"Açıklaması zor" der Fred, Ginger'e ("Ginger ve Fred", F. Fellini) "Bir süredir, nesneler bana tuhaf tuhaf bakıyormuş gibi geliyor." "Kim bakıyormuş sana tuhaf tuhaf?" diye sorar Ginger, şaşkın ve meraklı. "Nesneler" der Fred, (Marcello Masttroianni) "Sanki benimle vedalaşmak istiyorlar: adieu Pippo, adieu, adieu, adieu, Pippo." Fred bunu söylerken elini kaldırıp kendisi sanki nesneymiş de kendisine veda ediyormuş gibi el sallar: Elveda.
Bir yılbaşı eğlence programına çağrılan ve adını Fred Astaire ve Ginger Rogers'tan alan bu gösteri çifti, yılbaşında çılgınca eğlenmeye hazırlananlara aslında içler acısı, her şeyiyle bir son ve veda olan bir dans gösterisi sunarlar.
Nesneler (eşya) bizden yavaş yavaş uzaklaşabilme vedalaşa vedalaşa tek tek çekip gitme yeteneğine sahip olsalardı ne iyi olurdu. Böyle uzayıp giden süreçte, ölümü karşılamak bile sorun olmazdı. Anılar yazar, şiirler kurup bozar, yüzlerce öykü tasarlardık onlar üzerine. Ne var ki, gerçek hayatta nesneler yerlerinde durur; (belki tahrip edici, kıyıcı bir müdahale çocukluğumuzun sokaklarını, köyümüzün, mahallemizin coğrafyalarını çekip alır bizden, ama genelde kuralı bozmaz bu tahribat: nesneler kalır biz uzaklaşırız, yavaş yavaş ya da Alexander gibi birdenbire onlardan kopma uğrağında buluruz kendimizi.)
Ve eğer yılları arkanızda bırakmışsanız, altmışınıza merdiven dayamışsanız; yenilmiş, kaybetmişseniz; ya da parçalanmış biyografinizi toplayıp bir araya getiremiyor, o biyografiyi kimin neye göre yazdığını ve yazılan oyunu niçin, nasıl oynadığınızı anlayamıyorsanız, işiniz zor demektir. Sanatı (şiiri) hayatın, gerçekliğin yerine koymuş, bu ikameye kendinizi inandırmışsanız, hayatı değil de şiiri (estetiği) tercih etmişseniz, yarım kalmış şiirleri tamamlamaya yarı ömrünüzü vermiş, hatta devrime inanıp {"Arıcı") arkadaşlarınızla çıktığınız umut yolculuğunu (anlamakta güçlük çektiğiniz nedenlerle) getire getire sizi bir boşluğun ağzına getirmişse, işiniz zor demektir.
BİRAZ DAHA SÜRE
Hayatın zarar ve ziyanını sadece hayat karşılayabilir. Çünkü onarım şansı gene ancak hayatın içindedir. ne bileyim, hatanızı giderirsiniz; giderme umudu taşırsınız; bütün o yenilgiler, yıkımlar üzerine öykü yazarsınız, film çekersiniz; şiir yazar, hatta niye olmasın, bol bol kafayı çekip acıları dindirirsiniz. Ukala kesilip öğüt verirsiniz: "Ben yaptım sen yapma!" yaşanılanı, yaşayacak olanların önüne yararlı bir deneyim olarak koyarsınız. İyi de zararı onaracak hayat kalmamışsa önünüzde; 'yarın' bir daha ancak morga açılan kapıdan çıkmak üzere hastaneye yatacaksanız; kanserseniz?.. ("Arıcı"da artık bir zarar giderme fırsatına, bir telafi etme imkanına inanmayan Arıcı, kendi iradesiyle son yolculuğuna çıkar.)
Alexander ise kendi iradesine bağlı olmayan bir zorlamanın yolculuğuna sürüklenmektedir. Yani, oyunu bizzat 'hayat' bozmak üzeredir. Zamanı bildik algılara uyan, birbirini doğrusal izleyen dilimlerin peşpeşeliği olarak anladığımızda, şairin, gerçek (reel) zamanı bitmiştir. Hayat ona artık ziyan telafisi için süre bırakmayacaktır. Bu 'bildik zaman' durdu duracak gibidir şair için.
