Orhan Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2011 Pazar

Sıcak İlişkiler / Muzaffer Buyrukçu 04.01.1968



...*
Birlikte çıktık dışarıya. O, Beyazıt Postanesi’ne gitmek üzere ayrıldı yanımdan. Arabaları kollayarak karşıya geçtim. Nuruosmaniye’ye doğru yürümeye başladım. Aaa, ne arıyor­lar burada? Orhan Kemal’le Edip Cansever Atasaray’ın kapı­sında konuşuyorlar. Orhan Kemal, May Yayınları’ndan çıkarken Edip’le karşılaşmış gibi sanki. Edip dışarda, Orhan Kemal hanın içinde duruyor. Beni görünce önce birbirlerine baktılar, sonra güldüler. “Al işte,” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e, “Bir öke daha geldi, nerededir diye soruyordun demin. Söyleyeyim mi onun için söylediklerini?”
“Ya senin söylediklerin?” dedi Edip.
"ikinizin de ne söyleyeceğini biliyorum,” dedim, Orhan Kemal’e baktım doğrudan doğruya. “Ayıp değil mi lan, niye sahneye çıktın?”
,“Ne olmuş?” dedi. “Maçanı sıkıp sen de çıksana. Sanat­kâr dediğin komple olmalı.”
“Moliere gibi desene. Nasıl oldu peki?”
“O rolü oynayacak aktör Kadıköy’de oturuyordu. Lodostan gelemedi, beni çıkardılar sahneye. Fene da oynama­dım.” Gözleri sirke bidonuna takıldı. “Bu ne lan böyle? Şu kıyafetine bak Edip, hiç yazar hali var mı?”
Edip Cansever beyaz ve ipiri dişlerini göstere göstere güldü.
“Ne var lan o bidonda? Gaz mı?” dedi Orhan Kemal.
“Sirke,” dedim.
“Sirke mi? Edip şu zevksizliğe bak. Hadi lan açsana ağzını tam senlik malzeme,” dedi Orhan Kemal Edip’i dirseğiyle kışkırtırcasına dürttü.
“At şunu!” dedi Edip Cansever, elimden almak istedi bidonu.
“Doğru dur, başlarım istavrozundan!”
iğrenir gibi buruşturdu yüzünü, “Ne olacak, Yenikapı serserisi!” dedi.
“Yenikapılı olmakla iftihar ediyorum, Yenikapı’dan şimdiye kadar iki meşhur çıktı. Biri ben, biri Şükran özer.”
Edip koluma girdi. “Formunda bu akşam bu. Bir yere gidelim, bir kahve falan yok mu buralarda?” dedi.
“Et lokantasının karşısında temiz ve aydınlık bir kahve var. O kadar aydınlık ki sen sütle bira içebilirsin,” dedim.
Kolumu çimdirdi Edip.
“Yapma lan leblebici, çürüteceksin!” dedim.
“Sütle bira ne oluyor, onun hesabını ver bakalım!” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e.
“Hiç, saçmalıyor!” dedi Edip Cansever.
“işine gelmiyor değil mi? Bak dinle,” dedim Orhan Kemal’e. “Bu dâhi var ya, toplumsal şiirden bireyci şiire geçtiği sıralarda şiirini değiştirdi diye nerdeyse deri de değişecekti. Her şeyi değiştirmek, herkesi şaşırtmak istiyordu. Sözgelimi, reçelle salata yemek gibi. Bir gün Beyoğlu’nda bir meyhaneye gittik. Degüstasyon muydu, yoksa başka bir yer mi, iyice hatırlamıyorum. Bu, ne içeceğimizi soran garsona, sütle bira getirir misiniz, dedi. Ben delirmiş mi diye yüzüne baktım. Oralı olmadı. Garson da oralı olmadı ve sütle birayı getirmedi.”
‘‘öyle mi lan öke?” dedi Orhan Kemal, eğilip alttan yüzüne baktı.
“Hatırlamıyorum, önemli değil benim için böyle şeyler,” dedi Edip, göğsünü şişirdi. Sonra birden, “Doğru, sütü ona birayı kendime söyledim,” diye ekledi.
Orhan Kemal attığı kahkahayla ortalığı çınlattı, “Bu güzel kaçtı işte. Ulan buyruk, geneyuttun zokayı!” dedi.
“Zekâ tabii... Zekâ evrenimin milyonlarca kıvılcımının en küçüğünü ve en cılızını kullandım. Bu ona yeter!” dedi Edip, Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Ne demiş Voltaire: ‘‘Alay zekânın en tabii hakkıdır. zeki adam alay eder,” dedi Orhan Kemal.
“Bu zekânın küçük bir kısmını da şiirin için kullansan iyi olur,” dedim.
“Tamam! ” dedi Orhan Kemal, ellerini vurdu birbirine bir çocuk gibi, “İşler kızışıyor!” Edip Cansever’in ensesini sıktı iki parmağıyla, Edip omuzlarını büzdü, eğildi!
Ne zaman bir araya gelsek yaptığımız bu şakaları tekrarlardık. Edip’i zayıf ve solgun gördüm. O pembe beyaz ve diri yüzü gerginliğini yitirmiş, sarkmıştı. “Şu surata bak, gebereceksin ulan,” dedim. “Aldırma,” der gibi güldü ama kendinde bir şeyin aksadığını yüzüne karşı söylediler mi o anda karşılık verip durumu açıklamasa da, söylenenler kuşku içinde tutan ve tedirgin eden bir gerçeği belirtmişse, o sözler varlığına akar ve yaralardı onu. “Gözlerinin altındaki torba­larda rakı mı biriktiriyorsun, ilerde parasız kaldığın zaman içmek için,” dedim. Gülümsedi, “Dün bir büyük şişe rakı içtim,” dedi.
“Bir büyük şişe rakı mı? Aferin sana, aferin! Çık kolum­dan!” dedim. Daha sıkı tuttu kolumu. “Bir sürü obur var yeryüzünde. Sen de alkolobursun. Doymayacaksın hiç. Her şeyin alkolden olmalıydı senin. Elbiselerin, gözlerin, beynin. Hatta uykun. Alkolden bir uykunun içinde mırıldanırdın şiirlerini.”
“Sen dinliyor musun? Ben dinlemiyorum, ne kadar saç­ma sapan şeyler.” dedi Orhan Kemal’e bakarak.
“İmam formunda!” dedi Orhan Kemal, beni çenesiyle göstererek. Ayakkabılarımı beğenmez, elbiselerimi, paltomu beğenmezdi ve çoğu zaman sakallı gezdiğim, saçlarımı da ta enseme kadar “Yeşil Hoca” gibi uzattığım için “imam” derdi. Bidona baktı. Ciddi ciddi. “Vücudun sirkeye ihtiyacı var. Damar tıkanıklığını önler. Herkes de sirke zararlı, limon iyi diye limana ilgi gösteriyor.”
“Eh Edip’çim, görüyor musun Bay Üstat Orhan Ke­mal’i, ihtiyarlık şarkılarına başladı,” dedim.
“Sen de geleceksin oğlum benim yaşıma, hep böyle par­lak kalacak değilsin ya. Zaten saçların boku yedi, bembeyaz. Benim yaşıma geldiğin zaman bakalım benim kadar dinç olacak mısın? Var mısın Divanyolu’na doğru bir yarış ede­lim."
"Varım!” dedim mahsustan. “Edip, gözkulak ol sirke bidonuna da ihtiyarın ifadesini alayım.”
Hazırlandı gerçekten de, “Beni geçersen bu akşamki içki paraları benden,” dedi.
"Sen geçersin beni,” dedim.
"Karanfilin sıkmadı değil mi?” dedi.
"Sıkmaz tabii. Sen eski futbolcusun ve sen Yüksekkaldırım Yokuşu’nu bir solukta çıkmış adamsın,” dedim.
" Hakikaten be, ulan bizde de ne kafa varmış. Edip, din­le... Bir akşam çekmişiz kafaları, Karaköy’deyiz. Bu, Arap, ben,üçümü,Var mısınız dedim bunlara Yüksekkaldırım’ı koşarak çıkmaya. Varız dediler... Koştuk. Ben en önde. Benim çok gerimde Arap, en arkada da bu. Sarhoşluk işte. İnsanın kalbi o anda duruverir.”
“Sende bir şey var,” dedi Edip. “Bazı şeyleri ispat etmek istiyorsun. Hiç gereği yok.”
"Kes lan!" dedi Orhan Kemal, elini Edip’in burnuna doğru salladı.
"Bunun koşusunu görmek isterdim,” dedi Edip, bana baktı. “Tombul tombul!”
“Sen de iyi boks bilirsin, değil mi?” dedim Edip’e güle­rek ve Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Bilirim tabii, ne sandın!”
“Dâhi, o zamanlar dâhi değil tabii, çıtkırıldım bir muhal­lebi çocuğu. Kadıköy’de şoförler bunu kıstırmışlar bir köşeye. Ama aslan bir nara atmış ve teker teker hepsini birer yumrukta yere yıkmış,” dedim.
“Sus be, amma da geveze olmuşsun ben görmeyeli. Şuna bir şeyler söylesene Orhan Kemal.”
“Ben halimden memnunum. Yiyin birbirinizi!” dedi Orhan Kemal gülerek.
Edip’in gözleri sirke bidonuna ilişti. “Ben de sirkeyi çok severim.” dedi, “siyah mercimek çorbası pişirttim dün sabah. Bol sirke döktüm, ohhh, ayılıverdim birden ve gördüm. ” “Neyi, Beyazıt Kulesi’ni mi?”
“Şiirin gizlendiği yeri,” dedi Edip ciddi ciddi.
“Kes!” dedi Orhan Kemal. “İstediğin kadar uğraş, yutturamazsın kendini bize şair diye.”
“Ne o?” dedim, “Mehmet Fuat, Yıllığında senin adından hiç söz etmiyor.”
“Kızdım,” dedi. “Yılın en iyi şiirî olarak Ülkü Tamer’ in şiirini seçmiş. Oysa benim ‘Yengeç’ şiirini okudun sen. Kendisi de dilden dile dolaşan şiir diye tanıttı. Tutumunu bir türlü anlayamadım. Mektup yazdım dergiyi bundan böyle eve göndermesi için.”
“Boşver, küçük şeyler bunlar, ” dedi Orhan Kemal. “Küçük ama üzücü, daha doğrusu küçük değil,” dedi Edip Cansever.
Kahve sıcak ve tenhaydı; daha girer girmez bir ılıklık sardı her yanımı. Aydınlığın vurduğu ön masalardan birine oturduk. Ben gazoz söyledim. Orhan Kemal de gazoz söyledi. “Bana bir çay getirin,” dedi Edip Cansever. Yorgun ve dal­gındı. Dalgınlığında, içini oyan sıkıntıyı gördüm.
“Her zaman burda mısınız?” dedi.
“Ben hemen hemen her gün geliyorum, dedi Orhan Ke­mal. “Ama bu seyrek geliyor.” Çenesiyle beni gösterdi ve bu gösterişte bir sitem, tatlı bir öfke gizliydi.
“Tam Adana kebap havası. Ama aksilik, saat beşte bir sözüm var,” dedi Edip Cansever; saatine bakmak için eğdi başını, sonra gözlerini bana dikti.
“ ‘Değerli şair’ diye yazmışsın kitabına.”
“Ya ne yazacaktım?” dedim. “ ‘Büyük şair’ mi?”
“ ‘Büyükşair’ tabii,” dedi, gülümsedi.
“Onu da yazmayacaktım ama dua et eski arkadaşız, bu kadar yemiş içmişliğimiz var.”
Kolumu sıktı, güçlükle kurtardım ve kolumdaki acıdan bir süre sıyrılamadım.
“Oğlum Buyruk,” dedi Orhan Kemal,"Sende de hiç kafa yok be. ‘Değerli şair’ diye yazılır mı? Şairlerin Allahı Edip Cansever’e diye yazacaktın, ya da öke şair Edip Cansever’e.” Edip güldü ve “Vazifeniz,” dedi. “Doğrusu bu.”
“Ya!” dedi Orhan Kemal, “Gördün mü yediğimiz haltı. Allah dedik diye ister misin oğlan bu lafa inansın da kendini öyle sanmaya başlasın.”
“Sanmıyorum, öyleyim Bay Orhan Kemal,” dedi Edip, tekrar saatine baktı, “Çok iyi olurdu Adana Kebab evi’ne gidip bir iki kadeh atsaydık.”
“Mademki söz vermişsin, sözünü tut. Söz vermek, şey vermeye benzemez,” dedim.
“Sus ulan Yenikapı serserisi, duyacaklar,” dedi; utancın kızarttığı bir yüzle baktı çevreye, dinleyen var mı yok mu diye ve enseme vuracakmış gibi yumruğunu kaldırdı. Eğildim, yanağından öptüm. “Sende iş yok. Artık eskisi gibi sevmiyor­sun beni,” dedim. “Niye aramıyorsun lan?”
“Sen niye aramıyorsun LANNNN!” dedi beni taklit ederek.
“Birkaç kere aradım. Edip şimdi çıktı, Edip yemeğe git­ti, Edip bugün gelmedi, Edip bilmem ne... Eeee, sizin Edip’ inize de dedim, aramadım”.,
“ Anlatsana şu aktörlüğünü,” dedi Orhan Kemal’e. “Karıyla gittik tiyatroya. Demin anlattım ya lan, ne oluyor, matrak mı geçiyorsunuz?” dedi Orhan Kemal, Edip’le beni süzdü, sanki gizli bir anlaşma yapmışız da o anlaşma gereğince hareket ediyormuşuz gibi. Ama Edip’in tek başına hareket ettiğini, bir oyun peşinde olmadığımızı anladı, “Lo­dostan aktör gelemedi. Kadıköy’de oturuyor. Beş dakika var oyunun başlamasına. Ulvi Uraz dört dönüyor ortalıkta; sıkın­tıdan çatlayacak, ‘Ne yapacağız Orancım işler kötü, geleme­yecek galiba bu adam; dedi. ‘Sen oynaşana’ dedim. ‘Güzel söylersin, Orancım, ama ben oynarsam seyirci alışacak, sonra her akşam beni görmek isteyecek karşısında. Tiyatronun da bu numarası var. Sen oynaşana. Piyesin yazarısın. Daha iyi bilirsin. Rol de pek ağır bir rol değil’ dedi. Ulan oynayabilir miyim? İşin içinde madara olmak da var. ‘Oynarım be,’ dedim, iki kadeh atmıştım zaten, kafam da kıyaktı. ‘Peki,’ dedim, ‘madem iş başa düştü, oynayalım.’ Hemen makyaj odasına girdim, gazetelerde gördüğünüz o takma bıyığı taktım, kulağımın arkasına da kırmızı karanfili iliştirdim, bo­yacı sandığını omuzladığım gibi fırladım sahneye. Kimse tanıyamadı beni. Orhan Kemal kim? Hiç, Yalova Kaymaka­mı... Islıklamadıklarına göre fena oynamamışım demek ki...”
“Zor,” dedi Edip Cansever. “Ben oynayamam!” Ayağa kalktı.
“Tabii oynayamazsın, mangal gibi yürek ister,” dedi Orhan Kemal.
“O kumda çelik oynar,” dedim Orhan Kemal’e.
“Eyvallah,” dedi Edip.
“Yarın uğra ha, ben sabahtan burdayım,” dedi Orhan Kemal.
“Bir yerde sızmazsam uğrarım” dedi Edip Cansever ve gitti.
Edip Cansever gittikten beş dakika sonra Talat geldi.
“ Adana’da iki tane atalım mı, Buyruk?” dedi Orhan Ke­mal.
“Atalım ama bu meretleri ne yapacağız?” dedim, şemsi­yeyi, sirke bidonunu gösterdim. “Al yanına, burada bırakamazsın ya,” dedi.


