaylamasına izin vermektedir. Çağın ilerlemeleri
uygulayımdaki —radyo televizyon, elektronik ve jet uçaklarındaki—
ilerlemelerle sınırlı kalmıştır. Yeni dünya savaşları ensemizde beklemektedir,
çünkü dünyanın toplum bilinci hâlâ aynı ilkelliktedir.
İçimizden bugünü sorgulamak geliyorsa, ortaya
alışılmadık birkaç soru atabiliriz. İnsan hastalıklarının sayısı neden hayvanlarınkinden daha fazladır?
Neden insanlar nefret eder savaşlarda birbirini öldürür de, hayvanlar bunu
yapmaz? Neden kanser gittikçe daha fazla yayılıyor? Kendi canına kıymalar
neden bu kadar arttı? Ya delice cinsel suçlar? Yahudilerden neden nefret
ediliyor? Neden karaderili insanlara diş bileniyor; neden linç ediliyorlar?
Neden herkes birbirinin kuyusunu kazıp kin besliyor? Neden cinsellik ayıp
sayılıp, açık saçık şakalara yol açıyor? Evlilikdışı çocuklar neden toplumun
yüzkarası sayılıyor? Sevgi umut ve
yardımseverliğini çoktan yitirmiş dinler neden hâlâ sürüp gidiyor? Seçkin
uygarlığımızın kendini beğenmişliğiyle ilgili daha binlerce neden sorusu
sorulabilir!
Bu soruları soruyorum çünkü öğretmenliği
uğraş edindim ve bir öğretmen gençlerle ilgilenir. Bu sorulan soruyorum, çünkü
genellikle öğretmenler önemsiz yani salt derslerle ilgili sorular soruyor.
Fransızca ya da eskiçağ tarihiyle ilgili bir tartışma, yaşamın doğal doyumuyla
—insanın iç mutluluğuyla— kıyaslandığında şu kadarcık önem taşımazken, bütün
bunların ne gibi bir yarar sağlayabileceğini merak ediyorum doğrusu.
Eğitimimizin ne kadarı gerçek eylem, gerçek
öz anlatımdır? Bir uzmanın gözünde el işi çoğunlukla bir çivi tablası yapmaktan
öteye geçmez. Yönlendirilmiş oyun dizgesi olarak tanınan Montessori dizgesi
bile, çocuğun yaparak öğrenmesini sağlama açısından yapay bir yöntemdir.
İçinde yaratıcılık yoktur.
Evde de çocuğa hep bir şey öğretilir. Hemen
hemen bütün evlerde Tommy'ye yeni oyuncak treninin nasıl çalıştığını göstermeye
meraklı büyümemiş bir büyük vardır. Bebek duvarda gördüğü şeyi incelemek
istediğinde, onu hemen iskemleye çıkaran bir büyük hep bulunur. Tommy'ye
treninin nasıl çalıştığını her gösterişimizde çocuğun yaşam sevincinden
—bulgulama sevincinden— bir engeli aşma sevincinden bir şeyler çalmış oluruz.
Hatta daha da kötüsü; çocuğun kendini aşağı görmesine, her zaman yardıma gerek
duymasına yol açarız.
Ana babalar öğrenme konusunda okulun ne kadar
önemsiz olduğunu anlamakta zorluk çekmektedir. Yetişkinler gibi çocuklar da
yalnız öğrenmek istediklerini öğrenir. Ödüllendirmeler, notlar ve sınavlar kişiliğin
düzgün gelişimini geriletir. Eğitimin kitaptan öğrenme olduğunu ancak
bilgiçlik taslayanlar öne sürebilir.
Okuldaki en önemsiz gereçler kitaplardır.
Bütün çocuklara gereken tek şey okuma, yazma ve aritmetiktir; gerisinin el
araçları, kil, spor, tiyatro, boya ve özgürlük olması gerekir.
