Ve İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ve İnceleme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2012 Cuma

Suskunluk / Sheila Rowbotham


Hiçbir umudu olmayan ezilmişler, gizemli bir sessizlik içindedirler. Değişikliğin kavranması, olabilirliğin sınırları ötesinde kaldığı zaman, hoşnutsuzluğu dile getirmek için hiçbir sözcük bulunamaz; bu nedenle de hoşnutsuzluğun var olmadığı savunulur zaman zaman. Bu yanlış inancın doğmasına yol açan şey, sessizliği ancak bozulduğu anda ayırt edebilmemizdir. Bozulan sessizliğin sesi daha önce işitemediklerimizi anlamamıza yol açar. Ne var ki, bizim işitememiş olmamız, sancının var olmadığını kanıtlamaz. Devrimciler, sessizliğin dilini can kulağıy­la dinlemelidirler. Kadınlar açısından özellikle önemlidir bu nokta, çünkü biz çok çok uzun bir sessizlikten geliyoruz.
Fıkralar yoluyla, dolaysız deneyimler yoluyla algıladık biz kendi­mizi. Dünya bir gerçekti ve biz de onun içindeydik. Dünyanın ancak dış biçimlerine dokunabiliyor ve ancak bu dış biçimleri etkileyebiliyor­duk, gözlerimizde de erkeklerin bizim için yaptıkları gözlükler vardı. İç benliklerimizi nesnelerin dışsal devinimine bağlama olanağından yoksunduk. Kendimizi kesintisiz bir süreçle ilişki içinde ya da bir bü­tünün parçaları olarak görmemizi sağlayabilecek bütün kuramlar, bü­tün birleştirici dil ve düşünceler bizim dışımızdaydı. Bunların oluştu­rulmasında kesinlikle pay sahibi değildik. Sersemce ve beceriksizce or­talıkta dolaşıp duruyorduk — zihnimizde canlandırdığımız biçimleri­mize uymayan ödünç alınmış kavramlar içindeymiş gibi. Büyük bir sa­karlıkla kendi ayağımıza takılıp tökezliyor, numarası kesinlikle bize göre olmayan çizmelerin içinde yitip gidiyorduk. Adımlarımızı onlarınkine uydurma savaşı veriyorduk. Kendi saçmalığımızı papağan gibi, maymun gibi taklit ediyor, herkese maskara oluyorduk. Bizi hiç kimse ciddiye almıyordu, hatta kendi kendimize bile inancımız yoktu. Taşbebektik, piliçtik, yavruyduk. "Hanımlar 'dık, "kızlar"dık. Hadi sallan­mayın tatlılarım, hünerinizi görelim. Her ne zaman onların kürsülerinin basamaklarını tırmanmaya başlasak, kaçıp eve saklanmak istiyorduk. Hiçbir yere ait olmama duygusu içindeydik. Çağrısız konuklar olduğu­muz açıktı. İçimizden onların bölgesine girme cüretini gösterenlere, son derece incelikli yöntemlerle yerimiz öğretilmişti.
Erkek havalarına büründüğümüz sürece, onların sözcükleriyle, dü­şünceleriyle, kültürleriyle oyalanmamıza izin veriliyordu. Kadın olduğumuz gün ışığına çıkar çıkmaz onlar sertleşiyorlardı, dudakları gerili­yordu, sanki kendi içlerine çekiliyorlardı, bizi kesip doğruyorlardı. Bu­nu denememek daha akıllıcaydı. Bir parçamız diğer parçamızla eğleni­yordu. Onların bizim özlemlerimizle geçtikleri dalgaya, biz de katılı­yorduk. Ya onların oyununu oynayacaktık ya da bütünüyle oyundışı kalacaktık. Bir bölümümüz onların dünyasına atladık, bir bölümümüz de geride kalıp evlerimizde oturduk. Sürekli olarak, tehlikeden kaçınmak için kafamızı kuma gömme eğilimi gösteriyorduk. Bulaşık yıka­mak bize daha rahat geliyordu. Geri çekiliyorduk, hiçbir güç bizi kabu­ğumuzdan çıkaramazdı. Onlar kuramlarını tartışırlarken, biz suspus ve suçlayıcı bir tutumla oturduk, çünkü bu tartışma erkeklerimizi bizden alıyor, birbirlerini etkilemeye yöneltiyor ve alay konusu yapıyordu. Onları yargılıyorduk, ama kendimiz hiçbir zaman ringe çıkamıyorduk. Ateş hattından kesinlikle uzak duruyorduk. Etkin katılımın sorumlulu­ğunu taşıyamıyorduk.
