Lodos vardı... Ağır, sıcak bir uğultu... Gecenin içinde kapılar çarpılıyor, bir yerlerde camlar kırılıyor, ağaçların hışırtısı...
Gece yarısını çoktan geçmişti. Nâzım’ ın vaktiyle Beyoğlu'nda aldığı Japon saati ikiyi gösteriyordu. Ben bilmem neye çalışıyordum, o uyuyordu. Bir ara birden fırladı, yorganı filan attı, mavi gözleri uyku dolu...
"Kaleminizi verir misiniz?"
Verdim, ne yapacağını merakla bekliyordum... Başucundaki duvara bir şeyler yazdı, kalemi iade etti ve olgun bir ciddiyetle tekrar yatarak yorganı tepesine çekti.
Usulcacık kalktım, yazdıklarını okudum:
En yalnız dalganın üstünde
boş bir konserve kutusu.
Ertesi gün "Malta boyu"nun betonunda, hızlı adımlarla dolaşan takunyaların sesinden anlıyorum, "gene şiir düşünüyor"du... Koğuş kapısına çıktım. Mırıldanıp uğuldayarak, bir taraftan sağ elinin baş ve şahadetparmaklarıyla, şehriye dökenlerde olduğu gibi yaparak dolaşan sarı bir uğultu halindeydi. Malta boyunda birer, ikişer "volta vuranlar"a çarpıyor, bir an kendine geliyor, eliyle "pardon" diyen bir hareket yapıyor, sonra gene aynı uğultu, gene aynı uzun, gene aynı uzun, kısa yürüyüşler, kesik dönüşler... Arada herhangi bir koğuşa dalıveriyor, dalmasıyla tersyüz etmesi de bir oluyor. Sonra beni arıyor herhalde, halbuki ben koğuşun kapısının önündeyim, bakıyor ki ben koğuşta yokum, aynı telaşla çıkarken bana rastlıyor, bir an ne söyleyeceğini unutmuş gibi, yüzüme endişeyle bakıp bakıp, "Lütfen kaleminizi," diyebiliyor, ben kalemimi uzatana kadar, o yallaaah, bir boy gidiyor, sonra kısa bir dönüş, önümden geçerken kalemi uzatıyorum, o bunu unutmuş bile, yürüyor, bir an şaşkın, kalemi alıp ciddi bir reveranstan sonra takunyaları üzerinde hızla uzaklaşıyor.
"En sinirlendiğim şey," derdi, "böyle, kaybederek dolaşırken etraftan seyredilmek. Deli diyeceklerinden korkuyorum. Onun için kendimi tamamıyla kapıp koyuveremiyorum."
Bir gün bir yerde -galiba bir akrabasında misafırmiş, şiir yazacağı tutmuş, başlamış odanın içinde köşeleme gidip gelmeye, perde perde, heyecanlanarak söylenmeye. Bunu gören hizmetçi kız, "Aman hanım," diye koşmuş, "küçük bey oynattılar galiba!"
Diyebilirim ki, Nâzım, istediği zaman heyecanlanırdı. Gününü parçalara bölmüştü. Şu saatten şu saate kadar şiir mi yazacak, o saatte mutlaka "heyecanlarının düğmesini" çevirmiş ve işe başlamıştır.
Nâzım'ın kafiyeleri bile şiirin bütünü içinde birer maksat için vazifelidir.
Sanat işlerini fevkalade ciddiye alır, sanatçıyı da büyük bir sorumluluk yükü altında görür. Sanatçı, emekçi kitlelere karşı daima sorumlu vaziyettedir. O, "Aldanma ki şair sözü elbette yalandır!" sözüne düşmandır. Bu söz onda şu kılığa girmiştir: "İnan ki şair sözü elbette doğrudur!"
Nâzım, şairin "... ruhların mühendisi" olduğu sözüne inanırdı.
Çalışkan insana saygısı sonsuzdu. Hapishanede vurma vurulma, adım başında da "Allah Kitap"lı, ana avradı küfürlere rastlanırdı. Esrar, kumar, bıçak işlerinden gayri faydalı işler yapan mahkûmların atölyelerine sık sık iner, fırsat bulursa çeşitli işler görürdü: tahta rendeler, bez dokur... Bu hareketlerini herhangi bir amaca yoranlar bulunabilir, fakat bence bu yalnız ve yalnız onun İNSAN'a, kıymet yaratana, üretimde gerçekten rol alana karşı duyduğu saygıdan başka hiçbir şeye yorumlanmamalıdır. Zaten hemen şunu söyleyeyim ki, Nâzım, zannedildiği gibi, her fırsatta propaganda yapan, tartışan, haşin bir insan değildi. Herkesin fikrine azami saygıyı gösterir, mecbur edilmedikçe tartışmaya girmezdi, hatta çok defa mecbur edilse de...
Nâzım, inanmış insandı. Herhangi bir davaya inanmış kimselere saygısı vardı.
Mehmet Akife saygısı bundandı. Mehmet AkiPi fikirlerinin doğruluğundan değil, davasına inanmış, "karakter sahibi" bir insan olduğundan dolayı takdir ederdi.
İnsanlar vardır, kuramcıdırlar, birtakım kurallar, ilkeler peşinde koştuklarını iddia ederler, fakat pratikte kuramlarıyla taban tabana zıttırlar. Nâzım, teoride ve pratikte aynı olmaya çalışırdı.
İnsan soyuna karşı sevgisi sonsuzdu. O kadar ki, bunu bir "din" hâline getirmişti. Hele çocuklar... Ağlayan bir çocuğu kucağına aldığı zaman çocuğun sustuğuna şahit olmadım ama, kesinlikle iddia edebilirim, her çocuk onunla "ahbap" olabilirdi.
Bir gün onun bu yanını göz önünde tutarak bir şiir yazmıştım, gösterdim.
"Bunu," dedim, "sizin üstünüze yıktım üstat!"
Aldı, okudu. Okurken burnunun kanatları titriyordu, gülmemek için kendini sıktığı belliydi:
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
sabun balonları üfleyebilmek havaya.
Kilerden reçel çalmak,
Gizli deliklerden. gözetlemek komşu kızını!
Pırıl pırıl bir gümüş tatlı kaşığında
kırmızı gül reçelidir, çocukluk.
Kırk yaşında çember çevirebilmek,
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!
Sevebilmek dünyayı ve insanları,
Sevebilmek, her şeye rağmen
Sevebilmek, sevebilmek...
Sabun balonları üfleyebilmek havaya!
"... Şiir olarak güzel," dedi, "ama ben bu kadar anormal miyim?"
"Sizin havanızı vermek istedim..."
"Ama, düşünün, kırk yaşında, kazık gibi bir herifin kısa pantolonla, çember peşinde caddelerden geçişini! Yahut taşlığa oturmuş bir herif düşünün, zıpır bir şey, bacakları arasında bir hamamtası, elinde de koca bir sabun kalıbı, efendim? Havaya balonlar üflüyor..."
"Hayır hayır, söylemek istediğim o değil," dedim, "yani, mesela, düşünün, insan soyu tabiatla yapmakta olduğu savaşta tamamıyla hür, bütün parazitlerinden yüzde yüz kurtulmuş ve dünya bir cennete dönmüş..."
Cevap vermedi, fakat öyle manalı bir susuştu ki, beni uzun uzun düşünmeye mecbur kıldı... Çünkü "cennet günler"de, kırk yaşındakiler şüphesiz çok boş vakit bulabilecekler, ama ne çember peşinde koşacak kadar dengesiz, ne de sabun, balonları lifleyecek kadar deli olacaklar...
Ona her aklıma geleni sormaya devam ediyordum. Sorduklarım arasında gözlüklü, ciddi, filozof tavırlı sorular olmakla beraber, yarı ciddi, hatta salaş tiyatrolara has, hoppa şeyler de vardı. Çocukluğumda babamla birkaç sefer geçtiğimi hatırladığım Babıâli, yahut Ankara Caddesi'ni birçok girdi çıktısıyla ondan öğrendim. Artık öyle zannediyordum ki, bir gün yolum bu meşhur yokuşa düşerse hiç yadırgamayacağım.
Gençliğimde -nedenini bilmeden- birtakım gazeteleri düzenli alır, bunların koleksiyonlarını yapardım. Büyüdükçe, okumam ilerledikçe bu, spor dergilerinin koleksiyonlarını yapmak şeklinde biçim değiştirdi. Sonraları, edebiyat dergileri bunların yerlerini aldı. Hapishanede de öyle... Gardiyanlara veya İş Kanunu'ndan istifade edip çalışmaya çıkan mahpus arkadaşlara rica eder, para verir, edebiyat dergileri getirtirdim. Bu dergilerden birçoğu yeni sanat akımlarının vezinsiz, kafiyesiz, ahenksiz şiirlerini bir araya topluyorlardı. Ben ki, şiir sanatı adına düzenli birtakım kurallarla iri laflar kalabalığı öğrenmiştim, böyle "rastgele söylenivermiş", üzerlerinde ter dökülmemiş hissini veren şeylerden pek bir şey anlamıyordum. İzzet'le zaman zaman alaya aldık bunları... Alaya aldık ama, o da, ben de bunlardan bir şeyler olması lazım geldiği inanandaydık...
Hiç unutmam, İzzet'le bu şiirler gibi yığınla "şiir" yazdığımızı sanmıştık. Sanmıştık ama, bu şiirlerle, yani "yeni şiir"in şuurlu işiyle, bizim sadece taklitten ileriye geçmeyen denemelerimiz arasındaki farkı, onlardaki dille, bizim bu yolda bilgisizliğimizden gelen kılçıklı, takur tukur söyleyişimiz arasındaki farkı ancak Nâzım'la temastan sonra anlayabildim.
Demek istiyorum ki, küçüklükleri, aldıkları konular itibariyle henüz tam kıvamlarını bulamamışlıkları bir yana, yeni şiirin zevkine, diline, bilhassa, bilhassa doğallığın tadına varmak için, eskimiş, porsumuş, kokmuş, gayrisamimi "kuralcılık" tan sıyrılmak lazım!
"Edebiyat-ı Osmaniyye"lerin, "Talim-i Edebiyatların, daha sonra hemen hemen aynı yolu takip edip, ettirmek isteyen edebiyat kültürünün tesirinden kurtulamayanların yeni sanatı anlayamamalarını hoş görmek gerekir.
Nâzım, dilimizin sadeleşmesini sempatiyle karşılar, bununla beraber, aşırılıklara düşmemeye de çalışırdı.
"... Dilde ölçü halk olmalıdır. Halkın yadırgadığı, her günkü konuşma dilinde kullanmadığı kelimeleri almamaya bilhassa dikkat etmeli," derdi. Mesela, en sevdiği yeni kelimelerden birisi "olağanüstü" idi. Bu kelimeyi sık sık kullanırdı. Esası Türkçe olan kelimelerin birleşmesiyle meydana gelmiş ve zaten halkın kullanmakta olduğu kelimelere bayılırdı. Halkın kendi dil kuralına uydurduğu, kendi dil bünyesinin şekil verdiği -Arapça, Farsça- kelimelerin atılıp yerlerine Fransızca, Çağatayca, bilmem nece veya "uydurmasyonca" kelimeler alınmasına karşıydı. Ve hiç şüphesiz, bir dilin tepeden inme emirlere değil, sanatçılar tarafından işleneceğine emindi sanıyorum.
Bununla beraber, tepeden inme emirlerle empoze edilmek istenen kelimelerden birçoğunun tuttuğunu, birçoğununsa kendi kendine tasfiye olduğunu, bununla beraber, bu tarz tepeden inmelerin pek de faydasız olmadığını söylerdi.
Yeni şiir akımlarıyla da yakından ilgilenir, genç şairleri sempatiyle karşılamakla beraber, yaptıkları, daha doğrusu, yapmak istedikleri şeyin yeni olmadığını söylerdi.
Vezni, kafiyeyi, ahengi, resmi, hatta manayı atmak suretiyle de şiir yazılabileceğini, daha ileri gidip, yazıyı da atıp, sadece şiir düşünülebileceğini kabul ederdi; "...Fakat," derdi, "ne lüzum var bu kadar tasfiyeye? Asırlardan beri gelişe gelişe bugüne varan şiirin kazandığı imkânlardan niçin faydalanmamak? Bu sadece, şekli zorlamakla yeni şeyler yapılabileceğini zannetmektir. Mesele şekilden çok içerikte, içeriğin yeniliğindedir. Yeniciler ümidi kırılmış, idealini kaybetmiş, dejenere olmuş veya olmaya doğru giden bir sınıfın bezginliğini, dünyadan kaçmak özleyişini -ki gerçekler karşısında yenilmekten gelir- bilhassa ölümü bol bol ifade ediyorlar... Bir acayip egzotizme kaptırmışlar kendilerini, insanlığın büyük davalarıyla ilgilenmiyorlar, yahut cesaretleri yeterli gelmiyor! Tek olumlu tarafları dilleri...
Dili iyi tasarruf-bu da kısıtlı olmakla beraber- ediyorlar. Onların şiirleri, kocaman bir eserden dökülmüş parçalar..."
Nâzım Hikmet, şiirle nesir arasındaki sınıra daima dikkat ederdi. Memleketimden insan Manzaraları isimli eserinde, şiiri nesre alabildiğine yaklaştırdığı ve şiirin şimdiye kadar kazandığı imkânlardan istifade ettiği görülecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder