Arno Gruen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arno Gruen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2015 Pazartesi

Uzlaşma, İsyan ve Şiddet / Arno Gruen


İnsanın kendi iç yaşamını hiçe sayarak kurumsallaşmış değerlere ve biçimlere uzlaşması, gündelik şiddetin tükenmez kaynağıdır  Başarı, denetim ve hâkimiyet olarak tanımlandıkça ve yine kendilik değerini başarı tanımladıkça toplumsal ya­pının bütün farkları oldukça anlamsızlaşır: Kendilik her ha­lükârda güdük kalır. Politik ideolojilerdeki bir değişme, ne kendiliğin sakatlanmasında, ne de buradan doğan şiddette bir şeyi değiştirir.
Karl Marx, üretim araçlarının el değiştirmesiyle insanın özgürleşeceğine ve yenileneceğine inanıyordu. Marx, Fried­rich Engels’le birlikte kapitalizmin hırsı ve mülkiyeti besle­yen yapısını mükemmel ayrıntılar üzerinden çözümledi. An­cak güçsüzlüğün insanın aşması gereken bir zayıflık oldu­ğundan yola çıktı ve şeylerin ele geçirilmesini -doğa da da­hil olmak üzere— insanın en üstün amacı ilan etti. Ancak böylece, güce yönelik kendilik ideolojisinin yanı sıra, müca­dele etmek istediği toplumsal hastalığı da ölümsüzleştirdi, ik­tidar savaşlarına yeni bir yön verdi, ama nedenlerini değiştir­medi. Daha da kötüsü: insanın olanaklarını -ahlak da dahil olmak üzere- sadece ekonomik bakış açısıyla ele alarak ve başka bir şeye izin vermeyerek iktidar arayışının gerçek kö­kenlerinin görülmesinin yolunu tıkadı.
Ama çaresizlik, iktidarı ele geçirerek ve hükmederek or­tadan kaldırılamaz. Bu yolda giden her kuram, birey olarak insana ve gelişimine şiddet uygular. Gerçi sol görüşlü toplum kuramı, insanı tarihsel süreci içinde açıklama iddiasındadır. Ama bunu, iktidarı sadece iktidar açısından çözümleyerek bireyi gözden çıkarma pahasına yapar. Bu bir yinelemecilik gibi gelebilir, ama bu kuranı, insanın sadece ekonomik güç­lerin iktidarı tarafından belirlendiğine inandığı için belirleyi­ci nokta da buradadır. Rus sosyalizminin eski önde gelen ku­ramcılarından ve propagandacılarından Georg Plechanow, ta­rihsel süreçler üzerine yaptığı araştırmada bireyin rolünü ta­nımladığına inanır, ama aslında bireyin tarihin devamında oynadığı rolü inkâr eder: “insan doğası bugün artık tarihsel ilerlemenin tek ve en kapsayıcı nedeni olarak görülemez: in­san doğası değişmezse tarihin değişimlerle dolu akışını açıklayamaz; ama kendini dönüştürebilir. Bu durumda da bunu sağlayan tarihsel ilerlemenin kendisidir.”
Ama insanın iç dünyasının tarihsel gelişim açısından öne­mini inkâr eden sadece Marksist kuram değildir. Russell Jacoby, iyice yaygınlaşan bellek kaybına insanın iç yaşamında­ki önemi açısından işaret etmiştir. Marksistler en azından tarihsel çözümleme için çaba gösterirken, diğer kuramcıların çoğu insanı tarihsel gelişimi açısından kavramakta bile bir anlam bulamamıştır. Louis Althusser gibi bir Marksist bile ta­rihin araştırılmasının sadece bilimsel olarak değil, politik ola­rak da yararsız olduğunu açıklamıştır. İngiliz sosyalist Ed­ward P. Thompson bu konuda, Althusser’in tarihi reddetme­sinin onu deneyime yaklaşmakta yetersiz kıldığını ifade et­miştir. Ancak insan her zaman tarihsel olan deneyime da­yanamazsa kuramı dayanak noktalarını yitirir.
İktidar ideolojisinin geçerli olduğu yerde kendilik, kendi iç çekirdeğinden ve bununla birlikte de bu ideolojinin ken­dine özgü renginden ve üretim araçlarının buna uygun ör­gütlenmesinden tamamen bağımsız olarak tarihsel deneyi­min köklerinden kopar. Bunun sonucunda ortaya çıkan yı­kıcılık, ifadesini ya uzlaşmacılıkta ya da isyanda bulacaktır.
Görsel:Francis Bacon

9 Şubat 2013 Cumartesi

Onaylanmamaya Karşı Hayatta Kalma Stratejileri / Arno Gruen

 Korku korunmuşluk duygusuna dönüşürse

Eğer bir çocuk aslında kendisini koruması gereken bir ye­tişkin tarafından ruhsal ve/veya bedensel olarak ezilir, sı­ğınacak başka kimse de bulamazsa sınırsız bir korkuya ka­pılır. Çocuk bu muazzam ve felç edici korkudan kurtul­mak için ya ölmek ister -bazı çocuklar bunu yapar da (Gruen, 1993), ya bir psikoz geliştirir (Gruen ve Prekop, 1986) ya da olağandışı bir hayatta kalma stratejisi izler. Ço­cuk bu korkudan ve buna bağlı olan acıdan uzaklaşabil­mek için kendisini ezeni, tacizcisini idealleştirmeye ve öz­deşleşme nesnesi haline getirmeye başlar.
Bu süreci, annesi ne yapacağı kestirilemeyen bir kadın olan hastamın anlattıklarında canlandırabiliriz. Bir kere­sinde elindeki bıçağı kızına fırlattığı bile olmuş. Hastam bir seansta bu olaydan ve benzeri durumlardan söz ettik­ten sonra bir dahaki seansta şunları söyledi: "Son seanstan çıktıktan sonra anneme müthiş bir özlem duydum. Ama aynı zamanda da kendimi bir boşluğun içinde hissettim. Omuzlarım kasılmıştı. Aniden içimden annemi çağırdım. Sanki canlı olan her şeyi benden kopartan kara bir enerji alanı içindeydim. Bu annemle ilişkili bir şeydi. Ama aynı zamanda da onun yanında olsam başıma hiçbir şey gelme­yeceği duygusunu hissediyordum. İçimden ona seslendik­ten sonra kendimi tekrar o kara boşluğun içinde hissettim ve bu bana bir parça korunmuşluk duygusu verdi."
Hastam o ağır dehşetin korunmuşluğa döndüğü anı tekrar yaşamış. Çaresizlik ve terk edilme duygusu katla­nılmaz hale geldiğinde, bir çocuğun duyduğu korku tersi­ne, yani korunmuşluk duygusuna dönebilir.
Sandor Ferenczi korkunun korunmuşluk duygusuna dönüşmesini 1932 yılında tanımlamış ve bu sürecin, yetiş­kinlerin, çocuklarının kendilerine olan bağımlılığını kendi­lik değerlerini yükseltmek için istismar etmelerine izin ve­ren bir toplumsal çevrede köklendiğini göstermişti. "Ço­cuklar kendilerini bedensel ve ruhsal olarak çaresiz hisse­diyorlar, kişilikleri daha düşünce düzeyinde bile protesto edecek kadar sağlamlaşmamış oluyor, yetişkinlerin ezici gücü ve otoritesi onları dilsizleştiriyor, hatta çoğunlukla zihinlerini köreltiyor. Ancak aynı korku doruk noktasına ulaştığında çocuğu otomatik olarak saldırganın iradesine boyun eğmeye, onun bütün isteklerini tahmin etmeye ve yerine getirmeye, kendini tamamen unutmaya ve saldır­ganla tümüyle özdeşleşmeye zorluyor," (1984).
Bu özdeşleşme kurbanın suçluyla ittifakına yol açıyor. Suçlu kurbanın gözünde korunmuşluk duygusu vaat edi­yor. Böylelikle kurban, duyduğu acıyı zayıflık olarak red­dediyor, ancak bunu kendisinden başka bir kurbanda tanı­dığında onu düşman olarak algılıyor. Yani düşman imge­si, saldırganı idealleştirmeye ve onunla özdeşleşmeye da­yalı kişilik yapımızı ayakta tutmamıza yardımcı olduğu için düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu şekilde oluşmuş bir kimliğin var olabilmek için düşmanlara ihtiyacı vardır; düşmanlar olmadan varlığını sürdüremez.
Eğer bir çocuk bu hayatta kalma stratejisini izleyemezse hastalanır veya apatiye düşer. Saldırganlığını dışa yöneltemeyip sadece kendisine çevirebildiği için depresyon ve dış dünyayla her türlü ilişkide donukluk ortaya çıkar. Françoise Dolto (1989) bu konuda şunları yazıyor: "Böyle­likle otizmdekine benzer bir durum oluşuyor. Bu, çocuğun özdeşleşmesine dair bir yüke reaktif uyum süreci, bebeğin annesiyle olan duyumsal, sembolik ilişkisini yitirmesine yol açan veya duygusal yapılanmasını engelleyen travmatize edici bir durum. Bu durum genelde bebeğin dört ila on aylık olduğu dönemde görülüyor." Deneyimli bir çocuk terapisti olan Dolto böylelikle, bir insanın yaşamında te­rörden kaçış yollarının ne kadar erken belirlendiğini de onaylamış oluyor.


Saldırganlık kendiliğe yönelirse

Korkudan bir başka olası "çıkış yolu" da ölüme doğru yö­neliyor. 1988 yılında ani çocuk ölümleri üzerine yaptığım araştırmamda (1993a) bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuştum. Joachim Stork (1994) altı aylık bir bebekte böyle bir ölüm kalım mücadelesini tespit etmişti; çocuk so­nunda hayatta kaldı. Ama beş ay boyunca bebeğin hayatta kalmasını sağlayan şey sadece, bir monitöre bağlı alarm düzeneğinin bebeğin soluğu veya kalp atışları durmaya peylettiğinde bunu haber vermesiydi. Stork'un gözlemleri öylesine aydınlatıcı ki, burada kısaca değinmek istiyorum.
Caesare, nefes darlığı ve vücudun karbondioksiti bırak­maması nedeniyle bir gözlem monitörüne (EKG soluk mo­nitörü) bağlandığında iki haftalıktı. Evde geçirdiği ikinci ve üçüncü aylar sırasında sekiz kez soluksuz kalma ve kalp atışı yavaşlaması krizi yaşadı. Çocuk üç ay üç gün­lükken temel bir muayeneden geçirildi ve herhangi bir or­ganik bulgu saptanamadı. Bebek altı aylık olduğunda Stork psikoterapiye başlayıncaya kadar on iki kriz daha geçirdi. Şimdi Stork'un baba, anne ve bebekle yaptığı ilk seansla ilgili izlenimlerine bakalım.
Anne, oğlunun geçirdiği krizlerin kendisi için ne kadar korkunç olduğundan; hastanede oğluna baktığında hisset­tiği yabancılık, dehşet ve isteksizlikten söz ediyor ve sonra şunları söylüyor: "Sarışın ve mavi gözlü bir oğlum olması­nı o kadar istemiştim ki. Annem de her zaman oğlanların çoğunlukla anneye çektiğini söylerdi." "Annenin çocuğu­nu dizlerinin üzerine oturtarak bana takdim ediş tarzına çok uyan dehşet verici bir açıklamaydı dinlediğim," diye yazıyor Stork, "çocuğu dizinin tam ucunda tutuyor ve sır­tını kendisine yaslayabilmesine imkân vermeden eğreti bir şekilde sadece sol eliyle kavrıyordu. Sonra şunları söyledi: 'Görüyor musunuz, dizlerimin üzerinde oturan bu çocuk benim istediğim ve bana vaat edilen çocuk değil.'
Stork şöyle devam ediyor: "Bebekle ilgilenmek için an­nenin sözünü kestim. Çocuğun korku dolu, tereddütlü ba­kışlarının bir an babaya kaydığını hissettim. Bebeğe, aşağı doğru bükülmüş ağzıyla bana korku dolu ve aynı zaman­da korkutucu bir Çinli şeytan gibi göründüğünü söyledim.

Aynı zamanda annesinin kucağındaki eğreti duruşuna ve her an düşebileceğine değindim. Sonra ona korkuyla ba­kan gözlerinden ve annesinin farklı hayal etmiş olduğu koyu renk saçlarından ve arzu etmiş olduğundan farklı ol­masının annesini hayal kırıklığına uğrattığından söz ettim. Bunun üzerine anne tasavvurlarından ve korkularından söz etti: 'Nasıl uyuduğunu görünce onu tabutun içinde gö­rür gibi oldum ve ona tabutun içinde güzel görüneceğini söyledim.'"
Yaşanmış duygulara dair gerçeklerden söz edilen bu ilk seanstan sonra Caesare'nin gösterdiği belirtiler değişti. Uyku bozukluğu düzeldi, apne ve bradikardi krizleri -toplam otuz iki seansın on üçüncüsünden sonra geçirdiği bir tane dışında- bitti. On üçüncü seanstan sonra iki alarm sinyali daha geldi, ama bu kez soluğu kesilmedi. Caesa­re'nin tekrar cihaza bağlanması gerekmedi. Profesör Stork, paskalya tatili nedeniyle iki seansı iptal edince anne korku ve öfkeyle tepki göstermişti. Kendisini yalnız bırakılmış hissetmişti. Bunun üzerine Stork, anneye Ceasare'nin onun korkularıyla ne kadar derinden özdeşleştiğini anlat­maya çalıştı. Anne onu şaşırtarak, oğluyla bütünleşme ge­rekliliği duyduğunu ve böyle bir bütünlük sağlamak için de olağanüstü çaba gösterdiğini söyledi. Bunu ifade etmek annenin kendisini korkuttu, çünkü ani bir yüzleşme yaşa­mıştı, ama şimdi bağlantıları daha iyi anlayabildiği için ay­nı zamanda rahatlamıştı da.
Otuzuncu seanstan sonra monitör kapatıldı. Caesare on dört buçuk aylık olmuştu. Soluk alma kapasitesi daha ilk haftalarda yüzde elli düzelmişti ve artık ölüme mahkûm değildi.
Caesare'nin hikâyesinde, bir çocuğun duygularının ve algılayışlarının, sınırlarının zedelenmesi anlamına gelen dikkate alınmayışının varlığının inkârıyla aynı anlama geldiği görülüyor. Bu, sadece çocuğun kendiliğini geri pla­na itmekle kalmıyor, aynı zamanda da çocukta sınırlarının ihlaline karşı gelişen saldırganca tepkileri de boğuyor. Bu vakada saldırganlık içe dönmüş durumda. İlk terapi sean­sında aile içinde kanıtlanabilir bir rahatlama sağlanıyor, bu nedenle de Caesare, öfkesini ilk kez dışa yöneltebiliyor. Stork, annenin ikinci seansın başında şunları anlattığını aktarıyor: "(...) Caesare dün çok itici bir şekilde ağlamaya başladı, her zamanki gibi göz yaşlarıyla değil, güçlü bir öf­keyle. Şimdiye kadar onda böyle bir şeyi hiç görmemiştim. (...) Gece de uykusunda her zamanki gibi yakınarak ağla­madı, sadece birkaç kez korkarak uyandı, ama yine sakinleşti." Çocuğun saldırgan duygularını açıkça ifade edebil­mesi, annesinin de onun varlığını kabul etmeye başlaması­nı sağladı. Anne gözünde oğlunun daha "büyük" ve daha "önemli" görünmeye başladığını söyledi.

Onaylanmamaya karşı hayatta kalma stratejileri

Saldırganın idealleştirilmesi ve onunla özdeşleşme, çare­sizlikten, umutsuzluktan ve onaylanmamanın yarattığı dehşetten kaçmak için bir stratejidir. Ölmek istemek ve uç bir durum olarak ölüm başka bir şeydir. Amerikalı nöro­log Walter B. Cannon (1942), "Voodo-ölümü"ne ilişkin çı­ğır açıcı araştırmalarında da ölümü çaresizliğe dayandır­mıştır. İnsanlar ve hayvanlardaki açıklanamayan ölüm olaylarını araştıran Curt Richter (1965) de, zor durumlar­dan ne mücadeleyle ne de kaçarak kurtulabilen Norveç fa­relerinin de kelimenin tam anlamıyla "yaşamlarım gözden çıkarttıklarını" ortaya koydu.
William James (1950), 1905 yılında yayımlanan psikolo­ji klasiğinde, bir insanın varlığının onaylanmamasının var olmamakla aynı anlama geldiğini yazıyor. Böyle bir yaşan­tı uç bir travmayla, sonucunda insanın kendisini algılaya­maz hale geldiği ve felçleştirici bir çaresizliğe düştüğü in­sanlık dışı bir cezalandırmayla karşılaştırılabilir. Çocukla­rın, yaşamlarında merkezi rol oynayan yakın kişiler var­lıklarına karşılık vermediklerinde yaşadıkları da aynen budur. Bunun sonucunda ortaya çıkan umutsuzluk ölüm­cül olabilir.
Dolto (1988), şunları yazıyor: "Takdir görmek, bakışla ve dinleyerek ilişki kurmak besin almaktan daha temel bir ihtiyaçtır ve uykunun bir süre sonra korku verici bir uyku­suzluğa dönüşmesi, dış dünyayla ruhsal ve özsel ilişkiler­den artık umut kesildiğinde ortaya çıkan bir içe kaçışın ifa­desidir. Eğer uzun süre canlandırıcı bir etkileşim oluşmaz­sa, çocuk dış dünyayla ilişki arayışından vazgeçer, kendi­ni ölüme götürebilecek fizyolojik bir uykuya dalar." Ben­zer bir tanımlamayı "Der frühe Abschied"de (Erken Veda, 1993a) ben de yaptım. Ruanda'da benzer şekilde tanımla­nan bebek ölümleri üzücü bir gündelik gerçek. Anne-babalarını aniden kaybeden bebekler, onların duygusal ola­rak uyarıcı rollerini kimse üstlenmeyince karşılık bulma beklentilerinden vazgeçip ölüyorlar. Margaret Ribble, bu hayat verici alışverişin gerekliliğini daha kırklı yıllarda saptamıştı.
M. Lewis'in (1992) raporu da, sonuçlan daha az travmatize edici olmakla birlikte, aynı süreci ortaya koyuyor. Lewis, saldırganından kaçabilmek için suçluluk duygula­rına sığınan üç buçuk yaşındaki Rebecca'nın durumunu anlatıyor. Kendisini suçlu hissetmek, bu küçük kızın çaresizliğiyle başa çıkmak için geliştirdiği bir strateji. Suçluluk duygusu, çocuğun duygusal bakımdan ölümcül bir izolas­yona girmesini önleyip dış dünyayla alışverişini sağladı­ğından hayatta kalmasını mümkün kılıyor. Raporda Re­becca'nın annesinden kızıyla birlikte değil, ona karşı hareket eden duygusuz bir kadın olarak söz ediliyor.
Lewis'in araştırma projesinde Rebecca'nın oynarken gi­derek dağılacak şekilde yapılmış bir bebekle oynaması ge­rekiyor. Önce annesi bebeği Rebecca'ya veriyor. Üç dakika sonra bebeğin bir bacağı düşüyor. Rebecca omuzlarını kı­sıp sandalyesinin üstünde çöküp kaldığı için annesi "Ne oldu?" diye soruyor. Rebecca annesine bakmıyor. Bir süre sonra bebeği ve kopan bacağını tekrar rafa kaldırdıktan sonra rasgele bir yerlere bakarak diğer oyuncakların önün­de kıpırdamadan oturuyor. Deneyi yapanın değerlendir­mesi şöyle: "Kız, kimse bir şey söylemese de bebeği kendi­sinin kırdığını düşünüyor ve çöküntü içinde geri çekiliyor. Annesi ne olduğunu sorduğunda Rebecca cevap vermiyor. Çocuk kendisini suçlu hissetmeye önceden hazır." Annesi­nin kendisine tepki veremeyişinden, ilgi göstermek yerine sadece araştırma sorularıyla yetinişinden doğan boşluğu suçluluk duygusuyla dolduruyor. Bu kız suçluluk duygu­su sayesinde kendisini hayatta tutuyor.
Çaresizlik karşısında başka ve yaygın bir tepkiyi de psikanalist W. V. Silverberg (1947), Rilke'nin "Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke" (Cornet Christoph Rilke'nin Sevme ve Ölüm Biçimi) adlı şiirini yo­rumlayarak gösteriyor. Burada kaçınılmaz çaresizliğin hissedilişi, onu yaratan dünyayı inkâr etmeye ve aynı zaman­da idealleştirerek içselleştirmeye götürüyor. İdealleştirme burada sadece fantezi veya halüsinasyon düzeyinde de ol­sa varoluş garantisi yerine geçiyor.
Rilke'nin şiirinin kahramanı kendini sınırlamak ve ölüm korkusuna bırakmak yerine düşmanla bütünleşiyor. Böylece, düşmanlar etrafını sarmışken, salladıkları kılıçlar üzerinde kıvılcımlanırken, bunları çağıldayan bir çeşme­den üzerine serpilen su olarak görüyor. Silverberg bunu, Rilke'nin şiirinde, bir insanın varoluşunu her şeyi kapsa­yıp dönüştüren bir ruh hali ile onaylamasını canlandırdığı şeklinde yorumluyor. Rilke, insanın kendisine eziyet ve tehdit edenleri tam tersine dönüştürdüğü bu ânı tespit edi­yor. Kurbana düşmanının yanında yer alarak ruhsal ola­rak hayatta kalma şansı vermek için gerçeği tersine çeviri­yor. Şair böylelikle, insanın kendi kurban durumunda olu­şunun ve dolayısıyla kendiliğinin de silinmesini şiirsel bir şekilde ifade ediyor.
Varlığımızın onay bulmayışı ölçüsünde kendiliğimizin kayboluşunu hepimiz bir şekilde yaşamışızdır. Kurban durumuna geçenlerin sayısını, -kurban durumuna girmek bizi genelde utandırdığı için- başkalarının kurban hali yü­zünden kendilerini taciz edilmiş hissedenlerin sayısında görmek mümkündür. Utancımız, bizi kurban durumuna sokanların, kurban durumunda oluşumuzu inkâr etmele­riyle başlar. Bu inkâr, saldırganın tarafına geçişimizin ger­çekleştiği sürecin bir parçasıdır. Bu utanç -ya da Rebecca'nın durumunda olduğu gibi suçluluk- kurban olma du­rumuyla birlikte bilincine varılmadan kuşaktan kuşağa ak­tarılır. Böylece güç, varlığımızın temel ilkesi olarak sürek­li biçimde yerleşikleşir.

Empatinin Yitimi
Resim:Egon Schiele

23 Aralık 2012 Pazar

Sonsöz / Arno Gruen



George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: "Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı: Sefil bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu; düşmanca bir dün­ya içinde hapsolmuşluktan değil, daha çok kuralları benim onlara uymamı gerçekten imkânsız kılan bir iyi ve kötü dün­yası yüzünden." (Such, Such Were The Joys, 1968)
Bu çaresizlik, insanın kendi iç dünyasına yabancılaş­masına neden olur, kişilik gelişiminin "normlara" uy­ması veya başkaldırması önemli değildir. Hemen şekil­ciliğe tutunuruz, bunların toplumsal veya toplum kar­şıtı ideolojilere uyup uymadıkları fark etmez. Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mım devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
Franz Kafka, nafile olan bu tutunmayı çok duyarlı bir biçimde anlatmıştır. Dava adlı romanında, Joseph K. bir bisikletçi kimlik belgesiyle kim olduğunu kanıtla maya çalışır! Kafka'nın kahramanları acı çekmektedir, çünkü sadece görüntüden ibaret olan eksik kimliklere boşuna inanmışlardır. Bütünlüklerini "babacan" ka­nunlarla elde etmeye çalışarak, özlerinin sözde şekilsizliği içinde çözünmekten korunmaktadırlar. Traven' in romanlarındaki kahramanlar ise çok farklıdır. Örneğin Ölü Gemi adlı romanında Koslowski zorla kabul ettiri­len her türlü kimliğe karşı sonuna kadar mücadele et­mektedir.
Başkaldırı ve uyum arasındaki fark esaslıdır. Sadece başkaldırı doğruluğundan şüphe edilmeyen bir kendiliği mümkün kılar, ama insanlarla bütünleşmeye götürmek koşuluyla. Eğer başkaldırı sadece bir şeye karşı koymak amacı taşıyorsa, yani sadece başkaldırmak adına "başkaldırıyorsak, kendi önemimizi azaltmış oluruz. Gerçek bir kendilik için yapılan mücadele bu şekilde suya düşer, böyle bir gelişim kalbi olmayan bir kendilik getirir. Bu yolda karşımıza çıkan asıl tehlike dış tehlike­ler değildir, aynı zamanda yalnızlığın, kaosun ve delili­ğin teröründen duyulan korkudur.
Eğer dışa yönelik başkaldırı içimizde de bir şeyleri değiştiremezse, böyle bir başkaldırının gelişimi uyu­mun gelişimiyle aynı olur. Kendisi de büyük bir asi olan Henry Miller, Rimbaud' nun bir başkaldıran olarak başarısızlığını anlatmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu esere tekrar değinmek istiyorum.
Rimbaud'nun kısa ama ateşli hayatı (en büyük eseri olan Un Saison En Enfer'i on sekizinde bitirmişti) uyum ve duygusuzlaşmaya karşı başkaldıran, "özgürlüğünü ve bilincini geliştirmek için kendisini zorla kabul ettir­dikten sonra fikir değiştirip maddi güvence arayışına giren" bir adamın hikâyesidir. Bu adam "dünyanın ha­rikalarını" incelemek gibi alışılmadık bir istekten yola çıkarak hayatı bütün yönleriyle tecrübe etmek üzere genç bir delikanlıyken, arkadaşlarından ve akrabaların­dan ayrılır. Ama henüz gençken "aklının karışıklığını kutsal" olarak gören bu adam, birdenbire hayatının bu tek meydan okumasından vazgeçer. Doğruluk arayışı durma noktasına gelir, sendeler ve o andan itibaren tam tersi yöne gitmeye başlar. Nefret ettiği düşmanla özdeşleşir.
Miller'e göre Rimbaud, baba evinin çekilmez taşralı havasından kurtulmak için evden kaçar. Sonra ise, terör veya delilik korkusundan kendisini dünyaya hükme­den güçlerin eline teslim ettiğinde altın, silah ve köle ti­careti yapmaya başlar. Miller'a göre "hâzinesini" teslim eder, sanki "omuzundaki yükü buymuş gibi..."
" 'Cehennemdeki gece sırasında', ruhsal vaftizinin kölesi olduğunu anladığında şöyle haykırır: 'Ah, An­ne, Baba, hem benim mutsuzluğuma hem de kendi mutsuzluğunuza neden oldunuz'... Kendini yaşadığı zamana ve doğduğu ülkeye bağlayan her şeyden kopa­rarak şöyle der: 'Kusursuzluğa hazırım.' Belli bir an­lamda öyledir de. Kendi dini törenini hazırlamış, yeni­den içinden doğduğu gecenin karanlığına batmak için korkunç ateş sınavını vermişti. Sanatın ötesinde bir ba­samak olduğunu anlamıştı; panik bir dehşet içinde ve­ya delilik korkusu yüzünden geri çekmek üzere ayağı­nı bu kapının eşiğinden atmıştı... İnsan, kendi gücünün sınırlarına dayanmalı, hangi alanda olursa olsun, kur­tuluşun hasretini çekmek için önce bir köle olduğunu anlamalıdır. Anne ve baba tarafından aşılanan sahte ve olumsuz irade aşılmalıdır, bu irade ancak o zaman olumlu hale gelebilir, kalbimiz ve aklımızla reddedile­bilir. Oğul tahta oturacaksa, baba tahttan indirilmelidir... Baba sert bir terbiyecidir, kanunun ölü harfidir, yasak işaretidir. Biz de sahte bir güç duygusu ve şımarık bir gurur içinde cinnet geçirir ve gemiyi azıya alırız. Sonra da yıkılırız ve aslında bizim olmayan kendilik pes eder. Ama Rimbaud yıkılmadı O babasını tahtından indirmedi, onunla özdeşleşti... Karşı tarafa geçerek nefret ettiği düşmanının yerini aldı... Kimliğini öylesine temelden değiştirdi ki, kendini yolda görse tanıyamazdı. Bu belki de deliliği kandırmak için girişilen son ve umutsuz çabadır, bu şekilde ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor." Hayatının sonlarına doğru "cimri annesinin çiftliğinde acılar içinde sürünerek sonunu beklerken", geçmişteki büyük başarılarını soran bir adama terslenir: "Lütfen bırakın bunları! Bütün bu pisliği arkamda bıraktım." (Mathieu, 1979). Sanki nefret edilen asi kendiliğinin sınırlarından vazgeçmeye çalışır gibi bir hali vardı.
En derin nefretin sığınağına dönüşebilecek yer olan ruhsal sağlık çılgınlığına getirilen böylesine iyi anlayış, aynı zamanda özerkliği olmayan bir kendiliğin esasını da tarif etmektedir. Bir zamanlar ister başkaldırmış, is­ter uzlaşmış olsun, burada en başından beri söz konusu olan boyunduruk altına giren her insanın kendinden duyduğu nefrettir. Bu boyunduruk beraberinde daima kendi gerçeğimizin inkârını da getirir ve ahlâk böyle in­sanların elinde sapkınlaştırılmaktadır. Böyle bir gelişim içindeki insan kendi uyarımlarından korkmaya başlar, böylece Tanrı yerine konan kişiler tarafından onaylan­mak isteği merkeze yerleşir. Bizden bekleneni yaparak kabul görmek, iç huzursuzluğumuzdan kaçma meka­nizması haline gelir. Onaylanmayı, kendiliğimizin amacı haline getirerek, olduğumuz gibi sevilme olana ğından vazgeçmiş oluruz. O andan itibaren böyle bir sevgiye duyulan özlem, kendimizi küçük görmemizin kaynağı haline gelir. Çünkü kendi duyarlılığımız için sevilmek, zayıf biri olduğumuz anlamına gelirdi. Daha önce de defalarca tekrarlanmış olan bu şartlar altındaki bir çocuk, aslında sadece uyumlu olduğunda kendisine sevgi verildiğini öğrenir. Ama, bununla yetinmeyi öğ­renirken, anne ve babasını da içten içe küçük görecek­tir. Kendisi ve sevgi gereksinimiyle baş edebilmek için, samimi sevgiyi hatırlatan her şeyden olduğu gibi ken­dinden de nefret etmek zorundadır. Acımasızlığın asıl kaynağı bu olsa gerek. Neal Ascherson (1983), Jean Moulin'i işkenceyle öldüren, Lyon'un Gestapo şefi Klaus Barbie'nin bir söyleşide şunları söylediğini yazmıştı: "Jean Moulin'i sorgularken, onun ben olduğunu hisset­tim." Bunun anlamı şudur: Moulin'de ne kadar kendi­ni, yani kenara ittiği parçasını gördüyse, kendin­den/ ondan o kadar nefret etmeliydi ve kendini/onu öldürmeliydi.
İnsan bu şekilde insan olmaktan çıkmaktadır. Ken­dilik nefreti onu öyle parçalayabilir ki, durum tam ter­sine dönebilir: Yeni ve aynı şekilde özerk olmayan ben­lik, önceki uysal benlikten bir çırpıda nefret edebilir. Bu süreç, kökleri olmayan bir kimliğin özerk benlik ge­lişiminin, sadece içerideki kaosu örten sözlü soyutla­malar sisteminden oluştuğunu göstermektedir.
Bu tür insanlar, kitabın birinci bölümünde anlatıldı­ğı gibi, acı ve merhametin bir zayıflık olduğu efsanesi­ni uydurmuş ve kabul etmiş olabilir. Ama tam da bu in­sanları acı çekmedikleri için güçlü olarak görürüz! Oy­sa bu "güçlüler" acıya katlanacak güçleri olmadığı için duygularından sıyrılmış insanlardır. Gerçeğin bu ters döngüsünü anlamak çoğu zaman kolay değildir, çünkü "güçlüler" iktidarda olmayı amaç edindikleri için, toplumsal "gerçeği" belirlemektedirler.
Böyle bir "gerçeğin" kurumsallaşması sonucu bir in­san aslında iyi olan, ama "gerçeğin" dayatması sonucu zayıflıkla özdeşleştirdiği tarafından nefret ettiği için bir başkasını öldürecektir. Milovan Djilas'ın otobiyografik anlatılarında (1958), gerçekten güzel ve tatmin edici bir tanışma yaşadığı bir Türk'ü öldüren bir Karadağlı'nın hikâyesi anlatılmaktadır. Burada esiri olduğu şeref ve erkeklik gibi soyut kavramlar adına öfkesini açığa vu­ran bir adam görmekteyiz. Cinayet tam olarak Türk'ün kendini bu beraberlikte güvende hissettiği anda işlenir, Türk'e kendini aynı şekilde yakın hisseden Karadağlı bu hislerinin farkına varır ve "içinde tutamayacağı bir şeyler koptuğundan" onu öldürür.
İşte bu şekilde iktidarda olanlar, iç dünyalarındaki boşluk nedeniyle koskoca ulusları yönlendirebilmekte­dirler. İnsanlar, soyutlamalarla dolu bir batağın içine gittikçe batmaktadır ve bu batak hem ezenleri hem de ezilenleri boğmaktadır. Toplumsal yöntemlerin ipliği­ni pazara çıkaran biri karşısında irkilen bir toplum, "iradesini üyelerine zorla kabul ettirmeye çalışan, öz­gürlük duygusunu çoktan kaybetmiş, mutlakçılık yo­lunda bir toplumdur." Böyle bir toplum uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılmaya çalışacaktır, tıpkı Soljenitsin'in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: "Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız... Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir... Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir. Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır." (Soljenitsin, 1972)
Özerk olamamanın sonuçları hepimiz için korkunç­tur. Özerk olmamak, güç peşinde koşarak içimizdeki kaosu ve ruhsal hastalık tehdidini geri püskürtme hali­dir İç dünyamızı ve daima pusuda yatan iktidarsızlığı kabul etmeyerek, güç hırsının pençesinde kendimizi daha da çok reddederek, içimizdeki boşluktan duydu­ğumuz korkuyu kendi ellerimizle derinleştirerek, aslın­da geriye gücün peşinde koşmaktan başka bir seçenek bırakmıyoruz. Bu şekilde genel iktidar hem hedef, hem de kişisel bütünlüğün desteği haline gelmektedir. Böy­le bir gelişimin dinamiği başka insanlarla gerçek anlaş­mazlıkları asla kabul etmez; uzlaşan insan zayıf insan olarak görülür. Eşitlik yoktur, insan ya hükmeder ya da hükmedilir. Böyle insanların çocukluklarındaki tecrü­beler yaşamlarının ana dersi olmuştur. Artık acı ruhun efendisidir, bu yüzden geçerli olan tek şey güçtür. Da­ha ötesini itiraf edemezler, yoksa acının boyunduruğu altına girdikleri için korkak olduklarını kabullenmek zorunda kalırlar. Ama bize sürekli gerçekçi olarak sunu­lan insanlar bu insanlardır. Oysa varlıkları sadece ölüme adanmıştır, çünkü canlı olan onlar için tehlike demektir. Bu yüzden özgürlüğün beraberinde sınırsız bir ken­dilik onayı getirdiği, yani tehlikeli olduğu düşüncesini desteklerler. Gerçekten de, bu şiddete karşı başkaldıranlar, özgürlüğü sınırsız kendilik onayıyla eş tutarlar! Bu da yine şiddet biçimlerinde kimlik arayanların kor­kularını onaylamaktadır.
Bu "gerçekçilik" insan olmanın asıl düşmanıdır. İn­sanlığımızı korumak için, onu olduğu gibi görmek zo­rundayız: Henry Miller'in Rimbaud vakasında anlattığı gibi, ruh sağlığına kaçış, deliliğin yeni (yoksa çok mu eski?) bir biçimi olarak görmeliyiz. Bize gerçekçilik ola­rak sunulan güç politikaları her geçen gün dünyayı uçuruma daha da yaklaştırmaktadır. Bu eskiden beri böyleydi, ama güçlülerin elinde hiç bu kadar büyük imha araçları olmamıştı. Ne yazık ki eskiden olduğu gibi bugün de bu ölümcül son ve ölümcül amaç, gerçek kis­vesi altında örtbas edilmektedir, iktidarda olanlar hiç­bir çıkar gözetmeksizin bizi korumak istediklerini iddia ederler. Ama Friedrich Nietzsche'nin İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde filozoflar hakkında söylediği gi­bi, "kişisel olmayan hiçbir şey yoktur." Eğer devlet adamları kendiliklerinden uzaklaşmışlarsa, sürekli ya­lanla yaşamak zorunda kalırlar. Bize sundukları hiçbir şey insani yapıda olamaz. Ancak kendimiz tanrılar ara­maktan vazgeçersek bunu anlayabiliriz. Bunun için bi­zi, tanrısal olanı kendi dışımızda aramaya iten korku­lardan sıyrılmalıyız. Eğer bunu başaramazsak başkaldı­rı, yeni kilise için eskisini yıkmakla sınırlı kalır. Henry Miller' ın da dediği gibi, güçler ve etkileri devam eder. Bu şartlar altında ancak zorbalığın yeni şekilleri türeye­bilir.
Gerçek bir kendiliğe dönüşümü mümkün kılan sev­gi ve duygudaşlıktır. Henry Miller bunu şiirsel bir bi­çimde kâğıda dökmüştür: "'Bize öğretilen her şey yan­lıştır', diye itiraz etti Rimbaud gençliğinde. Haklıydı, tamamen haklı. Ama görevimiz içimizdeki doğruyu açığa çıkararak yanlış öğretilerle savaşmaktır... Bütün insanları karşılıklı anlayış yoluyla birleştirmektir... Ve bunun anahtarı da merhamettir..." (1956)
Kendiliğimizi kazandırmaya yarayan bir yöntem ve­ya teknik yoktur. Böyle bir çözüm beklentisi, insanın tıpkı bir makina gibi düğmesine basılınca çalıştığını zanneden bir benliğin düşüncesidir. Zihin özerkliğin anahtarıdır. Sevgi ve duygudaşlığımızı diğer insanlara hissettirirsek, aynı şekilde karşılık görürüz. Özerkliğe giden yollar ne kadar çeşitliyse, birey de bu yolda o ka­dar yalnızdır. Refakat ve arkadaşlar gereklidir, ama se­çeceğimiz yolun sorumluluğu kendimize ait olmalıdır. bu yolda kimse bizi kollamaz; bize engel olan korku ha­yaletlerinin aslında etkisiz olduğunu görmek için ken­diliğimizi uyandırma cesaretini göstermeliyiz.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa, asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşa­mak kaderimizdir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan mutasavvıf ve ilahiyatçı Jakob Böhme şöyle demişti: "Ölmeden önce ölen, öldüğünde çürür." Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.


Kendine İhanet / Çitlembik Yayınları

18 Aralık 2012 Salı

Parmak İzi / Arno Gruen


20. yüzyılın tarihi muazzam bir acının ve bu acının inkarının tarihidir. Sevmenin imkansızlığı da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü sevgi olmadan acı, acı olmadan da sevgi olamaz. Bu ikisi, insan oluşumuzu belirleyen ve mümkün kılan empati yetimiz vasıtasıyla etkileşim içerisinde birbirine bağlıdır. Ben de burada, hala kulak vermek isteyenlere, hala incinebilir olanlara, acılarını bastırmayı henüz alışkanlık haline getirmemiş olan ve bu sayede acıyı taşıyabilenlere sesleniyorum. Umudumuz onlardadır. Kendilerini ve böylelikle dünyayı kurtarabilecek gerçek gücün potansiyeline onlar sahiptir.

Fotoğraf: Carl Mydans

10 Aralık 2012 Pazartesi

Hayranlık / Arno Gruen


    Hayranlık bağımlılığı, yani insanın kendisine hayran olunmasına duyduğu büyük ihtiyaç, o çok özlenen "gü­cü" vaat eder gibi gözükür. Erkek "güçlü" olduğu için etrafındaki insanların ona hayran olmasını ister. Bu hayranlığa da sevgi denir, oysa sadece gerçek sevgiyi boğmaya yarar. Bilinçli olarak amaçlanan çoğunlukla bu olmamakla birlikte, etkisi hep aynıdır.
Başarılarımız ve kahramanlıklarımız için, ki bunla­rın temelinde gerçekten zayıf olabileceğimiz korkusu yatar, sevilmek istediğimizde, aslında hem kendimizi hem de bizi bunlar için "sevenleri" aşağılamış oluruz. Kendi şüphelerimizi örtbas etmek için de daha çok hay­ran olunmak ve sevilmek isteriz. Ama, aslında hepimi­zin istediği gerçek sevgi elimizden kaçmaktadır. Dü­rüstlük ve gerçek duygular gerektirdiği için korktuğu­muz, ama eksikliğini duymadan da edemediğimiz iç­tenlik de öyle. "Erkek" metafiziği yalanında hapsolmuş bazı erkekler, içtenlik ile karşılaştıklarında dahi kendi­lerini bulmayı asla başaramazlar. Böylece kendileri ol­mamaya devam ederler. Bir erkeğe veya bir kadına, al­tında kendini kandırış yatan bir şey için nasıl hayranlık duyulabilir? Bunun arkasında, kendimize itiraf edeme­diğimiz çaresizlik korkusu olduğu sürece, hayranlık duyan kişi kendi çaresizliğini inkâr etmek zorundadır.
Ama bunu yaptığında kendiliğini kaybetmiş olur. Geri­ye belki sadece içlen pazarlık ve islediğini yaptırma ka­lır, ki bunlar da sahteliktir, insan bunlarda ne kadar ba­şarılı olursa olsun, bu davranış sevgiye aykırıdır!
Kadın hastalarımdan biri, hayranlığın bu türü hak­kında fikir edinmemi sağladı. Bir seans sırasında şöyle haykırdı: "Başvurduğum son çare, annemin bir parçası olmak, tıpkı ona benzemekti. Ne kandırmaca! Ona öyle hayrandım ki, o artık beni bulamıyordu. Ben artık yok­tum!" Bu dikkate değer bir tespittir. Kendimizi, kusur­suz bulduğumuz güçlü bir insanla özdeşleştirdiğimiz­de hiç kimse bizi bulamaz. Çünkü yok oluruz! Hepimi­zin ödediği bedel, kendiliğimizin ve bunun sonucu ola­rak birbirimize olan yakınlığımızın kaybıdır.
Hayranlığın son derece karışık bir yönü daha vardır: Hayranlık duyan kişi, hayranlık duyulan kişi üstünde iktidarını kurabilir! Bu gücü ona, hayranlık duyulmak isteyen kişi verir. Bu bir çelişki gibi görünse de, değil­dir! Hayranlığı ve putlaştırmayı, kusursuz bulduğu­muz kişileri alaşağı etmek için kullanırız. Bu ezilenin intikamıdır: "Vaat ettiğin gibi değilsin!" O âna kadar inandığımız, desteklediğimiz birini bir çırpıda devirip yok edebiliriz. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Peki, o kişiye neden inandık?
İnsanlar, yeterli zekâ ve bilgiye sahip değil midir? Bu olayı böyle açıklamak, bence bazı şeyleri örtbas et­mek olur. Böyle bir yaklaşım, kendiliğimizi kaybetmek için bizi ezenlere teslim olduğumuz ve günün birinde intikamımızı acı bir şekilde alabilmek için, gizlice onla­rı iddia ettikleri tanrısal görüntüde sabitlediğimiz ger­çeğinden bizi uzaklaştırmaktadır. Söz konusu zorbalar ve diktatörler olunca, bunu ancak devrilmek üzere ol­duklarında itiraf ederiz. Ama, daha az tehlikeli insan­larla ilişkilerimizde bunu her gün uygulamaklayız. Eşimizi veya sevgilimizi ilahlaştırırız. Böylece, karşımızdaki gerçek insana asla yaklaşmak zorunda kalmayız, yaklaştığımız sadece hayalimizdeki görüntüsüdür. Bir gün hayranlığımızı kaybettiğimizde şöyle deriz: "Beni hayal kırıklığına uğrattı." Bu asla sıkı bir bağ kurmamak için, çocukluğumuzda öğrendiğimiz bir kandırmacadır. O zamanlar çaresizliğimizi kabul etmekten korkmazdık, ama başkaları bu yönümüzden istifade ederdi. Sevgi ve yakınlığa duyduğumuz gerçek ihtiyaçtan kaçmamızın nedeni, bu tecrübenin sebep olduğu acı ve açtığı yaradır. Bunun bilincine varmamız, güce kitlenmiş kendiliğimizle karşı karşıya gelmemiz demek olurdu. Bunun yerine, karşımızdakini ilahlaştırarak, bize besle­diği hayranlık ve sözde sevgiyle avunur, böylece kendimizi ondan uzak tutarız.
Başkalarının bize hayranlık duymasına izin verdiğimiz ölçüde onların üzerimizde güç kullanmasına izin vermiş oluruz. Kadınlar erkeklerle, erkekler de kadınlarla işte böyle oynamaktadır. Herkes karşısındakinin gücünün hakemi haline gelmektedir. Herkes, kendini kendi hayatını yaşamaktan aciz hissettiği halde, güç sahibidir. Karşımızdaki görüntü, hayali bir gücü ele geçir­mek adına kadınların erkeklerin, erkeklerin de kadınların peşinde koştuğu bir av sahnesidir. Herkes kendini diğerinin egemenliği altında hissettiği için de herkes birbirinden nefret etmektedir.

Kendine İhanet / Arno Gruen Kitabından alıntıdır.
Resim: Echo and Narcissus
J. W. Waterhouse 1903

24 Kasım 2012 Cumartesi

Kendine İhanet / Arno Gruen


ABD'li psikanaliz uzmanı ve Frieda Fromm-Reichmann'ın çalışma arkadaşı Leslie Färber, Die Wege des Willens (1966) adlı kitabında, klinikte yatan şizofren bir hastayla terapistinin saptırılmış özerklik eğilimini yansıtan karşılaşmasını anlatmaktadır. Aynı zamanda bu tür hastaların nasıl bizi toplumsal gerçekliğin aksaklığı hakkında bilgilendirmeye çalıştıklarını göstermektedir.
Söz konusu terapistin, babasının hediyesi olan ve kendisi için manevi değer taşıyan bir dolmakalemi vardır  Bir terapi seansı sırasında bu dolmakalem o ana ka­dar pek de ilgili olmayan hastanın dikkatini çeker. Terapist bunu fark eder ve kalemi hastaya vererek denemesini önerir. Hastanın tepkisinden cesaretlenen terapist  kalemin ertesi güne kadar onda kalabileceğini söyler  Sonraki seanslarda kalemin bahsi geçmez. Birkaç hafta sonra terapist kalemi sorarak, onu geri almak istediğini söyler. Hasta cevap vermez. Yaklaşık altı hafta sonra terapist, hastaya o kalemin babasının hediyesi ol­duğunu, onun için çok önem taşıdığını ve geri istediğini söyler. Hastadan bu konu hakkında konuşmasını is­ter. Hasta, dolmakalemin kaybolduğuna dair bir şeyler mırıldanır ve seansın geri kalanında ağzını açmaz. Terapist gittikçe sinirlenir ve sonunda hastaya bağırır. Bu nedenle seans tatsız biter ve hasta odasına geri döner. Hemen sonra terapist ve iki hastabakıcı odasına dalar. Hastabakıcılardan biri hastayı yere yatırırken, diğeri kalemi aramaya koyulur. Dolmakalem tabii ki bulunur ve terapisti odayı terk ederken yere yatırılan hasta ona şöyle bağırır: "Tanrım, burası ne biçim bir tımarhane! Küçücük bir kalem için bu kadar tantana!"
Farber'ın bize burada aktarmak istediği şey şudur:
Terapist, kibar ve uygar bir adam olmasına rağmen, kendi davranışının bilinen psikanalitik bir olay olan ak­tarıma mal ederek, şiddet içeren davranışında kendi güdüsünü görmeyi başaramamıştır. Bunun anlamı şu­dur: Karşılıklı aktarım, terapistin hastayı iyileştirmek amacıyla ona annelik etmesi, ama ondan olumlu bir tepki alamayınca sinirlenmesi ile oluşmuştur. Farber, bu karşılaşmayı iki iradenin çarpışması şeklinde yo­rumlayarak, ona başka bir anlam katmaktadır. Benim düşünceme göre ne bu yorum, ne de aktarım bu karşılaşmayı gerçek anlamda açıklayabilmektedir.
Hastanın davranışları tahrik ediciydi, bu doğru. Ama terapistin ondan beklentisi, sıkı ama açıklanma­yan kuralları olan yerleşik bir oyunda rol alması değil miydi? Hastanın, kendi açısından "nazik" davranarak, terapistin sevimli insan imajını doğrulaması gerekirdi; iyi niyetli, yumuşak ve sevgi dolu bir adamın görüntü­sünü desteklemeliydi, öyle değil mi? Terapist, erdemle­rinin tasvip edildiğini görmek için hastayı kullanmadı mı, sürekli birbirimizi kullandığımız gibi? Görünüşe bakılırsa, amacı sadece iyi anne rolü oynamak değildi; bu cömertlik aynı zamanda karşılıklı tasvip oyunuydu: Bu oyunda biri kendini güçlü ve önemli hisseder, diğe­ri ise ne kadar itaatkâr olabileceğini kanıtlar.
Hasta buna iştirak etseydi, "doğru düzgün" davran­saydı, ne kadar iyi, yani iyileşme yolunda bir hasta ol­duğunu kanıtlamış olmaz mıydı? Oysa o bütün bunları anladı ve "hayır" dedi. Şizofren kişi, "çaresizliği" ile rolleri belli bu oyunun maskesini düşürdüğü için çoğu zaman işbirliğine yanaşmaz. Çaresizlik aracılığıyla bu oyundaki riyakârlığa karşı gelir. Kendi oyunumuzda tutsak olduğumuz için rahatsız oluruz. Böyle bir çare­sizliğe rol gereği sadece iyilikle cevap vermemiz gerekirken, kim açıkça öfkelenebilir? Hastanın tavrı bizi kendi oyunumuzda boğulmaya zorlar. Bunun intikamı­nı, ona "yardım" etmekte ısrar ederek alırız. Bu yardım da işe yaramazsa, yardım etmeye çalışan kişide, kendi­ni migren gibi psikosomatik belirtilerle ortaya koyan ciddi bir ruhsal kriz görülür.
Bu hastanın kendini terapistin insani yönüne, dosta­ne ve cesaretlendirici girişimlerine kapattığı doğrudur. Yine de bu tür hastaların, kısıtlayıcı sevginin maskesini düşürüp riyakârlığını ortaya çıkarmaktaki istisnasız ba­şarıları bizi her gün kaçtığımız bir gerçekle bir an için karşı karşıya getirir. Hepimiz temelinde iktidar olan imaj sistemlerini korumaya yarayan çeşitli roller oyna­rız. Bu sistemlerin sağlamlaştırılmasına katkıda bulu­narak, farkında olmadan, iktidar ideolojisine ne kadar az itiraz edildiğini kanıtlarız. (İktidar, başkaldırıya ne­den olabilir, ama ideolojisi olmaz.) Bu, kendi devamlılı­ğını sağlayan bir döngüdür. Böylece gittikçe kendimize yabancılaşarak, kendimize ve başkalarına yaptıklarımı­zın farkına varmayız. Bu sahte gerçeğe en iyi uyum sağ­layanlar, toplumumuzda en başarılı kişiler olarak kabul edilmektedir. En iyi uyum sağlayanlar, aynı zamanda kendi duygularına en uzak olanlardır. Bu çelişkili yöntemle başarı, bastırılmış bir duygu dünyası saçmalığını örtbas etmektedir.
Bunun sonucu, Marcel Proust'un şöyle anlattığı bir gerçektir: "Acının, bize acıyı verenler tarafından dindirilmesi gerekliliği yalanı tarafından kışkırtılan bir sev­ginin var olduğu bir dünyada yaşama cesaretini nasıl gösteriyoruz?" Hastanın inadı, hem bir kıstas hem de bu ortak yalanda yer almayı reddedişti. Çaresiz bir şi­zofrenin böyle bir lüksü vardır! Ama, ne yazık ki bu, ki­şisel ve toplumsal ilişkilerin toplu olarak kaybına ve ruhsal intihara neden olmaktadır, çünkü toplumsal ge­lenekler iştirak etmemeyi sosyal ihanet olarak damgala­maktadır.
Hastanın bu oyunda yer almak istememesi, genelde bilincimizden uzak tutulanı aydınlatmaktadır. Hükme­den ve hükmedilen ile ezen ve ezilen, toplumsal ilginin gerçek özgürlüğü kısıtladığı bir güç alışverişinde ortak­laşa yer almakta, buna da sevgi denmektedir. Gerekti­ğinde gösterilen bütün başkaldırılara rağmen, bu sisteme uyumun bedelini kendi özgürlüğümüz ve canlılığımız­dan korkarak öderiz. Çünkü bir toplumun normlarına karşı gelebilmek için bu korkunun bilincinde olmak ge­rekmez. Bir bakıyoruz, farkında olmadan teslim olmu­şuz. Farkında olmadığımız ve bilmediğimiz yerde kendi­mizi güçle özdeşleştirmişiz. Kendi özerklik korkumuz ve onun-neden olduğu yaşama korkusu, hayatımızın farkı­na varamadığımız bir düğüm noktası oluvermiş. Özerk­lik olanaklarımızın parçalanması o denli geniş kapsam­lı ki, bunun farkına bile varamıyoruz.