Hırçın ve savungan olup çıkmıştık. Kendimizden nefret ediyorduk. Başka kadınlara, özellikle de kendi oyunlarını oynayanlara —bizimle aynı duyguları taşır görünmeyen kadınlara— karşı güvensizlik. Ama aradaki ayrım, yalnızca koşullara bağlı, yani geçici bir ayrımdı. Bazen biz onların yerini alıyorduk, bazen kendi rollerimizi oynuyor, sergili­yor, yerine getiriyorduk. Sonra bazen de kendi içimize gömülüyorduk.
Ama her zaman ikiye yarılmış durumdaydık, sessizliğin içinde öyle apışıp kalmıştık, kendimizi ya da birbirimizi bulmaya nereden başlaya­cağımızı bilemiyorduk. Bu bölünmüşlüğümüzden, maddesel kopuşu­muzdan dolayı, bir parçamızı tuhaf, yabancı gibi görmeye başladık; bu parçamızın, kendi kimliğimiz konusunda dili tutulmuş felç durumu ola­rak karşımıza çıkan öteki parçamızdan kopuk olduğunu algılamaya başladık. Hiçbir zaman belli bir yerde bir araya gelemiyorduk; hep ge­çiş durumundaydık, yaban ülkelere göç eden kişilerdik. Kendimizi ra­hatsız, gözaltında, huzursuz duyumsuyorduk. Kendimizi biliş biçimi­miz, tarihsel bir kadınlık durumu olarak kendimize aykırı düşüyordu. Kendimize ilişkin yakın ve dolaysız algılarımız, kendi toplumsal gizil- gücümüze sıkı sıkıya kapalıydı

Suskunluğun Niteliği

Ama kendimizle ilgili seçenek bir bilinç nereden kaynaklanacaktı? Daha ilk anlamlı hareketle başlayarak, kendi felçli durumumuz içinde belirlenmiştik. Bu konuda ilk adımı Simone de Beauvoir atmıştır. Beauvoir kız çocuğun, kadın olmanın ne demek olduğunu keşfettiği sü­reci kavramaya çaba gösterir. Öğrenilmiş edilginliği. çömelerek küçük su dökme olgusunu, cesaret kırıklığı içindeki saldırganlığı ve benlik belirtimini, kendine yönelmiş enerjiyi irdeler. Küçük kıza, kendine hakim olması ve "kadın gibi" davranması öğretilir. Küçük kız, kendini bütünüyle yabancı bir kalıba sığdırmaya uğraşır. Kadın bilincinin nasıl oluştuğunu anlamak demek, kendimize ilişkin en uzak anılarımızı kur­calamak demektir. Küçük çocukların özbilince nasıl ulaştıkları konu­sundaki koyu bilgisizliğimiz sürüyor. Belirli küçük kızların belirli top­lum biçimleri içindeki belirli ailelerde kendilerini nasıl algıladıkları ko­nusunda daha pek çok şey öğrenmemiz gerekiyor. Ailenin ağır basan kapitalist toplum değerlerini taşıyıp pekiştirmesine ortam hazırlayan süreç de, yine aynı biçimde, ancak kabataslak anlaşılmıştır. "Yetkeci" aile konusunda yaptığımız genellemelerin yetersiz olduğu apaçıktır. Bilinci kitle hareketleri açısından algılamakta kullandığımız araçlar, in­sanların üreme noktasında birbirlerini kısıtlayıp belirlerken takındıkla­rı güç sezilir tutumu gözlemlemeye elvermeyecek ölçüde kabadır. En azından kadınlar bakımından, bu bilincin yerli yerine oturtulması, bir anlamda siyasal ivedilik taşıyan bir konudur. Varoluşumuzun bir par­çasıdır. Bir de dil sorunu var. Sözcükleri öğrenir öğrenmez, kendimizi on­ların dışında buluyoruz. Bir ölçüye kadar, paylaşılan bir dışlama bu. Sözcük, kişinin benliğinin ötesine geçmesi anlamına gelir, kuram ise benliğin ötesindeki alanda bağlantı kurmak ve dönüştürme olanağı ta­şır. Dilin belli bir gücü vardır. Dil, egemenlik kurma araçlarından biri­sidir. Üst konumundaki kişilerce özenle korunur; çünkü dil, onların üs­tünlüklerini korumalarını sağlayan yollardan birisidir.
Eski günlerde, kabahat yapanın dilini kesiverirlermiş; daha insancıl olan bizim toplumumuzsa, hiç kullanmaması koşuluyla ses çıkarma organlarının ki­şinin kendisinde kalmasına izin veriyor... Gerçekle, en çok korkulan şey, kaba­hatli sayılan kişinin, sözcüklerin arılığını bozması olasılığıdır: Benzer biçimde, bazı boyların kadınları, anlatmak istediklerini el-yüz hareketleriyle, yani jest­lerle anlatmak zorundadırlar dili kullanarak konuşma hakkı yalnız erkeklere aittir. Kabahatli sayılan kişi yasağı çiğnerse, ne kimse onu dinlemeli ne de, en önemlisi, kimse ona yanıt vermelidir... Elbette, onu sessiz sessiz, gırtlağının içinden kendisiyle konuşmaktan alıkoyamazlar; hücresinin duvarlarına yazı yazmaktan, gardiyanlar arkalarını dönünce öteki tutuklularla işaretleşmekten alıkoyamazlar: Ama bu gizli kapaklı, ağırbaşlı iletişimler, onun, dili aşırmakta olduğu yolundaki duygusunu doğrulayıp pekiştirir. (J.P.Sartre)
Bu dünyada kendilerini tanımlama ve belirleme gücünden yoksun olanlarca kullanılan yeraltı dili, kendine özgü bir yoğunluk ve yetkin­lik geliştirir. Bu dil, rüzgârı koklama, ortamı algılama, dostluk göster­meyen bir arazide kendilerini savunma olanağı verir onlara. Ama öte yandan, güçlülerin sözcüklerine bağımlı olduklarını doğruladığı içinde de onları kısıtlar. Kendilerine dayatılan gerçekliği, kendi başlarına ve kendileri için belirleyip denetleyebildikleri bir gerçeklik aracılığıyla kırma gücüne sahip olmadıklarını yansıtır. Onları kendilerine sıkı sıkı­ya kapalı tutar. Öte yandan, kuram dili —uzaklaştırılmış dil— ezenlerce duyumsanıp yaşanan bir gerçekliği anlatıma kavuşturur yalnızca. Bu dil, ezenlerin bakış açısıyla, ezenlerin dünyasından yana konuşur yal­nızca. Devrimci bir hareket, eninde sonunda, başat durumdaki grubun kuram üzerindeki denetimini kırmak zorundadır, kendi bağlantılarını kurup yerleştirmek zorundadır. Dil, egemen durumdakilerin siyasal ve ideolojik iktidarının ayrılmaz bir parçasıdır.
Deneyim dili ile kuram dili arasındaki savaşımın bir tür işkence olup çıktığı uzun bir oluşum dönemi vardır. İngiltere'de işçi sınıfının gelişmesi sürecinde, suskunluk ile "onların" dili arasındaki çatışma, felç ve bağlantı sorunu, süreklilik göstermiştir. İşçi hareketi içinde ye­tişmiş herkes, şu ya da bu biçimde anlatıma kavuşturmuştur bu olguyu. Şivenin verdiği sıkıntı, aile içinde konuşulan dil ve öğrenim görmüşle­re özgü dil arasındaki kopukluk, "kültür 'ün —onların kültürünün— başkalığı, yeğin ve sancılıdır. Bugün, her ne zaman grevdeki bir işçi, egemen sınıfın soruşturucu kameraları önüne çıkıp televizyon stüdyo­sunun tümden yabancı yapıları içinde kendi tutumunu haKİı göstermek durumunda kalsa ya da her ne zaman işçi sınıfı kökenli bir çocuk orta sınıftan bir öğretmenle karşı karşıya kalsa, bu çatışma ortaya çıkıyor. Uzlaşma derecesi değişmiştir. Bazen uzlaşma, egemen sınıf kültürün­den bazı öğelerin sırıtacak biçimde ödünç alınması anlamına gelmiştir, hatta bu ödünç alma yoluna gidilirken bir yandan da egemen sınıfın si­yasal ve ekonomik tutumu en amansız biçimde lanetlenmeye devam edilmiştir. Ya da uzlaşma, kuramın, egemen güçlere ait olduğu için kirlenmiş bir şey sayılarak yadsınması sonucunu doğurmuştur. Dolaysız deneyimden kaynaklanan kavrayışın inatla yüceltilmesi, erkeklerin ağır bastığı İngiliz işçi sınıfı politikasının hem güçlü hem de zayıf yönünü oluşturmuştur. Bu tutum, eldeki kalelerin savunulmasını güvence altı­na almakta, ama atak bir stratejinin yaratılması olanağını azaltmaktadır. Amerika'daki Zenci hareketi de buna benzer bir açmazla yüz yüze gelmiştir.
…..

Bunun sonucu olarak, bizim dünya yorumumuz, her zaman kırılıp dağılmaya hazır ve donuk olagelmiştir. Kadın sürekli olarak kendi ka­buğuna çekilmeye zorlanır. Bütün boyun eğdirme biçimlerinin köken­leri gibi bizim ezilmişliğimizin kökeni de çoktan yitip gitmiştir. Belle­ğimizde, belki de bir zamanlar seçenek olarak başvurulmuş olan yolları anımsatacak en ufak bir iz bile yoktu. Güçlü kuvvetli kadınlardan ku­rulu kabileler ve ırklarla ilgili, anaerkilliğin altın çağıyla ilgili söylen­celer bile erkek kültürünün ürünleriydi. Özgür kadın düşlemi kurmak için bile elimizden gelen tek şey, erkek korkularını yansıtmaktı. Böyle­si kadınlar, bizim bilinçlerimize, erkek imgelemiyle erkekleştirilmiş olarak ulaşırlar. Yazılı kaynaklara geçmiş yakın tarihte bile oynadığı­mız rol çok önemsizdir. Biz, tarihin geri planını oluşturuyoruz. Bugün içinde bulunduğumuz durum, bölük pörçüklüğü ve yalıtlanmışlığı da­yatıyor. Kendi içimizde, kendimize karşı ve birbirimize karşı bölünmüş dutumda bulunan bizler, hem fiziksel hem de sınıfsal dayanışmadan uzağız.
"Onlar, birtakım erkeklere konut, ev işi, ekonomik koşul ve top­lumsal konum bağlarıyla bağlanmış olarak erkekler arasına saçılmış bir durumda yaşarlar." Aile. bizim iç dünyada bulunmamızı sağlar, erke­ğimizin sınıfı da bize dış dünyada belli bir konum kazandırır. Erkekle­rin elde ettikleri mevkileri yansıtırız biz. Kapitalist düzende bizim işle­vimiz toplumsal aksesuar olmaktır.