Gençlerin yaptığı okul çalışmalarının büyük
bölümü, zamanın, enerjinin ve sabrın boşa harcanmasıdır. Gençlerin oyunlarını
ve oynama hakkını çalar; genç omuzlara yaşlı kafalar yerleştirir.
Öğretmen yetiştiren okullarla üniversitelerde
ders verdiğimde, kafalarına gereksiz bilgiler tıkıştırılmış bu genç kızlarla
delikanlıların büyümemişlikleri karşısında şaşkınlığa düşmüşümdür. Aslında
birçok şey bilirler; eytişimde çevrelerine ışık saçarlar; klasik yapıtlardan aktarma
yaparlar — ama yaşam görüşü açısından çoğu hâlâ çocuktur. Çünkü onlara bilmek
öğretilmiş ama
duyumsamalarına izin verilmemiştir. Bu öğrenciler dost canlısı,
hoş ve heveslidir, ama eksik bir yanları vardır — bu da coşkusal etmen, yani
düşüncelerini duygularının buyruğu altına sokma gücüdür. Bu gençlerle elden
kaçırdıkları, kaçırmayı sürdürdükleri dünya konusunda konuşurum. Ders kitapları
insanların özyapısından, sevgiden, özgürlükten, özyönetimden söz etmez.
Dolayısıyla yalnız kitaptan öğrenmeyi ölçüt alan dizge —kafayı yürekten
ayırarak— sürüp gider.
Artık okulun çalışma kavramına meydan okuma
zamanı gelmiştir. Her çocuğun matematik, tarih, coğrafya, bir tutam fen, bir
tutam sanat ve elbette edebiyat öğrenmesi gerektiğine kesin gözüyle bakılır.
Ortalama küçük çocuğun bu konularla hiç ilgilenmediğini anlamanın zamanı
gelmiştir.
Bu söylediklerim her yeni öğrenciye bir daha
kanıtlanır. Okulun özgür olduğu söylenince her yeni öğrenci sevinç çığlığı
koparır, "Yaşasın! Bir daha hiç o sıkıcı şeylerle, aritmetikle
uğraşmayacağım!"
Öğrenmeyi kötülemiyorum. Ama öğrenme oyundan
sonra gelmelidir. Ayrıca öğrenme, hoşa gitmesi için oyunla tatlandırılmalıdır.
Öğrenme önemlidir — ama herkes için değil.
Nijinsky St. Peters- burg'dayken okul sınavlarında başarılı olamıyor,
sınavlardan geçemediği için de devlet balesine giremiyormuş. Okulda öğretilen
dersleri öğrenemiyormuş işte —aklı başka yerlerdeymiş. Bunun üzerine onu,
sorularla birlikte yanıtları da vererek uyduruk bir sınava sokmuşlar—
yaşamöyküsü böyle yazıyor.
Nijinsky o sınavları gerçekten vermek zorunda
bırakılsaydı, bu dünya için ne kadar büyük bir kayıp olurdu!
Yaratıcılar, özgünlüklerinin ve üstün
yeteneklerinin gereksinim duyduğu araçlara kavuşmak için öğrenmek istediklerini
öğrenirler.
Öğrenmeyi öne çıkararak sınıflarda
yaratıcılığın ne kadar büyük bölümünü öldürüp yok ettiğimizi bilmiyoruz.
Bir zamanlar her gece geometri kitabının
başında gözyaşı döken bir kız görmüştüm. Anası üniversiteye gitmesini
istiyordu, oysa kızda tam bir sanatçı ruhu vardı. Onun üniversiteye giriş
sınavlarında yedinci kez başarısız kaldığını duyunca çok sevinmiştim. Belki
anası kızının arzuladığı gibi sahneye çıkmasına artık izin verirdi.
Bir keresinde Kopenhag'da, üç yılını
Summerhill'de geçirmiş İngilizceyi kusursuz konuşan on dört yaşında bir kızla
karşılaşmıştım. "Sanırım İngilizcede sınıf birincisi olmuşsundur"
dedim.
Üzüntüyle yüzünü buruşturdu. "Hayır
sınıf sonuncusuyum çünkü İngilizce dilbilgisi bilmiyorum" dedi. Kızın
söylediklerinin, yetişkinlerin eğitimden ne anladığını en iyi biçimde
açıkladığını düşünüyorum.
Sıkıdüzen altında yüksekokulları,
üniversiteleri bin bir güçlükle bitirip yaratıcılıktan yoksun öğretmenler,
sıradan doktorlar, yetersiz avukatlar olmuş şöyle böyle öğrencilerden, büyük
olasılıkla çok iyi onarımcılar. kusursuz duvarcılar ya da birinci sınıf
polisler çıkardı.
Okumayı diyelim on beş yaşına kadar
öğrenememiş ya da öğrenemeyecek bir çocuğun, çoğunlukla makinelere meraklı
biri olduğunu ve sonradan onarımcılığı ya da elektrikçiliği uğraş edindiğini
hep görmüşümdür. Derslere, özellikle matematik ve fiziğe hiç girmeyen kızlar
için aynı şeyi söyleyemem. Bu kızlar zamanlarını çoğunlukla iğne iplikle
uğraşarak geçirir, bir bölümü sonradan terzilik ya da giysi tasarımcılığı
yaparak yaşamını kazanır. İleride terzi olarak birisine ikinci derece
denklemleri ya da Böyle Yasası'nı öğretmeye kalkışan bir öğretim izlencesi son
derece anlamsızdır.
Caldwell Cook İngilizce'nin oyunla nasıl
öğretileceğini anlattığı The
Play Way (Oyun Yöntemi) adlı bir kitap yazmıştır. Bu, içinde çok
hoş şeyler bulunan büyüleyici bir kitaptır; ama bana kalırsa, bu kitap da
öğrenmenin son derece önemli olduğunu vurgulayan kuramı desteklemenin yeni
yolundan başka bir şey değildir. Cook'un inancına göre öğrenme o kadar
önemlidir ki ilacın oyunla tatlandırılması gerekir. İşte bu "çocuk bir şey
öğrenmiyorsa zamanını boşa harcıyordur" düşüncesi başımızın belasıdır —
ve öyle bir beladır ki binlerce öğretmenin ve denetimcinin gözlerini kör eder.
Elli yıl önce ilke "yaparak öğrenme'ydi. Bugünkü kural "Oynayarak
öğrenme "dir. Dolayısıyla oyun sonuca götüren bir araç olarak
kullanılmaktadır, oysa bu sonucun iyi olup olmadığını gerçekten bilmiyorum.
Bir öğretmenin çamurla oynayan çocukları
görür görmez ırmak kıyısının aşınması konusunda bir söylev çekerek bu güzelim
ânı değerlendirmeye kalkışmasındaki amaç ne olabilir? Irmağın aşınması çocuğun
umurunda mıdır? Sözde eğitimcilerin çoğu, bir şey öğretildiği sürece çocuğun ne
öğrendiği önemli değildir, der. Elbette bugünkü durumlarıyla —toptan üretim
yapan üretimliklere benzeyen— okullarda öğretmenlerin elinden öğretmekten ve
öğretmenin tek başına her şeyden önemli olduğuna inanmaktan başka ne gelir?
Öğretmenlere seslendiğim zaman söze, okulla
ilgili konuları, sıkı- düzeni ya da dersleri ele almayacağımı söyleyerek
başlarım. Dinleyicilerim ilk bir saat boyunca soluklarını tutup büyük bir
sessizlik içinde beni dinler; içten alkışların ardından başkan soruları
yanıtlamaya hazır olduğumu bildirir. Soruların en az dörtte üçü dersler ve
öğretimle ilgili olur.
