F.Kafka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
F.Kafka etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2012 Pazar

Sonsöz / Arno Gruen



George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: "Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı: Sefil bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu; düşmanca bir dün­ya içinde hapsolmuşluktan değil, daha çok kuralları benim onlara uymamı gerçekten imkânsız kılan bir iyi ve kötü dün­yası yüzünden." (Such, Such Were The Joys, 1968)
Bu çaresizlik, insanın kendi iç dünyasına yabancılaş­masına neden olur, kişilik gelişiminin "normlara" uy­ması veya başkaldırması önemli değildir. Hemen şekil­ciliğe tutunuruz, bunların toplumsal veya toplum kar­şıtı ideolojilere uyup uymadıkları fark etmez. Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mım devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
Franz Kafka, nafile olan bu tutunmayı çok duyarlı bir biçimde anlatmıştır. Dava adlı romanında, Joseph K. bir bisikletçi kimlik belgesiyle kim olduğunu kanıtla maya çalışır! Kafka'nın kahramanları acı çekmektedir, çünkü sadece görüntüden ibaret olan eksik kimliklere boşuna inanmışlardır. Bütünlüklerini "babacan" ka­nunlarla elde etmeye çalışarak, özlerinin sözde şekilsizliği içinde çözünmekten korunmaktadırlar. Traven' in romanlarındaki kahramanlar ise çok farklıdır. Örneğin Ölü Gemi adlı romanında Koslowski zorla kabul ettiri­len her türlü kimliğe karşı sonuna kadar mücadele et­mektedir.
Başkaldırı ve uyum arasındaki fark esaslıdır. Sadece başkaldırı doğruluğundan şüphe edilmeyen bir kendiliği mümkün kılar, ama insanlarla bütünleşmeye götürmek koşuluyla. Eğer başkaldırı sadece bir şeye karşı koymak amacı taşıyorsa, yani sadece başkaldırmak adına "başkaldırıyorsak, kendi önemimizi azaltmış oluruz. Gerçek bir kendilik için yapılan mücadele bu şekilde suya düşer, böyle bir gelişim kalbi olmayan bir kendilik getirir. Bu yolda karşımıza çıkan asıl tehlike dış tehlike­ler değildir, aynı zamanda yalnızlığın, kaosun ve delili­ğin teröründen duyulan korkudur.
Eğer dışa yönelik başkaldırı içimizde de bir şeyleri değiştiremezse, böyle bir başkaldırının gelişimi uyu­mun gelişimiyle aynı olur. Kendisi de büyük bir asi olan Henry Miller, Rimbaud' nun bir başkaldıran olarak başarısızlığını anlatmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu esere tekrar değinmek istiyorum.
Rimbaud'nun kısa ama ateşli hayatı (en büyük eseri olan Un Saison En Enfer'i on sekizinde bitirmişti) uyum ve duygusuzlaşmaya karşı başkaldıran, "özgürlüğünü ve bilincini geliştirmek için kendisini zorla kabul ettir­dikten sonra fikir değiştirip maddi güvence arayışına giren" bir adamın hikâyesidir. Bu adam "dünyanın ha­rikalarını" incelemek gibi alışılmadık bir istekten yola çıkarak hayatı bütün yönleriyle tecrübe etmek üzere genç bir delikanlıyken, arkadaşlarından ve akrabaların­dan ayrılır. Ama henüz gençken "aklının karışıklığını kutsal" olarak gören bu adam, birdenbire hayatının bu tek meydan okumasından vazgeçer. Doğruluk arayışı durma noktasına gelir, sendeler ve o andan itibaren tam tersi yöne gitmeye başlar. Nefret ettiği düşmanla özdeşleşir.
Miller'e göre Rimbaud, baba evinin çekilmez taşralı havasından kurtulmak için evden kaçar. Sonra ise, terör veya delilik korkusundan kendisini dünyaya hükme­den güçlerin eline teslim ettiğinde altın, silah ve köle ti­careti yapmaya başlar. Miller'a göre "hâzinesini" teslim eder, sanki "omuzundaki yükü buymuş gibi..."
" 'Cehennemdeki gece sırasında', ruhsal vaftizinin kölesi olduğunu anladığında şöyle haykırır: 'Ah, An­ne, Baba, hem benim mutsuzluğuma hem de kendi mutsuzluğunuza neden oldunuz'... Kendini yaşadığı zamana ve doğduğu ülkeye bağlayan her şeyden kopa­rarak şöyle der: 'Kusursuzluğa hazırım.' Belli bir an­lamda öyledir de. Kendi dini törenini hazırlamış, yeni­den içinden doğduğu gecenin karanlığına batmak için korkunç ateş sınavını vermişti. Sanatın ötesinde bir ba­samak olduğunu anlamıştı; panik bir dehşet içinde ve­ya delilik korkusu yüzünden geri çekmek üzere ayağı­nı bu kapının eşiğinden atmıştı... İnsan, kendi gücünün sınırlarına dayanmalı, hangi alanda olursa olsun, kur­tuluşun hasretini çekmek için önce bir köle olduğunu anlamalıdır. Anne ve baba tarafından aşılanan sahte ve olumsuz irade aşılmalıdır, bu irade ancak o zaman olumlu hale gelebilir, kalbimiz ve aklımızla reddedile­bilir. Oğul tahta oturacaksa, baba tahttan indirilmelidir... Baba sert bir terbiyecidir, kanunun ölü harfidir, yasak işaretidir. Biz de sahte bir güç duygusu ve şımarık bir gurur içinde cinnet geçirir ve gemiyi azıya alırız. Sonra da yıkılırız ve aslında bizim olmayan kendilik pes eder. Ama Rimbaud yıkılmadı O babasını tahtından indirmedi, onunla özdeşleşti... Karşı tarafa geçerek nefret ettiği düşmanının yerini aldı... Kimliğini öylesine temelden değiştirdi ki, kendini yolda görse tanıyamazdı. Bu belki de deliliği kandırmak için girişilen son ve umutsuz çabadır, bu şekilde ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor." Hayatının sonlarına doğru "cimri annesinin çiftliğinde acılar içinde sürünerek sonunu beklerken", geçmişteki büyük başarılarını soran bir adama terslenir: "Lütfen bırakın bunları! Bütün bu pisliği arkamda bıraktım." (Mathieu, 1979). Sanki nefret edilen asi kendiliğinin sınırlarından vazgeçmeye çalışır gibi bir hali vardı.
En derin nefretin sığınağına dönüşebilecek yer olan ruhsal sağlık çılgınlığına getirilen böylesine iyi anlayış, aynı zamanda özerkliği olmayan bir kendiliğin esasını da tarif etmektedir. Bir zamanlar ister başkaldırmış, is­ter uzlaşmış olsun, burada en başından beri söz konusu olan boyunduruk altına giren her insanın kendinden duyduğu nefrettir. Bu boyunduruk beraberinde daima kendi gerçeğimizin inkârını da getirir ve ahlâk böyle in­sanların elinde sapkınlaştırılmaktadır. Böyle bir gelişim içindeki insan kendi uyarımlarından korkmaya başlar, böylece Tanrı yerine konan kişiler tarafından onaylan­mak isteği merkeze yerleşir. Bizden bekleneni yaparak kabul görmek, iç huzursuzluğumuzdan kaçma meka­nizması haline gelir. Onaylanmayı, kendiliğimizin amacı haline getirerek, olduğumuz gibi sevilme olana ğından vazgeçmiş oluruz. O andan itibaren böyle bir sevgiye duyulan özlem, kendimizi küçük görmemizin kaynağı haline gelir. Çünkü kendi duyarlılığımız için sevilmek, zayıf biri olduğumuz anlamına gelirdi. Daha önce de defalarca tekrarlanmış olan bu şartlar altındaki bir çocuk, aslında sadece uyumlu olduğunda kendisine sevgi verildiğini öğrenir. Ama, bununla yetinmeyi öğ­renirken, anne ve babasını da içten içe küçük görecek­tir. Kendisi ve sevgi gereksinimiyle baş edebilmek için, samimi sevgiyi hatırlatan her şeyden olduğu gibi ken­dinden de nefret etmek zorundadır. Acımasızlığın asıl kaynağı bu olsa gerek. Neal Ascherson (1983), Jean Moulin'i işkenceyle öldüren, Lyon'un Gestapo şefi Klaus Barbie'nin bir söyleşide şunları söylediğini yazmıştı: "Jean Moulin'i sorgularken, onun ben olduğunu hisset­tim." Bunun anlamı şudur: Moulin'de ne kadar kendi­ni, yani kenara ittiği parçasını gördüyse, kendin­den/ ondan o kadar nefret etmeliydi ve kendini/onu öldürmeliydi.
İnsan bu şekilde insan olmaktan çıkmaktadır. Ken­dilik nefreti onu öyle parçalayabilir ki, durum tam ter­sine dönebilir: Yeni ve aynı şekilde özerk olmayan ben­lik, önceki uysal benlikten bir çırpıda nefret edebilir. Bu süreç, kökleri olmayan bir kimliğin özerk benlik ge­lişiminin, sadece içerideki kaosu örten sözlü soyutla­malar sisteminden oluştuğunu göstermektedir.
Bu tür insanlar, kitabın birinci bölümünde anlatıldı­ğı gibi, acı ve merhametin bir zayıflık olduğu efsanesi­ni uydurmuş ve kabul etmiş olabilir. Ama tam da bu in­sanları acı çekmedikleri için güçlü olarak görürüz! Oy­sa bu "güçlüler" acıya katlanacak güçleri olmadığı için duygularından sıyrılmış insanlardır. Gerçeğin bu ters döngüsünü anlamak çoğu zaman kolay değildir, çünkü "güçlüler" iktidarda olmayı amaç edindikleri için, toplumsal "gerçeği" belirlemektedirler.
Böyle bir "gerçeğin" kurumsallaşması sonucu bir in­san aslında iyi olan, ama "gerçeğin" dayatması sonucu zayıflıkla özdeşleştirdiği tarafından nefret ettiği için bir başkasını öldürecektir. Milovan Djilas'ın otobiyografik anlatılarında (1958), gerçekten güzel ve tatmin edici bir tanışma yaşadığı bir Türk'ü öldüren bir Karadağlı'nın hikâyesi anlatılmaktadır. Burada esiri olduğu şeref ve erkeklik gibi soyut kavramlar adına öfkesini açığa vu­ran bir adam görmekteyiz. Cinayet tam olarak Türk'ün kendini bu beraberlikte güvende hissettiği anda işlenir, Türk'e kendini aynı şekilde yakın hisseden Karadağlı bu hislerinin farkına varır ve "içinde tutamayacağı bir şeyler koptuğundan" onu öldürür.
İşte bu şekilde iktidarda olanlar, iç dünyalarındaki boşluk nedeniyle koskoca ulusları yönlendirebilmekte­dirler. İnsanlar, soyutlamalarla dolu bir batağın içine gittikçe batmaktadır ve bu batak hem ezenleri hem de ezilenleri boğmaktadır. Toplumsal yöntemlerin ipliği­ni pazara çıkaran biri karşısında irkilen bir toplum, "iradesini üyelerine zorla kabul ettirmeye çalışan, öz­gürlük duygusunu çoktan kaybetmiş, mutlakçılık yo­lunda bir toplumdur." Böyle bir toplum uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılmaya çalışacaktır, tıpkı Soljenitsin'in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: "Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız... Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir... Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir. Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır." (Soljenitsin, 1972)
Özerk olamamanın sonuçları hepimiz için korkunç­tur. Özerk olmamak, güç peşinde koşarak içimizdeki kaosu ve ruhsal hastalık tehdidini geri püskürtme hali­dir İç dünyamızı ve daima pusuda yatan iktidarsızlığı kabul etmeyerek, güç hırsının pençesinde kendimizi daha da çok reddederek, içimizdeki boşluktan duydu­ğumuz korkuyu kendi ellerimizle derinleştirerek, aslın­da geriye gücün peşinde koşmaktan başka bir seçenek bırakmıyoruz. Bu şekilde genel iktidar hem hedef, hem de kişisel bütünlüğün desteği haline gelmektedir. Böy­le bir gelişimin dinamiği başka insanlarla gerçek anlaş­mazlıkları asla kabul etmez; uzlaşan insan zayıf insan olarak görülür. Eşitlik yoktur, insan ya hükmeder ya da hükmedilir. Böyle insanların çocukluklarındaki tecrü­beler yaşamlarının ana dersi olmuştur. Artık acı ruhun efendisidir, bu yüzden geçerli olan tek şey güçtür. Da­ha ötesini itiraf edemezler, yoksa acının boyunduruğu altına girdikleri için korkak olduklarını kabullenmek zorunda kalırlar. Ama bize sürekli gerçekçi olarak sunu­lan insanlar bu insanlardır. Oysa varlıkları sadece ölüme adanmıştır, çünkü canlı olan onlar için tehlike demektir. Bu yüzden özgürlüğün beraberinde sınırsız bir ken­dilik onayı getirdiği, yani tehlikeli olduğu düşüncesini desteklerler. Gerçekten de, bu şiddete karşı başkaldıranlar, özgürlüğü sınırsız kendilik onayıyla eş tutarlar! Bu da yine şiddet biçimlerinde kimlik arayanların kor­kularını onaylamaktadır.
Bu "gerçekçilik" insan olmanın asıl düşmanıdır. İn­sanlığımızı korumak için, onu olduğu gibi görmek zo­rundayız: Henry Miller'in Rimbaud vakasında anlattığı gibi, ruh sağlığına kaçış, deliliğin yeni (yoksa çok mu eski?) bir biçimi olarak görmeliyiz. Bize gerçekçilik ola­rak sunulan güç politikaları her geçen gün dünyayı uçuruma daha da yaklaştırmaktadır. Bu eskiden beri böyleydi, ama güçlülerin elinde hiç bu kadar büyük imha araçları olmamıştı. Ne yazık ki eskiden olduğu gibi bugün de bu ölümcül son ve ölümcül amaç, gerçek kis­vesi altında örtbas edilmektedir, iktidarda olanlar hiç­bir çıkar gözetmeksizin bizi korumak istediklerini iddia ederler. Ama Friedrich Nietzsche'nin İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde filozoflar hakkında söylediği gi­bi, "kişisel olmayan hiçbir şey yoktur." Eğer devlet adamları kendiliklerinden uzaklaşmışlarsa, sürekli ya­lanla yaşamak zorunda kalırlar. Bize sundukları hiçbir şey insani yapıda olamaz. Ancak kendimiz tanrılar ara­maktan vazgeçersek bunu anlayabiliriz. Bunun için bi­zi, tanrısal olanı kendi dışımızda aramaya iten korku­lardan sıyrılmalıyız. Eğer bunu başaramazsak başkaldı­rı, yeni kilise için eskisini yıkmakla sınırlı kalır. Henry Miller' ın da dediği gibi, güçler ve etkileri devam eder. Bu şartlar altında ancak zorbalığın yeni şekilleri türeye­bilir.