Kalktık. Bir dolmuşa atladık. Sabah ve akşam İkbal Kahvesi’nin önünden geçerken gözlerini bana diken Laz suratlı, Laz burunlu ve Laz gözlü, büyük kalçalı, büyük göğüslü kız, şoförün yanında oturuyordu. Ve ben konuştukça kulak kabartıyordu. Talat, kızla uzaktan uzağa süren ve aradaki uzaklığın ne zaman kaldırılacağı bilinmeyen bu ilişki­mizin farkındaydı. Hem ben söylemiştim, hem de kendi gözle­riyle tanık olmuştu. Kızın ağzını sulandırmak için, “Ne var o bidonda?” dedi.

“Sirke!” dedim.
Kız önce gülümsedi, sonra başım çevirip “sirke” diyenin ben olduğumu görünce ters ters baktı, suratını astı, Sultanah­met’te indi, kapıyı drang diye vurarak uzaklaştı.
“Oha!” diye bağırdı şoför arkasından.
Başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldum, omu­zundan tuttum, “Ne yapıyorsunuz? Bir kadının arkasından böyle bağırılır mı?” dedim.
“Ama beyefendi, kapıyı nasıl kapadığını gördünüz,” dedi şoför.
“Gördüm. Bir şeye kızdı herhalde. Kim bilir... İnsan kafası binlerce meseleyle dolu.”
“Kapıyıyavaş kapamayıp vurdular mı anama avradıma sövülmüş gibi içerliyorum” dedi şoför.
"Zor iş,” dedi Orhan Kemal.

*Not: 04.01.1968 başlıklı günlükten bir bölüm aktarılmıştır.