Bunu herkese tepeden bakarak üstünlük
taslamak için söylemiyorum. Bunu, derslik duvarlarının ve tutukevlerine
benzeyen yapılarıyla okulların öğretmenleri nasıl dar görüşlü kişilere
dönüştürdüğü, eğitimin asıl önemini görmelerini nasıl engellediğini belirtmek
için söylüyorum. Öğretmen çocuğun boynundan yukarısıyla ilgilenir; zorunluluklar.
çocuğun coşkusal, dirimsel yanı onu hiç ilgilendirmez.
Genç öğretmenlerimiz arasında daha büyük bir
başkaldırı eğilimi görmek isterdim. Yüksek öğrenim ve üniversite diplomaları,
toplumun kötülükleriyle yüz yüze geldiğimizde hiçbir işe yaramaz. Okumuş bir
sinircelinin, okumamış bir sinirceliden hiç ayrımı yoktur.
İster anamalcı, ister toplumcu, ister
ortaklaşmacı olsun bütün ülkelerde gençleri eğitmek için süslü püslü okullar
kurulur. Ama bütün o kusursuz deneylikler ve işlikler, John, Peter ya da
Ivan'ın uğradıkları coşkusal zararı karşılamaya; ana babaların, öğretmenlerin
ve uygarlığımızın zorlaınacı niteliğinin baskısıyla beslenen toplumsal
kötülükleri aşmasına yardım etmez.
ÖZGÜRLÜK OKULU'NU BİTİRENLER NE
OLUR
Ana Babaların gelecek korkusu, çocuklarının
sağlığı konusunda yetersiz tanı koymalarına neden olur. Gariptir ama bu korku,
ana babaların çocuğun kendilerinden daha çok şey öğrenmesi gerektiği inancından
kaynaklanır. Bu ana babalar Willie'nin okumayı istediği zaman öğrenmesine izin
vermez, öğrenmeye zorlanmazsa Willie'nin yaşamda başarısız olacağından korkar.
Bu ana babalar çocuğun kendi hızıyla ilerlemesini bekleyemez. "Oğlum on
iki yaşında hâlâ okuyamıyorsa. yaşamda başarılı olma olasılığı nedir? On sekiz
yaşında yüksekokul giriş sınavlarını veremiyorsa onu yaşamda niteliksiz bir
işten başka ne bekler?" diye sorarlar. Ama ben bekleyip çocuğun yerinde sayışını
ya da gösterdiği küçük ilerlemeleri izlemeyi öğrendim. Çocuğun rahatsız edilip
zarara uğratılmazsa sonunda yaşamda başarılı olacağından hiçbir zaman kuşku
duymadım.
Anlayışı kıt kişiler "pöh. sence bir
kamyon sürücüsü yaşamda başarılı sayılıyor galiba" diyeceklerdir. Benim
başarı ölçütüm,
sevinç duyarak çalışıp olumlu yaşamaktır. Bu tanım uyarınca çoğu
Summerhill öğrencisi yaşamda başarılı olmuştur.
Tom Summerhill'e beş yaşındayken gelmişti.
Bir tek derse bile girmeden on yedisinde aramızdan ayrıldı. Bütün zamanını
işlikte uğraşıp bir şeyler yaparak geçirirdi. Ana babası oğullarının geleceğini
düşünüp tasalanıyordu. Çocuk okuma, yazma öğrenmeye yönelik hiçbir arzu
duymuyordu. Ama dokuz yaşındayken Tom'u bir gece yatakta David Copperfield'ı
okurken buldum.
"Aa" dedim "kim sana okuma
öğretti?"
"Kendi kendime öğrendim."
Birkaç yıl sonra gelip bana sordu "bir
bölü ikiyle, iki bölü beşi nasıl toplarsın?" Ona anlattım. Başka bir
şeyler öğrenmek isteyip istemediğini sordum. "Hayır, sağ ol" dedi.