      Bundan da öte, erkeğin kadınla olan ilişkisi, ezenle ezilen arasında­ki başka ilişki biçimlerine hiç mi hiç benzemez. Bu ilişki çok daha in­celikli. çok daha karmaşıktır. Ne de olsa, iki taraf çoğu kez birbirini se­ver. Bu ilişki, oldukça kibar bir tiranlıktır. Daha yakın ilişkiye girdiği­miz anda dizginleri yaptırırız. Bu nedenle, böylesine esrik bir boyun eğdirme, işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiden bütünüyle farklıdır. İşçi­ler. gelecekte, artık kapitalistlerin var olmadığı kendilerine ait bir dün­ya kurmayı düşünebilirler. Oysa biz, içinde erkeklerin yaşamadığı ken­dimize ait bir dünya düşleyemeyiz.
İki cins arasındaki bölünme, insanlık tarihinde ortaya çıkmış bir olay değil, biyolojik bir olgudur... kadın, iki bileşenin birbiri için mutlak gerekli olduğu bir bütünlük içinde ötekini oluşturmaktadır.
Sonuç olarak, kadınların siyasal bir güç olarak ortaya çıkmaları, hem erkeklerden ayrı olarak hem de erkeklerle bağlantı içinde gerçek­leşmek zorundadır. Ne var ki, farklı olduğumuza ilişkin bilincimiz, salt dıştaki çalışma dünyasından ya da dışsal yaşam deneyimlerinden doğamaz. Kadınlara özgü devrimci bilinç, anılarımızdan silinmiş çocuklu­ğumuzun karanlıklarından doğar. Sömürgeleştirilişimizin boyutu, an­cak burada gerçekten gün ışığına çıkar. Sözgelimi, kendi ruh ve beden yapımızı bile bizi ezenlerden öğrendiğimizi düşünün bir. Üreme organlarımız, aybaşı hallerimiz, boşalmamız, âdetten kesilmemiz ile ilgili kendi deneyimlerimizi, erkekler tarafından belirlenen bir deneyimin yerine koyuyoruz. Hissettiklerimizle ilgili kendi bölük pörçük, dolaysız algılarımızı, sürekli olarak, erkekler taralından kurulan bir çerçevede ifade ediyoruz. Kadınlara özgü duyumlar, olağanüstülük niteliği taşıyor. Yalnızca bize ilişkin olan her şey, ana metnin dipnotları biçiminde, ikin­ci derecede önem taşıyan şeyler olarak ortaya çıkıyor sanki. Gündemde­ki yerimiz. "Gençlik" ile "Başka İşler" arasında bir yerlere düşüyor. Er­keklerin kültüründe, ancak "rastlantı sonucu" ve kıyıda köşede karşıla­şıyoruz kendimizle. Yapılan bütün yorumlara göre. gerçekte biz orada yer almıyoruz. Bü bizi şaşkına çeviriyor ve bir grup olarak kendi kimli­ğimizi algılamaya başlamamızın bizim için daha güç olacağı anlamına geliyor. Bu da kadın bilincine, kolayca kavranamayan ve bütünlüğü bo­zucu bir duygu katıyor. Biz onların pozitifinin negatifiyiz. Orada olma­manın doğurduğu ezici bir duygu baskı altında tutuyor bizi.
Her ne zaman bir kadın, kadın olarak yalnızca kendisine özgü olan bir deneyimini bir erkeğe anlatsa, erkeğin kendi deneyimini normal öl­çü olarak kabul etmesiyle karşı karşıya kalıyor. Bundan da öteye, erke­ğin "ölçü'yü değerlendiriş biçimiyle ilgili deneyimi, hem erkeğe hem de kadına erkeğin haklı olduğunu söyleyen başat ideoloji tarafından doğrulanıp pekiştiriliyor. Böylece, bugün var olan kültür içinde, kendimizi algıladığımız ve yaşadığımız gibi bulamıyoruz; hiç kuşkusuz, bu durum kadınlar dışında kalan başka topluluklar için de geçerlidir. Ka­pitalist düzende yaşayan işçi sınıfı, karaderililer, ulusal azınlıklar gibi bütün topluluklar kendileriyle birer yankı olarak yüz yüze geliyorlar, kapitalizmin onlara yansıttığı görüntülerin parıltısı ve gösterişi içinde kendilerini yitiriyorlar.
