İSTANBUL -19.
Uluslararası İstanbul Film Festivali, son günlerinde dünyanın en saygın
sinemacılarından birini ağırladı. 'Yaşam Boyu Başarı Ödülü'nü almak üzere
İstanbul'a gelen Yunanlı usta Theo Angelopoulos, sorularımızı yanıtladı.
Filmleriniz arasında
geçişler, birbirini bütünleyen yanlar var. Siz de, kimi yönetmenlerin dediği
gibi aslında tek bir film mi çekiyorsunuz?
Kesinlikle. Bence
kişisel sinema yapan bütün yönetmenler, genelde tek bir film yaparlar.
Hitchcock bence bir film çekmiştir; Bergman da öyle, Antonioni de. Genelde
yönetmenin ilk filminde bir çekirdek oluşur.
Ardından gelen
filmlerse, bunun bir çeşitlemesi, uzantıları ya da daha tamamlanmış halleri
olur. Ama sonuçta hepsi o çekirdek üzerinde şekillenir. Eğer benim ilk filmim
olan 'Yeniden Canlandırma'ya bakarsanız, sonraki filmlerimde hep orada
kullandığım temaların geliştirilmiş halini görürsünüz. Bu konuda kişisel bir
deneyimim oldu. Fransa'da bir retrospektifim vardı, ben de davet edilmiştim.
Orada filmlerimi peş peşe yeniden izledim ve çok şaşırdım. En nihayet hepsinin
tek film olduğunu gördüm çünkü. Her biri büyük bir filmin parçalan gibiydi. Ve
o film daha bitmedi. İngilizlerin dediği gibi, 'work in progress'...
Bu bütünlüğe en çok
yaklaştığınızı hissettiğiniz filminiz, hangisi peki?
Hiçbiri!
'Kumpanya' gibi ilk
dönem filmlerinizde tarihten beslendiniz, sonraları yakın tarihe ve nihayet
günümüze dair hikâyeler anlattınız... Geleceğe dair bir öyküye sıra gelecek
mi?
Yeni projem, 1919'da
başlayıp günümüzün New York'unda sona eren bir aşk hikâyesi. Bir çifti
çocukluğundan yaşlılığına kadar izliyor; önce savaştan kaçıyorlar,
birbirlerini kaybediyorlar ve ömürleri yüzyılın olayları içinde, bir dizi
engel arasında birbirlerini aramakla geçiyor. En sonunda yaşlanmış olarak New
York'ta buluşup tekrar Avrupa'ya dönüş yolculuğuna çıkıyorlar. Muhtemelen bu
son yolculukları olacak ve aşkı keşfedecekler.
Burada da geleceğe
dönük bir öngörü yok gibi...
Bir filmimin adı
'Puslu Manzaralar; biliyorsunuz. Yeni binyıla girdiğimiz şu dönemde, geleceğin
ne olacağını kimse bilemiyor. Gelecek, puslu bir manzara. Fakat ben her zaman,
filmdeki o iki çocuğun engelleri aşıp o ağacı bulmasını hayal ederim. Tabii ki,
bu sadece bir umut.
'Puslu Manzaralar'ın
sonuna doğru, denizden çıkan ve Selanik'in üzerinde salınan kocaman el,
'Ulis'in Bakışı'nda nehri kat eden Lenin heykeline ait olabilir mi?
(Gülüyor) Hayır,
farklı şeyler...
Diyeceğim, 1989'da
olardan 88'de öngördüğünüz söylenebilir mi?
Benim az bilinen bir
filmim var, 'Büyük İskender' diye. Orada yüzyılın sosyal ütopya deneyimleri ve
bunların sona erişi anlatılır. Ben bu filmi 1980 yılında yapmıştım ve sosyalist
deneyimlerin sonunu o zamandan görmüştüm. Bu sona varılması, yani benim
kuşağımla önceki kuşakların hayallerinin suya düşmesi, kendi içsel çatışmaları
yüzünden oldu. Fakat her zaman için insanlar yarının dünyasını mükemmel bir
dünya olarak hayal edecek. Bilmiyorum ne zaman ya da hangi tarihsel süreçlerle
olur, ama bu hareket gençlerle olacak ve tüm dünyayı değişime itecek. İşte,
Amerika'da Seattle'da oldu, Washington'da da oldu; gençler küreselleşmeye
karşı tepkilerini gösterdi. Özellikle bu iki olayın Amerika'da gerçekleşmiş
olması bence çok önemli bir işaret. Ben, yarının gençlerinin, bütün bu
dillerin, kültürlerin ve farklılıkların yok edilmesine, tektipleşmeye karşı
mutlaka tepki göstereceklerini düşünüyorum.
Şiir hayatımızda
giderek daha az yer kaplarken, ütopyalardan ve devrim hayallerinden geleceksiz
bir topluma doğru ilerlerken, siz filmlerinizde şiire daha çok yer
veriyorsunuz. Bu, bir tür tepkinin sonucu mu?
Evet, bu bir tepki.
Günümüzde toplumlar artık nefes alamıyor. Bunun en önemli nedeni de tarihsel
perspektifin olmayışı... Şiir buna karşı bir avunma yaratıyor ve ruhumuzu
okşuyor. Yaşamımı sürdürmeme yardım ediyor. Çocuklarımın yaşayacağı bir gelecekte
de, şiirin ve tarihsel bakışın etkili olacağını umut ediyorum. Şiir ve müziği
anlatamazsınız, dansı da anlatamazsınız, denizi açıklayamazsınız. Esas olan
denizi görebilmek, müziği duymak, şiiri okumak. Sevebilmek ve geleceğe
bakabilmek.
Müzik ve şiirin yanı
sıra filmlerinizde sessizlik de baskın bir yer tutuyor. 'Leyleğin Geciken
Adımı'nda Mastroianni şöyle der 'Yağmurun ardındaki müziği duyabilmek için
susmak gerekir.' Sessizliğe nasıl bir anlam yüklüyorsunuz?
Sessizlik
hissedebilmek demektir. İnsanın kendi iç müziğini hissedebilmesi demek. Benim
görüşüme göre, günümüz dünyasında çok fazla gürültü var. O kadar çok ki,
hiçbir şey duyulmuyor. Hayatımızda güzel olan ne varsa, bu gürültüde kayboluyor.
Onun için gürültüleri azaltmak ve içimizdeki sesi dinleyebilmek için bazen
susmak gerekir. Bence bundan fazlasını açıklamak gereksiz. Çünkü öyle şeyler
var ki, onları açıklamaya çalıştıkça anlamından bir şeyler yitirir. O denizden
çıkan eli nasıl açıklayabiliriz ki? Açıklanırsa, şiirselliğini kaybeder.
Söyleşi 2 Mayıs 2000 Radikal Sinema sayfasında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder