Rainer Maria Rilke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rainer Maria Rilke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2019 Cuma

Büyük Gece / Rainer Maria Rilke


Kaç kez hayretle baktım sana,  başlangıcı  düne  ait  bir
pencereden,
öylece  durdum ve hayretle  baktım.  Yeni kent, benim  için
yasak  kent  gibiydi  henüz,  ve  inatçı  manzara  kararmaktaydı;
sanki  ben,
hiç  yoktum . En yakınımdaki  nesneler  bile  çabalamıyordu
anlaşılır
olmak  uğruna. Yol, sokak  lambasını itip  geçiyordu,
yabancıydı.  Sonra
ötede-bir oda,  hissedilebilen ve lambanın  ışığıyla
aydınlanmış-,
ramak  kalmıştı  katılmama,  anlayıp  kapattılar pencereleri.
Durdum.  Bir  çocuk ağladı ardından. Biliyordum güçlerinin
nelere  yettiğini
çepeçevre  evlerdeki  bütün  annelerin-,  ama  bütün  o
ağlamaların  nasıl
teselli  bulmaz  dertlerden  doğduğunu  da  biliyordum.
Şarkı  söylemekteydi  bir ses,  beklentilerin  de  bir  nebze
ötesine
sarkarak,  ya  da  aşağılarda  bir  ihtiyar koyuveriyordu sitem dolu
öksürüklerini,  acımayı  bilen  bir dünyanın  karşısında  haklı olan,
kendi  bedeniymişçesine.  Sonra  bir saat vurdu-,  geç  kaldım
saymakta,
yanımdan  yuvarlanıp  gitti.-
Tıpkı  bir yabancı  oğlan  çocuğu gibi,  hani  sokakta  topu
değil,  ama
kendisi  yakalanan,  başkalarının  birbirleriyle  onca oynadıklarından
hiçbirini  oynamasına  izin  verilmeyen  bir çocuğun  durup
başka  yere
-nereye?-  bakması gibi, durdum,  ve ansızın,
anladım  ki,  sendin  benimle  oynayan,  ey  yetişkin  gece,
ve  o  zaman  hayretle  baktım  sana.   Kulelerin  öfkelendikleri,
kadere dönüşmüş  bir  kentin  beni  kuşattığı,  sır vermez dağların
meydan  okudukları  ve  yakın  çevrede,  duygularımın  o rastlantılara
bağlı  kıvılcımlarını  açgözlü  bir yabanlığın küIlendirdiği
yerde :-
evet,  ey  büyük gece,  bir ayıp  değildi  senin  için  beni  tanıman.
Soluğun
üstümden  geçti.  Engin   ciddiyetlere  yayılmış  gülümsemen
ise,  benliğime  işledi.

TESLİM  olmak  istiyorum.  Yayıl yayılabildiğin  kadar
Sen  değil  misin  bir çobanın  yüzünü,  bitip  tükenmeyen
hanedanların  taşındığı  kraliçe  rahimlerinde,  soyluluğun
ve  gelecekteki  cesaretlerin  taçlı  başlara  kazandırabildikleri
ifadelerden  daha  görkemli  kılan?   Kalyonların  sessiz
oymalarını  taşıyan  şaşkın  tahtalar,  dilsiz  bir inatla  açılmakta
direndikleri  deniz  evreninin  yüz  çizgilerini  alabildikten
sonra,  o  zaman  neden,
evet  neden,  ey acımasız  gece,  hissetmeyi  bilen,  isteyen
biri,  kendini  açan  biri,  sonunda  neden  benzemesin  sana?
(Geceye  Yazılan  Şiirler)


26 Aralık 2018 Çarşamba

Rainer Maria Rilke / Orpheus'a Soneler



XXIX
SUSKUN dostu sayısız uzakların, hisset,
soluğun nasıl da çoğaltıyor mekanı.
Çatı kirişlerinin karanlığında asılı
çanlar çalsın senin uğruna. Neyse seni

kemiren, güçlü olur bu doyumdan da.
Değişime bırak büsbütün kendini.
Nedir senin en acı veren deneyimin?
Şarap ol, içmenin tadı acı geliyorsa.

Aş tüm sınırları bu gecede;
sihirli güç ol düşüncelerinin yol ayrımında;
anlamı ol garip karşılaşmalarının.

Eğer seni bu yeryüzü unutursa,
de ki sessiz duran toprağa: Ben akıyorum.
Hızla akan suya da: Ben varım.

Rainer Maria Rilke

6 Haziran 2017 Salı

Rainer Maria Rilke / İki insanın birlikteliği olanak dışıdır.

İki insanın birlikteliği olanak dışıdır ve böyle bir birlikteliğin gerçekleşmiş göründüğü evlilikte eşlerden birini ya da her ikisini tam bir özgürlük içinde yaşamaktan ve gelişmekten yoksun bırakan bir sınırlama, karşılıklı bir anlaşma söz konusudur. Ne var ki, birbirine alabildiğine yakın insanlar arasında da uçsuz bucaksız uzaklıkların söz konusu olabileceğini varsayarsak, yeter ki birbirini kocaman bir gökyüzü altında her zaman oldukları gibi görmelerini sağlayacak o uzaklığı sevmenin üstesinden gelsinler, bu kendilerine olağanüstü güzel bir birlik ve beraberlik içinde yaşamanın yolunu açacaktır.

31 Mayıs 2017 Çarşamba

Genç Şaire Mektuplar / Rainer Maria Rilke


Şiirlerinizin iyi olup olmadığını soruyorsunuz. Bana yöneltiyorsunuz bu soruyu. Daha önce başkalarına yönelttiniz. Dergilere yolluyorsunuz şiirlerinizi. Onları başka şiirlerle karşılaştırıyorsunuz ve kimi dergilerin yazı işleri kurullarının şiirlerinizi geri çevirmeleri sizi tedirgin ediyor. Mademki bir öğüt için başvurdunuz bana, size bu gibi girişimlerden tümüyle el çekmenizi söyleyeceğim. Gözlerinizi dışarlara çevirmişsiniz; ama işte şu an, en başta vazgeçmeniz gereken şey. Kimse size akıl veremez ve yardım edemez, hiç kimse.Tek çıkar yol, gözlerinizi kendi içinize çevirmenizdir.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Onaylanmamaya Karşı Hayatta Kalma Stratejileri / Arno Gruen