Gerçek bir kendiliğe dönüşümü mümkün kılan sev­gi ve duygudaşlıktır. Henry Miller bunu şiirsel bir bi­çimde kâğıda dökmüştür: "'Bize öğretilen her şey yan­lıştır', diye itiraz etti Rimbaud gençliğinde. Haklıydı, tamamen haklı. Ama görevimiz içimizdeki doğruyu açığa çıkararak yanlış öğretilerle savaşmaktır... Bütün insanları karşılıklı anlayış yoluyla birleştirmektir... Ve bunun anahtarı da merhamettir..." (1956)
Kendiliğimizi kazandırmaya yarayan bir yöntem ve­ya teknik yoktur. Böyle bir çözüm beklentisi, insanın tıpkı bir makina gibi düğmesine basılınca çalıştığını zanneden bir benliğin düşüncesidir. Zihin özerkliğin anahtarıdır. Sevgi ve duygudaşlığımızı diğer insanlara hissettirirsek, aynı şekilde karşılık görürüz. Özerkliğe giden yollar ne kadar çeşitliyse, birey de bu yolda o ka­dar yalnızdır. Refakat ve arkadaşlar gereklidir, ama se­çeceğimiz yolun sorumluluğu kendimize ait olmalıdır. bu yolda kimse bizi kollamaz; bize engel olan korku ha­yaletlerinin aslında etkisiz olduğunu görmek için ken­diliğimizi uyandırma cesaretini göstermeliyiz.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa, asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşa­mak kaderimizdir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan mutasavvıf ve ilahiyatçı Jakob Böhme şöyle demişti: "Ölmeden önce ölen, öldüğünde çürür." Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.


Kendine İhanet / Çitlembik Yayınları

21 Eylül 2011 Çarşamba

Kafka İle Söyleşiler / Gustav Janouch


Kafka, Johannes R. Becher’in bir şiir kitabını bende görünce şöyle söyledi: «Bu şiirleri anlayamıyorum doğ­rusu. Öylesine gürültülü, öylesine bir sözcük kalaba­lığını içeren şeyler ki, insan kendi kendisinden kopup üzerlerine eğilemiyor bir türlü. Şiirlerdeki sözcükler birer köprü değil, yüksek ve aşılmaz duvarlar oluştu­ruyor. Biçim sürekli ayağına dolaşıyor insanın, içeriğin yanına bir türlü yaklaşılamıyor. Sözcükler bir yoğunluk kazanıp dil dediğimiz şeye dönüşemiyor asla. Bir yay­gara, o kadar.

*
G. K. Chesterson’un iki kitabı geçti elime. Ortodoks­luk ve Perşembe Olan Adam. Kafka yazarla ilgili ola­rak şöyle dedi: «Öylesine şen bir hali var ki, sanki Tanrıyı bulduğunu sanır insan.»
«Yani gülme dindarlığın bir belirtisi mi sizce?»
«Her zaman değil. Ne var ki, böyle Tanrısız bir dö­nemde insanın neşeli olması gerekiyor. Bu bir görev­dir. Titanic batarken gemideki orkestra sonuna kadar çalmasına ara vermemişti. Böylelikle üzerinde dikildiği zemin ayaklarının altından çekilip alınır umutsuz­luğun.» «Ama zoraki bir neşe, saklanmayıp açığa vurulmuş bir üzüntüden çok daha hazindir.»
«Doğru. Ne var ki, üzüntü bir çıkış yolundan yoksun­dur. Oysa önemli olan tek şey bir çıkış yolu, bir umut ışığıdır. Tehlike dar ve sınırlı an içindedir yalnızca. An’ın gerisinde uçurum bekler. Uçurum bir kez aşıl­maya görsün, her şey bir başka görünüm kazanır. Önemli olan yalnızca an’dır. Yaşamı belirleyen odur.»

*
Kafka’yla Baudelaire üzerinde söyleşiyorduk.
«Şiir hastalıktır», dedi Kafka. «Ateşin düşürülmesiyle de sağlığına kavuşmuş sayılmaz insan. Tersine! Kor halindeki ateş temizler ve ışıldar.»

*
Kafka’ya Maksim Gorki’nin Leo Nikolayeviç Tolstoy’a İlişkin Anıları’nın Çekçe bir çevirisini verdim. Kafka şöyle dedi:
«Gorki’nin bir kişi üzerinde yargıya varmadan o kişinin karakterini çizmedeki ustalığı insa­nı duygulandırıyor. Bir fırsatla onun Lenin’e ilişkin notlarını okumayı çok isterdim.»
«Gorki Lenin’le ilgili anılar mı yayınladı?»
«Hayır, henüz böyle bir şey yapmış değil. Ama bana kalırsa, günün birinde Lenin’e ilişkin anılar yayınlaya­cağı kuşkusuz. Lenin’in dostuydu Gorki; her şeyi yal­nızca kalemiyle gören ve yaşayan biridir. Tolstoy’a ilişkin anılarından anlaşılıyor bu. Kalem bir yazarın elinde bir araç değil, onun organlarından biridir.

12 Eylül 2011 Pazartesi

Kafka İle Söyleşiler / Gustav Janouch


1920 yılı Mart ayının sonuna doğruydu, bir akşam ye­mekte oturuyorduk, babam ertesi gün öğleden önce bürosuna uğramamı söyledi.
«Okulu sık sık asıp kitaplığa gittiğini biliyorum», dedi. «Yarın bana geleceksin.Gelirken efendi gibi giyin­meyi de unutma. Seninle birini görmeye gideceğiz.» 
Ben: «Kim bu görmeye gideceğimiz?» diye sordum. Merakım babamı eğlendirmişe benziyordu. Ama bir açıklamada da bulunmadı.
«Sorma», diye yanıtladı. «Merakını yen, bir sürpriz ol­sun senin için.»
Ertesi gün babama yollandım, öğleden az önceydi. İşçi-Kaza Sigortası’nın üçüncü katındaki bürosuna girdiğimi görünce beni tepeden tırnağa bir iyice süzdü, masasındaki gözlerden ortadakini açıp yeşil bir dosya çıkardı, üzerinde süslü bir yazıyla Gustav ismi oku­nuyordu. Dosyayı önüne koyup uzun uzun bana baktı. Bir süre sonra:
«Ne dikiliyorsun öyle? Otursana!» de­di.
Yüzümdeki sabırsız ifadeyi görünce babamın gözkapakları muziplik taşan bir ifadeyle hafifçecik kısıl­mıştı.
«Korkman gereksiz, seni paylayıp azarlayacak değilim», diye söze başladı dostça. «Seninle bir arka­daş gibi konuşacağım. Baban olduğumu unut, kulak ver şimdi söylediklerime. Sen şiir yazıyorsun.» Bunu söylerken sanki önüme bir fatura çıkarıp koyacakmış gibi beni süzdü. Ben kekeleyerek: «Nereden biliyor­sun?» diye sordum.
«Nasıl öğrendin?»
«Basit», diye yanıtladı babam. «Her ayın sonunda ge­len elektrik faturasına bakıyorum, yüklü mü yüklü. Evde nasıl bu kadar çok elektrik harcanıyor, bir araştı­rayım dedim. Gördüm ki senin odanda gece geç vakit­lere kadar ışık yanıyor. Acaba ne yapıyor bu çocuk böyle diye merak edip izledim seni. Baktım habire bir şeyler yazıyor, sonra yazdıklarını yırtıp atıyor ya da utanıp sıkılmış gibi piyanonun içine saklıyorsun. Bir gün öğleden önce sen okuldayken, hele bir göz atayım şunlara dedim.
«Ne oldu sonra?»
 Yutkundum.
«Ne olacak» dedi babam. Elime siyah bir defter geçti, üzerinde Yaşantılar Kitabı yazıyordu. İlgimi çekti, ama bunun senin günlük olduğunu anlayınca yine bıraktım elimden. Ruhunu yağmalamak istemedim.»
«Ama şiirleri okudun.»
«Evet, okudum. Koyu renk bir dosyanın içindeydi hepsi, dosyanın üzerinde de Güzellikler Kitabı yazıyor­du. Çoğunu anlamadım. Bazısını da aptalca bulduğu­mu belirtmeliyim.»
«Peki, niçin okudun şiirlerimi?»
On yedisindeydim o zamanlar, en ufak şeyden guru­rum fena halde inciniyordu.
«Neden okumayacakmışım?» diye yanıtladı babam. «Sanatsal çalışmalarından niçin haberim olmasın? Şiir­lerinden birkaçı hoşuma bile gitti. Uzman bir kişinin bu konuda ne diyeceğini merak ettim. Onun için ste­noyla kopya ettim şiirleri, burada da daktiloyla yeni­den yazdım.»
«Hangilerini?»
«Hepsini», diye yanıtladı babam. «Yalnızca kendi an­ladıklarına değer veren biri değilim ben. Amacım ken­di beğenimin değil, senin çalışmalarının değeri konu­sunda bir fikir edinmekti. Dolayısıyla, bütün şiirlerini kopya edip görüşünü almak üzere Dr. Kafka’ya ver­dim.»
«Kimdir bu Dr. Kafka? Şimdiye kadar kendisinden hiç söz etmedin.»
«Max Brod’un yakın bir dostu», diye açıkladı babam. 
«Max Brod, Tycho Brahe’nin Tanrı Yolu isimli kitabını ona ithaf etti.»
«Değişim'in yazarı yani», diye haykırdım ben. «Harika bir öykü! Demek kendisini tanıyorsun?»
Babam, başını sallayarak onayladı sorumu.
«Bizim hukuk servisinde çalışıyor.»
«Peki, ne dedi şiirler için?»
«Övdü. Ben bunu öylesine yapıyor sandım. Ama sonra seninle tanışmak istediğini belirtti. Ben de senin bu­gün büroya geleceğini söyledim.» «Demek görmeye gideceğimiz kimse bu.» «İyi bildin, şair bozuntusu!» Bunun üzerine babam beni alıp ikinci kata indirdi. İyi döşenmiş oldukça geniş bir bürodan içeri girdik.
Yan yana duran iki masanın birinde ince, uzun boylu biri oturuyordu. Arkaya taranmış siyah saçları, kemer bir burnu, dikkati çekecek kadar dar bir alın altında olağanüstü gri mavi gözleri ve acımsı-tatlı gülümseyen dudakları vardı.
Selam yerine: «Bu seninki olacak galiba», dedi.
Babam da: «Evet, o», diye yanıtladı.
Dr. Kafka toka için elini uzattı.
«Benden utanıp sıkılmanız için neden yok. Ken­dim de elektrik için kabarık faturalar ödeyen bi­riyim.»
Dr. Kafka güldü, o gülünce benim de sıkılganlığım git­ti üzerimden.
«Demek o esrarengiz böcek Samsa’nın yazarı bu», de­dim kendi kendime; karşımda normal, nazik bir adam görmek beni adeta düş kırıklığına uğratmıştı.
Babam bizi yalnız bırakarak odadan çıkıp gitti derken. «Şiirlerinizde henüz çok gürültü var», diyerek söze başladı Kafka. «Bu da gençliğin bir belirtisi; yaşam­sal güçlerin bolluğunu gösteriyor. Diyeceğim, gürül­tünün kendisi güzel, ama sanatla bir ilişkisi yok. Hat­ta tersine, üslubu olumsuz yönde etkiliyor. Ne var ki, eleştirmen değilim ben. Öyle çarçabuk bir başka kimliğe bürünüp sonra yine kendime dönemem ve ge­reken uzaklığı tam olarak belirleyemem. Dediğim gibi, eleştirmen değilim. Yalnızca yargılanan biriyim ve bir seyirciyim.»
«Peki yargıç kim?» diye sordum ben.
Kafka, ne diyeceğini şaşırmış, gülümsedi.
«Gerçi aynı zamanda mahkemede mübaşir de sayı­lırım, ama yargıçları tanımam. Kim bilir, belki de pek sıradan bir mübaşir yardımcısıyım. Yani kesin­likle şuyum ya da buyum diyemem.» Kafka güldü. Söy­lediklerini anlamadımsa da ben de katıldım gül­meye.
«Kesin bir şey varsa, o da acıdır», dedi Kafka ciddi bir edayla. «Ne zamanları yazıyorsunuz?»
Hiç beklemediğim bir soruydu bu, dolayısıyla hemen yanıtladım: «Akşamları, geceleyin. Gündüz pek sey­rek. Gündüzleri pek başaramıyorum yazmayı.»
«Büyük bir büyü saklıdır gündüzlerde.»
«Gündüzün ışık beni rahatsız ediyor; fabrika, karşıdaki evler, pencereler sonra. Ama en çok ışıktan rahatsız oluyorum. Işık dikkatimi dağıtıyor.»
«Belki de dikkatin içteki karanlık üzerinde yoğunlaştı­rılmasını önlüyor. Işığın insanı yenilgiye uğratması iyi­dir. O dehşet verici uykusuz geceler olmasaydı, ben hiçbir şey yazamazdım. Ama işte bu geceler karanlık hücre hapsimin dönüp dolaşıp bilincine varmamı sa­ğlıyor.»
’Bu adamın kendisi Değişim'deki o zavallı böceğe benzemiyor mu?’ diye kafamdan bir düşünce geçti an­sızın
O anda kapının açılıp babamın içeri girmesine sevin­dim.
Siyah ve gür kaşlarının altında gri renkte iri gözleri var Kafka’nın. Esmer yüzü büyük bir devingenlik içinde. Kafka yüzüyle konuşuyor.
Söylemek istediği sözün yerine yüz kaslarının bir devi­nimini geçirebilecek oldu mu, hemen yapıyor bunu. Bir gülümseme, kaşların bir çatılışı, dar alında beliren kırışıklıklar, dudakların sarkıtılması ya da sivriltilmesi -bütün bunlar konuşulacak cümlelerin yerini tutan de­vinimleri oluşturmakta.
Kafka jestleri seviyor, dolayısıyla tutumlu kullanıyor onları. Kafka’nın jestleri ağızdan çıkan sözcüklerin konuşmaya eşlik eden yinelenişleri değil, adeta de­vinimlerde sürdürülen bağımsız bir konuşmanın söz­cükleridir, bir anlaşma aracıdır, yani asla pasif bir refleks değil, belli bir amaca yönelik dışavurumlar­dır.
Ellerin kavuşturulması, el ayalarının masadaki yazı alt­lığının üzerine bütün genişliğiyle konuluşu, sandalyede vücudun belden yukarısıyla rahat, ama yine de gergin bir durumda arkaya yaslanışı, omuzlar kaldırılarak başın öne eğilişi, ellerin kalbe bastırılışı, bütün bunlar Kafka’nın tutumlu kullandığı dışavurumsal araçların ancak ufak bir bölümü; bağışlanma dileyen bir gülüm­seme söz konusu jestlere eşlik ediyor, bu gülümse­meyle adeta şöyle söylemek istiyor Kafka: ‘Yalan değil, bir oyun oynadığımı itiraf ediyorum. Ama uma­rım oyunum hoşunuza gidiyordur. Ve sonra - sonra böyle yapmamın tek nedeni, pek kısa bir süre bana anlayış göstermenizi sağlamaktır.’
«Dr. Kafka seni pek seviyor», dedim babama. «Nere­den tanışıyorsunuz peki?»
«Daireden», diye yanıtladı babam. «Kartoteklerin sak­lanacağı dolaplarla ilgili olarak bir taslak yapmıştım, bu taslak bizi daha çok yaklaştırdı birbirimize. Hazırla­dığım modeli Kafka çok beğendi. Derken konuşmaya başladık. Kafka, ikindi üzeri dareden çıktıktan sonra Karolinenthal’da Podebrad Sokağı’ndaki Kornhâuscr’e giderek marangozluk dersi aldığını itiraf etti. O günden bu yana sık sık bir araya gelip kişisel sorunlar üzerinde sohbet ettik. Sonra da işte kendisine senin şiirlerini verdim. Böylece yakın bir tanışıklık kuruldu aramızda.»
«Neden dostluk değil?»
Babam başını salladı.
«Dostluk için fazla çekingen ve içine kapanık biri.» Katka’yı bir dahaki görmeye gidişimde sordum:
«Karolinenthal’daki marangoza hâlâ gidiyor musunuz?
«Siz nereden biliyorsunuz bunu?»
«Babam söyledi.»
«Hayır, çoktandır uğradığım yok. Sağlık durumum izin vermiyor artık. Majesteleri sağlık durumum!» «Anlıyorum. Atelyenin tozlu havasında çalışmak hoş bir şey olmasa gerek.»
«Yanılıyorsunuz. Atelyede çalışmayı seviyorum ben. Rendelenen tahtanın kokusu, bıçkıların türküsü, çekiç vuruşları beni hep büyülemiştir. Öğle sonrasının nasıl geçtiğini bilmez, birden akşam olduğunu görünce şaşıp kalırdım.»
«Atelyedeki çalışma herhalde yoruyordu sizi.» «Yoruyordu evet, ama mutlu kılıyordu aynı zamanda. Böyle temiz, böyle elle tutulup gözle görülür ve genellikle yararlı bir işten daha güzel şey yoktur. Ma­rangozluktan önce de tarım ve bahçe işinde ça­lışmıştım. Hepsi de bürodaki bir angarya işten çok da­ha güzel ve değerli uğraşlardı. Büroda güya daha yüce, daha üstün biridir insan; ama sadece bir görünüş bu.
Gerçekten her zamankindan daha yalnız, dolayısıyla daha mutsuzdur, o kadar. Kafayla çalışması toplumdan koparıp alıyor kişiyi. Elle çalışmak ise onu insanlara yaklaştırıyor. Ne yazık ki atelyede ya da bahçe işle­rinde çalışamıyorum artık.»
«Buradaki işinizden ayrılmak istemezdiniz sanı­rım?»
«Neden olmasın? Bir tarım işçisi ya da bir zanaatkâr olarak Filistin’e gitmeyi düşleyip durmuşumdur hep.
«Her şeyi burada bırakıp gidecek miydiniz?»
«Her şeyi. Yeter ki güvenlik ve güzellik içinde an­lamlı bir yaşama kavuşayım. Şair Adler’i tanır mısı­nız?»
«Yalnızca Sihirli Flüt isimli kitabını biliyorum.» «Prag’da yaşar kendisi. Karısı ve çocuklarıyla.»
«Ne iş yapar?»
«İşi falan yoktur, misyonu vardır sadece. Karısı ve çocuklarıyla bir dostundan ötekisine dolaşıp durur. Özgür bir insan ve şairdir. Onun yaşındayken hayatımı böyle büro işinde harcayıp tükettiğim için yanar duru­rum hep.»
1921 Mayısında bir sone yazmıştım ve Ludwig Winder de onu Bohemia'nın pazar ekinde yayınla­mıştı.
Bu soneyle ilgili olarak şöyle dedi Kafka: «Siz şairi ayakları yere basarken başı bulutların içinde gözden kaybolan olağanüstü bir insan gibi tanımlıyorsunuz. Küçük kentsoyluların tasarım geleneğinde kuşkusuz pek alışılmış bir tablo bu. Sadece içteki gizli saklı is­teklerden kaynaklanan bir hayal; gerçekle bağdaşan bir yanı yok. Gerçekte şair toplumdaki sıradan insan­lardan  çok daha küçük ve güçsüzdür. Dolayısıyla, bu yeryüzündeki yaşamın zahmet ve meşakkatini herkes­ten daha yoğun ve güçlü biçimde duyumsar. Ağzından çıkan ezgiler, kendisi için birer çığlıktır yalnız. Sanat sanatçı için bir derttir, yeni bir derde tutulmak için bu dertten kurtarmaya bakar kendini. Sanatçı bir dev değildir, varlığının kafesine kapatılmış az ya da çok renkli bir kuştur sadece.»
«Siz de mi böylesiniz?» diye sordum ben.
«Ben eşine rastlanmamış bir karga - bir kavka’yım. Teinhofdaki kömürcüde bir tane vardı hani. Görmüş müydünüz?»
«Evet. Dükkânın önünde dolaşıp duruyor.»
«Adaşımın durumu benimkinden daha iyi. Doğru, uç­masın diye kanatları kesilmiş. Ama benim durumumda gerekli değildi bu, çünkü benim kanatlarım zaten kö­relmişti. Bu nedenle yüksekler ve uzaklar diye bir şey yok benim için. İnsanların arasında şaşkın şaşkın sekip duruyorum. Herkes kuşkuyla bana bakıyor. Öyle ya, tehlikeli bir kuşum ben, hırsız bir kuş, bir kargayım. Ama bu yalnız görünürde böyle. Gerçekte parlak nes­neleri algılamamı sağlayacak bir duyudan yoksunun. Onun için değil mi pırıl pırıl siyah tüylerim bile bulun­muyor. Kül gibi gridir rengim. Öyle bir karga ki, taşlar kayalar arasında gözden kaybolmak için can atıyor. Bu söylediklerim yalnızca bir şakadır kuşkusuz, bugün ne berbat durumda olduğumu fark etmeyesiniz diye yapıl­mış bir şaka.»
Kafka’nın çalıştığı büroya kaç kez gittiğimi anımsa­mıyorum artık. Ama bir şey var ki, bugünkü gibi bel­leğimde: Mesai saatinin bitiminden yarım ya da bir saat önce İşçi-Kaza Sigortası’nın ikinci katındaki bü­rosunun kapısını açtığım zaman gözüme çarpan Kafka’nın vücut konumu.
Masasının başında, başını arkaya atmış, ayaklarını uzatmış, elleri gevşecik masanın üzerinde, oturuyor olurdu Kâfka. Filla’nın Dostoyevski'nin Okuyucusu is­mindeki tablosunun Kafka’nın vücut konumunu biraz yansıttığı söylenebilir. Filla’nın tablosundaki okuyu­cuyla Kafka’nın vücut konumu arasında hayli benzer­lik vardı. Ama salt dışsal bir benzerlikti bu. Biçimsel benzerliğin gerisinde içsel bakımdan büyük bir farklı­lık saklıydı.
Filla’nın tablosundaki okuyucunun üzerine çullanıp onu altına alan bir şey vardı, oysa Kafka’nın vücut po­zisyonunda istemli, dolayısıyla zafer havası taşıyan bir teslimiyet kendini açığa vuruyordu. İnce dudaklar hafif bir gülümsemeyi çevreliyor, gülümseme Kafka’nın kendine özgü neşesinin belirtisi olmaktan çok, uzak ve yabancı bir sevincin duygulandırıcı bir yansımasını oluşturuyordu. Gözler ise hep biraz alttan bakıyordu insana. Kafka’nın vücut konumumda öyle bir tuhaflık vardı ki, adeta ince ve uzun boylu oluşunu adeta bu yoldan bağışlatmayı amaçlıyordu. Bütün halinde öyle bir ifade okunuyordu ki, sanki «Bendeniz pek, ama pek önemsiz biriyim. Görmeden geçerseniz, hayli se­vindirirsiniz beni», demek ister gibiydi.
Cılız ve buğulu bir bariton sesle konuşuyordu Kafka; sesi öylesine melodikti ki, hayran kalmamak elde değildi; oysa güç ve incelik bakımından orta çizgiyi as­la geçmeyen bir sesti. Ses, jest ve bakış, tümünden de anlamanın ve iyi yürekliliğin dinginliği yansımaktay­dı.
Çekçe ve Almanca konuşuyordu Kafka. Ama da­ha çok Almanca. Almancası, Çeklerin Almancasının belirleyici özelliği olan aksana benzer sert bir aksam içeriyordu. Ama uzaktan ve kesinlikten uzak bir benzeyişti bu. Gerçekte bambaşka bir aksan­dı.
Çeklerin konuştuğu Almanca’nın aksanı kulak tırmalıyıcıdır, konuşma adeta dilim dilim kıyılmış izlenimi uyandırır. Oysa Kafka’nın Almanca’sında böyle bir iz­lenim asla edinmedim. Kafka’nın Almancası içteki ge­rilim dolayısıyla insanda kaba bir izlenim bırakıyordu. Kafka’nın konuşmasındaki kabalık, onun ölçülü biçili ve özenli konuşma isteğinden kaynaklanmaktaydı. Ya­ni edilgen grup özelliklerinin değil, etken kişisel özel­liklerin bir ürünüydü.
Konuştuğu dil de tıpkı ellerine benziyordu. İri ve güçlü elleri, geniş el ayaları, ince ve uzun zarif par­makları vardı Kafka’nın. Tırnaklar yassı ve kürek biçi­mindeydi; boğumları ve eklem yerleriyle belirgin öne çıkıyor, beri yandan enikonu bir zarifliği sergiliyor­du.
Kafka’nın sesini, gülümsemesini ve ellerini ne zaman anımsasam, hep babamın bir sözü gelir aklıma.
Babam şöyle demişti bir gün: «Ürkek bir incelikle bir­leşmiş bir güç; bütün ufak şeyleri alabildiğine güç sayan bir güç.»