Ve Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ve Sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Nisan 2013 Pazar

İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış... ve İlkbahar / Kim Ki Duk


artık iyileştiğine göre,

buradan gidebilirsin.


Hayır Usta! Gidemez!


Sahiplenme tutkun uyandı yalnızca.
Ve bu da öldürme isteğini uyandırır.
...........
(Gazete Haberi) ERKEK, 30 YAŞINDA
KARISINI ÖLDÜRDÜKTEN SONRA KAÇTI

Kocaman olmuşsun!

İçeri gel!

Eee? Mutlu bir hayat yaşadın mı
bugüne kadar?

Yaşadıklarınla ilgili ilginç
bir şeyler anlat.

Erkeklerin dünyası sana
acı vermeye başladı, değil mi?

Beni rahat bırak Usta.
Acı çektiğimi görmüyor musunuz?

Acı çekmene sebep olan ne?

Tek günahım sevmekti.
Bunun haricinde hiç bir şey istemedim.

Yani?

Başka bir adamla kaçtı.

Ah, şu mesele.

Başka ne olabilir ki?
Yalnızca beni sevdiğini söylemişti.

- Ya sonra?

- Buna daha fazla katlanamadım.

Erkeklerin dünyasının nasıl
olduğunu daha önceden bilmiyor muydun?

Bazen hoşlandığımız şeyleri
oluruna bırakmamız gerekir.

Sen ne beğenirsen
diğerleri de onu beğenir.

Peki ama bunu nasıl yapabilir?
Orospu!

- Bu senin için çok mu dayanılmaz?
- Evet!

Usta!

Usta!

Aptal çocuk!

Başkasını çok kolay öldürmene rağmen,
kendi canına kolay kıyamazsın.

Bu insanların hepsinin adını kazı buraya.
Her birini kazırken,
kalbinden öfkeyi çıkar at.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Gelecek, puslu manzara / Theo Angelopoulos


İSTANBUL -19. Uluslararası İstan­bul Film Festivali, son günlerinde dünyanın en saygın sinemacıların­dan birini ağırladı. 'Yaşam Boyu Ba­şarı Ödülü'nü almak üzere İstanbul'a gelen Yunanlı usta Theo Angelopoulos, sorularımızı yanıtladı.
Filmleriniz arasında geçişler, birbi­rini bütünleyen yanlar var. Siz de, ki­mi yönetmenlerin dediği gibi aslında tek bir film mi çekiyorsunuz?
Kesinlikle. Bence kişisel sinema yapan bütün yönetmenler, genelde tek bir film yaparlar. Hitchcock ben­ce bir film çekmiştir; Bergman da öy­le, Antonioni de. Genelde yönetme­nin ilk filminde bir çekirdek oluşur.
Ardından gelen filmlerse, bunun bir çeşitlemesi, uzantıları ya da daha tamamlan­mış halleri olur. Ama sonuçta hepsi o çekirdek üzerinde şekillenir. Eğer be­nim ilk filmim olan 'Yeniden Canlandırma'ya bakarsanız, sonraki filmle­rimde hep orada kullandığım temala­rın geliştirilmiş halini görürsünüz. Bu konuda kişisel bir deneyimim ol­du. Fransa'da bir retrospektifim vardı, ben de davet edilmiştim. Orada film­lerimi peş peşe yeniden izledim ve çok şaşırdım. En nihayet hepsinin tek film olduğunu gördüm çünkü. Her biri büyük bir filmin parçalan gibiy­di. Ve o film daha bitmedi. İngilizle­rin dediği gibi, 'work in progress'...
Bu bütünlüğe en çok yaklaştığınızı hissettiğiniz filminiz, hangisi peki?
Hiçbiri!
'Kumpanya' gibi ilk dönem filmleri­nizde tarihten beslendiniz, sonraları yakın tarihe ve nihayet günümüze da­ir hikâyeler anlattınız... Geleceğe dair bir öyküye sıra gelecek mi?
Yeni projem, 1919'da başlayıp gü­nümüzün New York'unda sona eren bir aşk hikâyesi. Bir çifti çocukluğun­dan yaşlılığına kadar izliyor; önce sa­vaştan kaçıyorlar, birbirlerini kaybedi­yorlar ve ömürleri yüzyılın olayları içinde, bir dizi engel arasında birbirle­rini aramakla geçiyor. En sonunda yaşlanmış olarak New York'ta buluşup tekrar Avrupa'ya dönüş yolculuğuna çıkıyorlar. Muhtemelen bu son yolcu­lukları olacak ve aşkı keşfedecekler.
Burada da geleceğe dönük bir ön­görü yok gibi...
Bir filmimin adı 'Puslu Manzaralar; biliyorsunuz. Yeni binyıla girdiğimiz şu dö­nemde, gele­ceğin ne olacağını kimse bilemiyor. Gelecek, puslu bir manzara. Fakat ben her za­man, filmdeki o iki çocuğun engelleri aşıp o ağacı bulmasını hayal ederim. Tabii ki, bu sadece bir umut.
'Puslu Manzaralar'ın sonuna doğ­ru, denizden çıkan ve Selanik'in üze­rinde salınan kocaman el, 'Ulis'in Bakışı'nda nehri kat eden Lenin hey­keline ait olabilir mi?
(Gülüyor) Hayır, farklı şeyler...
Diyeceğim, 1989'da olardan 88'de öngördüğünüz söylenebilir mi?
Benim az bilinen bir filmim var, 'Büyük İskender' diye. Orada yüzyılın sosyal ütopya deneyimleri ve bunların sona erişi anlatılır. Ben bu filmi 1980 yılında yapmıştım ve sosyalist dene­yimlerin sonunu o zamandan görmüş­tüm. Bu sona varılması, yani benim kuşağımla önceki kuşakların hayalle­rinin suya düşmesi, kendi içsel çatış­maları yüzünden oldu. Fakat her za­man için insanlar yarının dünyasını mükemmel bir dünya olarak hayal edecek. Bilmiyorum ne zaman ya da hangi tarihsel süreçlerle olur, ama bu hareket gençlerle olacak ve tüm dün­yayı değişime itecek. İşte, Amerika'da Seattle'da oldu, Washington'da da ol­du; gençler küreselleşmeye karşı tep­kilerini gösterdi. Özellikle bu iki ola­yın Amerika'da gerçekleşmiş olması bence çok önemli bir işaret. Ben, yarı­nın gençlerinin, bütün bu dillerin, kültürlerin ve farklılıkların yok edil­mesine, tektipleşmeye karşı mutlaka tepki göstereceklerini düşünüyorum.
Şiir hayatımızda giderek daha az yer kaplarken, ütopyalardan ve dev­rim hayallerinden geleceksiz bir top­luma doğru ilerlerken, siz filmleriniz­de şiire daha çok yer veriyorsunuz. Bu, bir tür tepkinin sonucu mu?

Evet, bu bir tepki. Günümüzde top­lumlar artık nefes alamıyor. Bu­nun en önemli nedeni de tarihsel pers­pektifin olmayışı... Şiir buna karşı bir avunma yaratıyor ve ruhumuzu okşuyor. Yaşamımı sürdürmeme yardım edi­yor. Çocuklarımın yaşayacağı bir ge­lecekte de, şiirin ve tarihsel bakışın etkili olacağını umut ediyorum. Şiir ve müziği anlatamazsınız, dansı da anlatamazsınız, denizi açıklayamazsınız. Esas olan denizi görebilmek, mü­ziği duymak, şiiri okumak. Sevebil­mek ve geleceğe bakabilmek.
Müzik ve şiirin yanı sıra filmleri­nizde sessizlik de baskın bir yer tu­tuyor. 'Leyleğin Geciken Adımı'nda Mastroianni şöyle der 'Yağmurun ardındaki müziği duyabilmek için susmak gerekir.' Sessizliğe nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?
Sessizlik hissedebilmek demektir. İnsanın kendi iç müziğini hissedebil­mesi demek. Benim görüşüme göre, günümüz dünyasında çok fazla gürül­tü var. O kadar çok ki, hiçbir şey du­yulmuyor. Hayatımızda güzel olan ne varsa, bu gürültüde kayboluyor. Onun için gürültüleri azaltmak ve içimizdeki sesi dinleyebilmek için bazen susmak gerekir. Bence bundan fazlasını açıkla­mak gereksiz. Çünkü öyle şeyler var ki, onları açıklamaya çalıştıkça anla­mından bir şeyler yitirir. O denizden çıkan eli nasıl açıklayabiliriz ki? Açıklanırsa, şiirselliğini kaybeder.

Söyleşi 2 Mayıs 2000 Radikal Sinema sayfasında yayınlanmıştır.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Equus / Sidney Lumet


Daha sonra, daima kucaklaştıklarını söylüyor.
Hayvan terli alnını onun yanağına dayıyor...
ve bir saat boyunca öylece duruyorlar karanlıkta...
tıpkı sevişen bir çift gibi.
ve tüm bu saçma şeyler yüzünden,
ben durmaksızın atı düşünüyorum...
çocuğu değil de atı,
ve onun ne yapmaya çalıştığını.
atın O koca kafası daima gözümün önüne geliyor,
çocuğu zincire vurulmuş ağzıyla öpüşü...
metalin arasında kıpırdayan dudakları,
gebe kalmakla ya da...
çiftleşme isteğiyle ilgisi olmayan bir arzu bu.
Peki nasıl bir arzu olabilir?
Artık bir at olmak istemiyor mu?
Nesiller boyu süren dizginlenmişliğinden
sonsuza kadar kurtulmak mı istiyor yoksa?
Bir atın, bizim hayal edemediğimiz bazı anlarda,
kendi çektiği acıları ve...
gündelik yaşamındaki itilip kakılmaları
hesab ederek...
tüm bunlardan kederlenmesi
mümkün müdür?
Bir at...
neden kederlenir ki?
Görüyorsunuz ya...
cevap bulamıyorum.
Aslında sormam gereken şu: bir taşra hastanesinde çalışan
işi başından aşkın bir doktorun...
böyle sorular sormasının faydası ne?
Aslında bu soruların hiç bir faydası yok.
Hatta işin doğrusu...
bu sorular insanı altüst ediyor.
Mevzu şu ki...
O atın kafası benim omuzlarımın üzerinde duruyor...
eski bir lisanın içinde,
eski varsayımlara zincirlenmişim...
bunlardan bir sıçrayışta kurtulup toynaklarımı
orada olduğunu umduğum yeni bir patikaya basmak istiyorum.
Patikayı göremiyorum çünkü eğitimli,
sıradan kafam yanlış yere bakıyor.
Zıplayamıyorum çünkü gemlerim ve
gücüm müsaade etmiyor.
Ya da bir başka deyişle:
beygir gücüm...
çok düşük.
Kesin olarak bildiğim tek şey bu.
Nihayetinde, bir atın düşünüşü bana çok yabancı.
Buna rağmen, daha karmaşık olduğunu farzettiğim
küçük çocukların düşünceleriyle başa çıkabiliyorum...
en azından mesleğimde yapabiliyorum bunu.
Bir yere kadar, anlattıklarımın bu çocukla hiç bir ilgisi yoktu.
Kafamdaki şüpheler yıllardır
bu kasvetli yerde büyüyüp duruyordu.
Bu son derece ilginç vaka şüphelerime ivme kazandırdı.
Asıl mevzu, olayın "son derece ilginç" olması.
Sebepler ne olursa olsun, bu şüpheler
yalnızca endişe verici değil...
dayanılmaz da!
Bağışlayın.
Pek de anlamlı konuşmuyorum.
İyisi mi en başından anlatayım.

16 Aralık 2010 Perşembe

The Trotsky 2009 / Jacob Tierney


Filmin Amerikan yapımı olması ve ismiyle bir geçmiş imgesi taşıması yönünden öncelikle dikkati çektiğini belirtmek gerekebilir. Afiş tasarımında ne kadar bir gençlik filmi imajını yaratsa da; bu sınırları ne kadar eğlenceli gösterse de -gülmekten zevk aldığım çokça sahne var- ciddileşmesini gerektiği yerde kendini yere düşürmeyen bir yapım.