 Korku korunmuşluk duygusuna dönüşürse

Eğer bir çocuk aslında kendisini koruması gereken bir ye­tişkin tarafından ruhsal ve/veya bedensel olarak ezilir, sı­ğınacak başka kimse de bulamazsa sınırsız bir korkuya ka­pılır. Çocuk bu muazzam ve felç edici korkudan kurtul­mak için ya ölmek ister -bazı çocuklar bunu yapar da (Gruen, 1993), ya bir psikoz geliştirir (Gruen ve Prekop, 1986) ya da olağandışı bir hayatta kalma stratejisi izler. Ço­cuk bu korkudan ve buna bağlı olan acıdan uzaklaşabil­mek için kendisini ezeni, tacizcisini idealleştirmeye ve öz­deşleşme nesnesi haline getirmeye başlar.
Bu süreci, annesi ne yapacağı kestirilemeyen bir kadın olan hastamın anlattıklarında canlandırabiliriz. Bir kere­sinde elindeki bıçağı kızına fırlattığı bile olmuş. Hastam bir seansta bu olaydan ve benzeri durumlardan söz ettik­ten sonra bir dahaki seansta şunları söyledi: "Son seanstan çıktıktan sonra anneme müthiş bir özlem duydum. Ama aynı zamanda da kendimi bir boşluğun içinde hissettim. Omuzlarım kasılmıştı. Aniden içimden annemi çağırdım. Sanki canlı olan her şeyi benden kopartan kara bir enerji alanı içindeydim. Bu annemle ilişkili bir şeydi. Ama aynı zamanda da onun yanında olsam başıma hiçbir şey gelme­yeceği duygusunu hissediyordum. İçimden ona seslendik­ten sonra kendimi tekrar o kara boşluğun içinde hissettim ve bu bana bir parça korunmuşluk duygusu verdi."
Hastam o ağır dehşetin korunmuşluğa döndüğü anı tekrar yaşamış. Çaresizlik ve terk edilme duygusu katla­nılmaz hale geldiğinde, bir çocuğun duyduğu korku tersi­ne, yani korunmuşluk duygusuna dönebilir.
Sandor Ferenczi korkunun korunmuşluk duygusuna dönüşmesini 1932 yılında tanımlamış ve bu sürecin, yetiş­kinlerin, çocuklarının kendilerine olan bağımlılığını kendi­lik değerlerini yükseltmek için istismar etmelerine izin ve­ren bir toplumsal çevrede köklendiğini göstermişti. "Ço­cuklar kendilerini bedensel ve ruhsal olarak çaresiz hisse­diyorlar, kişilikleri daha düşünce düzeyinde bile protesto edecek kadar sağlamlaşmamış oluyor, yetişkinlerin ezici gücü ve otoritesi onları dilsizleştiriyor, hatta çoğunlukla zihinlerini köreltiyor. Ancak aynı korku doruk noktasına ulaştığında çocuğu otomatik olarak saldırganın iradesine boyun eğmeye, onun bütün isteklerini tahmin etmeye ve yerine getirmeye, kendini tamamen unutmaya ve saldır­ganla tümüyle özdeşleşmeye zorluyor," (1984).
Bu özdeşleşme kurbanın suçluyla ittifakına yol açıyor. Suçlu kurbanın gözünde korunmuşluk duygusu vaat edi­yor. Böylelikle kurban, duyduğu acıyı zayıflık olarak red­dediyor, ancak bunu kendisinden başka bir kurbanda tanı­dığında onu düşman olarak algılıyor. Yani düşman imge­si, saldırganı idealleştirmeye ve onunla özdeşleşmeye da­yalı kişilik yapımızı ayakta tutmamıza yardımcı olduğu için düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu şekilde oluşmuş bir kimliğin var olabilmek için düşmanlara ihtiyacı vardır; düşmanlar olmadan varlığını sürdüremez.
Eğer bir çocuk bu hayatta kalma stratejisini izleyemezse hastalanır veya apatiye düşer. Saldırganlığını dışa yöneltemeyip sadece kendisine çevirebildiği için depresyon ve dış dünyayla her türlü ilişkide donukluk ortaya çıkar. Françoise Dolto (1989) bu konuda şunları yazıyor: "Böyle­likle otizmdekine benzer bir durum oluşuyor. Bu, çocuğun özdeşleşmesine dair bir yüke reaktif uyum süreci, bebeğin annesiyle olan duyumsal, sembolik ilişkisini yitirmesine yol açan veya duygusal yapılanmasını engelleyen travmatize edici bir durum. Bu durum genelde bebeğin dört ila on aylık olduğu dönemde görülüyor." Deneyimli bir çocuk terapisti olan Dolto böylelikle, bir insanın yaşamında te­rörden kaçış yollarının ne kadar erken belirlendiğini de onaylamış oluyor.


Saldırganlık kendiliğe yönelirse

Korkudan bir başka olası "çıkış yolu" da ölüme doğru yö­neliyor. 1988 yılında ani çocuk ölümleri üzerine yaptığım araştırmamda (1993a) bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuştum. Joachim Stork (1994) altı aylık bir bebekte böyle bir ölüm kalım mücadelesini tespit etmişti; çocuk so­nunda hayatta kaldı. Ama beş ay boyunca bebeğin hayatta kalmasını sağlayan şey sadece, bir monitöre bağlı alarm düzeneğinin bebeğin soluğu veya kalp atışları durmaya peylettiğinde bunu haber vermesiydi. Stork'un gözlemleri öylesine aydınlatıcı ki, burada kısaca değinmek istiyorum.
Caesare, nefes darlığı ve vücudun karbondioksiti bırak­maması nedeniyle bir gözlem monitörüne (EKG soluk mo­nitörü) bağlandığında iki haftalıktı. Evde geçirdiği ikinci ve üçüncü aylar sırasında sekiz kez soluksuz kalma ve kalp atışı yavaşlaması krizi yaşadı. Çocuk üç ay üç gün­lükken temel bir muayeneden geçirildi ve herhangi bir or­ganik bulgu saptanamadı. Bebek altı aylık olduğunda Stork psikoterapiye başlayıncaya kadar on iki kriz daha geçirdi. Şimdi Stork'un baba, anne ve bebekle yaptığı ilk seansla ilgili izlenimlerine bakalım.
Anne, oğlunun geçirdiği krizlerin kendisi için ne kadar korkunç olduğundan; hastanede oğluna baktığında hisset­tiği yabancılık, dehşet ve isteksizlikten söz ediyor ve sonra şunları söylüyor: "Sarışın ve mavi gözlü bir oğlum olması­nı o kadar istemiştim ki. Annem de her zaman oğlanların çoğunlukla anneye çektiğini söylerdi." "Annenin çocuğu­nu dizlerinin üzerine oturtarak bana takdim ediş tarzına çok uyan dehşet verici bir açıklamaydı dinlediğim," diye yazıyor Stork, "çocuğu dizinin tam ucunda tutuyor ve sır­tını kendisine yaslayabilmesine imkân vermeden eğreti bir şekilde sadece sol eliyle kavrıyordu. Sonra şunları söyledi: 'Görüyor musunuz, dizlerimin üzerinde oturan bu çocuk benim istediğim ve bana vaat edilen çocuk değil.'
Stork şöyle devam ediyor: "Bebekle ilgilenmek için an­nenin sözünü kestim. Çocuğun korku dolu, tereddütlü ba­kışlarının bir an babaya kaydığını hissettim. Bebeğe, aşağı doğru bükülmüş ağzıyla bana korku dolu ve aynı zaman­da korkutucu bir Çinli şeytan gibi göründüğünü söyledim.

Aynı zamanda annesinin kucağındaki eğreti duruşuna ve her an düşebileceğine değindim. Sonra ona korkuyla ba­kan gözlerinden ve annesinin farklı hayal etmiş olduğu koyu renk saçlarından ve arzu etmiş olduğundan farklı ol­masının annesini hayal kırıklığına uğrattığından söz ettim. Bunun üzerine anne tasavvurlarından ve korkularından söz etti: 'Nasıl uyuduğunu görünce onu tabutun içinde gö­rür gibi oldum ve ona tabutun içinde güzel görüneceğini söyledim.'"
Yaşanmış duygulara dair gerçeklerden söz edilen bu ilk seanstan sonra Caesare'nin gösterdiği belirtiler değişti. Uyku bozukluğu düzeldi, apne ve bradikardi krizleri -toplam otuz iki seansın on üçüncüsünden sonra geçirdiği bir tane dışında- bitti. On üçüncü seanstan sonra iki alarm sinyali daha geldi, ama bu kez soluğu kesilmedi. Caesa­re'nin tekrar cihaza bağlanması gerekmedi. Profesör Stork, paskalya tatili nedeniyle iki seansı iptal edince anne korku ve öfkeyle tepki göstermişti. Kendisini yalnız bırakılmış hissetmişti. Bunun üzerine Stork, anneye Ceasare'nin onun korkularıyla ne kadar derinden özdeşleştiğini anlat­maya çalıştı. Anne onu şaşırtarak, oğluyla bütünleşme ge­rekliliği duyduğunu ve böyle bir bütünlük sağlamak için de olağanüstü çaba gösterdiğini söyledi. Bunu ifade etmek annenin kendisini korkuttu, çünkü ani bir yüzleşme yaşa­mıştı, ama şimdi bağlantıları daha iyi anlayabildiği için ay­nı zamanda rahatlamıştı da.
Otuzuncu seanstan sonra monitör kapatıldı. Caesare on dört buçuk aylık olmuştu. Soluk alma kapasitesi daha ilk haftalarda yüzde elli düzelmişti ve artık ölüme mahkûm değildi.
Caesare'nin hikâyesinde, bir çocuğun duygularının ve algılayışlarının, sınırlarının zedelenmesi anlamına gelen dikkate alınmayışının varlığının inkârıyla aynı anlama geldiği görülüyor. Bu, sadece çocuğun kendiliğini geri pla­na itmekle kalmıyor, aynı zamanda da çocukta sınırlarının ihlaline karşı gelişen saldırganca tepkileri de boğuyor. Bu vakada saldırganlık içe dönmüş durumda. İlk terapi sean­sında aile içinde kanıtlanabilir bir rahatlama sağlanıyor, bu nedenle de Caesare, öfkesini ilk kez dışa yöneltebiliyor. Stork, annenin ikinci seansın başında şunları anlattığını aktarıyor: "(...) Caesare dün çok itici bir şekilde ağlamaya başladı, her zamanki gibi göz yaşlarıyla değil, güçlü bir öf­keyle. Şimdiye kadar onda böyle bir şeyi hiç görmemiştim. (...) Gece de uykusunda her zamanki gibi yakınarak ağla­madı, sadece birkaç kez korkarak uyandı, ama yine sakinleşti." Çocuğun saldırgan duygularını açıkça ifade edebil­mesi, annesinin de onun varlığını kabul etmeye başlaması­nı sağladı. Anne gözünde oğlunun daha "büyük" ve daha "önemli" görünmeye başladığını söyledi.