Daha sonra bir film yapımevinde alıcı
yönetmeni yardımcısı olarak işe girdi. İşini öğrenirken, bir gece, yemekli bir
toplantıda işvereniyle karşılaştım, Tom'un ne yaptığını sordum.
"Şimdiye kadar çalıştırdığımız en iyi
yardımcı" dedi işvereni. "Hiç yürümüyor — hep koşuyor. Hafta
sonlarında tam bir baş belâsı, çünkü cumartesi pazarları bile işlikten uzak
duramıyor."
Bir de okumayı öğrenemeyen Jack vardı. Hiç
kimse Jack'e bir şeyler öğretemiyordu. Okuma dersi almak istediğini söylediği
zaman, bile; b ve p'yi, 1 ve k'yi birbirinden ayırmasını önleyen gizli bir
engelle karşılaşmıştık. On yedi yaşında okumayı öğrenemeden okuldan ayrılmıştı.
Bugün Jack araç yapımında bir uzmandır. Maden
işçiliğiyle ilgili konularda konuşmaya bayılır. Artık okuyabiliyor; ama
bildiğim kadarıyla genellikle makinelerle ilgili yazılan —bazen de ruhbilim
yapıtlarını— okuyor. Şimdiye kadar bir roman okuduğunu hiç sanmıyorum; buna
karşın İngilizceyi kusursuz bir dilbilgisiyle konuşuyor ve her konuda
olağanüstü bilgili. Onun öyküsünü bilmeyen Amerikalı bir konuk bana "Şu
Jack ne kadar da akıllı bir delikanlı" demişti.
Diane derslere pek ilgi duymadan girip çıkan
hoş bir kızdı. Bilimsel bir kafa yapısına sahip değildi. Uzun zaman onun ne
yapacağını düşünüp durdum. On altı yaşında okuldan ayrıldığında, bütün okul denetmenleri
onun zayıf eğitim almış biri olduğunu rahatça söyleyebilirdi. Diane bugün
Londra'da yeni bir yöntemle yemek pişirme konusunda uygulamalı dersler veriyor,
işinde çok başarılı; asıl önemlisi mutlu.
İşyerlerinden biri, çalışanlarının en az
yüksek okul giriş sınavlarında başarı göstermiş olmasını istiyordu. İşyerinin
yöneticisine Robert'la ilgili şunları yazmıştım, "Bu delikanlı hiçbir
sınavda başarılı olamamıştır, çünkü bilimsel bir kafaya sahip değildir. Ama
gözü pek, ve atılgandır." Robert işe alındı.
Yeni öğrencilerden on üç yaşındaki Winifred
bütün derslerden nefret ettiğini söylüyordu; ona istediğini yapmakta özgür
olduğunu söylediğimde sevinç çığlığı atmıştı. "Eğer istemiyorsan okula
gelmek zorunda bile değilsin" demiştim.
Kendisine eğlenceli bir izlence düzenledi ve
çok eğlendi — ama ancak birkaç hafta. Sonra sıkılmaya başladığını fark ettim.
Bir gün gelip "Bana bir şeyler
öğret" dedi, "sıkıntıdan patlıyorum."
"Tamam" dedim sevinçle, "ne
öğrenmek istiyorsun?"
"Bilmiyorum" diye yanıtladı.
"Ben de bilmiyorum" deyip yanından
ayrıldım.
Aylar geçti. Bir gün yeniden yanıma geldi.
"Yüksekokul sınavlarına gireceğim" dedi, "bana ders vermeni
istiyorum."
O günden başlayarak her sabah benimle ve öbür
öğretmenlerle çalıştı, hem de çok çalıştı. Kulağıma gizlice derslerin onu hiç
ilgilendirmediğini, onu ilgilendiren tek şeyin amaç olduğunu fısıldamıştı. Winifred'in
istediği gibi olmasına izin verilince, kendini bulmuştu.