23 Eylül 2011 Cuma

Sıcak İlişkiler / Muzaffer Buyrukçu 26.08.1961



Sanki birisine sözümüz varmış gibi hızlı bir yürüyüşle indik Babıali yokuşunu. Kimseyle selâmlaşmadığımız, ayak­üstü gevezeliklerindeki “Görüşemiyoruz. Nerdesiniz yahu? Bir şeyler yazıyor musunuz? Kitabınız ne zaman çıkıyor?” gibi havaya giden soruların karşılığını verirken enerjilerimizi boşa harcamadığımız için sevinçliydik. Evet, rastlantıların bizi tedirgin etmediği şanlı bir gününüzdeydik.
Alnım boncuklaşmış, koltuk altlarım ıslanmıştı, terden sırılsıklamdım. Ceketini sağ kolunda taşıyan Orhan Kemal, boyuna yüzünü, ensesini siliyordu mendiliyle.
Rüzgârın sürekli olarak eseceği, saçlarımızı dağıtacağı, küçük dokunuşlarla kulaklarımızda uğuldayacağı, tenlerimizi serinleteceği deniz kıyısındaki meyhanelerden birine gitmekti amacımız. Çırpıntılı suları, mavnaları, sandalları, gemileri seyredecek, içimizdeki sıkıntıların tırmalayıcılığını çağrışım­lar, hayaller ve anılarla bastıracaktık ama paramız yeterli değildi.
Sirkeci İstasyonu’nun kalabalıkları yutan ve kusan kocaman ağzından girdik, yankılanan seslere samsalı zemine sürtünen ayak seslerimizi kattık, tırtılı andıran banliyö trenlerine koşanları izledik, anonsları dinledik ve saat dört buçukta o hangar gibi yerin kapısından içeriye süzüldük.
Yapıldığından beri doğru dürüst havalandırılmadığından kokunun her çeşidi ağdalanmış ve oranın özelliklerinden biri haline gelmiş soğuk suratlı meyhanenin dip masalarında birkaç erkenci müşteriyle eşyalarını gümrükten çekme yollarını arayanlar vardı. Amerikan filmlerinin etkisi altında kaldığımızdan mıdır, yoksa taklit duygumuza boyun eğdiğimizden midir nedir, yüksek ayaklı taburelere tünedik, dirseklerimizi çinko kaplı tezgâha dayadık. Ortalıktaki tenhalığı beğenen Orhan Kemal, “Oh be!" dedi. “Müzahrefat takımından kimse yok'.’Vitrinli dolaba bir kayık tabağı dolusu patlıcan, biber kızartmasını koymak üzere eğilen yüzü yamalı genç garsona seslendi: “Bakar mısınız!” Garson bizimle konuşmayı gereksiz buluyormuş, böyle seslenmelerin arkasından başka bir şey çıkmayacağını biliyormuş gibi bir tavırla parmak izleri ayan beyan iki bardağı sürdü önümüze, köpeğe kemik atarcasına. Sinirlendim. “Bardakları yıkar mısınız?”
Garsonun bakışları düşmanlaştı, “çattık belaya" dercesine başını salladı, bardakları öfkeyle aldı, itin dereden geçmesi gibi basınçlı suya tuttu, damlaları silkeleye silkeleye getirdi.
“Bir şişe yeni rakı, kavun, beyaz peynir, cacık, buz,” dedi Orhan Kemal.
“Kapalı şişe istiyoruz! dedim, “Su da getirin!”
Beni defterden silen ve içinden mutlaka küfür eden garson, Orhan Kemal’e dikti gözlerini, “Arnavut ciğeri taze,” dedi.
“Rica edelim,” dedi Orhan Kemal; garson uzaklaşınca bana döndü: “Niye kızıyorsun lan?”
"Nasıl kızmayayım... insan bir ‘hoş geldiniz’ der, biraz gülümser. Bedava içmeyeceğiz ya!” dedim.
“Belki bir derdi vardır fıkaranın,” dedi Orhan Kemal koruyuru bir sesle!
"Benim de derdim var. Hizmet ederken derdini unutmak zorundadır.”
"Unutulmayan dertler de vardır, oğlum. Biz birileriyle ilgilenirken içimizde olup bitenleri, gizli kalması gerekenleri bakışlarımızla dışarıya sızdırmıyor muyuz?” dedi Orhan Kemal..
Sızdırıyoruz elbet. Hatta bazen isteyerek yapıyoruz bunu çevremizdekiler yakınlık göstersin diye.”
“Ya o da aynı durumdaysa?”
Görevini aksatmadan sürdürsün sonra itiraf faslını kurcalasın
"Kes lan, başlarım istavrozundan.”
"Talat burda olsaydı, ‘Raşit, uçarım ha’ derdi ve kollarını kanatlaştırırdı,” dedim.
"Bırak şimdi Talat’ı, ağzımızın tadını bozma,” dedi. "Bırakamam," dedim,” bizim canımız, ciğerimizdir.” “Ben öyle canlı, ciğerli, kebaplı bir zatı tanımıyorum, Bay Buyruk.”
“Şimdi kapıdan içeriye girse de, “Lan dellekler, bensiz mi yutturuyonuz?’ dese ve boyunlarımıza sarılsa ne yaparsın?”
“Derhal birleşip sana karşı cephe alırız,” dedi Orhan Kemal, güldü. “Kışkırtırım, ‘Sen bu Buyruğu arkadaş belliyon ya nafile, hep senin aleyhinde konuşuyor, benden söylemesi’ derim.”
“Ciddi mi?” dedim.
“Heye.”
“Senden korkulur arkadaş,” dedim, kalktım. “Elimi yüzümü bir yıkayayım.”
Tangolar çalınıyordu radyoda. Salonlarda dans eden çiftlerin arasındaydım, dönerken döndürüyordum kollarımdakini. Bütün duygularımı uyarmış­tı müzik... Müthiş seviyordum müziği. Ruhuma yapışan kirleri, çer çöpü temizliyordu, anıların deliğine çomak sokuyordu. Evet, yaşadığım andan önceki hayat olan anıları debreştiriyor, hareketlendiriyordu; başıyla, ortasıyla, sonuy­la geride bıraktığım yaşantıların bütününü canlandırıyor, damarlarından gürleyerek akan taze bir kanla sürekli kılıyordu. Kayıplarımı kazanca dönüştüren bir sihirbazdı. Tangoları dinlerken beynim fokurduyor.kenarları kaşınıyordu. Ve duygularım sel sularının yüklendiği bir ırmak gibi kabarıyordu. Lavaboda başımı ıslattım, tarandım, döndüm, “Dünya varmış!” dedim.
Orhan Kemal, kahkahayla güldü. “Gene boruda delik keşfettin, dünya kalubeladan beri var, evladım.”
“Var da ferahlamanın dilidir bu.”
“Ukalalık yapma lan. Marifet o dünyayı değiştirmek.” “Değiştireceğiz,” dedim, “Dünyayı ve üstündeki hayatı.”
“Kıyakız!” dedi Orhan Kemal, şişeden bardaklara göz kararıyla birer duble koydu, kendisininkine su ekledi, kalıp buzundan biçimsiz iki üç parça attı ve sisli rakıyı ağzına götürmeden önce bardağının dibini bardağıma dokundurdu. Talat Kılıç, bir hafta önce Kozan’a gitmişti, ordan da Bürücek Yaylası’na göçeceklerdi ailecek. Yaylada her sabah kesilen keçilerin ciğerlerini, böbreklerini, yüreklerini, dalaklarını, yumurtalıklarını yiyecek, iyice semirecekti. Ayrıca kahvaltısı­nı bahçeden eliyle koparttığı taş gibi domateslerle, çiçeği burnunda kütür kütür hıyarlarla, gevrek biberlerle ve de yörüklerin getirdikleri halis tereyağı ile yapacaktı. “Talat’ın şerefine!”
“Artık dört ayağını gererek yatar,” dedi, güldü “kafasını anasının dizine dayar, bitlerini gevdirir.”
“Hadi, bir mektup yazalım, çatlatalım,” dedim.
Sol elini kaldırdı, cümle tedirginliklerden arınmış ve şakayla renklendirilmiş bir sesle, “Lütfen ot taifesini anıp şu çatlı dakikalarımızın canına okuma,” dedi, çatalını batırdığı kavun dilimini çiğnerken güldü. “Ense nah böyle, kilise direği gibi. Surat desen çürük lacivert ve de kahverengi karışığı mor... Bir de kudretten kara ki gecenin yarısını yüzünde taşıyor.”
“Arkadaşımı yeme, Raşit, duman ederim seni ha! Bunları bir bir iletecem,” dedim.
“Derhal ve derakap ilet. Bir daha İstanbul vilayetine ayak basmamasını da tenbihle... Uğursuz mudur, nedir, o İstanbul’dayken rızkımız şıp diye kesiliyor, gidince de açılıyor.”
Peynir kireç gibiydi.
Orhan Kemal, gömleğinin düğmelerini çözdü, çemirlendi, her harfin tepesinde yüzlerce dinamitin patladığı bir sesle, “Bu ne lan, Buyruk, Çukurova'nın sarı sıcağını da geçti,” dedi, nüfus cüzdanını yelpaze gibi kullanmaya başladı. “Gerçekten çok mu sıcak oluyor Çukurova?”
“Sıcak da laf mı? Yakar, kavurur, soluk aldırmaz, iflahını keser insanın. Kuşlar pat pat düşer... Köpeklerin dili bir karış dışarda, girer çıkar boyuna ağızlarına.Güneş sanki Çukurovalıyı cezalandırmak için mahsustan alçalır, adamın tebdilini şaşırtır.”
“Peki nasıl çalışır ırgatlar o havada?”
“Düşe kalka, yuvarlana yuvarlana... Bayılırlar, başları­na güneş geçer, sıtmalanırlar... Felaket!”
“Cehennem denen yer Çukurova olmasın?” dedim.
“Ne demek olmasın? Çukurova’dır elbet... Aynı zamanda da bereketiyle cennettir. İnsan, durduğu yerde üzerine tuz dökülmüş sümüklüböcek gibi erir, akar... akar ki ne akar, ırmaklaşır...” dedi öfkeyle. “Tokan hele!”
Birer yudum aldık.
“Hanımın Çiftliği' ni okudun mu?” dedi.
Hanımın Çiftliği romanı (Esat Mahmut Karakurt hariç) hiçbir yazara nasip olmayan, dostları sevindiren, düşmanları daha da düşmanlaştırıp saldırılarını zehirle lav karışımı bir şeye dönüştüren muazzam bir reklam kampanyasından sonra yayımlanmıştı Vatan gazetesinde. Yol ağızlarında, köşelerde saçtan panolar dikilmişti. Sık sık panoların dikildiği yerlere gider, “Hanımın Çiftliği, yazan Orhan Kemal” yazılarını sevinçle, gururla ve de yanımızdan yöremizden geçenlerin dikkatlerini çekmek isteğiyle seslerimizi yükselterek okurduk. "Tefrika edilirken heyecanla izlemiştim,” dedim. “İmzalayıp verdiğimi okumadın mı?” dedi.
"Okudum.”
“Adaşın Muzaffer Bey nasıl?”
“Harika! Uçkuruna fazlaca düşkün bir feodal.” “ötekiler?”
“Sen edebiyatımızın en iyi tip çizen yazarısın,” dedim, “Yasin Ağa, Kabak Hafız, Zaloğlu Ramazan, Gülizar, yaşıyor.”
Çağlayanlaşmaya elverişli bir gülmeyle, “Zaloğlu’na ne dersin?” dedi.
“Murtaza’nın onursuzu,” dedim. “Zavallıyı öyle bir rezil etmişsin ki o kadar olur.”
“Ben değil, şartlar onu rezil ediyor. Gücünün üstünde şeylerin peşinde serseri... Sahip olmadığına, olamayacağına sahipmiş gibi caka satıyor. Ezilmeye, alay edilmeye mahkûmdur bu et beyinliler,” dedi gülüşünü dağıtmadan.
“Erkekliğinin, yiğitliğinin timsali bıyıklarını kazıttı­rıyorsun Muzaffer Bey’e.”
“Ne yapayım, o da çizmeden yukarı çıkmasaydı, Allah Allah!”
“Beğendiğim sahnelerden biri de Zaloğlu’nun Muzaffer Bey tarafından tekme tokat kovulması; şaşkın, kararsız dolaşması. Romandaki mizahın can damarı Zaloğlu. Kabak Hafız’la Yasin Ağa da o can damarı besleyen kaynaklar, yani Zaloğlu’nun uyduları.”
Sevindi. “Mizahın dozu iyi mi?”
“îyi. Sulandırmıyorsun.”
“Yaşa lan Buyruk, bu tesbitin hoşuma gitti. Benim hikâyelerimdeki, romanlarımdaki mizah hagaragort mizah değildir, beşeri mizahtır, Çehov’un mizahı gibi seviyelidir. Arap Talat, bunlardan çakar mı?”
“Araba ilişme, o şimdi ormanda kırmızı yaprak topluyor,” dedim.
“Hatıra defterinin arasına koyacak, sonra da bize, ‘Efendi fi tarihinde ben yayladayken...’ diyecek. Neyse, arabı sokmayalım aramıza,” dedi.
“Sen istediğin kadar sokma, o bizden uzaklaşmış değil ki. Bütün saniyelerimizde, saliselerimizde bıyık buruyor.”
“Doğru. Şurda, birlikte içseydik lafımız daha bir şirelenecekti,” dedi Orhan Kemal, dalgınlaştı. Derken toparlandı. Hanımın Çiftliği'ni nerdeyse elle tutulacak somutluktaki bir heyecanla anlatmaya koyuldu. Şiveleriyle, esprileriyle, kurnazlıklarıyla, ilkel davranışlarıyla, bilgisizlik­leriyle oluşan bir ilişki karmaşasında çırpınmalarını sergiledi kişilerin. Sanki romandakiler ahbapları, arkadaşları, akraba­ları, tanıdıklarıymış gibi ilgileniyor, eleştiriyor, sövüyor, övüyor, sevgiyle yüceltiyordu. Aslında korkağın korkağı olan ama çevresindekilere kendisini bir “kahraman” gibi yuttur­maya çalışan Zaloğlu’nu yerin dibine batırdı. Anımsadığı ilginç noktaları savurduğu dipdiri, hayat fışkıran kahkaha­larla sararttı. ‘Bereketli Toprak Üzerinde’ki Pehlivan Ali’yi yatırdı bıçağın altına; saflığında, lekelenmemişliğinde binbir delik açtı, kesti, biçti, çizdi, kanattı ama daha fazla harcamaya gönlü elvermedi, büyük bir heykelini yonttu, anıtlaştırdı. Vukuat Var'ın Cemşir Ağa’sını Adem Baba gibi çamurdan yarattı, güldü, beş altı tane, hem Cemşir Ağa’ya bağlı, hem de Cemşir Ağa’ya yabancı portreyi sıraladı. Alasonya göçmeni Murtaza’ya sıçradı. (Orhan Kemal, Murtaza’ya “macir” der.) Murtaza’nın kendine özgü konuşmalarına, kraldan çok kralcılığına, despotça disiplin anlayışına; olaylarına, başından geçen serüvenlerine tekrar tekrar değindi. Murtaza, kaleminden doğan biri değil de kadeh tokuşturduğu, koluna girdiği bir dostuydu. En az karısını, çocuklarını, Talat Kılıç’la beni sevdiği gibi seviyordu onu da. Günün her saatinde birlikteydi. “Murtaza bu durumda şöyle yapar,” derdi. Murtaza, hem koşullarca yönetilen, hem de koşulları yönlendiren biriydi. Murtaza’nın benzeri ama yaşlısı Ali Çavuş’un hikâyesini eşeledi. (Yıllardır beyninin hücrelerinde karnını doyurduğu Ali Çavuş’u, bazı eksiklikleri­ni gideremediğinden ötürü kâğıda dökemedi.) Ali Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nda Milli Mücalede’de çarpışmış, yaralanmış, madalya almış ama huzur, refah sağlayan bir iş kuramamıştı. Gelgeç işlerle, yaltakçılıklarla, ikiyüzlülüklerle nafakasını doğrultuyordu. Efe, şakşakçı, tek ayak üstünde kırk yalan kıvıran hayali geniş bir ruh hastasıydı. Adana’nın düşman işgalinden kurtulduğu gün düzenlenen görkemli törene, Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili bütün bayramlara öteki gazilerle birlikte katılırdı. Kalpağını başına geçirir, nefti asker giysilerine bürünür, çengelli iğneyle göğsüne iliştirdiği madalyasını sık sık parlatır, fişeklikleri çaprazlaşmasına takardı. Kamaları, bombaları palaskasının arasına sıkıştırır, çakaralmaz tüfeğini omuzuna asar ve kendisi gibi yaşlı, kadidi çıkmış, kaburga kemikleri sayılan lagar beygire binerdi. Çalımla bakardı sağa sola. Halkın zihninde yaşattığı bir gösterinin başlatıcısı, hikâyelerini kuşaktan kuşağa aktara­cakları bir dönemin simgesiydi. Ali Çavuş belirdi mi seyircilerde bir dalgalanma olurdu, uğultu gürültüye dönüşürdü. Delikanlılar, kızlar, kadınlar, avuçlarını patlatırcasına alkışlarlar, bir yandan da “Atıyın guyruğu düşüyo çavışaa!” diye bağırırlardı. Sinirlenirdi güya Ali Çavuş. Kaşları inip kalkardı, kalpağını eğerdi ve Vali’ye öteki zevata işittirmek amacıyla, “...mmıza gorun ha arvatlar...” karşılığını verirdi. “Yuuu”lar, göz yaşartıcı kahkahalar birden yoğunlaşırdı. Ve Ali Çavuş, tören sona erince kendisine ‘Yu’, çeken, alkışlayanlara (onlar orda yokmuş gibi) seyircilerin gösterdiği ilgiyi ballandıra ballandıra anlatır, acıyıp da iki buçuk liraları yelek cebine atanların ellerini öperdi.
İçtik. “Yaz o delleğe bir an evvel gelecekse gelsin, gelmezse orda vefat etsin,'- dedi Orhan Kemal.
“ölürse hemen bir ceviz ağacının altına gömerler,” dedim. “Bir yıla kalmadan da evliya olur çıkar.”
“Valla çıkar,”dedi.“Çaput maput bağlarlar, mum diker­ler, helva falan getirirler.”
“Helvanın getirildiğini anladı mı mezardan kalkar, yer gene yatar,” dedim.
“Yer Allahıma!” dedi Orhan Kemal, duygulandı, bardağını kaldırdı. “Hadi çürük mor ve de lacivert Arap için.” “Arap yiğit adamdır,” dedim.
“Heyeyiğittir... özledim,” dedi.
“Ben de...” dedim.
“Hani onun dilinden düşürmediği bir şarkısı vardı,
neydi o? dedi Orhan Kemal, anımsamasına yardım edecekmişçesine gözlerime baktı.
Şey mi? Yine hazan mevsimi geldi’mi?”
Tamam, tamam... Mırıldansana şunu.”
Boğazımdaki gıcığı temizledim, sesimi ayarladım ve başladım.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Orhan Kemal / Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl Tavşan Hikayesi


Şehrin kenar mahallelerinin birinde, yol işlerinde çalıştırılı­yorduk. Bir ikindiüstü küçük bir çocuk bir tavşan yavrusu getir­di. Bir pamuk yumağına benzeyen tavşan yavrusunun pembe, şurup rengi gözleri vardı. Çocuk, tavşanı satıyordu.. Arkadaşlar ileri geri tavşanla oynadılar, fakat hiçbiri alıcı olmadı.
Ben Nâzım'ı hatırlamıştım, çocukla pazarlığa giriştim, elli kuruşa anlaştık, parayı verip tavşanı aldım.
Hapishaneye döndüğüm zaman Nâzım radyo başındaydı. Radyonun masası kenarına ilişmişti, ağzında piposu, yanı başın­da da Deve, bastonuna dayanmış...
Tavşan yavrusuyla yanına kadar sokuldum. Dalgındı, far­kında olmadı ilkin, sonra tavşana gözü ilişince, radyoyu filan bırakıp öyle bir fırlayış fırladı, tavşanı elimden öyle bir kapış kaptı ki!
Bir taraftan, tavşan üzerine makineli tüfek gibi sorular sorar­ken, bir taraftan da onu öpüyor, seviyor, yüzüne gözüne sürü­yor, koynuna sokup çıkarıyor...
"... Sahi mi söylüyorsunuz? Sahiden bana mı getirdiniz bu­nu? Benim için mi aldınız? Kaça aldınız? Nereden aldınız? Kim­den aldınız?" Öpüyor, seviyor...
"Demek benim için aldınız? Elli kuruş mu verdiniz? Elli ku­ruşu size iade etsem uygunsuzluk mu olur? Affedersiniz o hâl­de... Teşekkür ederim... Biliyor musunuz, dünyanın en şirin he­diyesi..."
Ayağında takunyaları, idarenin beton makasında bir tavşanla birkaç sefer boydan boya gitti, geldi, geldi gitti... Derken baş' gardiyanın odasına dalıyor:
"Başefendi, bak, bak tavşanıma..."
Başgardiyanın odasından çıkıyor, Kalem'e dalıyor.
Kalem'de çalışan mahkûm arkadaşlar o sıra adliyeden gelmiş mahkûm veya tutukluların kayıt işleriyle meşguller...
"Süleyman Bey, bakın tavşanıma! Nasıl? Gözleri ya? Ha? Hişt Süleyman Bey, Süleyman Bey yahu..."
"Güzel, üstadım, gördüm, hayırlı olsun..."
"Zabıtçı sen de bak... Bak bıyıklarına... Zabıtçı, bıyıklarına bak! Yahu bu tavşan sizin kayıtlarınızdan daha önemli! Siz be­nim tavşanımla hiç ilgilenmiyorsunuz canım!.."
Kalem'den çıkıyor, atölyelere inen merdivenlerde kaybolu­yor. Neden sonra dönüyor:
"Pek beğeniyorlar tavşanımı canım.. Siz sağ olun e mi? Bu­nu akıl etmek harikulade bir zekâ olayı, muhakkak..."
"Ya, demek öyle!?."
"Evet canım, evet... Mutlaka öyle... Fakat tavşanımın bıyık lan..."
"Şu halde ben zekâmla övünebilirim?"
"Elbette övünebilirsiniz.. Fakat dişlerine bakın birader.. Bi­liyor musunuz, üstdudağı niçin yarıktır?"
"Yooo..."
"Niçin canım, niçin bilmiyorsunuz? Siz hayvanat okumadı­nız mı?"
"Okudum ama unuttum..."
"Sizin zekânızdan beklemezdim doğrusu.. Hem biliyor mu­sunuz, bunu bilmemek benim tavşanıma hakarettir..."
" Yok canım!.. Peki siz söyleyin, neden yarık?"
"Hayvanattan tavşan familyasına değil de, topluluğuna, ne denirdi?"
"Kaadıma mı? Kunduz da bu topluluktan..."
"Yahu siz çok şeyler biliyorsunuz.. Neydi? Kaadıma! Ne de­mek? Kemiriciler mi?"
"Şu üstdudağın yarıklığı meselesini kaynatmayalım. Niçin yarıktı?"
"Bilmiyor musunuz sahiden? Canım, kaadımayı bildiniz de..."
"Bilmiyorum beyim, öğrenmek istiyorum..."
"Şaka ediyorsunuz.. Kaadımayı bilen..."
"Bilmiyoaım..."
"Demek, bilmiyorsunuz?"
"Evet, bilmiyorum... Siz bilin de öğrenelim!"
"Canım, ben biliyor muyum sanki?"
"Vaaay!.."
Bıyıklarını yiye yiye gülüyor... Bir ara bir koşu revire... Son­ra takunyalarının sesi geliyor.
"Biliyor musunuz, beni bundan daha çok memnun edemez­diniz bu ölümlü dünyada..."
Dönüyor, dolaşıyor, tavşanı öpüyor...
"Gözlerine bakın gözlerine..."
"Aaa!.. Bıyıklarına bakın, nasıl titriyor!"

"Bunun karnı açtır şimdi, değil mi?"
Tekrar koşuyor başgardiyana:
"Başefendi, Başefendi, caaanım Başefendi, şu Bobi'ye bir ko­şu izin verseniz de süt bulsa biraz..."
"Başefendi, buna şimdi taze yonca buldurup vermeli miyim?”
"Bakın Başefendi, bakın, nasıl titriyor! Biliyor musunuz, bu korktuğu için titremiyor, titrediği için korkuyor!"
"!!  "
Haydi marangozhaneye... Marangozlara rica, minnet, ısrar, onları seferber eder, tavşana alelacele bir sandık yaptırır.
Ben koğuştaydım, sandıkla geldi, sandığı koğuşun bir kena­rına yerleştirdi. Nereden buldurmuşsa süt buldurmuş, onu bi­zim yemek kaplarından birisine koydu, bir başka kaba su, iki tu­tam da taze yonca... Fakat ne yapsa boş. Tavşan yavrusunun pembe şuruba benzeyen gözleri hüzün içinde... Hayvan, onları kaygılı bir düşüncelilikle sabit bir noktaya dikmiş, dehşetle titri­yor, bıyıklarıysa oynayıp durmakta...
Nâzım, elleri belinde, tavşanı yukarıdan aşağıya uzun uzun seyrettikten sonra, eğildi, süt kabını önüne sürdü. Tavşan ür­kütülmüş gibi sıçradı, süte arkasını çevirdi. Nâzım bu sefer yoncayı sürdü, tavşan gene kaçınca, suyu sürdü, gene... Ayağa kalktı:
"Niçin yemiyor acaba, biliyor musunuz?"
"Bilmem..."
"Bu hususta uzmanlığınız yok mu?"
"Yooo..."
"Çorbacı'nın var mı acaba?"
Koşup Çorbacı'yla Yayalar Köylü İbrahim'i getiriyor.