Onaylanmamaya karşı hayatta kalma stratejileri

Saldırganın idealleştirilmesi ve onunla özdeşleşme, çare­sizlikten, umutsuzluktan ve onaylanmamanın yarattığı dehşetten kaçmak için bir stratejidir. Ölmek istemek ve uç bir durum olarak ölüm başka bir şeydir. Amerikalı nöro­log Walter B. Cannon (1942), "Voodo-ölümü"ne ilişkin çı­ğır açıcı araştırmalarında da ölümü çaresizliğe dayandır­mıştır. İnsanlar ve hayvanlardaki açıklanamayan ölüm olaylarını araştıran Curt Richter (1965) de, zor durumlar­dan ne mücadeleyle ne de kaçarak kurtulabilen Norveç fa­relerinin de kelimenin tam anlamıyla "yaşamlarım gözden çıkarttıklarını" ortaya koydu.
William James (1950), 1905 yılında yayımlanan psikolo­ji klasiğinde, bir insanın varlığının onaylanmamasının var olmamakla aynı anlama geldiğini yazıyor. Böyle bir yaşan­tı uç bir travmayla, sonucunda insanın kendisini algılaya­maz hale geldiği ve felçleştirici bir çaresizliğe düştüğü in­sanlık dışı bir cezalandırmayla karşılaştırılabilir. Çocukla­rın, yaşamlarında merkezi rol oynayan yakın kişiler var­lıklarına karşılık vermediklerinde yaşadıkları da aynen budur. Bunun sonucunda ortaya çıkan umutsuzluk ölüm­cül olabilir.
Dolto (1988), şunları yazıyor: "Takdir görmek, bakışla ve dinleyerek ilişki kurmak besin almaktan daha temel bir ihtiyaçtır ve uykunun bir süre sonra korku verici bir uyku­suzluğa dönüşmesi, dış dünyayla ruhsal ve özsel ilişkiler­den artık umut kesildiğinde ortaya çıkan bir içe kaçışın ifa­desidir. Eğer uzun süre canlandırıcı bir etkileşim oluşmaz­sa, çocuk dış dünyayla ilişki arayışından vazgeçer, kendi­ni ölüme götürebilecek fizyolojik bir uykuya dalar." Ben­zer bir tanımlamayı "Der frühe Abschied"de (Erken Veda, 1993a) ben de yaptım. Ruanda'da benzer şekilde tanımla­nan bebek ölümleri üzücü bir gündelik gerçek. Anne-babalarını aniden kaybeden bebekler, onların duygusal ola­rak uyarıcı rollerini kimse üstlenmeyince karşılık bulma beklentilerinden vazgeçip ölüyorlar. Margaret Ribble, bu hayat verici alışverişin gerekliliğini daha kırklı yıllarda saptamıştı.
M. Lewis'in (1992) raporu da, sonuçlan daha az travmatize edici olmakla birlikte, aynı süreci ortaya koyuyor. Lewis, saldırganından kaçabilmek için suçluluk duygula­rına sığınan üç buçuk yaşındaki Rebecca'nın durumunu anlatıyor. Kendisini suçlu hissetmek, bu küçük kızın çaresizliğiyle başa çıkmak için geliştirdiği bir strateji. Suçluluk duygusu, çocuğun duygusal bakımdan ölümcül bir izolas­yona girmesini önleyip dış dünyayla alışverişini sağladı­ğından hayatta kalmasını mümkün kılıyor. Raporda Re­becca'nın annesinden kızıyla birlikte değil, ona karşı hareket eden duygusuz bir kadın olarak söz ediliyor.
Lewis'in araştırma projesinde Rebecca'nın oynarken gi­derek dağılacak şekilde yapılmış bir bebekle oynaması ge­rekiyor. Önce annesi bebeği Rebecca'ya veriyor. Üç dakika sonra bebeğin bir bacağı düşüyor. Rebecca omuzlarını kı­sıp sandalyesinin üstünde çöküp kaldığı için annesi "Ne oldu?" diye soruyor. Rebecca annesine bakmıyor. Bir süre sonra bebeği ve kopan bacağını tekrar rafa kaldırdıktan sonra rasgele bir yerlere bakarak diğer oyuncakların önün­de kıpırdamadan oturuyor. Deneyi yapanın değerlendir­mesi şöyle: "Kız, kimse bir şey söylemese de bebeği kendi­sinin kırdığını düşünüyor ve çöküntü içinde geri çekiliyor. Annesi ne olduğunu sorduğunda Rebecca cevap vermiyor. Çocuk kendisini suçlu hissetmeye önceden hazır." Annesi­nin kendisine tepki veremeyişinden, ilgi göstermek yerine sadece araştırma sorularıyla yetinişinden doğan boşluğu suçluluk duygusuyla dolduruyor. Bu kız suçluluk duygu­su sayesinde kendisini hayatta tutuyor.
Çaresizlik karşısında başka ve yaygın bir tepkiyi de psikanalist W. V. Silverberg (1947), Rilke'nin "Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke" (Cornet Christoph Rilke'nin Sevme ve Ölüm Biçimi) adlı şiirini yo­rumlayarak gösteriyor. Burada kaçınılmaz çaresizliğin hissedilişi, onu yaratan dünyayı inkâr etmeye ve aynı zaman­da idealleştirerek içselleştirmeye götürüyor. İdealleştirme burada sadece fantezi veya halüsinasyon düzeyinde de ol­sa varoluş garantisi yerine geçiyor.
Rilke'nin şiirinin kahramanı kendini sınırlamak ve ölüm korkusuna bırakmak yerine düşmanla bütünleşiyor. Böylece, düşmanlar etrafını sarmışken, salladıkları kılıçlar üzerinde kıvılcımlanırken, bunları çağıldayan bir çeşme­den üzerine serpilen su olarak görüyor. Silverberg bunu, Rilke'nin şiirinde, bir insanın varoluşunu her şeyi kapsa­yıp dönüştüren bir ruh hali ile onaylamasını canlandırdığı şeklinde yorumluyor. Rilke, insanın kendisine eziyet ve tehdit edenleri tam tersine dönüştürdüğü bu ânı tespit edi­yor. Kurbana düşmanının yanında yer alarak ruhsal ola­rak hayatta kalma şansı vermek için gerçeği tersine çeviri­yor. Şair böylelikle, insanın kendi kurban durumunda olu­şunun ve dolayısıyla kendiliğinin de silinmesini şiirsel bir şekilde ifade ediyor.
Varlığımızın onay bulmayışı ölçüsünde kendiliğimizin kayboluşunu hepimiz bir şekilde yaşamışızdır. Kurban durumuna geçenlerin sayısını, -kurban durumuna girmek bizi genelde utandırdığı için- başkalarının kurban hali yü­zünden kendilerini taciz edilmiş hissedenlerin sayısında görmek mümkündür. Utancımız, bizi kurban durumuna sokanların, kurban durumunda oluşumuzu inkâr etmele­riyle başlar. Bu inkâr, saldırganın tarafına geçişimizin ger­çekleştiği sürecin bir parçasıdır. Bu utanç -ya da Rebecca'nın durumunda olduğu gibi suçluluk- kurban olma du­rumuyla birlikte bilincine varılmadan kuşaktan kuşağa ak­tarılır. Böylece güç, varlığımızın temel ilkesi olarak sürek­li biçimde yerleşikleşir.

Empatinin Yitimi
Resim:Egon Schiele

7 Şubat 2012 Salı

Genç Şaire Mektuplar / Rainer Maria Rilke


Paris, 17 Şubat 1903

Sayın Herr Kappus,

Mektubunuz ancak birkaç gün önce elime geçti. Gös­termiş olduğunuz büyük ve içten güveninize var olun de­mek isterim; daha çoğu da elimden gelmez. Dizeleriniz üzerinde duramayacağım; çünkü eleştirmek, benim işim değil. Sanat eserlerini eleştirmeye kalkınca da birçok an­laşmazlıklar doğar. İç olaylar, çoğunlukla bizi inandırmaya çalıştıkları halde, elle tutulup sözle söylenemiyor, çoğu da anlatılamıyor. Bunlar, sözcüğün hiç giremediği yerde olu­yorlar, ölümlü hayatınız yanında ölümsüzlük kazanan bü­yülü varlıklarıyla sanat eserleri açıklanamıyor.
Öncelikle bunu belirttikten sonra, size, sadece, dizele­rinizin kendine özgü bir biçimi olmadığını, ama kişiliğini­zi bulma yolunda sessiz, gizli ipuçları verdiğini söyleyebi­lirim. Bunu en belirgin şekilde "Ruhum" adını verdiğiniz son şiirinizde sezdim. Burada dile gelmek isteyen bir özel­lik göze çarpıyor. "Leopardi'ye" adlı güzel yazınızda da belki, bu "büyük yalnız" ile bir yakınlığınız olacak. Ama yine de, şiirleriniz, henüz özel, size özgü değil. Sonuncu­su, Leopardi'nin olanı bile değil. Şiirlerinizle birlikte gön­derdiğiniz mektup, dizelerinizi okurken hissettiğim ama söyleyemediğim birçok eksiği açıklıyor.
Dizelerinizin güzel olup olmadığını soruyorsunuz. Bu­nu bana soruyorsunuz, belki benden önce başkalarına da sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz, başka şiirler­le karşılaştırıyorsunuz. Yazı kurumları bu çalışmalarınızı beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (öğüt ver­memi siz istediniz) size yalvarıyorum, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt vermez, hiç kimse bir yardımda bulu­namaz.
Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüreğinizin en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilin­ce, artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da, gecenizin en sessiz bir anında, yazmalı mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin derinliklerinden bir karşılık bulmaya bakın. Eğer bu karşılık "evet" ise, bu ağırbaşlı soruya, bütün gücünüzle, sadece yazmalıyım di­yebiliyorsanız, o zaman yaşamınızı bu gereksiniminize uygun olarak kurun. Yaşamınız en uçarı, en başıboş anı­nıza kadar bu içgüdünüzün bir belirtisi, bir belgesi olmalı. İşte o zaman doğaya yaklaşmış olursunuz. O zaman da ilk insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve yitirdiğinizi söylemeye çalışın.
Aşk şiirleri yazmayın. Her şeyden önce de bilinen, hiç­bir özelliği bulunmayan biçimlerden kaçının. Bunlar en güç olanlardır; çünkü bol bol vardır, sonra da iyileri, hem de çoğu parlak olanların yanında, öz yaratıcılık için bü­yük, olgun bir güç ister. Bunun için genel konulardan ka­çının ve günlük yaşamınızdan gelen konulara sığının. Acı­larınızı, arzularınızı, aklınızdan geçenleri ve her hangi bir güzelliğe karşı olan inancınızı, anlatın bütün bunları, iç­ten, usul usul, alçak gönüllükle, açıkça anlatın; anlatabil­mek için de, çevrenizdeki eşyaları, düşlerinizin görülerini, anılarınızın konularını kullanın.
Günlük yaşamınız size zengin görünmüyorsa, bundan yakınmayın. Kendinizden yakının, zenginliklerinizi göre­cek yeterlikte sanatçı olmadığınızı söyleyin; çünkü yara­tan için yoksulluk olmadığı gibi, yoksul, verimsiz bir yer de yoktur. Duvarları, dünyanın hiçbir gürültüsünü duyur­mayan bir cezaevinde bile olsanız -gene hiç değilse bir ço­cukluğunuz, anılarınızın bu değerli, görkemli zenginliği­niz, bu hazneniz yok mudur? Gözlerinizi oraya çevirin. Bu uzak geçmişin uyumuş duygularını canlandırmaya bakın. O zaman kişiliğiniz oturacak, yalnızlığınız da büyüyecek ve yavaş yavaş aydınlanan, başkalarının gürültüleri de uzaktan, içinde bir yankı bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır. Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmak­tan dizeler doğarsa, o zaman siz, bunların güzel dizeler olup olmadığını sormayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Artık sanat dergilerini de, sizinle ilgilenmeleri için uğraş­tırmazsınız; çünkü siz, onlarda, sevgili ve sizde içkinleşmiş olanları, yaşamınızdan bir parçayı görecek, yaşamı­nızdan bir ezgi duyacaksınız.
Sanat eseri ancak yaratma gereksiniminden doğarsa güzeldir. Onun yargısı, doğuşunun bu türündedir: Bunun bir başka yolu yoktur. Bu yüzden, sayın Herr Kappus, si­ze şundan başka bir öğüt veremeyeceğim: İçinize dönün, yaşamınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kayna­ğında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun karşılığını bulacaksınız. İçinizdeki ezgileri, size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu tanıtlar. Boyun eğin o zaman alınyazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden taşıyın; çünkü yaratan, başlı başına bir dünya olmalı ve her şeyi bağlandığı doğada bulmalı.
Ama belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra ge­ne, şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız dediğim gibi, yazmamak için, insanın yazmadan da yaşayabilece­ğini duyması yeter. O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş boşuna değildir. Yaşamınız, o andan başlayarak öz yollar bulacaktır. Bu yollarında iyi, zengin ve genişli­ğinin sözle ifade edebileceğinden çok olmasını dilerim.
Size daha ne söyleyeyim? Hepsini, değerine göre be­lirttiğimi sanıyorum. Sonunda, gönül hoşluğu içinde, ağır­başlılıkla gelişerek, kendinizi olgunlaşmaya bırakmanız için öğüt vermek istiyordum. Bunu da, soruları, ancak iç­ten, duygularınızın, hem de en sessiz anlarınızda ancak yanıtlayabileceği soruları, dışa bakıp, dıştan yanıtlamasını beklerseniz, kösteklemiş olursunuz. Yazınızda, Profesör Horacek' in adıyla karşılaştığıma çok sevindim. Bu alçak gönüllü bilgine karşı olan büyük saygım, yıllar boyunca da sönmeyen gönül borcumu içimde saklıyorum. Yalvarı­rım, kendisine benim bu duygularımı söyleyin. Onun bu güne kadar beni düşünmesi kendi iyiliğindendir; ben de bunu değerlendirmesini biliyorum.
Dostça inanarak göndermiş olduğunuz dizeleri size ge­ri verirken, bir daha, bu büyük ve içten inancınıza teşek­kür ederim. Açık ve güvendiğim bilgilerime dayanarak, sorularınıza verdiğim bu yanıtımla, belki de kendimi oldu­ğumdan üstün göstermeğe çalışmışımdır. Özür diler, duy­gularınızı paylaşırım.
Rainer Maria Rilke