          Film, ilk bölümde baba ve oğul arasındaki belli iktidar çatışmasını su yüzüne çıkarıyor. Fakat bunu yaparken sanki bir ergenlik ve kabul görülme arzusunun farklı dayatma yöntemlerini kullanıldığını düşünüyorsunuz. Bu yüzden Troçki olduğunu ilan eden Leon -yani reenkarnasyon yaşadığını ifade eden karakterimiz- ve iktidar olarak karşısında durduğu ilk yer olarak babasını taaruz etmektedir. Babasının işyerinde sendika örgütlenmesine başlayan liseli Troçki işleri karıştıran ve çalışma düzenini bozan bir rahatsız edici olarak  izleyenin  pek özdeşlik kuramayacağı davranışlar sergiliyor. Gerçekten ne yapmak istediği konusunda emin olamıyorsunuz, bu sizde hem izlemeyi sürdüren bir öğe fakat öbür taraftan karakterimize biraz yukardan bakma bakışı edindiriyor. Çocuksuluğu, Troçki ile kurduğu bağ, yürüyüşü, kaş hareketleri, kitleler önüne çıkışı bir sempati uyandırıyor.

         Babanın -otoritenin- işleri yavaşlatan ve sendika için açlık grevine başlayan oğluyla baş etme yöntemi onu özel okuldan alıp bir devlet okuluna vermekle başka bir mecreya taşınıyor.  Leon gittiği devlet okulunda babasını nitelelendirdiği faşişt söylemi hemen diğer otoritelerde buluyor. Okul müdürü ve yardımcısı baskısı. Ve Leon disiplin cezasına çarptırlan çocukların doğal savunucusu olarak disipline izinsiz katılırken, otoritenin onaylamadığı ve sürekli sınırlar belirlediği alanlara girip çıkmaktaki rahatlığı öğrencileri etkiliyor. Gerçekte Leon ne istemektedir. Bu soru izleyiciğe bırakılmalıdır.

         Filmin en güçlü yanı; tereddüt etmeden yaptığımız her ne olursa olsun ondan aldığımız hazzın bizi sürekli canlı tutması. Bu film hayalkırıklıkları, pişmanlıklar, dostluklar, aşklar  ve her bir insani durumla deneyimlenerek yenilendiğiniz gerçeğinin altını çizerken bizi heyacanlandırıyor. 
Bir de ellerimizin az kullanılmış bir duruşunu savunuyor.



"Bıkkınlık" mı, "Kayıtsızlık" mı?

- Ne fark eder ki?
- Bıkkınlık.

Kayıtsızlık,
"ilgi yoksunluğu" durumudur.

Bıkkınlık ise; bir sebepten
öte gelen uyuşukluktur.




Eğlencesi sona erdikten sonra
hiçbir şey gerçek değilmiş.




Seninle ben var ya...
Dünyayı değiştireceğiz.

  

15 Aralık 2010 Çarşamba

O Melissokomos / Arıcı / Theo Angelopoulos


Bir elma ağacına çıktım bir elma yemek için
dal kırıldı kolumu kırdım bir elma yemek için

14 Nisan 2010 Çarşamba

Funny Games - Eğlenceli Oyunlar - Michael Haneke

(Türk dağıtım firmalarının "bu filmin adı olsa olsa Ölümcül Oyunlar olur" deyip Funny Games'ten çevirdiği filmin asıl adı "Eğlenceli Oyunlar"dır.)

Evli ve mutlu çift Georg (Ulrich Mühe) ve Anna (Susanne Lothar) ve oğulları Schorschi tatil için uzun süredir gelmedikleri tatil evlerine arabalarında dinledikleri klasik müziklerin bestecilerini bilmece oyunu oynayarak ilerlemektedirler. Aile üyelerini topluca arabanın ön camından görürüz. Klasik müzik aniden hard-rocka dönüşür, ailenin işkenceden geçeceğini anlar ve ilk önce aile reisi Georg'un, ardından Anna'nın, ardından da Schorschi'nin yüzlerini görerek karakterlerle/kurbanlarla tanışırız.

Aile tatil evlerine girdiklerinde rutin işlerini hemen yapmaya başlar, Georg açacağı pencereler ve golf sopaları hakkında aileye bilgi verirken, Anna yumuşamış olan yağdan, buzluğun iyi çalışmadığından sözeder, telefonda yemeğe çağırdığı arkadaşına değiştirmesi gereken pillerden haber verir. Georg ve oğlu Schorschi tekneyi suya indirmek üzere göle iner, burjuvanın yapmayı en sevdiği ve sınıf atlama sembollerinden biri olan tekne gezintisine hazırlık yapmaya koyulurlar.