27 Eylül 2012 Perşembe

Empatinin Yitimi / Arno Gruen


KİMLİĞİMİZ
Duygudaşlığımızın yitimini nasıl telafi ediyoruz?
Eğer bir zamanlar yaşadığımız kurban durumunda oluşun yaralarını bastırmak zorunda kalırsak başkalarının acısını hissetme yetimizi de kurban etmiş oluyoruz. Bunun yeri­ni, bizi insan oluşumuzun felce uğramasından kurtaraca­ğını sandığımız bir kendine acıma alıyor. Kendine acıma duygusu bize iki şekilde yardım ediyor: Birincisi, bizi ger­çek yaramızı ve gerçek acımızı algılamaktan "koruyor", bunun yerine, oynadığımız rol yeterince takdir görmediği için kendimize acıyoruz. Diğer yandan kendimize acıyışımız bizi yine sevilmemenin acısından "koruyan" bir tür özseverlik, bir narsisizm oluşturuyor. Klinik literatürde yanlış yorumlanan ve onursuzca bir özseverlik olarak kü­çümsenen bu narsisizm aslında psikolojik bakımdan ha­yatta kalmamızı sağlıyor: Çünkü bir çocuk kendisine veri­len acıya ve yaralara ancak bunları tersine çevirerek, yani inkâr ederek ve dünya düzgünmüş gibi davranarak katla­nabilir. Narsisizm, uyum sağlamış kişi rolünü ne kadar iyi oynadığımıza, ne kadar "doğru" davrandığımıza yönelik bir özseverlik biçiminde, sevilmeyi mümkün kılıyor.
Çocukluğun tarihi bu yüzden sadece çocuklarımızın ki­şiliklerinin yok sayılmasının, inkârının tarihi değil, aynı zamanda kendi acımıza ve bizi değersiz hale getiren kendi içimizdeki kurbana duyduğumuz nefretin kuşaktan kuşa­ğa devredilmesinin de tarihidir. Varlığımız esasen kendi içimizdeki kurbana duyduğumuz nefretle belirlendiği için, geçen altı bin yıl boyunca insan oluşumuzun tarihi aslında empatinin bastırılmasının tarihidir. Ancak empatinin bastırılmasıyla şiddet ve yıkımı meşrulaştıran bir bi­linç gelişmektedir.
Kendilik sınırları dışında kalanın ele geçirilmesi, canlıla­rın veya eşyaların mülkleştirilmesi yaşamın amacı haline gelmektedir. Bu dışa yönelik tutum, yaralanmış kendiliği­mizle yüzleşmekten kaçmak için bir yardımcı işlevi görür. İnsanın kendine tam olarak sahip olmasının yerini başka şeylere veya başka insanlara sahip olmak alır; bu arada sa­hip olma isteği bir rahatlama getirdiği için kendi iç dinami­ğini de geliştirir. Amerikalı oyun yazarı ve Nobel ödülü sa­hibi Eugene O'Neill Amerikalılara yönelttiği eleştiriyi aynı paydaya getiriyor: Amerikalıların kendi ruhlarına sahip olabilmek için her zaman kendilerinin dışındaki bir şeye sa­hip olmaya yönelik yaşadıklarını söylüyor. O'Neill,bu sap­tamayla, kendiliğin değersizleşmesinden oluşan ve insanın dış objelere sahip olmak suretiyle boşu boşuna kapatmaya çalıştığı açığı gözler önüne sermiş oluyor (Gruen, 1989).
Hem kendi kurban durumunda oluşumuzu hem de ele geçirdiğimiz insanın kurban durumunda oluşunu inkâr ederek kendimizi iyicil, anlayışlı ve duygudaş hissedebili­yoruz. Ama böyle bir kendilik değerlendirmesi yalnızca, gerçek duygularla bir tuttuğumuz bir hissetme pozu ta­kınmaktır. Çoğu insan farazi duygularla gerçek duygular arasındaki uyuşmazlığın farkında değildir. İnsan barıştan yana olduğuna inanıp barış için savaşmak üzere savaşa katılabilir. Burada eylemle niyet örtüşmez.
Ama çoğu insan bunu görmez. Kimliklerini daha güçlü biriyle özdeşleşmeye dayandırırlar, çünkü bu onları yaralı kendilikleriyle yüzleşmekten korur, onlara dış düşmanlar sağlar. Böylece nefret ve saldırganlığın hedefi dışa yönelir ve iç "düşman"dan duyulan korku böylece değiş tokuş edilir. Böyle bir boyun eğiş diğer yandan da iktidar, ele ge­çirme ve şiddeti güçlendirir.
Kendi içimizdeki düşmanı aramak yerine farklı görü­nen, farklı davranan insanlarda "dışarıdaki" düşmanı arı­yoruz. Bu farklı insanlar sonra "kötü düşman"a dönüşüyor; Nietzsche'nin (1980) yazdığı gibi "Onlar 'kötü'leşiyorlar, hem de suçlunun, sureti ve zıttı olarak içinden bir de 'iyi' tasav­vuru -kendisini!- çıkarttığı bir temel kavram olarak."

Niçin düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz?
Henry Miller (1946) düşman üzerine şunları yazmıştı: "Evet, kimdir düşman? Korkunç bir canavardır mutlaka, yoksa onun yüzünden savaş alanlarına çıkmazdık." Düş­manlara, kendilik nefretimizin hedef taşı olarak ihtiyaç duyarız. Anne-babalarımızın bizde aşağıladıkları veya reddettikleri şeyler için cezalandırmak üzere düşmanlar ararız.
Düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar. İnsan başkalarını cezalandırabildiği, aşağıla­yabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz. Zaten yüzleştiği an kendi kurban durumunda oluşuyla göz göze gelecektir. Sayfa 23'te değinilen hastada söz konusu olduğu gibi, insan ken­di çaresizliğini algılamak istemiyorsa veya buna izin veril­miyorsa, bu yüzden çaresiz durumda olan bir başkasını ce­zalandırıyor.
Düşmanlar bizim çaresizliğimizin yerini alırlar. Kendi­mizi güçlü, katı, hatta şiddet eğilimli göstererek kendi yü­zümüzü, kendi zayıflığımızı ve çaresizliğimizi diğerlerin­den olduğu gibi kendimizden de saklarız.
Heinrich Böll (1984), insanın bu kendi yüzüne bakama­ması durumunu şöyle ifade ediyor: "Ama önümüzdeki on yılı suya sabuna dokunmadan atlatmayı başarırsam yü­zümden kurtulmaya çalışmam gerekir." Yeter ki insanın gerçek duyguları ve deneyimleri yansıtan bir yüzü olma­sın.
Eğer özenle kurulmuş korunma mekanizmaları yıkılır­sa, görmezlikten gelme stratejileri artık işlememeye başlar­sa, eğer tepedeki koruyucu ekonomik ve toplumsal çerçe­ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için dayatıl­mış roller artık ödüllendirilmiyorsa, insan ancak o zaman tekrar kendisiyle yüzleşmek zorunda kalır. Kendi kurban durumunda oluşumuzla yüzleşmek katlanılmaz olduğu için nefretimizi her zaman dışarıya ve başkalarına yönelti­riz. Nefret ettiğimiz kendiliğimizi, onu sonsuza kadar or­tadan kaldırabilmek için bir dış düşmana yansıtırız. Bu arada da sahte peygamberler nefret duygularımızı onaylar ve körüklerler.
Kendi uydurduğumuz düşman her yerdedir; bunu her gün yabancı düşmanlığı yapanların taşkınlıklarında, Bal­kanlardaki, Rusya'daki, Güney Amerika'daki, Afrika ve Asya'daki savaşlarda yaşıyoruz. Başkalarına yöneltilen şiddet çok farklı ideolojik renkler taşıyabilir ve zayıflara -yoksullara, hastalara, sakatlara- karşı saldırganlıktan, "ırkın saflığı" için savaştan "kutsal" savaşa kadar uzanabi­lir. Ancak bunların ardındaki nefretin kökleri her zaman kendilik nefretinde, inkâr edilmesi gereken kendi kurban oluş durumuna duyulan nefrette yatar.

Bilincin oluşumu
Geçmişimizi aramak, kendimizi açıklama ve varlığımız için bir anlam bulma çabalarının bir parçasıdır. Bu arayış kendimizi nasıl algıladığımıza, gördüğümüze ve kavradı­ğımıza bağlıdır. Arayışımız daha başından, kendi kurban durumunda oluşumuzu algılamak zorunda kalmamak için düşmanlar bulmaya yönelikse, o zaman geçmişimiz üzerinde çalışmaya yönelik çabamız da bilincimizdeki sı­nırlanmaya bağlı olarak bulanık olacaktır. Kendimizi uy­gar, diğer halkları ise ilkel, barbar ve yamyam olarak gör­memiz sadece indirgenmiş bilincimizin bir belirtisidir. Oy­sa çoğumuz geçmişin değerlendirilmesinde kendimize ve diğerlerine karşı adil olacak yetkinlikte olduğumuza ina­nırız.
Bu yüzden kendimize sormamız gereken ilk soru, in­sanlığımızın türü üzerine olmalıdır. Çünkü ancak kendisi için olağanlaşmış olanı sorgulayan ve ne kendisine ne de di­ğer insanlara yabancılaşmış biri kendisini anlayabilir. Sa­dece böyle biri kendisini ve diğerlerini anlayacak durum­da olabilir.
Bu yüzden bu noktada öncelikle bilincin gelişimi üze­rinde durmamız gerekir. Buradaki sorun bilinç anlayışıdır zaten. Bunu kendimiz yaptığımızda bile sorunlarla karşılaşıyorken, bir başkası yaptığında onu hemen düşman ilan ederiz. Çünkü düşmanlar bu tür bir bilincin adı anılmayan gereksinimidir.
Kendimizi doğru algılamayı ve anlamayı nasıl öğrene­biliriz? Kendimizi tanıma yolunda hemen ilk engelle kar­şılaşırız. Örneğin, bir çocuğa başından beri gerçekliğin öğ­retilmesi gerektiğini kabul ederiz. Yaşamımızın bu "yapıcı" mecburiyet kısmı olmazsa, Henry Bergson'un (1992) ifade ettiği gibi "eğlenceden eğlenceye koşacağımızı" sanırız. Ama burada da karşımızda bir düşman imgesi var: Küçük bir çocuğun eğlenmekten başka hiçbir şey yapmadığı var­sayımına dayanan bir düşman imgesi. Ve kendimizde he­men azimle bunun üstüne gitme hakkını görürüz. Ancak kendi aldığımız karşı tedbirleri bunlardan kabul etmeyiz. Zorlamasız öğrenmenin bir sonuç getirmeyeceğini düşü­nür, ama bu önyargımızın farkına varmayız.
Bir insanın öğrenmek için mümkün olduğunca az hata yapması gerektiğini düşünürüz. Bu yanlış varsayım ço­cuklarımızın oynayarak öğrenme olanağını ortadan kaldı­rır. Eğer bir çocuk keşif gezilerine çıkamıyorsa, algılama yeteneğini de geliştiremeyecektir (Heinrich Jackoby, 1987).
Yani çocuklar doğumlarından itibaren bir yasaklar bombardımanıyla karşılaşıyorlar. Kendi çocukluklarında yasakların acısını çekmiş olan yetişkinler şimdi yasakları kendileri koyarken bir telafi hissediyor. Çocuklarımızı, onların iyiliği adına cezalandırıyoruz ve bunun itiraf etmi­yoruz. Bilakis, kendimizi koruyucu ve iyi anne-babalar gi­bi hissediyoruz. Çocuğa "gerçekliği" öğretmek, onu itaate zorlamak bize ahlaki bir tatmin veriyor.
Böylece Bergson'un "kendimizi anne-babalarımıza ve diğer otoritelere tabi kılmak" olarak tanımladığı durum erkenden gelişiyor. Çünkü çocuk, cezalandırılmayı her za­man kendi işlediği suçun bir sonucu olarak tecrübe ediyor. Yetişkinler ve anne-babalar olarak bir yandan kendi içi­mizdeki çocuğu, diğer yandan canlılıklarıyla eski suçları yeniden hatırlatan çocuklarımızı cezalandırıyoruz. Bize yapılmış olanı, bilincine varmadan aktarmaya devam edi­yoruz.
Olağanlaşmış kendiliğimizi bu bağlam içinde sorgula­yacak olduğumuzda da, eğitimin böyle bir şey olduğunu düşünerek hemen kendimizi rahatlatıyoruz. Peki, bu noktada yaşanan nedir ve neler ters gidebilir?

12 Eylül 2012 Çarşamba

Empati / Arno Gruen


Bir insanın kimliğini duygudaşlık temelinde oluşturmasıysa çok farklıdır. Andre'nin hikâyesi, anne-baba sevgisinin böyle bir gelişimi nasıl desteklediğini gösteri­yor. 1938 sonbaharıydı. Andre on iki yaşındaydı ve anne-babasıyla birlikte Almanya'nın kuzeyindeki bir kasabada yaşıyordu. Bir akşam, katıldığı bir Hitler Gençliği toplantısından sonra eve döndü. Babasına ses­lenerek, "Toplantıda bize yarın Yahudi dükkânlarını taşlayacağımızı söylediler. Benim de katılmam gerekir mi?" diye sordu. Babası ona düşünceli bir ifadeyle bak­tı: "Sen ne düşünüyorsun peki?" "Bilmiyorum. Aslında Yahudilere karşı değilim, onları tanımıyorum bile. Ama herkes taş atmaya gidecek. Ben ne yapmalıyım?" Ko­nuşmaları bu şekilde devam etti. Sonunda Andre şunla­rı söyledi: "Anladım. Kararımı kendim vereyim istiyor­sun. Biraz dolaşmaya çıkacağım, geri döndüğümde de kararımı sana söyleyeceğim." Andre kısa bir süre sonra dönerek masanın başında oturan anne-babasına katıldı. "Kararımı verdim, ama bu karar sizi de ilgilendiriyor." "Nasıl yani?" "Yahudi dükkânlarını taşlamamaya karar verdim, ama yarın herkes, X'in oğlu Andre bize katılma­dı, taş atmak istemedi, diyecek. Sonra da sana karşı bir şeyler yapacaklar. O zaman ne yapacaksın?"
Babasının iç geçirişinde rahatlamanın yanı sıra gurur hissediliyordu: "Sen dolaşırken annenle ben de konu­şup şöyle düşündük: Eğer taşlamaya katılsaydın buna karşı çıkmayacaktık, çünkü kararı senin vermeni biz is­temiştik. Ama taşlamayı reddetmen halinde Almanya'yı terk edecektik." Ettiler de.

10 Ağustos 2012 Cuma

Arno Gruen / Normalliğin Deliliği

Gerçeklik Adına Gerçekliğin Reddi

İnsanın kendi benliği için sorumluluk alması çelişik bir sü­reçtir. Zamansal dizilişin basit kavramlarıyla düşünen biri bu­radaki etki mekanizmasını hiçbir zaman anlayamaz. Dıştan gelen etkiler olmaksızın gelişim asla olası değildir. Hepimi­zin ailesi, içimizde etkili olmayı sürdüren bir annesi veya ba­bası var. Ancak insan ruhunun içlerinde oluşan zıtlıklar ken­di dinamiklerini geliştirir. Böylece, görünüşte dış olayların neden olduğu, ama aslında bunlarla hiç ilgisi olmayan veya çok az ilgili olan davranışlar ortaya çıkar.
Çünkü büyümek isteyen küçük kendiliği etkileyen sade­ce çevre değildir. Çocuğun bu iz bırakıcı etkiler karşısındaki tepkisi de çevreye geri döner. Yani sürekli bir karşılıklı etki­leşim söz konusudur. Anne ve baba çocuğa kendi iradelerini dayatabilirler, ancak eğitici etkilerinin biçimi ve yoğunluğu­nu çocuğun tepkileri de belirler.
Anne baba ve çocuk arasındaki bu karşılıklı oyunun kar­maşıklığı; bir yandan özerklik alternatifinin temeli, oluşan kendilik ve çevresi arasındaki etkileşimde atılırken, diğer yandan bunun çocuğun kendi sorumluluğunu ne ölçüde üst­lenebileceğinde belirleyici olmasından kaynaklanır. Çocuğun sosyal alan içinde gelecekteki ilişkilerinin tümü buna bağlı­dır. Esas olarak sorumluluk iki yönde gelişebilir: Oluşmakta olan kendilik, ya özgür ve açık olarak kendi sorumluluğu içinde şekillenir ya da kendisini edilgence diğerlerinin şekil­lendirici etkisine bırakır.  Böylece gerçek sorumluluğun yü­kümlülüklerinden kaçmış olur.
Bu süreçte, sorumluluktan kaçış bilinçten atılır. Bunun böyle olması gerekmektedir, çünkü yabancı bir iradeye tabi olarak özerklikten vazgeçmek, asli bir iktidar oyununu dev­reye sokar : “Benim sorumluluğumu üstlenmen için senin is­tediğin gibi olacağım. Şu andan itibaren, sana tabi oluşum, sorumluluğumu üstlenmen için senin üzerinde uygulayaca­ğım iktidar olacaktır.” Kendini-bağımlı kılmak, böylece tabi oluşun öcü haline gelir. Bu durum pek çok şey içerir, ilk ola­rak çocuk, anne babanın değer yargılarını devralır. Yani içsel­leştirme dediğimiz durum, tabi oluş yoluyla gerçekleşen iş­birliği sürecidir, ikinci olarak bu, çocuğun kendi içindeki her şeyden nefret etmeye başlaması anlamına gelir, ki bu da anne babanın beklentileriyle çelişebilir. Üçüncü olarak bu kendi­lik nefreti, giderek derinleşen bir tabi oluş eğilimi gelişmesi­ne neden olur. Böylece bir kısırdöngü oluşur: Tabi oluş ve kendini küçük görme, karşılıklı etkileşime girer. Ancak özel­likle kendini küçük görme, katlanılmaz bir durum olduğun­dan hissedilmemelidir. Bu yüzden bütün bu süreç bilinçdışında kalmalıdır; bu süreç bastırılır ve reddedilir, böylece ki­şi iktidar oyununun giderek daha derinlerine doğru körlemesine dalar.
Kendisini bir başkasına teslim eden kişinin sürekli şikâye­ti de bu sürece bağlı olarak şudur: “Benim için yeterince şey yapmadın.” Bu, iktidar ve tabi oluş üzerine kurulu her söz­leşmenin temelinde bulunan karşı güç olma hayalinin bir ifa­desidir. Bu iktidar oyunu, gizli tutulanın içinde serbestçe et­kisini gösterir ve memedeki çocukta konuşma öncesi duygu­ların akışı içinde başlar. Karşı güç oluşturma niyetini saklamak için bu iktidar oyunu gizli tutulmak zorundadır. Karşı güç oluşturma yanılsaması, kendini tabi kılan için bunu ken­di isteğiyle yaptığının gizlenmesine yarar. Bu çifte bir yenil­gi getirir: Tabi oluş devam eder ve intikam duyguları kendi­ne zarar vermeye dönüşür. Sürekli olarak kendilik nefretin­den beslenen intikam ihtiyacı, kişinin ruh durumunu belir­leyen, bilinmeyen ve itiraf edilmeyen bir kaynak ve yönlen­dirici haline gelir.
Eğer kişinin gelişimini kendi tabi oluşunda işbirliği belir­liyorsa ortaya çıkan tablo budur. Kişi kendisini tabi kıldığının farkında değilse yarılmış ben, yaşamın sonraki yıllarında da bütünlenemez. Bunun doğurduğu kendilik nefreti, ruhsal dengesizliği ödünleme girişimi olarak gelecekteki tüm edimleri besleyecektir. Aslında kendilik nefreti duyguları içinde bir yaşam mümkün değildir. Ancak kişi, tabi olmaya o denli hazır olan kendi benliğine karşı durabilirse —acı çekme pahasına da olsa— kendilik nefreti azaltabilir. Fakat bu karşı­laşma, nefreti yaratan tabi oluşu kabul etme anlamına gelir.
Oysa bir çocuk bunu göremez ve kendi benliği içinde ka­bul görmemenin, onaylanmamanın yarattığı acıya katlana­madığını itiraf edemez. Bir başkasının sevgisiyle kendini onaylanmış hissetmek insani gelişimin temel koşuludur. Friedrich Hebbel, bunu bir şiirle ifade etmiştir.

Gözlerinin içinde öyle bir mucize var ki,
Orada oluştuğumu görüyorum.