ZAMANIN GENLEŞMESİ
Angelopoulos'un 'birebir zaman' kullandığı söyleniyor sinemada. Yani filmin belli bir sekansı için sinemada akan süre ile dış fiziksel gerçekliğin süresinin örtüştüğü. Bu ne anlama geliyor? Şairin vedalaşmak ve köpeğini bırakmak için gittiği kızıyla konuştuğu salonun tam karşı fonunda bir saat var. Fiziksel bir saat yerine bir projeksiyon bu. Gölge oyunu gibi bir şey. Seyirci tam o saatin ekranında birebir zamanı takip ederken, Alexander kendi zihninin (belleğinin) peşinde reel zaman düzlemini terk eder. Artık filmde sık sık olduğu gibi kumsalda karısının, ailesinin 'içine' karışmaya çalışır. Bu sekansları (geri dönüşleri) çerçeveleyen şimdiki zamandaki (örneğin), odadaki saatin (projeksiyonun) işlevi durmuş, sınırlayıcı gücü yok olmuştur.
Angelopoulos, salondaki fiziksel 'reel' zamanı sinemada da verir gibi yapıp bu her iki düzlemi özdeşleştirdikten sonra, bir başka düzleme, öznel algının, belleğin, tahayyülün, anımsamanın düzlemine geçip zamanı alabildiğine genleştirmektedir. Bu genleştirmeyle birlikte geçmiş, şimdi ve gelecek o zamansız ortamda tekleşip yok olurlar. Geçmiş ile şimdi arasındaki ayırıcı hat silinir.
Alexander kumsaldaki anılara dönerken şimdideki haliyle girmeye çalışır o anıların içine; kalın, gri kışlık paltosu yarı yarıya dökülmüş saçlarıyla. Biraz rüyalarda olduğu gibi. Üç zaman düzlemi teklesin
İKİ DÜZLEMLİ FİLM
"Sonsuzluk ve Bir Gün" bu anlamda iki ayrı (ve tek) düzlemde hareket eden bir film olup çıkar. 'Reel' zaman duygusundan ve algısından bakıldığında gerek seyirci için gerekse de Alexander için 'saatler sayılıdır.' 'Yarın'a yarım gün vardır, hastaneye çıkmamak üzere gideceği ana kadar. Bu düzlem dışsal gerginliği de kuran düzlemdir.
Öte yanda, şairin duygularıyla, anımsama ve hayal gücüyle kurduğu ikinci bir düzlem çıkar karşımıza; zamanın hükmünün ortadan kalktığı, yayıldıkça yayılan (geçmişteki) yaşantı parçaları arasındaki gezintilerin zihinde yaşanılış sürelerinin düzlemi. Bu anlamda iki düzlem gene bir simetri ilişkisi kurarlar. Reel zamanın düzlemi ile yaşantılaştırılan zamanın düzlemi de diyebiliriz buna. Ve bu iki düzlem, başkişinin reel düzlemdeki haliyle öteki düzlemde ortaya çıkmasıyla bir bütünlük, birbirini tamamlayan iki düzlem ilişkisi kurarlar. Biri karanlık lacivert, yapay ışıkla aydınlanmış, biraz meşum, ıslak bir reel dünyanın düzlemi, ötekisi mavi denizin, beyaz aydınlık kumsalın, uçuşan puanlı elbiselerin, bikinilerin anımsanan dünyası. Bir başka simetridir bu.
YARIN ANCAK "FİLMDE" UZAYABİLİR
Ve sinemanın bu her iki düzlemde de hareket etme imkânı olduğunu düşünecek olursak başka bir deyişle, bir sanat ve kurma aracı olarak sinemanın (isterse) Alexander'in fragmanlaşmış hayatına yaptığı yolculuklardan birinin öznel süresini teorik olarak gönlünce genleştirebileceğini kabul edersek, bizim ve film kişilerinin reel (birebir) zaman içindeki hayatımızla istediği gibi oynayabilir demektir. Bu duyguyla Alexander: 'Yarın ne kadar uzundur?" diye sorar, adeta reel olanın dışında, yarına kadar olan süreyi sonsuza kadar uzatacak bir imkan aramaktadır. Ve eşi ona 'Yarın sonsuzluk ya da (ve de) bir gün kadar sürer" der. Çünkü yarın hatta bir hayat, sanatın olduğu gibi duygusal, zihinsel algıların düzleminde de (ve en önemlisi sinemada) uzatıldıkça uzatılabilir. (Realitenin sanata boyun eğdiği bir uğrak bu.)