Özgür çocukların matematiğe bile alışıp
sevebileceğini bilmek ilginçtir. Bütün çocuklar tarih ve coğrafyayı eğlenceli
bulur. Özgür çocuklar kendilerine önerilen dersler arasından salt
hoşlandıklarını seçer. Özgür çocuklar zamanlarının büyük bir bölümünü —ahşap
işleri, maden işleri, resim, roman okuma, oyunculuk, düşlemleri canlandırma,
caz plakları çalma gibi— ilgi duydukları uğraşlara ayırır.
Sekiz yaşındaki Tom sürekli kapımı açıp
sorardı; "Söyle bakalım, şimdi ne yapayım?" Kimse ona ne yapacağını
söylemezdi elbette.
Altı ay sonra Tom'u bulmak için odasına
bakmak yetiyordu. Tom genellikle bir kağıt denizi ortasında oturuyor olurdu.
Saatlerce uğraşıp haritalar çiziyordu. Bir gün Viyana Üniversitesi 'nden bir
profesör Summerhill'e konuk geldi. Soluğu Tom'un yanında alıp ona bir yığın
soru sordu. Bu profesör sonradan bana gelerek "çocuğun coğrafyasını
sınamaya çalıştım, adını bile duymadığım yerlerden söz etti" dedi.
Ama başarısız öğrencilerimizden de söz etmem
gerekiyor. On beş yaşındaki İsveçli Barbel, bir yıl kadar yanımızda kalmıştı.
Bütün bu süre boyunca ilgi duyabileceği hiçbir şey bulamamıştı. Summerhill'e
gelmekte gecikmişti. Yaşamının on yılı boyunca kızın yerine hep öğretmenleri
karar vermişti. Summerhill'e geldiğinde girişimciliğini tümden yitirmiş
durumdaydı. Hep canı sıkılıyordu. Neyse ki varlıklı bir ailenin kızıydı,
yaşamını evhanımı olarak sürdürebilirdi.
Öğrencilerimiz arasında on bir ve on dört
yaşlarında iki Yugoslav kız kardeş vardı. Okul onların da ilgisini çekememişti.
Zamanlarının Çoğunu Hırvatça beni çekiştirerek geçiriyorlardı. Pek de çelebi
olmayan bir arkadaş söylediklerini bana aktarıyordu. Bu durumda başarı elde
etmemiz mucize gibi bir şey olurdu, tek ortak konumuz sanat ve müzikti. Anaları
gelip onları okuldan alınca çok sevinmiştim.
Onanma meraklı Summerhill öğrencilerinin,
olgunluk sınavına katılma sıkıntısına katlanmadığını yıllardır görüyoruz. Bu
öğrenciler doğrudan doğruya uygulamalı eğitim merkezlerine giderler. Üniversiteye
girmeden önce, dünyayı görüp tanımak gibi bir merakları vardır.
Öğrencilerimizden biri, bir gemiye kamarot olarak girip dünyayı dolaşmıştı.
İki delikanlı Kenya'daki kahve çiftliklerinde çalışmıştı. Biri Avustralya'ya,
bir başkasıysa dünyanın öbür ucuna İngiliz Guyanası'na gitmişti.
Derrick Boyd özgür eğitimin yüreklendirdiği
serüvenci bir ruh taşıyordu. Summerhill'e sekiz yaşındayken gelmiş, on sekiz
yaşında üniversite sınavlarını kazanarak okulumuzdan ayrılmıştı. Aslında
doktor olmak istiyordu ama babasının onu üniversiteye gönderecek parası yoktu.
Demek bekleme süresini dünyayı gezerek değerlendirmeye karar vermişti. Londra
rıhtımına gitmiş ve iki gün boyunca iş —herhangi bir iş— ateşçilik bile olsa
olur, bir iş aramıştı. Kendisine sahici denizcilerin bile işsiz olduğu
söylenmiş, o da üzüntüyle evine dönmüştü.
Sonra bir okul arkadaşı İspanya'da yaşayan
bir İngiliz hanımın kendisine sürücü aradığını söylemiş. Demek ayağına gelen
fırsatı kaçırmamış, İspanya'ya gitmiş, hanımın bir ev yaptırmasına ya da evinin
genişletilmesine yardım etmiş, ona bütün Avrupa'yı arabasıyla gezdirmiş sonra
da üniversiteye girmişti. Hanım üniversite için gereken parayı ödemesine
yardım etmeye karar vermişti. İki yıl sonra bu hanım Derrick'den öğretimine bir
yıl ara verip kendisini Kenya'ya götürmesini ve orada ona bir ev yapmasını
istemişti. Demek tıp öğrenimini Ca- petovvn'da bitirdi.
On iki yaşındayken okulumuza gelen Larry, on
altı yaşında üniversite sınavlarını verip Tahiti'ye meyve yetiştirmeye
gitmişti. Bunun çok az para getiren bir iş olduğunu görünce taksi sürücülüğüne başlamıştı- Sonra Yeni Zelanda'ya
gitmiş ve sanırım orada içinde taksi sürücülüğü de olmak üzere her
türlü işe girip çıkmıştı. Sonra Brisbane Üniversitesi'ne girdi. Bir süre önce
bana konuk gelen üniversite dekanı, Larry'nin yaptığı hayranlık verici işlerin
öyküsünü anlattı. "Yıl sonu dinlencesi başlayıp bütün öğrenciler evlerine
giderken, Larry kalıp biçkievinde işçi olarak çalışıyor" diyordu. Larry
şimdi Essex'de hekimlik yapıyor.
Yaşça büyük bazı çocukların pek başarı
gösteremediği doğrudur. Belli nedenlerle onları anlatamam. Başarılı
öğrencilerimiz hep iyi bir ev ortamından gelen çocuklar olmuştur. Derrick, Jack
ve Larry, okulumuzun düşüncelerine
tam anlamıyla katılan ana babalara sahipti, bu nedenle şu bezdirici çatışkıyı
hiç yaşamamışlardı: Hangisi doğru, ev mi yoksa okul mu?
Summerhill'den hiç üstün yetenek çıktı mı?
Şimdiye kadar hayır, hiçbir üstün yetenek çıkmadı; sanırım henüz ünlü olmamış
birkaç buluşçu; birkaç çarpıcı ressam, birkaç kavrayışlı müzikçi yetiştirdik;
bildiğim başarılı yazar hiç yok; kusursuz bir mobilya tasarımcısı ve ince iş
yapan marangoz; birkaç kadın ve erkek oyuncu; hâlâ özgün çalışmalar
yapabilecek nitelikte bilim adamları ve matematikçiler de yetiştirdik. Öğrenci
sayımız düşünülürse —okula her yıl kırk beş çocuk alırız— herhangi bir dalda
özgün ve yaratıcı işlere girenlerin oranının yüksek olduğu görülür.
Bununla birlikte özgür çocuklardan oluşan tek
bir kuşağın hiçbir şey kanıtlayamayacağını hep söylerim. Summerhil'de bile bazı
çocuklar yeterince ders görmediklerini düşünerek için için üzülebilir. Bazı
uğraşları edinebilmek için sınavların geçit olduğu bir dünyada başka türlüsü
düşünülemez. Ayrıca "on bir yaşındasın ve hâlâ doğru dürüst okumayı
beceremiyorsun!" diye şaşkınlık çığlığı atan bir Mary Teyze hep bulunur.
Çocuk belli belirsiz de olsa, tüm dış çevresinin oyun-karşıtı, çalışma-yanlısı
olduğunu sezer.
Genel anlamda ele alırsak, özgürlük yöntemi
on iki yaşın altındaki çocuklarda kesin sonuç verir, ama on iki yaşını
geçenlerin edilgin eğimden kurtulması uzun zaman alır.