Kabul görmemekten duyulan acı büyük bir ihtimalle bazı çocuklar için ani çocuk ölümü olarak adlandırılan durumun nedeni oluyor. Çocuk, kendisini ezen iktidardan pay alabil­mek için çoğunlukla kendisini tabi kılar. Görülen o ki, otistik çocuklar bu acıyla başka türlü başa çıkıyorlar, acıyı yadsıma­ya yanaşmıyorlar.
Bu ağır bir ikilem: insan, ona karşı bir şey yapmadan ken­dilik nefreti duyguları içinde yaşayamaz. Kendilik nefretiyle yüzleşirse de kendi kendisine ihanet edişinin acısıyla karşı karşıya gelecektir. Bu durumda kendilik nefreti yadsınır, in­sanın kendi kendisine saygı duyma ihtiyacıyla, boyun eğerek iktidarla işbirliği yapma eğilimi arasındaki çelişki, bu neden­le insan ruhundaki en temel ve belki de ilk yarılmadır. Bu yalnızca bir bastırma değil, aksine kökten bir bölünmedir; kendinden vazgeçmiş olmayı bilmek ve bundan doğan ken­dilik nefreti arasında bölünme. Bu bütün bir yaşamın esası haline gelir. Bu yarılma içselleşmiştir ve itaatle sorumluluğu özdeşleştiren toplumsal ideoloji tarafından desteklenir: itaat etmek iyi olmak demektir, iyi olmak da sorumluluk sahibi olmak demektir. Buna karşın özgür olmak itaatsizliktir, itaat­siz olan hoşnutsuzluk yaratır ve güçlülerin himayesini, dola­yısıyla iktidarlarından pay alma şansını riske atar.
Bu noktada insan oluşun sosyolojik görünümü üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor. Örneğin suç, yoksulluğun bir sonucu olarak değerlendirilir. Ancak bu görüş çoğunluğun niçin suç işlemediğini açıklamaz. Bununla birlikte yoksulluk­la suç arasında hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. İnsan bazı şeyleri ayırmaktan kaçınamaz. Eğer aç biri çalıyorsa bu­nun nedeni açgözlülük değildir ve eğer bunu yaparken iste­meden birini öldürüyorsa bu kasti bir cinayet değildir. Diğer yandan varsıllar ve güçlüler, toplumun savaşları çıkartan, di­ğer insanların yaşam temellerini yıkıma uğratan, doğayı ve insanı zehirleyen kesimidir. Ancak hapishanelere atılan onlar değildir. Suç istatistiklerine geçenlerin varsıllardan çok yok­sulların olmasının nedeni, bu tür istatistiklerin varsılların ve güçlülerin denetiminde olması ve yıkıcılığın bütün biçimle­rini hesaba katmamasıdır.
Uygarlık ve onun itaat talep eden normları kendilik nef­retinin oluşumunda belirleyici etkenlerdir. Hoşnutsuzluğun ve mutsuzluğun nedeni budur. İktidar kültünü ayakta tutan ideolojiler adına gerçek görmezlikten gelindiği sürece toplu­mun ekonomik ve politik çizgisi ne olursa olsun insanın mutsuzluğu yaşamımızın sürekli özelliği haline gelecektir.
Bunun en açık belirtisi, ister kapitalist, ister komünist bir ülkede yaşıyor olsunlar pek çok insanda gözlenen intikamcı ve suçlayıcı tutumdur. Çünkü intikam ve suçlama —özgürlük değil— onların yaşam amacı haline gelmiştir ve böylece ba­ğımlılıklarına giderek daha fazla saplanırlar ve iktidarın tüm sorunlara çare olduğunu sanma deliliğine kapılırlar. Bunun sonucu olarak pek çok insan, sağlam bir duruşları olduğu ve yaşamlarını kendilerinin belirlediği yalanına sarılır. Bütün ik­tidar oyunlarının, art niyetliliğin ve kendini kandırmanın be­lirlemesinin temelinde de bu vardır. Bir anne, az önce altını değiştirdiği için ellerini bir daha kirletmesine gerek olmadı­ğını düşündüğünden çocuğunun çağrısına cevap vermeyebi­lir. Bebeğinin çaresizliğini hissetmek yerine, kendi kendisine acımaktadır o an.
Ruhsal değişimler ancak insanın kendi hikâyesini anlama­sıyla mümkün olabilir. Her psikoterapi veya psikanalizde ço­cukluk dönemi yaşantılarının ve etkilerinin iç içe geçmiş za­man dizimini çözmek gerçek değişimleri sağlamaya yetmez. Hasta ancak, bir zamanlar iktidara boyun eğme kararını ken­disinin verdiği konusunda sorumluluğu üstlenirse değişme sürecine girebilir. Çünkü özerk güçlerini sakatlayan ve ruh­sal deformasyonuna neden olan bu boyun eğiştir.
Yapıtlarını ne kadar önemli ve kapsamlı bulsam da Alice Miller’in bakış açısını bu noktada eleştiriyorum. Miller, be­lirleyici olan etkiler karşısında anlayış göstermenin iyileşme için yeterli olacağını öne sürer. Aslında bu sadece, hastanın kendisini değiştirmek zorunda kalmaksızın terapide gördüğü anlayışın aynasında büyük bir iştahla keyif çatmasına yol açar. Ayrıca, terapist de kendisini iyi anne konumunda hissettiği için hastayı kendisine bağımlı hale getirdiğini görmezden gelir. Yani böylece güçlü ve bağımlı arasındaki, “iyi anne” ve onun sayesinde büyümek zorunda kalmayan müteşekkir ço­cuğu arasındaki, sonsuz oyun tekrarlanmayı sürdürür. Tera­pistin böylece içselleştirilmesi — ki bu asıl aranan kendi kim­liğine ulaşmanın zıddıdır— yanlış bir biçimde değerlendirile­rek yetişkinleşmek olarak adlandırılır.
Sakatlanmanın bir diğer biçimi de özerkliğini koruyabil­mek için sadece görünüşte boyun eğmektir. Bu, en azından özerklik yeteneğini korumak için çelişik bir olasılıktır.
Gerçek özerkleşme için ve dolayısıyla değişim cesareti göstermek için tek bir yol vardır: Kendi kendine ihanetten duyulacak acıyı göze almak. Daha önce de değinildiği gibi, insanın kendi hikâyesini anlaması yeterli değildir, ama aynı şekilde bireyin gelişimi üzerinde etkili olan toplumsal şidde­ti “anlamak” da yeterli değildir. Sadece bununla bir insanın nasıl katil olduğunu açıklayamayız. Kişi tabi oluşuyla yüzleşmelidir; bir insanın kendisinden nefret etmesine ve sonra kendisine ne yaptığını hatırlattığı için çevresindeki tüm ya­şamdan nefret etmesine neden olan, bu tabi oluştur. Kötülük, yıkıcılık, insaniyetsizlik — bütün bunların kökleri, insanın doğumla hak ettiği kendisi olma hakkından vazgeçişine dair yaptığı çok gerilerde kalmış tercihin sorumluluğunu üstlenemeyişindedir. Elbette kötülük ve insaniyetsizlik, tabi oluşu ve bağımlılığı gizleyen ve boyun eğişi “sorumlu” davranışla aynı gören toplumsal yapıların ve kuramların desteği olmadan mümkün değildir. Ancak Hitler gibi bir kişiliğin, “normal” » veya "ruh hastası” olma cinsinden sıradan bir kavram İkilisiy­le anlaşılabilir olduğunu düşündüğümüz sürece onun gibi birinin iktidara gelmesinin o dönemde ne anlam taşımış olduğunu ve bugün bizim için hâlâ ne anlam taşıdığını kavrayacak durumda değiliz demektir.
Şu noktaya kadar söylenenlerin ışığında, ruh hastalığı için niçin daha genişletilmiş bir kavramı gerekli gördüğümün an­laşıldığım sanıyorum. Ancak böyle bir kavram genişletmesi, insanı ve yaşayabileceği ruhsal karmaşaları daha kapsamlı bir biçimde anlamayı gerektirir. Psikiyatri ve psikolojinin ruh hastalığı olarak kabul ettiği durum, ruh hastalarında artan bir gerçeklik yitiminin söz konusu olduğuna inanan görüşe bağ­lanmaktadır. Gerçeklikle ilişkinin daha az ya da daha çok oluşu: tüm insani davranışlar buna göre sınıflandırılmaktadır. "Gerçeklik” burada yalnızca dış gerçeklik olarak anlaşılmak­ladır.
Aslında gerçekle ilişki -dış gerçeğe bağlılığın derecesi ve­ya hiç olmayışı- insanları içinde düzenleyebileceğimiz ve hastalıklı davranıştan nevroza ve normalliğe kadar uzanan bir sınıflandırmaya sokabileceğimiz bir temel örgüdür. Ancak böyle bir şema, gerçeklik yitimiyle tanımlanandan çok daha tehlikeli başka tür bir hastalık daha olduğunu gizler.
Hastalığın bu başka türünü görebilmek, bakış açısını de­ğiştirmeyi ve alışılmış kategorilerden uzaklaşmayı gerektirir. O zaman, genel olarak sağlıklılık kriteri olarak kabul edilen “gerçeğe” uygun davranışın ardında daha derin ve daha az dikkat çeken başka bir patolojinin gizlendiği görülür: “nor­mal” davranışın patolojisi; kendinden vazgeçişin sonucu ola­rak uzlaşmanın patolojisi.
Bu patoloji daha yakından incelendiğinde hedefi delilik üretmek değil, deliliği “hileyle bertaraf etmek” olan bir has­talığın söz konusu olduğu görülür. Bir hastalığın “hedefi” ile kastettiğim, örneğin birisinin dikkati kendi acısına çekmek için çabalarken tuhaf davranışlara başvurmasında kendini gösterir. Bunlar çoğunlukla öylesine örtük yardım çağrıları­dır ki hem yardıma çağrılanı hem de yardım isteyeni gerçek­ten çaresiz bırakır. Deliliği hileyle bertaraf eden normalli­ğin patolojisinin belirleyici özelliğiyse bundan farklı olarak acıdan kaçmaktır. Üstelik bu yoğunlaştırılmış bir biçimde ya­pılır. Söz konusu olan sadece ruhsal acıdan kaçış değildir, bu tür bir kişilik yapısının kendisini sürekli olarak tehdidi altın­da hissettiği dağılmanın karşısında duyulan korku söz konu­sudur aynı zamanda.
Araştırılması algılamalarımızın bloke edilmesiyle engellen­diği için bu süreci gözle görülür hale getirmek kolay değildir. Acıya katlanamadığımız için belli algılar karşısında duyarsız oluşumuz gibi. Örneğin iç huzursuzluğunu fark etmekte zor­lanırız, çünkü bunu göz ardı edebilmek için dikkatimizi dış gerçeğe vermeyi öğrenmişizdir. Tam da bu nedenle yukarıda açıkladıklarımı genelde görme yeteneğinden yoksunuz. Do­layısıyla benim projem de zor bir proje: Hepimiz, bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız ta­rafından şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korku­nun yüzüne bakmamak gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir içyaşamın hastalığını gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir. Sonunda kişi hasta mı yok­sa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur.
Asıl hastalığımızı sürekli olarak maharetle gizleyişimiz, çağımız yaşamını da insanlık tarihinde daha önce görülme­miş ölçüde tanımlıyor. Bugün insanlık tarihinin devamını öncelikle tehdit eden süreç budur. Bu, Henry Miller’in bir zamanlar şu ifadeyle tanımlamış olduğu türden bir “sağlıklı­lık”: Öylesine “sağlıklı”yız ki, sokakta kendimize rastlasak tanıyamayacağız, çünkü karşımıza çıkacak olan, bize korku veren bir benlik olacak. Kendimize ve başkalarına karşı sevgi ilişkisi içinde olmadığımızdan sürekli olarak kendi içimizde­ki çölden, kendi boşluğumuzdan ve dolayısıyla kendi geçmi­şimizden kaçıyoruz.
Eğer yarılma henüz etkisini göstermemişse yaptıklarımız ya da başımıza gelenler karşısında acı, çaresizlik veya sevinç ve merak duygularıyla tepki veriyoruz. Bu tepkiler, yaşam deneyimimizin bir parçası halinde sürekli olarak iç yaşamı­mıza işleyip orada etkisini göstermeye devam ediyor. Dışarı­dan içimize işleyen her şey karşısındaki duyarlılığımızı şekil­lendirdiği için yaratıcı varlığımıza enerji sağlayan bu duygu­sal tepkilerdir. Ancak bu duyguların değerinin yadsındığı öl­çüde de yaratıcılığımız azalmaktadır. İnsan kendi iç yaşamından kopmuşsa artık sadece önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş düşünceler ve tasarımlarla tepki verir. Bundan sonra bir robota dönüşmesine az kalmış demektir.
Eğer acı, kaygı ve çaresizlik, bir zayıflık olarak görüldü­ğünden; hatta kadınsı kabul edilen duygusal gevşemenin er­keğe yakışmayan bir ifadesi olarak görüldüğünden ve güçlü erkek anlayışına göre (aynı şey, erkeği örnek alarak güçlülük iddiasında bulunan kadınlar için de geçerlidir) uygunsuz sa­yıldığından yadsınırsa o zaman iç dünya devre dışı kalır ve gündelik hayatın dişlileri tarafından yalıtılır. İç dünya böyle­ce bilinçdışında giderek daha derinlere gömülür. Ama görü­lemez hale gelse de davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın motoru olarak kalır.
Yani temelden farklı iki değişik ruhsal durum vardır: İç dünyanın ulaşılabilir olduğu durumda insan, dışarıdan içine işleyen çekimler karşısında yaratıcı tepkiler verme yetisine sahiptir. İç dünya tekrar geri çağrılabilir durumda olduğu sürece bilinçdışında olmasının önemi yoktur. İçyaşam, büyük bir tepki yetisine sahip son derece hareketli bir varlıktır.
Karşıt tip değişiktir: Hisseden iç, kilitlenmişse kişinin dış dünyayla etkileşim akışıyla temas edemez. Dolayısıyla, daha açık bir ifadeyle, gerçek bir etkileşim zaten oluşmaz. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan iç yalıtımın ölçüsü kendilik nefre­tiyle doğrudan bir ilişki içindedir. Bu kendilik nefreti, özerk duyguların yalanlanmasını talep eden bir “gerçeklik”in diktesine tabi oluşa etkin biçimde katılım sonucu oluşur.
Nefreti sürekli besleyen bu kaynak sadece iç yalıtımı de­ğil, aynı zamanda iç dünyayla dış dünya arasında bağlantı ol­mayışının sonucunda ortaya çıkan karmaşayı da güçlendirir. Bütün bunlar insanın kendi içinden ve onunla bir kez daha karşılaşmaktan duyduğu korkuyu büyütür. Yarılma yarılmayı güçlendirir. Böylece yıkımdan duyulan korku, insana iktidar ve güce boyun eğen bir dünyada yerini sağlamlaştırmasını öğreten dış dünyaya dalışı hızlandırır.
İçerinin kapatılması, yani dış dünyanın onaylayıcı tema­sından yalıtılması, yapılanma ve bütünlenme kaybına yol açar. Baskın unsurları yıkım dürtüsü ve kendilik nefretine dönüştüğünden iç dünya korku verir.
Kendilik yapılanması olmadan içerisi sürekli bir isyan ve karmaşa konumunda kalır. Bu rüyalarla ilişkide kendisini gösterir: Rüya görmenin temel mekanizması, bunlar istekler veya giderilmemiş gereksinimler olsun, duygusal anlam taşı­yan yitirilmiş şeylerin yeniden üretimi çevresinde döner. Ama böyle insanlarda bunlar bozulmuş, hatta yalanlanmıştır. Şizofrenlerden farklı olmakla birlikte kendi benlerinden kopmuş oldukları için rüyalarından söz edemeyen hastalar olduğunu klinik deneyimlerden biliyoruz.
Bütünlenme eksikliği, olası dağıtıcı gücü nedeniyle, ama daha çok insan doğumundan itibaren bütünlenmeye dönük olduğu için korku verir. Eric Alonson ve Shelley Rosenblo’un bebeklerin daha otuz günlükken, anneye dair bütünleyici algının kesintiye uğraması durumunda acı ve huzursuzluk belirtileri gösterdiğini kanıtlamıştır. Bütünleşmiş bir insani varoluş için önkoşul, çok yönlü olarak uyarılabilen ve dış dünyayla tamamlayıcı bir alışveriş içinde gelişebilen bir içya- şamdır. Bu, “insani” bir insan olmanın da önkoşuludur. Bu aynı zamanda, kötünün önkoşulunun, kendiliğin yadsınması ve tahribine dayanan çok daha karmaşık bir gelişme olması­nın da nedenidir.
Yukarıda tanımlanan yarılma süreçleri şizofrenlerde gözle­nenden çok farklıdır. Şizofren, dışarıdaki dünyanın, “gerçek” dünyanın ikiyüzlülüğüne katlanamadığı için kendi iç dünya­sında kalmaya çalışır. Kendi duygu dünyasıyla ve kendi iç dün­yasının sunduğu özerklik olanaklarıyla bağlantıda kalabilmek için dış dünyayı kopartıp atar.
Tümüyle gerçeğin üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi içyaşamlarından kopmuş olmalarıdır. Bu değerlendirmenin temelinde, “gerçeklik” anlayışımızın ta­mamen bu tipe göre şekillendirilmiş olması vardır ve böylelik­le görünürde sürekli onaylanır. Bu nedenle de kaderimiz üze­rinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edi­lir. Ama bunun nedeni aynı zamanda bu insanların, gerçekçili­ğe ve güce dair kendi fantezilerimizi temsil etmeleridir.
Bu nedenle bu kitabın konusu, gerçek bir benin eksikliğini gizleyen ve aynı zamanda bu eksikliğin sonucu olan iç karmaşadan kaçış için bir araç işlevi gören bir “sağlıklılığın” sinsiliğidir. İnsanın kendi içinden kopuşu, gerçek bir benin gelişmesini olanaksız kılar.
Kendisini normallik olarak maskeleyen delilik, alışılmış olarak delilik olarak tanımlanan durumdan temel farklılıklar gösterir. Bu nedenle deliliğe dair tasarımımızı daha farklı bi­çimde ifade etmeliyiz. Şizofreni — “tanınabilir” delilik— tama­men başka bir bakış açısından görülmelidir: Şizofreni, sonuç­ları çok daha zengin bir delilikle, yani normallik olarak gö­rünen delilikle boğuşmaktır. Bu noktada benim görüşümün içerdiği zorluk da belirginleşiyor: Kendimiz de aldığımız eği­timin baskısı altında bu görüntünün ardında gizlenenle te­masımızı yitirdiğimiz için hepimiz normalliğin dış görünü­müne kapılıyoruz.
Günümüz psikopatolojisindeki çelişkili yan, kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından kurtulmaya çalışan insanların değil de, aslında tüm çabaları bu bağı korumak olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağla­rını korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla, deneyimleri­mizin dünyasındaki çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri tepkidir. Dikkati­mizi sadece şizofrenlerin “delice” davranışlarına odakladığı­mızdan göremediğimiz daha derindeki hastalıksa, toplumdaki çelişkiler ve yalanlar yüzünden insanların iç bütünlüklerini koruma gücünü yitirmesinden kaynaklanır. Bu nedenle de açıkça direniş gösteremezler ya da başkaldıramazlar.
Deneyimlerimizin gerçek anlamda bütünlenmesi çelişki­leri de içermesini gerektirir. İkiyüzlülük, ikiyüzlülük olarak tanınmalıdır. Örneğin sadece başkalarını bağımlı kılmak ve onları hâkimiyeti altına almak için gösterilen bir ilgiyi “sevecen” ilgi olarak kabul etmekten vazgeçmeliyiz. Ama çoğumuz böyle bir ilgiyi sevecen ilgi kabul ederiz! Bir şizofrenin, ahla­ki bakımdan inanç duymaya değer bulmadığı, ikiyüzlü bir dünyayla özdeşleşememesinin nedeni tam da budur. Başka türlü olmak, onun için insaniyetsiz bulduğu şeylere, yani sev­gi olarak gösterilen nefret, baskı ve denetime boyun eğmek anlamına geleceği için duygusu ve düşüncesi yarılmıştır.
Şizofrendeki yarılma, duygu bütünlüğünü, yani iç dünya­sıyla temasını koruma çabasıdır. Onun “deliliği”, aslında bü­tünlük olmayan dayatılmış ve ısmarlanmış bir “bütünlüğe” karşı çıkıştır. Örneğin bir başkasına acımak, kendini üstün hissetmek veya karşısındakini aşağılamak için duygudaşlık kullanıldığında şizofren bunun karşısında herhangi bir duy­gu uyumu göstermez. Biz uzlaşanların, kaygı veya sevecenlik belirten, bir tepki beklediğimiz yerde şizofren gülecektir. Bu nedenle şizofrene, gerçeklikle ilişkisi olmadığı ve yarılmış ol­duğu tanısı konur.
Şizofrenin bir iç alana geri çekildiği doğrudur. Ama bunu yapmasının nedeni, gerçekçiliğin yadsıdığı sahici duyguların gerçekliği içinde bulunabildiği tek yerin orası olmasıdır. Şi­zofrenin kendisini dış dünyadan kopartarak bütünlüğünü ko­ruma çabası, ne yazık ki kendi yaşamının indirgenmesine ve ruhsal ölümüne yol açar. Böyle bir insan, bir özdeşleşmeme süreciyle boş ve yanlış bulduğu bir dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Böylece şizofrenin vardığı nokta, bizim gerçekliğimi­zin içinde yaşamaması olur.
Ama buraya varana kadar şizofrenlerin, bütün zıtlıklarıyla birlikte bu gerçekliği bizim yaşadığımızdan daha da acıtıcı bir şekilde yaşamış olmaları gerekir. Bu insanlar gerçekliği başından beri yanlış algılamış değillerdir -başlangıçta gerçe­ğe ilişkin her şeyi bilmiş olmaları gerekir— daha çok tam da gerçeğe fazla yakın oldukları için sözde bir insani bütünlen­me aldatmacasına katılmak ellerinden gelmemektedir. Ancak kendi iç yaşamlarıyla bağlantı içinde kalma çabaları sonucu hastalanırlar. Kendi içlerindekini algılamak zorunda kalma­mak için gerçekliğe kaçan diğerleridir; “sağlıklı” olanlardır. Daha derin bir anlamda, şizofren bütünlüğünü koruma ihti­yacıyla hareket ederken, “normal” olanın ihtiyacı yarılmadır.
Bize dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyaları arasındaki zıtlıkların gerilimini kaldıramadıkları için “normal” davranı­şın görüntüsü arkasına saklanan insanların bir süre sonra ger­çek duyguları kalmaz. Bunun yerine duyguların ne olduğu­na dair düşüncelerle donanırlar, duygularla deneyimleri ger­çekleşmez. Kendi duygularının yerine yapıştırma duygular sergilerler ve kendi gerçek duygularını terk ederler. Varsay­dıkları kimliklerinin görüntüsü ne kadar “sağlıklı”ysa bu ma­nevrayı gerçekleştirmekte o kadar başarılı olurlar. Amaçları kendi benlerini ifade etmek değil de, başkalarını davranışla­rında, düşüncelerinde ve hissettiklerinde tutarlı olduklarına inandırmak olduğu için bu bir manevradır. Benim aramızda­ki gerçek deliler olarak göstereceğim insanlar böyleleridir.
Bu insanlar, kendi içlerindeki karmaşa, öfke ve boşlukla yüzleşemediklerinden hepimiz için tehlike yaratırlar. Şizof­ren, kendisi için çelişkili ve acı verici yaşantılarla dolu bir dünyada, gerçek sevginin geçerliliğine dayanan odaksal duy­gu çekirdeğini korurken deliliği gizleyenler için, ezici iç kar­maşalarına ve iç yıkımlarına karşı tek direniş yolu iktidar pe­şinde koşmaktır. Boşluğun kendi iç boşlukları olduğunu ka­bul etmek zorunda kalmamak için çevrelerinde boşluk ve yı­kımı yaratırlar. Şizofrenin ikilemi, kendi iç çekirdeğini sakla­yarak korumaya çalışmasındadır. Benlik, ancak canlı bir alış­veriş içinde yaşayabileceğinden bu başarısızlığa uğramaya mahkûmdur ve bu yüzden şizofren, bu girişiminin bedelini çoğunlukla akıl, mantık ve iletişimini tümüyle yitirerek öder. Dünyanın ona yaptığını kendi kendine yapar. Çevresindeki insanları kendi durumundan dolayı suçluluk duymaktan ko­rumak için artık sevilesi biri olmak istemez. Kendi iç du­rumlarına dair bilgiden kaçmak isteyenler ise, çevrelerindekileri de kendi “düzen”lerine ve dolayısıyla kendi kendile­riyle ilişki kurma biçimlerine uymaya zorlarlar.
Şizofrenler, keşfedilmekten korunmak için kendilerini azal­tırken diğerleri bunun tersi bir yöntem uygularlar: kendilerini değil, gerçekliğin yarattığı çelişkileri ve korkuları yalanlayarak gerçekliği azaltırlar. Yaşama biçimlerinin temelini bu azaltmayı savunmak ve iç korkularını inkâr etmek oluşturur. Bu azaltıl­mış gerçekliğe sarılırlar ve bunun yaşantının tümünü temsil et­tiği düşüncesinde direnirler. Buna bağlı olarak kendilikleri, var­lığımızı öncel olarak belirleyen düşünceleri gönüllü olarak iz­ler ve gerçek varoluşla bizi sarmalayan dış dünya arasındaki et­kileşimlere yaslanmaz. Böylece bilinci de bireyin dış gerçeklik­le bütünleşmesini değil, bu gerçekliği ele geçirme ihtiyacını yansıtır.
Bu durumda sadece düşüncelere itaat eden, dolayısıyla se­vinç ve acının yaşanmasıyla oluşan duyguların açık oyununu tanımayan bir bilincin köleleşmesi ve yıkıcılaşması gerçekle­şir. Kendimizi düşüncelere teslim ederek, aslında sadece his­setmemiz gerektiğini düşündüklerimizi duygu sanırız. Aynı şekilde, düşündüğümüzü sanırken aslında düşüncelerimiz, intikamcı ve yıkıcı duyguların kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakatların “yaşanmaya değmez yaşam­ları” üzerine III. Reich döneminde geliştirilen “bilimsel” ku­ramlar bunun uç bir örneğidir.
Bu ikilem, hepimizin ortak yanı olan gelişimin içinde temellendiği, düşünceleri ve duyguları birbirinden ayırt etme olanağıyla sıkı bir bağ içindedir. Aslında yaptığımız, duygula­rımızın devinimiyle düşüncelerimizin devinimini birbirleri­nin yerine geçirmek oluyor.
Eğer öncelikle duygu ve düşünceleri birbirinden ayırma­ya, yani duygularımızın kökeninden uzaklaşmaya eğilim gös­teriyorsak bu süreci artık görecek durumda olmamanın zor­luğunu yaşayacağızdır. Gelişimimize bağlı olarak kendimizi olduğumuz gibi değil, görünmemiz gerektiğini düşündüğü­müz gibi görme çabasına gireriz. Dış görünüm ve gerçek va­roluş eşbiçimli olmayacağından birbirlerine denk düşmezler. Ve birbirlerine denk düşmediklerinde iç gerçekliğin bu çe­lişkisi, sürekli bir korku kaynağı oluşturur. Korku da bu kop­mayı bir kez daha pekiştirir. Bir örnek: Güçlülük imajı, bir başkasının acısı karşısında gösterdiğimiz duygudaşlıkla çeli­şiktir, çünkü duygudaşlık zayıflıkla özdeşleştirilir. Bu çelişki bir çöküntü tehdidi oluşturur, bundan duyduğumuz korku da bizi duygularımızdan “vazgeçmeye” zorlar.
Bu süreci başka bir biçimde de tanımlayabiliriz: Hâkimi­yetin güçlülük, çaresizliğin zayıflık olduğu inanışı dağılımda farklılıklar göstermekle birlikte hepimizin derinliklerine yerleşmiştir. Bunu doğamızın temel bir unsuru kabul ederiz. Ancak hâkimiyete ve çaresizliğe ilişkin bu duygularımız, er­ken çocukluk yıllarımızda annemizin koruyucu kolları ara­sındayken ve onun tarafından beslenirken duyduğumuz do­ğal duygularla örtüşmez. Daha sonraları hâkimiyeti ve çare­sizliği güçlülük ve zayıflık olarak hissetmeye başladığımızda söz konusu olan, temelde düşünce süreçlerinin ürünü olan duygulardır, asıl doğamızın ve deneyimlerimizin ürünleri değil. Bu düşünce süreçleri, duygulara katlanamamanın be­lirlediği azaltılmış bir gerçekliğin içinde ortaya çıkar. Yani
yine içinde yarılma barındıran bir süreç.
Duyguların taşınamaması ilk olarak düşünceyi duygudan kopartır. Bu, şizofrenik davranışın özelliklerinden biri olarak kabul edilse de, şizofrenlerin değil, biz “normallerin” gerçe­ğidir. Şizofren için yarılma, yapıştırma ve ikiyüzlü duygular göstermeyi reddetmesinin bir ifadesidir. Çünkü şizofren, acı, kaygı, çaresizlik ve sevinç gibi gerçek duyguları tanımıyor değildir. Ancak bunların şekilsizleşmesini kabullenerek yaşa­mayı reddeder. Ama “normal” insanlar çaresizliği kaldırama­dıklarında, böyle bir yaşantıyı küçümseyen ve çaresizlik yaşa­manın, içinde gerçek güce götüren bir kuvvet barındırdığını inkâr eden bir “gerçeklik” tarafından bu yükün üstlerinden alınmasına ihtiyaç duyarlar.
Bu gerçeklik kaçınılmaz biçimde, güçlülüğün belirtisi olarak, kişinin kendiliğinin sınırları dışındakinin ele geçiril­mesine özel bir önem verir. Böylece insanın kendi ruhunu yanıltıcı bir şekilde zaptı söz konusu olur. Bir keresinde Eu- gene O’Neill, ABD’nin kendi ruhuna sahip olabilmek için sürekli kendi dışında bir şeyleri ele geçirmeye çabalaması yüzünden başarısızlığa uğradığını ve bu yüzden hem ruhu­nu, hem de ele geçirdiklerini yitireceğini söylemişti. Martti Siirala, uzlaşmacı insanın temel deneyimi olarak “gerçekliğin yanıltıcı mülkiyeti”nden söz ederken aynı sü­reci bireysel düzlemde tanımlamıştır.
Kişi, ele geçirme ve iktidar vasıtasıyla kendi duygularını yaşadığını kendine karşı onaylar. Ancak iktidar ve ona bağlı olarak oluşan her şey, canlı olma duygusunu verir görün­mekle kalmaz, insan doğasına dair de yanlış bir kavram akta­rır ve kendisi de yine değişir, insan, “düşünce”si yoluyla ve düşüncenin talimatlarına itaat edişiyle (gerçek duygu ve ya­şantılarla bağ kopuksa düşüncenin iç mantığı hiçbir düzelt­meye izin vermez) kendi içinden kopuk kaldığı sürece sade­ce sürekli olarak özerkliğinin zedelenmesiyle kalmaz, aynı zamanda da öfke ve şiddet duyguları oluşturur. Böyle bir sahte hissediş durumunda sahici olan tek şey öfkedir. Ama sa­hiciliğin mümkün kılacağı şey —gerçek duygular- , tasarlan­mış duyguların ideolojisini tehdit edeceği için bu inkâr edi­lir ve örtülür.
Bilincin yarılmasının pek çok ruhsal yapının merkezi örgütleyicisi olduğu açık, insanın ilk deneyimlerinin kopması, sadece iç bütünlüğü yaşamayı imkânsız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda çaresizlik ve zayıflık gibi duygularla başa çık­mayı sağlayan modelden de vazgeçmek anlamına geliyor. Eğer insan kendi acısının anlamını kavrayamaz duruma gel­mişse o zaman çaresizlikle, zayıflıkla baş etmede deneyim ek­sikliği var demektir. Çaresizlik bu yüzden insanın, iktidar sa­hibi olarak karşısında kendini savunma ihtiyacı duyduğu bir durum haline gelir. Bu başarılamazsa çaresizlik deneyimi hız­la bir yanılsamaya dönüştürülür ve bu neden olarak gösteri­lir. Görünürde her zaman gayet normal olan insanlar çok şa­şırtıcı bir biçimde kör bir yıkıcılıkla tepki veriyorlarsa, bu­nun nedeni kendilik değeri duygularının zedelenmesinin böyle bir süreci harekete geçirmesidir; savaşta ve mesleki ba­şarısızlık alanında bunun sayısız örneği vardır.
İnsan güven duymadan yaşayamaz. Güveni de sevecen bir ilgi yoluyla kazanır. Bebekler ve küçük çocuklar ilgisiz kalır­larsa duygu yitimine uğrayabilirler, hastalanabilirler, hatta ölebilirler. Sevilme yaşantısı —hangi biçimde olursa olsun— bir kez dahi gerçekleşmiş olsa, hayal gücümüzün doğasına uygun olarak, ardından gelecek bir boşluğu, hayati önem ta­şıyan anneyle bağ içinde olma duygusunu korumak amacıy­la kendi kendimize doldurabilmemizi sağlıyor. Ama böyle hayaller eğer acıya ilişkin deneyimlerin dışlanması üzerine kuruluyorsa o zaman kendilik, iktidar ve indirgenmiş bir ruhsal zemin üzerinde temellenir.
ABD’li psikiyatr Harry Stack Sullivan, insanın sadece yapılacak “doğru şeyi bulması gerektiğine, o zaman istenilen deneyimin tekrarlanacağına ikna olması için tek bir olumlu deneyim yaşamasının yeterli olduğuna işaret etmişti. Elbette burada hayal gücü belirleyici bir rol oynuyor: Artık gerçek­lik içinde yaratılamayan yaşamsal bir teselli sağlıyor. Bu, insa­nın çıkmazını “atlatabildiği” yollardan biridir. Sevgiden yok­sun yaşamak zorunda kalmak bir insanın en derin çaresizlik­lerinden biridir. Çocuklar, ihtiyaçlarının veya algılarının red­dedildiğinin ya da yalanlandığının bilinci içinde yaşayamaz­lar, eğer ki ruhsal yapıları sonunda gerçek ihtiyaçlarını inkâr edecek kadar değişmemişse.
Çocuğun içsel ihtiyaçlarını inkâr etmesi için bunları kıs­men veya tamamen koparıp ayırmış olması gerekir. Bu esaslı bir altüst oluşu içerir. Anne ve babanın kendisine acı verdiği­ni ve çaresizliğe düşürdüğünü algılamak zorunda kalmamak için çocuk nedeni kendi içinde arar. Çocuğun tabi oluşuna yol açan trajedi, sadece kendi iç dünyasını kopartmasında değildir. Çocuk bunun da ötesinde, yaşamasını sağlayan anne ve babay­la ilişkisini koruyabilmek için sevgi eksikliğini kendi içindeki bir bozukluktan gelen bir şey gibi algılamak zorunda kalacak­tır. Anne babasının “fikrini değiştirmek” için çırpınacaktır ve bunu yaparken hatayı hep kendinde bulmaya çalışacaktır. Böylece çocuk hissettiği sevgi eksikliğinin farazi suçunu kendi üst­lenecek ve bu “hata”dan kurtulabilmek için, iktidar ihtiyacını besleyen bir düşler ve fanteziler yaşantısı oluşturacaktır.
Eğer bir çocuk, anne baba iradesinin kendisi için belirle­diği çerçeveye —çerçeveyi belirleyen anne babanın çocuğu nasıl gördüğüdür— uzlaşma sağlayabilirse bu uzlaşma, bir ha­yatta kalma stratejisi olma anlamı taşır. Çocuk, kendi iç sü­reçlerini bir yana itecektir; kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini ve algılayışlarını yok sayacaktır ve yaşamını kendi benliğinin dışındaki bir şeyin üzerine kuracaktır. Bu süreçte gerçekliğin görüntüsü de, sahici olmayan bir duygular dünyasının sözde bütünlüğüne uzlaşmaya dönüşecektir. Bu nedenle çocuğun kendiliği acı ve ölümü algılamadan gelişir ve ama aynı za­manda kendini bunun bilincine varmadan acı ve ölüme adar. 
/....................
Ressam:Francis Bacon