"Bu niçin yemiyor, biliyor musunuz?"
Yayalar Köylü kıs kıs gülüyor.
Çorbacı, "Üstadım," diyor, "adamcağızı ikrama boğdun bü­tün, bırak kendi hâline, yer o..."
Nâzım, yumrukları belinde, gayet ciddi, gözleri tavşanda...
"Bu tavşan acaba erkek mi, dişi mi?"
Yayalar Köylü gülmekten kırılıyor, hep gülüyoruz, Nâzım da bıyıklarını yiye yiye:
"Ne gülüyorsunuz canım, ne gülüyorsunuz? Biz böyleyiz iş­te Yayalar Köylüm... Bey ve paşazadeler böyleyizdir."
Yayalar Köylü hâlâ gülüyor. Nâzım tekrar soruyor:
"Bu hususta uzman kimse yok mu içinizde?"
Yayalar köylü nihayet, "Var," diyor, "Ertuğrul Bey... Onu çağırın."
Ertuğrul çağrılıyor. Böyle şeylerde pek ciddiye çalar o. Sıhhıye' dir hapishane revirinde... O sırada işi varmış anlaşılan, elle­ri ıslaktı, yüzü ciddi, kaşları da çatık...
"Efendim," diyor, "ne var?"
Yayalar Köylü gülmekten mosmor, Çorbacı' nın omuzuna tutunmuş.
Nâzım Hikmet soruyor:
"İşin vardı galiba Ertuğrulcuğum... Bir şey rica edecektim... Kusura bakma e mi?"
Ertuğrul hâlâ ciddi ve sabırsız. Nâzım Hikmet tekrarlıyor:
"İşiniz mi vardı?"
"Birader ne diyeceksen de Allah'ını seversen... İşim vardı, evet!"
"Ya, vah vah!.. Demek işiniz vardı?"
Ertuğrul, dalga geçildiğini sanarak savuşurken, önüne Yaya­lar Köylü geçiyor. Hâlâ yüzü gülmekten kıpkırmızı.
"Bak Ertuğrul Bey, üstat ne soruyor, sen bu işlerin uzmanıymışsın... Bu tavşan diyor, erkek mi, dişi mi?"
Ertuğrul lahavle çekerek uzaklaşırken kahkahalarımızı atıyo­ruz. Nihayet Çorbacı, tavşanı usulünce muayene edip, "Erkek!" dedi.
"Yaaa! Demek erkek... Öyleyse buna bir karı lazım. Ne der­sin Yayalar Köylü? Ha? Ne dersin?"
Yayalar Köylü hep gülüyor:
"İlahi üstadım... Elimde olsa, karıyı kendime bulurdum ilk peşin..."
Uzatmayalım, bu tavşan günler, haftalarca, Nâzım'ın en baş­ta gelen meşgalesi oldu.
Resim, şiir filan bir tarafa, tavşan bir ta­rafa... Sabahleyin uyanır uyanmaz tavşana koşar, kutusundan alır, sever, koluna yatırır, çok defa, tavşanla birlikte tekrar uyur­du. Bir sabah gene uyandı, başıyla "günaydın" demek isteyerek ve uyku dolu gözleriyle baktı.
Ben, "Tavşanı," dedim, "kedi kapmış!"
"Ne?"
Öyle bir sıçradı ki yatağından, doğru tavşanın kutusuna. Tavşan yerli yerindeydi...
"Ödümü kopardınız yahu!"
"Peki," dedim, "kedi sahiden kapsa..."
Şöyle bir tarttı:
"Sizi temin ederim ki, bütün kedi soyuna düşman kesilir­dim!"
"Peki, ya öyle?"
"Ağzınızı hayra açın yahu! Hem tuttu getirdi, hem de yakı­şıksız yakışıksız konuşur..."
Tavşan yiyor, içiyor, koğuşun içinde keyfine göre dolaşıyor­du. Bir sabah Nâzım, tavşanı Ertuğrul'un yatağına koydu. Er­tuğrul tavşanı sevmiyor, hatta kızıyordu ona... Usulcacık gittim, çağırdım. Ertuğrul geldi. Baktı ki sahiden tavşan yatağında:
"Beyim," dedi, "siz ne hakla koyuyorsunuz tavşanı benim yatağıma?"
"Neden koymayacakmışım?.."
"İşer yahu, pis be!.."
"Asıl senin yatağın pis... Bak," kokladı kokladı, "Öö" dedi.
"Ben sizin o tavşanınızı öldürürüm bir gün..."
"Halt etmişsin!"
"Peki, görürsünüz. Bir sabah onu ölü bulacaksınız!"
Nâzım yatağında doğruldu:
"Ertuğrul, boğarım seni sonra!"
Nihayet, Piraye Yenge geldi, tavşanı aldı götürdü de, hem biz kurtulduk, hem de Nâzım... Bu suretle, o tekrar resim ve şi­irlerine döndü.



Orhan Kemal / Nazım Hikmet'le 3,5 Yıl


Lodos vardı... Ağır, sıcak bir uğultu... Gecenin içinde kapı­lar çarpılıyor, bir yerlerde camlar kırılıyor, ağaçların hışırtısı...
Gece yarısını çoktan geçmişti. Nâzım’ ın vaktiyle Beyoğlu'nda aldığı Japon saati ikiyi gösteriyordu. Ben bilmem neye çalışıyordum, o uyuyordu. Bir ara birden fırladı, yorganı filan attı, mavi gözleri uyku dolu...
"Kaleminizi verir misiniz?"
Verdim, ne yapacağını merakla bekliyordum... Başucundaki duvara bir şeyler yazdı, kalemi iade etti ve olgun bir ciddiyetle tekrar yatarak yorganı tepesine çekti.
Usulcacık kalktım, yazdıklarını okudum:

En yalnız dalganın üstünde
boş bir konserve kutusu.

Ertesi gün "Malta boyu"nun betonunda, hızlı adımlarla do­laşan takunyaların sesinden anlıyorum, "gene şiir düşünüyor"du... Koğuş kapısına çıktım. Mırıldanıp uğuldayarak, bir ta­raftan sağ elinin baş ve şahadetparmaklarıyla, şehriye dökenler­de olduğu gibi yaparak dolaşan sarı bir uğultu halindeydi. Mal­ta boyunda birer, ikişer "volta vuranlar"a çarpıyor, bir an ken­dine geliyor, eliyle "pardon" diyen bir hareket yapıyor, sonra gene aynı uğultu, gene aynı uzun, gene aynı uzun, kısa yürü­yüşler, kesik dönüşler... Arada herhangi bir koğuşa dalıveriyor, dalmasıyla tersyüz etmesi de bir oluyor. Sonra beni arıyor her­halde, halbuki ben koğuşun kapısının önündeyim, bakıyor ki ben koğuşta yokum, aynı telaşla çıkarken bana rastlıyor, bir an ne söyleyeceğini unutmuş gibi, yüzüme endişeyle bakıp bakıp, "Lütfen kaleminizi," diyebiliyor, ben kalemimi uzatana kadar, o yallaaah, bir boy gidiyor, sonra kısa bir dönüş, önümden geçer­ken kalemi uzatıyorum, o bunu unutmuş bile, yürüyor, bir an şaşkın, kalemi alıp ciddi bir reveranstan sonra takunyaları üze­rinde hızla uzaklaşıyor.
"En sinirlendiğim şey," derdi, "böyle, kaybederek dolaşırken etraftan seyredilmek. Deli diyeceklerinden korkuyorum. Onun için kendimi tamamıyla kapıp koyuveremiyorum."
Bir gün bir yerde -galiba bir akrabasında misafırmiş, şiir ya­zacağı tutmuş, başlamış odanın içinde köşeleme gidip gelmeye, perde perde, heyecanlanarak söylenmeye. Bunu gören hizmet­çi kız, "Aman hanım," diye koşmuş, "küçük bey oynattılar ga­liba!"
Diyebilirim ki, Nâzım, istediği zaman heyecanlanırdı. Günü­nü parçalara bölmüştü. Şu saatten şu saate kadar şiir mi yazacak, o saatte mutlaka "heyecanlarının düğmesini" çevirmiş ve işe başlamıştır.
Nâzım'ın kafiyeleri bile şiirin bütünü içinde birer maksat için vazifelidir.
Sanat işlerini fevkalade ciddiye alır, sanatçıyı da büyük bir so­rumluluk yükü altında görür. Sanatçı, emekçi kitlelere karşı da­ima sorumlu vaziyettedir. O, "Aldanma ki şair sözü elbette ya­landır!" sözüne düşmandır. Bu söz onda şu kılığa girmiştir: "İnan ki şair sözü elbette doğrudur!"
Nâzım, şairin "... ruhların mühendisi" olduğu sözüne ina­nırdı.
Çalışkan insana saygısı sonsuzdu. Hapishanede vurma vurul­ma, adım başında da "Allah Kitap"lı, ana avradı küfürlere rast­lanırdı. Esrar, kumar, bıçak işlerinden gayri faydalı işler yapan mahkûmların atölyelerine sık sık iner, fırsat bulursa çeşitli işler görürdü: tahta rendeler, bez dokur... Bu hareketlerini herhangi bir amaca yoranlar bulunabilir, fakat bence bu yalnız ve yalnız onun İNSAN'a, kıymet yaratana, üretimde gerçekten rol alana karşı duyduğu saygıdan başka hiçbir şeye yorumlanmamalıdır. Zaten hemen şunu söyleyeyim ki, Nâzım, zannedildiği gibi, her fırsatta propaganda yapan, tartışan, haşin bir insan değildi. Her­kesin fikrine azami saygıyı gösterir, mecbur edilmedikçe tartış­maya girmezdi, hatta çok defa mecbur edilse de...
Nâzım, inanmış insandı. Herhangi bir davaya inanmış kim­selere saygısı vardı.
Mehmet Akife saygısı bundandı. Mehmet AkiPi fikirlerinin doğruluğundan değil, davasına inanmış, "ka­rakter sahibi" bir insan olduğundan dolayı takdir ederdi.
İnsanlar vardır, kuramcıdırlar, birtakım kurallar, ilkeler peşin­de koştuklarını iddia ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana zıttırlar. Nâzım, teoride ve pratikte aynı olmaya çalışırdı.
İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir "din" hâline getirmişti. Hele çocuklar... Ağlayan bir çocuğu ku­cağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, ke­sinlikle iddia edebilirim, her çocuk onunla "ahbap" olabilirdi.
Bir gün onun bu yanını göz önünde tutarak bir şiir yazmış­tım, gösterdim.
"Bunu," dedim, "sizin üstünüze yıktım üstat!"
Aldı, okudu. Okurken burnunun kanatları titriyordu, gül­memek için kendini sıktığı belliydi:
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
sabun balonları üfleyebilmek havaya.
Kilerden reçel çalmak,
Gizli deliklerden. gözetlemek komşu kızını!

Pırıl pırıl bir gümüş tatlı kaşığında
kırmızı gül reçelidir, çocukluk.
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!
Sevebilmek dünyayı ve insanları,

Sevebilmek, her şeye rağmen
Sevebilmek, sevebilmek...
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!

"... Şiir olarak güzel," dedi, "ama ben bu kadar anormal mi­yim?"
"Sizin havanızı vermek istedim..."
"Ama, düşünün, kırk yaşında, kazık gibi bir herifin kısa pan­tolonla, çember peşinde caddelerden geçişini! Yahut taşlığa oturmuş bir herif düşünün, zıpır bir şey, bacakları arasında bir hamamtası, elinde de koca bir sabun kalıbı, efendim? Havaya balonlar üflüyor..."
"Hayır hayır, söylemek istediğim o değil," dedim, "yani, mesela, düşünün, insan soyu tabiatla yapmakta olduğu savaşta tamamıyla hür, bütün parazitlerinden yüzde yüz kurtulmuş ve dünya bir cennete dönmüş..."
Cevap vermedi, fakat öyle manalı bir susuştu ki, beni uzun uzun düşünmeye mecbur kıldı... Çünkü "cennet günler"de, kırk yaşındakiler şüphesiz çok boş vakit bulabilecekler, ama ne çember peşinde koşacak kadar dengesiz, ne de sabun, balonları lifleyecek kadar deli olacaklar...
Ona her aklıma geleni sormaya devam ediyordum. Sorduk­larım arasında gözlüklü, ciddi, filozof tavırlı sorular olmakla be­raber, yarı ciddi, hatta salaş tiyatrolara has, hoppa şeyler de var­dı. Çocukluğumda babamla birkaç sefer geçtiğimi hatırladığım Babıâli, yahut Ankara Caddesi'ni birçok girdi çıktısıyla ondan öğrendim. Artık öyle zannediyordum ki, bir gün yolum bu meş­hur yokuşa düşerse hiç yadırgamayacağım.
Gençliğimde -nedenini bilmeden- birtakım gazeteleri dü­zenli alır, bunların koleksiyonlarını yapardım. Büyüdükçe, okumam ilerledikçe bu, spor dergilerinin koleksiyonlarını yapmak şeklinde biçim değiştirdi. Sonraları, edebiyat dergileri bunların yerlerini aldı. Hapishanede de öyle... Gardiyanlara veya İş Kanunu'ndan istifade edip çalışmaya çıkan mahpus arkadaşlara ri­ca eder, para verir, edebiyat dergileri getirtirdim. Bu dergiler­den birçoğu yeni sanat akımlarının vezinsiz, kafiyesiz, ahenksiz şiirlerini bir araya topluyorlardı. Ben ki, şiir sanatı adına düzen­li birtakım kurallarla iri laflar kalabalığı öğrenmiştim, böyle "rastgele söylenivermiş", üzerlerinde ter dökülmemiş hissini veren şeylerden pek bir şey anlamıyordum. İzzet'le zaman zaman ala­ya aldık bunları... Alaya aldık ama, o da, ben de bunlardan bir şeyler olması lazım geldiği inanandaydık...
Hiç unutmam, İzzet'le bu şiirler gibi yığınla "şiir" yazdığı­mızı sanmıştık. Sanmıştık ama, bu şiirlerle, yani "yeni şiir"in şu­urlu işiyle, bizim sadece taklitten ileriye geçmeyen denemeleri­miz arasındaki farkı, onlardaki dille, bizim bu yolda bilgisizliği­mizden gelen kılçıklı, takur tukur söyleyişimiz arasındaki farkı ancak Nâzım'la temastan sonra anlayabildim.
Demek istiyorum ki, küçüklükleri, aldıkları konular itibariy­le henüz tam kıvamlarını bulamamışlıkları bir yana, yeni şiirin zevkine, diline, bilhassa, bilhassa doğallığın tadına varmak için, eskimiş, porsumuş, kokmuş, gayrisamimi "kuralcılık" tan sıyrıl­mak lazım!
"Edebiyat-ı Osmaniyye"lerin, "Talim-i Edebiyatların, daha sonra hemen hemen aynı yolu takip edip, ettirmek isteyen ede­biyat kültürünün tesirinden kurtulamayanların yeni sanatı anla­yamamalarını hoş görmek gerekir.
Nâzım, dilimizin sadeleşmesini sempatiyle karşılar, bununla beraber, aşırılıklara düşmemeye de çalışırdı.
"... Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya bilhassa dikkat etmeli," derdi. Mesela, en sevdiği yeni kelimelerden biri­si "olağanüstü" idi. Bu kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. Halkın kendi dil kura­lına uydurduğu, kendi dil bünyesinin şekil verdiği -Arapça, Farsça- kelimelerin atılıp yerlerine Fransızca, Çağatayca, bilmem nece veya "uydurmasyonca" kelimeler alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin tepeden inme emirlere değil, sanatçılar ta­rafından işleneceğine emindi sanıyorum.
Bununla beraber, te­peden inme emirlerle empoze edilmek istenen kelimelerden bir­çoğunun tuttuğunu, birçoğununsa kendi kendine tasfiye oldu­ğunu, bununla beraber, bu tarz tepeden inmelerin pek de fay­dasız olmadığını söylerdi.
Yeni şiir akımlarıyla da yakından ilgilenir, genç şairleri sem­patiyle karşılamakla beraber, yaptıkları, daha doğrusu, yapmak istedikleri şeyin yeni olmadığını söylerdi.
Vezni, kafiyeyi, ahengi, resmi, hatta manayı atmak suretiyle de şiir yazılabileceğini, daha ileri gidip, yazıyı da atıp, sadece şi­ir düşünülebileceğini kabul ederdi; "...Fakat," derdi, "ne lüzum var bu kadar tasfiyeye? Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne va­ran şiirin kazandığı imkânlardan niçin faydalanmamak? Bu sade­ce, şekli zorlamakla yeni şeyler yapılabileceğini zannetmektir. Mesele şekilden çok içerikte, içeriğin yeniliğindedir. Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmaya doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişi­ni -ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir- bilhassa ölümü bol bol ifade ediyorlar... Bir acayip egzotizme kaptırmışlar kendile­rini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar, yahut cesaret­leri yeterli gelmiyor! Tek olumlu tarafları dilleri...
Dili iyi tasar­ruf-bu da kısıtlı olmakla beraber- ediyorlar. Onların şiirleri, ko­caman bir eserden dökülmüş parçalar..."
Nâzım Hikmet, şiirle nesir arasındaki sınıra daima dikkat ederdi. Memleketimden insan Manzaraları isimli eserinde, şiiri nesre alabildiğine yaklaştırdığı ve şiirin şimdiye kadar kazandığı imkânlardan istifade ettiği görülecektir.