Peter'ın (Frank Giering) kapıda belirmesiyle oyun başlar.
Anna ilk oyununu oynarken ve Paul'un (Arno Frisch) golf sopasını nerede kullandığını aradığı sırada Paul'un sesi seyircinin bakış açısının arkasından gelmektedir, seyirci Paul'le birlikte kurbanı seyretmektedir, şiddet eğilimli seyirci Anna'ya karşı şiddet eyleminin başlamasını beklemektedir ve Paul'un tarafındadır. Paul de kadraja girer ve seyircinin oyuna, seyirci tam farkında olmasa da, katılmış olduğunu ve bunu bildiğini belirtmek için kendi tarafını tutanlara karşı kameraya dönüp göz kırpar, onlara selam verir, filmin alışılmış bir korku-gerilim filmi olmayacağı anlaşılmıştır.

Paul Anna ile beraber içeri girdiğinde yalanın serbest olup olmadığını sorar, oyunun kuralları konmalıdır (Seyirciye yalan söylemek, onu kandırmak serbest midir?). Paul Anna'nın kendisine senli benli hitap etmesini "bu bir yakınlaşma mı?" sorusuyla karşılar. Yakınlaşmanın çok önemli olduğundan, yakınlaşmanın olmazsa olmazlığından söz eder (Film, ya da başka bir seyirlik şiddet olayı, seyredeniyle yakınlaşmalıdır, özdeşleşme olmadan zevk alınmaz). Ardından da ekler:"Tüm bu olanlar yakınlaşmamızı engelledi değil mi?" (Seyirci filmin alışılmış korku-gerilim filmi olmadığını hissetmeye başlamıştır, filmde o ana kadar olanlar gerçekten yakınlaşmayı engellemiştir).
Seyirci eğer kurbanların tarafındaysa merak edeceği özdeşleşmeyi kolaylaştırıcı ilk soru kötü karakterlerin neden bunu yaptığı sorusudur. Filmin art sahnesinde sorulan ilk soru da budur, Georg, Paul ve Peter'a bunu neden yaptıklarını sorar. Paul Peter'ın son derece normal bir aileden geldiğini, babası dahil herkesin keş olduğunu, annesinin ise ona tecavüz ettiğini söyler, ardından da sorar:"Hangi hikaye hoşuna giderdi? İşin gerçeği hayatımız son derece zor ve bomboş geçti, ikimiz de uyuşturucu bağımlısıyız ve evleri soyarak uyuşturucu parası sağlıyoruz." Ardından tekrar sorar: "Başka bir hikaye?" Paul ve Peter'ın bu eylemleri karakterlere neden yaptıkları seyirci ve aile tarafından öğrenilemese de yapılan eylemlerin 'yaşadıkları maddesel-antimaddesel arası ve herşeyi bir karadelik gibi çeken dünyalarında' bir amacı olmadığı, asıl amacın filmi seyreden, maddesel dünyada yaşayan seyircileri rahatsız etmeye ve kendilerini sorgulamaya yönelik bir eylem olduğu ortaya çıkacaktır. Seyirci eylemlerin nedenini öğrenemeyince eli boş kalır.

Ardından Paul iddiaların başladığını söyler, Paul ve Peter'ın iddialarına göre ailenin içinden 12 saat içinde sağ çıkacak kimse olmayacaktır. Paul herkesin iddiaya girmesi konusunda ısrar eder (şiddet satın alınmışsa zevk almak için mutlaka taraf tutulmalıdır). Paul seyircilere dönüp "Kazanma şansınız var mı sanıyorusunuz?" diye sorar, "Herkesin şansı vardır, e ne tahmin ediyorsunuz?" (Film burada da seyirciyi kandırmaktadır, sağ yumruğunu gösterip film boyunca sol yumruğuyla vuracaktır). Peter sorar: "Bu nasıl bir oyun? Ölürlerse bir şey alamayız, kazansalar da bir şey alamayız?", Paul:"E işte her halde kaybediyorlar." (Hangi taraf seçilirse seçilsin, seyirci kaybedecektir. Kurbanların tarafını seçenler Anna'dan teknede bıçağı kullanıp 'son hamleyle' kötüleri denize dökmesini beklenirken, Peter Anna'yı Paul ile yaptığı sohbete kısa bir ara vererek seyircilerin hala inanamayan gözleri önünde bu son kurbanı da tek hamleyle suya iter, kurbanların tarafını tutanlar kaybeder. Peter ile Paul'un ise seyirciler tarafından sevilecek, zevk alınacak bir tarafı kalmamıştır, kendi dünyalarında öldürmek için bir sebepleri bile yoktur, ayrıca oyun bozandırlar, mutlak hakimiyet içindedirler, üstüne üstlük seyirciyle dialoga da girmektedirler). Peter ardından ekler: "Televizyonda söyledikleri gibi, bahisler başladı!".

Haneke filmlerinde televizyon şiddetin pazarlandığı temel araçtır. Peter daha sonraki sahnelerde televizyon seyrederken ekranda hep yıkıma dair görüntüler vardır, Schorschi'nin kanı tv ekranını kaplayacaktır. Filmin kendisi de yıkıcı özelliktedir, film yıkımdan alınan zevki yıkmak, parçalamak istemektedir. Paul ve Peter birbirlerine televizyon karakterlerinin adlarıyla hitap ederler: Tom ve Jerry (şiddetin son derece masumane şekilde sunulduğu çizgi dizi), Beavis and Butthead (Mtv kuşağının hayran olduğu iki şiddet bağımlısı karakterin çizgi dizisi). Haneke'ye göre yaşadığımız çağdaki toplumun en önemli iletişim aracı olan tv şiddeti körüklemektedir. Tv tepkisiz, değer yargısız, duyarsız, yaptığı şeyleri neden yaptığını bilmeyen, tv ekranındaki sahte gerçekliğin algılarını başkalaştırmasıyla gerçeklik duygusunu yitirmiş bir jenerasyon ortaya çıkarmıştır, korkulması gereken budur (ABD'de okul katliamları en çok korkulan ve anlaşılamayan olayların başında gelmektedir, katliamı yapan gençler pişman bile olmamakta, yüzlerinde kafalarında yarattıkları/yaratılmış gerçekten kopuk dünyalarının ifadesi okunmaktadır. Yeni yapılan bir araştırmaya göre ABD'li çocuklar 18 yaşına gelene kadar tv ekranında ortalama 16 bin cinayet, 200 bin şiddet olayı izliyorlar). Haneke filmleri bu durumun seyircilerce farkedilmesine yöneliktir.

Bu sahnenin ardından bir sessizlik olur, ve aile üyelerinin ardında duran kamera sayesinde, tüm karakterleri evin oturma odasında bir akşamüstü sakin sakin oturan arkadaşlar gibi görürüz. Filmin temel özelliklerinden birisi son derece gerçekçi olmasıdır, film beyaz perdenin, tv ekranının sahte gerçekliğine zıt olarak gerçeği olduğu gibi vermek istemektedir, bu etkinin verilmesi için de filmde geçen zaman neredeyse real-time'dır (filmde yaşanan zamanla seyircilerin algıladıkları zaman neredeyse eşdeğerdir).Filmde iç mekanda giderek azalan ışık, seyirciyi rahatsız etse de rahatsızlığın nedeni farkedilememiştir, fakat artık güneş batmış, etrafın kararmasıyla oda da kararmıştır, Peter'ın karanlık oldu deyip abajuru yakmasıyla seyirci de rahatlar ve bu real-time etki seyircilerin filmi daha gerçekçi algılamasını sağlar. Filme gerçeklik unsuru katan diğer bir nokta da filmde müziğin (ilk dakikası hariç) hiç kullanılmamış olmasıdır.