KANSER (HEM GERÇEK HEM SEMBOLİK)
Filmi 'reel' zaman düzleminde kalıp okursak, kanser hayatı birkaç gün sonra bitirecektir. Ama gerçekliğin bu gözümüze batan ödünsüz müdahalesi (kanser midir) hayatı noktalayan, yoksa şairin hayatı, geçmişlerde bir yerde, hiç aklına gelmeyen bir kararında, bir tercihinde, bir adımında bitmiş midir? Sakın bütün işini gücünü bir şiiri tamamlamaya vakfettiği o andan itibaren bitmiş olmasın hayatı. Bir hayat, bir biyografi şiire adanır mı? Ama yoksa film burada da anlamsal çatılar mı kuruyor? Osmanlı işgaliyle kesintiye uğramış, ta eski Atina'dan, İskender'den (Alexander) uzayıp gelen bir uygarlığın simgesi mi yanm kalan şiir?
Bu ülke evrimi kesintiye uğramış (Osmanlı işgal süresince) oluşmuş bir tuhaflık mı? Yurtdışında yaşayan, bağımsızlık savaşı için yurda dönen şair niçin sözcükleri parayla halkından satın alıp şiirini tamamlamaya çalışıyor? Aydın, sanatçı, burjuva ülkesini unutmuşken halkın belleğinde, ruhunda mı korundu o kültür ve uygarlık demek istiyor.
PALTO
Şairin kışlık ağır paltosu zamansal düzlemler ayrımını ortadan kaldırdığı gibi, şairin o tecrit edilmişliğini, kendi kabuğuna kozasına kapanmışlığını görselleştirme bakımından da işlevsel. Deniz, kumsal, eşi ve annesi hep bir bütün, onu çağırıp duruyorlar, ama daha o palto bile onun bu aydınlık dünyada kara bir mürekkep lekesi gibi görünmesine, orada yerinin bulunmadığını düşünmemize yetiyor. Ama palto asıl 'yolculuk' demek. Sırtınızdan paltonuz hiç çıkmıyorsa hep yoldasınız demek, ya da hareket etmek üzeresiniz.
"Arıcı" bir yol filmiydi. "Sonsuzluk ve Bir Gün" de bir yol filmi. Kızını evlendirip, aralarında paylaşacakları hiçbir şey kalmamış karısıyla vedalaşan Arıcı, alıp dağlara vuruyordu yolunu. Geçmişine değil de, geçmişinden kalmış birkaç arkadaşına uğrayıp son kararını kesinleştiriyordu. O hedefine doğru giderken amacı hedefi olmayan genç bir kız (yeni kuşak) yoluna çıkıyordu onun. Dans eden, önüne gelenle yatan, hayat projesi olmayan bir kuşak ile, yorgun, bıkkın hayalleri yıkılmış bir kuşağın kesişmesi.
"Sonsuzluk ve Bir Gün" de bir 'yolculuk' filmi. Yaşanmış hayatın artık fragmanlaşmış parçaları arasında dolaşmanın filmi; ama 'yarına' sona doğru da bir yolculuk bu. Bu kez yolunun üzerine çıkan bir sığınmacı, mülteci çocuğu. Şairin yarını yok, çocuğun da. Şairin yolunu en azından görünürde kesen etmen kanser; peki ya, daha yolun başındaki çocuğun? Şairin de içinde yer aldığı suçlular topluluğu. Biz, hepimiz Yugoslavya'yı, Makedonya'yı bölenler, susanlar. Bombalayanlar. Bu işin sorumlusu olmayan tek bir kişi var; o çocuk. Ömrünü yarım kalmış bir şiire adamış adamın karşısına belki de sırf bu adamışlığıyla bile suçlarda payı bulunan bir sanatçının karşısına gerçeklikten, somut dünyadan bir dram çıkıveriyor birden. Şairin halen ve zaten var olan insaniliği, onun çocuğa kayıtsız kalmasını önlüyor. Ama öteki gerçeklik, kanser (ki bu durumda hastalık da iyice sembolleşiyor) bu kuşağın çocuklara ve genç kuşağa el uzatmasını önlüyor, (iskelede Alexander'in doktoru, onun şiirleriyle kendi hayatlarına yön vermeye çalıştıklarını söylerken "Arıcı"nm temasını da tekrarlamış oluyor. Hayat projesini yaşlı, aydın, 68'li kuşaktan alma vehmini.) Kanser şairin çocuk için bir şeyler yapabilmesini önlüyor görünüşte. Şair, kal" diyor çocuğa. Çocuk, "ama sen gideceksin" diye yanıt veriyor. Kalsa ne yapacak? Çocuğu zaten kendi yalnızlığının cehenneminin farkında olduğu için istiyor gibi.
Hayatının 'fragmanları' arasında dolanıp yenilgisinin, hatalarının nedenini arayan şairin karşısına somut hayat çarpıcı bir engel dikiyor, ona hayatın zararlarını telafi etme nrsatı vermemesi yetmiyormuş gibi kötü bir oyun oynuyor onunla. Hatta çocuğun üzerinden sokağın, hayatın gerçeklerinden bir dilim sunuyor: çarpıcı, berbat. Üç beş kilometre ötedeki, burnun dibindeki sınırda karşısına çıkan tüyler ürpertici manzara gibi.
Bu berbat bir trajedi değilse ne? Şair kendi kurduğu estetik dünyasında hep kaçmadı mı gerçeklikten, insanlardan, eşinden, annesinden, çocuğundan, paltosu hep sırtında değil miydi? Ölmeye giderken de, nesnelerin tek tek, yavaş yavaş ayrılacağı yanılsamasını mı taşımıştı? Nesneler insana ancak sanatta, şiirde veda ederler, vedalaşıp yavaş yavaş dünyamızdan çekilirler; gerçeklikte ise bizizdir ayrılan. Ve bu veda, her zaman öyle yavaş yavaş olmak zorunda değildir. Alexander'ın vedasında olduğu gibi. Yetmiyormuş gibi, son istasyonda o çocuk biner trene, vagonun içine fırlatılmış taş gibi. ("Hey Selim! Selim yolun burada mı bitecekti? Daha nerelere gidecektik seninle, onca mayını boşuna mı aşıp geldik?") Şairin trenden inmesine bir istasyon kaldı. Bakma sen "kal" deyişine, nereye götürecek ki seni?
KIRIK BİYOGRAFİ
Söze, yazıya Fellini ile başlamıştık. Onun çoğu filmi bir biyografidir. Ama onun geçmişinin fragmanları bir araya getirilince ortaya İtalya tarihi gibi bir şey de çıkar. Bir tür panorama gibi. ("Amarcord" "Roma" "8,5") Hayat bir biyografiyse oyun yazarı kimdir? Tiyatroda, romanda, öyküde yazar biyografileri hangi kurala göre yazar? Kahramanlarıyla, kişileriyle oynadığı oyunun kuralları nerede yazılır da onlara bakıp kararlar verir. Yoksa sadece oynar mı onlarla? Benim hayatımın biyografisini kim, kimler nerelerde yazdılar, yazıyorlar. Tanrıya, topluma, kurala isyan edip kendi biyografimizin kurallarını kendimiz koyabilir miyiz? Yoksa sadece isyan mı edebiliriz bu biyografiye? Oyunun kurallarını ihlal ederek? Ama önce bulalım bakalım kuralları varsalar. Alexander'ın bütün bir film boyunca aradığı da bu biyografinin savrulmuş parçaları geçmişe, ana, hatta geleceğe saçılmış, dağılmış değil mi? Fragmanlar arasında ne diye dolaşıyor? Şu son ana kadar 'oyunu' kendi yazmış, kendi oynamış. Öyle sanmış. Şimdi kanser, oyunu bozuyor, ama o sanki oyunun çok daha geride bir yerde bozulduğunu fark ediyor. ("Anne ne oldu bize, niçin çürüdük böyle?")
"Sonsuzluk ve Bir Gün" biyografisini dağıtmış olanlara, altmış yaşlarının basamaklarında geri dönüp onu en azından nerede parçalandığını anlamak isteyenlere yazılmış bir konçerto. Beethoven'in viyolin konçertosunun solo bölümü gibi bir şey. Bir Mozart değil bu bestenin sahibi, onun gibi, içinden hazır uçup gelmiyor notalar, bir Beethoven gibi, düşünüp, tasarlayıp duyguyla harmanlıyor Angelopulos temasını; dağılma ile, kaos ile uyum arasındaki ince çizgide yürüyen hayatı 'besteliyor.' Bu yüzden olacak asıl bir 'atmosfer' filmi bu. Anlamı ikinci düzleme bırakan bir atmosfer.
Bu yazı 1998 yılı Evrensel Kültür dergisinin 98. sayısında yayınlanmıştır.