Peter ve Paul nazik kişiler, hatta çok nazik kişilerdir, kurbanların çektikleri acıları bilmekte ve anlayabilmekte, hatta onlara yardım etmek istemektedirler, cümlelerinde hep lütfen sözü geçer, bu ultra-nezaketten şiddete kayışları ise saniyeliktir. Kötü karakterlerin bu nezaketi aynı zamanda burjuvaya yapılmış bir göndermedir de, Paul'un alay dolu yüz ifadeleri çok zengin ve iyi eğitim görmüş bir kişinin çevresindeki herkesi küçümseyen bakışlarına sahiptir. Peter ise yine aynı şekilde eğitilmiş, aptal, durmadan yemek yiyen, canım cicim büyütülmüş burjuva çocuğuna benzemektedir. Sahte nezaketlerini aslolanı gizlemek için kullanırlar.
Paul Schorschi'yi ararken Peter şöyle der: "Konuşabildiğinize şükretmelisiniz bence, hepimizin zevk almasını sağlıyoruz." (Konuşamayan kurbanlar seyirci için de bir zevk kaynağı değildir, kötüler seyircilere yardımcı olduklarını düşünmektedirler). Peter devam eder: "Aslında suç sizin, neden Paul'a tokat attınız ki? Aslında tüm bunların önemi yok, bir kutu yumurta için, en azından böyle olmamalıydı. İnsan eşine güvenmelidir, eşiniz yumurtaları vermeniz için size yalvardı."

Tüm bu olaylar olurken seyirci her 'kurbanla özdeşleştiği ve kurbanın kurtulması için kendi kafasında çeşitli fikirler ürettiği korku-gerilim filminde' olduğu gibi kurbanlar için fikirler üretmektedir. Georg yumurtaları verseydi, Paul'a tokat atmasaydı tüm bunlar olmayacak, Paul ve Peter evi terk mi edecekti? Anna filmin ilerleyen sahnelerinde neden tekneleriyle suya açılıp güvenli bir yoldan tanıdığı kişilere ulaşmak yerine, çok daha tehlikeli ve kendisine kötülerin ulaşabileceği kara yolunu seçti, tekneye binseydi kurtulabilir miydi? Hayır. Ne olursa olsun, karakter hangi yolu seçerse seçsin olacaklar bellidir, çünkü Tanrı yeryüzüne inmiş ve Paul kılığına girmiştir, güç Paul'dadır, o herşeyi bilmektedir, Shorschi'nin elindeki tüfeğin tetiğini çektirmeye bile cesaret eder, üstelik bunu son derece umursamaz şekilde yapar. Paul arada kalan sinema dünyasını yönetmektedir. Şiddet filmi seyircisi kurbanın kurtulabilmesi için boşuna kafa yormaktadır, çünkü kendini bilincinde olmadan filme teslim etmiş, filmi/sanalı gerçek olarak algılamıştır. Paul'un daha sonra söyleyeceği gibi risk olmadan iddia olmaz, ancak filmlerde risk yoktur, tüm kontrol filmdedir, seyirci basitçe bunun farkında değildir. Alışılmış bir filmde olacaklar bellidir: kurbanlardan biri eninde sonunda kurtulacak, katillerden öç alacak, seyirci şiddetten aldığı zevki sürdürmeye devam edecektir, alışılmış şiddet filmlerinde seyircinin ve seyrettirenin karşılıklı birbirini aldatmasının bir oyunudur bu: seyirci olacakları bilebilmesine rağmen, yine de bilmiyormuş gibi davranır, yoksa filmden zevk alamaz, seyrettiren de belli olan sona dolambaçlı yollardan ulaşır, sanki kaçınılmaz son gelmeyecekmiş gibi. Film adını "Eğlenceli Oyunlar" koyarak alışıldık film beklentisi içindeki seyirciyi sazan yerine koyar, onu (Paul aracılığıyla) muhattap alarak kendi oyununu oynar. Haneke Hollywood kökenli sinemanın zıttında yer almaktadır, seyirciye filmlerde özdeşleşme imkanının verilmesine, buna zorlanmasına karşıdır. Seyirci kendini yönetmenin eline bırakmamalıdır, filmin akıntısında sürüklenmemelidir. Eğlenceli Oyunlar bu görüşün bir ürünüdür. Seyircinin asıl isteği şiddeti tatmak, bundan zevk almaktır, şiddetle eğlenebilmektir. Haneke'nin devreye girdiği nokta tam burasıdır, buz gibi soğuk ve real-time bir şiddeti seyircinin üzerine püskürtür ki, şiddetin soğuk yüzünü, özünü hissedebilsinler. Haneke filmlerini izleyenlere 'huzursuz seyirler' dilemektedir.
Filmde özellikle Peter ve diğer karakterler yemeden duramazlar, Paul Schorschi'nin öldürüldüğü sırada sandviçini hazırlamakla meşguldur. Seyredenin şiddetten aldığı zevki tamamlayan diğer zevk yemedir. Tipik seyirci filme girerken patlamış mısırını ve kolasını almayı unutmaz.

Anna'nın polise ulaşma girişimi başarısız olur. Paul bize bakıp sorar:"Yeter mi? O zaman iyi bir son istiyorsun değil mi?" ve ekler: "Asla tek taraf vazgeçemez" (Seyirci hiç zevk alamamıştır, hiç olmazsa filmin sonu seyirciye yönelik olmalıdır. Oyun sonuna dek oynanmalıdır, seyirci seyretmekten vazgeçme şansına sahip değildir). Paul Anna'nın dua etmesini ister. 'Paul'un bedeninde maddeleşmiş Tanrı' Anna'dan karşısında kendisine yalvarmasını, dua etmesini istemektedir, olayların akışını değiştirebilecek yegane varlıktan yardım dilenmelidir. Fakat Tanrı gerçeklik duygusunu yitirmiştir, mantık ve duygudan yoksundur, o oyununu oynamaktadır.

Seyirciler filmin sonunda kurbanlardan birisinin (son adam) kurtulmakla kalmayıp, kendisinin de avcı tarafına geçip avcıları av yapmasını, onlara cezalarını vermesini beklemektedirler. Anna aniden pompalı tüfeği ele geçirir ve Peter'a dönerek tetiği çeker, Peter kanlar içinde yere yığılır. En sonunda seyircinin istediği olmuş, seyirci filmden zevk almayı başarmış ve içinden derin bir oh çekmiştir. Aradan saniyeler geçmeden zevk almayı başarmış mesut seyirciyi tümden şoke eden bir gelişme olur, Paul hafiften telaşlanarak televizyon kumandasını aramaya başlar, bulur, eline alır ve geri sarma düğmesine basar, geri çekimle her şey geri döner, ve zaman Anna'nın tüfeğe göz attığı sahneden devam eder, Anna tekrar dener, fakat Paul bu kez onu durdurur. Seyircinin tüm film boyunca istediği şey sonunda gözlerine sunulmuştur, seyirci sahneyi anında kabullenir, alır almaz da film, seyircinin istediği yegane şeyi, aldığı zevki, bir çocuğun elinden elma şekerini çalar gibi geri alır, çouksa o kadar saftır ki ne olduğunu bile anlayamaz, bu kadar gerçek olarak algıladığı bir filmde tv kumandasıyla zamanın geri döndürebileceği belki de aklına gelebilecek son şeydir.
İlerleyen yıllarda etkileşimli (seyircilerin filme koltuklarından yapacakları oylamalarıyla müdahale edeceği) sinemada Haneke'nin izinden gidecek yönetmenler olacaktır ve bu yönetmenler seyircileri üzerinde çok daha şok edici filmler çekebilecektir.

Peter ve Paul Anna'yı paketlemiş şekilde teknede giderken, madde ve antimadde dünyasından sözeder, arada kalan dünyanın da kara delik gibi herşeyi kendisine çektiğini söylerler. Arada kalan dünya sinemadır, Peter ve Paul ise bu dünyanın Tanrı'sıdırlar, seyirci kendini filme teslim etmektedir ve aslında bilinçsiz bir şekilde aldatılmaktadır, Haneke de seyirciyi aldatır, fakat bu aldatmayı diğer şiddet filmlerinin aslını ortaya çıkarmak için yapar. Peter ve Paul seyircilerin isterlerse (bu çekim gücünü aşarlarsa) bu filmlerin aslını (şiddetin aslını) görebileceklerini, herşeyin apaçık olduğunu söylerler. Seyirci bunu yaparsa arada kalan kainatın gerçek olmadığını, herşeyin bir yanılsama olduğunu görecektir. Haneke seyircisini aldatırken, onun istemediğini gösterir, bilerek aldatan filmin sevilmeyeceği tehlikesini göze alır. Haneke riski görür, iddiaya girer, oyunu oynar, belki seyircilerin çoğunda iddiayı kaybeder, fakat kendisine hayran kalmış ve gerçeği görmüş bir kitlede kazanır. Paul'un dediği gibi: "Risk olmadan iddia olmaz".