Bununla birlikte, kadınlar açısından sorun daha bir içselleşmiştir. Bu, bir ölçüde tarihle ilgilidir. Dönüp geriye bakabileceğimiz ne bir za­man dilimi ne de yer vardır. Bütün kadınları özgürlüğe kavuşturmak için yarattığımız hareket, işçi hareketiyle karşılaştırılamayacak ölçüde güçsüzdür: tarihsel olarak "kardeşlik" peşinde koşup durduk; hâlâ da "Sizin kardeşleriniz"iz. Neleri paylaştığımızı ve nelerin bize özgü ol­duğunu henüz ortaya çıkarmış değiliz.

Kitap: Kadın Bilinci Erkek Dünyası / Payel Yayınları
Görsel: Sarolta Ban

18 Kasım 2011 Cuma

Kadının Ruhsal Yapısı / Karen Horney


Sözünü etmek istediğim yeni bakış açısı, Georg Simmel’in yazdığı bazı denemelerden, felsefe aracılığıyla aklıma geldi. Simmel’in burada parmak bastığı ve çok uzun zamandan beri birçok açıdan ayrıntılı bir biçimde özellikle de kadınların yanını tutarak işlenmiş olan nokta şudur: Bütün kültürümüz, bir erkek kültürüdür. Devlet, yasalar, ahlâk, din ve bilim hep erkeklerin yaratısı olmuştur. Simmel bütün bu olgulardan başka yazarların yaptığı gibi, kadınların aşağılık olduğu sonucunu çıkartmaz tersine her şeyden önce erkek kültürü kavramına önemli bir genişlik ve derinlik kazandırır. “Genelde sanatın gerekleri, yurtseverlik. ahlâk; özelde toplumsal düşünceler; kılgısal yargılarda doğruluk kuramsal bilgilerde nesnellik; yaşam enerjisi ve derinliği — biçim ve hak olarak sanki tüm insanlığa aitmiş gibi görünen bütün bu sınıflandırmalar, aslında tarihsel görünüş açısından tepeden tırnağa erildir. Mutlak düşünceler olarak bakılan bu şeyleri tek bir sözcükle, “nesnene tanımladığımızı düşünürsek, o zaman soyumuzun tarihinde nesnel eril denkleminin geçerli olduğunu görebiliriz.”
Burada Simmel, “Cinsiyet farklılıklarından doğan, yansız olmayan,tersine temelde kendiliğinden eril olan" kadın ve erkek doğası değerleri hakkında, insanların kestirimlerde bulunmasına yol açan belirli ölçütlerin, tarihsel olguların tanınmasındaki güçlüğün nedeni olduğunu düşünür... İçine cinsiyet sorununun girmediği bütünüyle “insana özgü” bir kültürün varlığına inanmıyoruz, çünkü bir dilde aynı sözcüğün her iki kavram içinde kullanılmasına yol açan “insan” kavramıyla “erkek” kavramının (deyim yerindeyse) çocukça bir anlayışla, özdeş tutulması böyle bir kültürün gerçekten var olmasını engeller. Kültürümüzün temelindeki eril niteliğin kökeninin cinslerin asal yapısından mı yoksa kültür sorunuyla hiçbir bağlantısı olmayan erkeklerin belirli güç üstünlüğünden mi kaynaklandığını şimdilik üstü kapalı geçiyorum. Ne de birçok değişik alanda üstün başarı kazanan kadınlar için “erkek gibi deyimi övgü niteliğinde kullanılırken, yetersiz kalınan işlerde küçümseyerek “kadın gibi” sözcüğünün kullanılış nedeni budur".
Bütün bilimler ve değerlendirmeler gibi, kadınların ruhsal yapısı da şimdiye kadar hep erkeklerin bakış açısından ele alınmıştır. Erkeğin, nesnel geçerliliği doğuran üstün konumunun, onun kadınlarla öznel ve duygusal ilişkilerine bağlanması kaçınılmazdır; Delius’a göre de, kadının ruhsal yapısı şimdiye kadar hep aslında erkeklerin arzularıyla düş kırıklıklarının birikimi olmuştur.
Bu durumda çok önemli bir başka etmen de, kadınların kendilerini erkeklerin isteklerine uydurması ve bu uyumu da sanki kendi asıl doğalarıymış gibi kabul etmeleridir. Yani, kendilerine erkeklerin onları görmek istediği biçimde bakarlar ya da bakmışlardır; kadınlar erkek düşüncesinin aşıladıklarına bilinçsiz olarak boyun eğerler.Yaratılışımızın, düşüncelerimizin ve yaptığımız işlerin erkek ölçütlerine ne ölçüde boyun eğdiğini açıklığa kavuşturursak, o zaman bu düşünce biçimini kökten sarsmanın, hem kadınlar hem de erkekler için ne denli zor olduğunu da görüp kavrayabiliriz.
Öyleyse sorun, çözümsel ruhbilimin, araştırmalarına konu olarak kadını aldığı zaman söz konusu düşünüş biçiminden ne denli etkilendiğidir; çünkü salt erkek gelişiminin, doğalı buymuş gibi, açıkça irdelendiği evreyi henüz geride bırakamamıştır. Başka bir deyişle, bu sorun, çözümlemenin bize tanımladığı gibi, kadınların evriminin nereye kadar erkek ölçütleriyle değerlendirileceği ve dolayısıyla ortaya çıkan görüntünün gerçek kadın doğasını ne ölçüde doğrulukla yansıtmayı başaracağıdır.Eğer soruma bu açıdan bakarsak, ilk izlenimimiz son derece şaşırtıcıdır. Kadın gelişiminin şimdiki çözümsel tanımlamaları (doğru olsun olmasın) erkek çocuğun kızlar hakkındaki örneksel düşüncelerinden kıl payı ayrılmaz.
Erkek çocuğun kızlarla ilgili düşüncelerini çok iyi biliyoruz. Bu nedenle bunları birkaç kısa cümlecikle tanımlayacak ve bir karşılaştırma yapılabilsin diye kadın gelişimiyle ilgili düşüncelerimi bunların karşısına yerleştireceğim.
Resim:Adolfo Estrada

15 Kasım 2011 Salı

Korku Kültürü / Frank Furedi


Güvenlik 1990’lı yılların temel değeri haline geldi. Bir zamanların dünyayı değiştirme (ya da olduğu gibi koruma) tutkularının yerini güvenliği sağlama kaygısı aldı. “Güvenli” etiketi insanın bir dizi faaliyetine yeni bir anlam kazandırıyor günümüzde; ve bu faaliyet­lere katılan anlamları bizim otomatik olarak onaylamamız bekleni­yor. “Güvenli seks” sadece “sağlıklı” biçimde yaşanan seksi değil, hayata dair bütünsel bir yaklaşımı ifade ediyor. Dahası güvenli seks, günümüzdeki güvenlik meseleleri içinde yalnızca en fazla gündeme geleni.
Kişisel güvenlik büyüyen bir sektör haline geldi. ABD’de orta­ya çıkan ama hızla Atlantik’i geçerek İngiltere’ye de yayılan yeni bir trendle beraber, her hafta bireye dönük yeni bir risk ve buna uygun bir güvenlik önlemi keşfediliyor. Kişisel güvenliğin her yönüy­le ilgili tavsiyeler sunmayı amaçlayan geniş bir örgüt ağı gelişmiş durumda ve önemli siyasi partilerin çoğunun programında bu konu­daki kaygılar dile getiriliyor. En açık ifadesini “yardım hattı” feno­meninin kurumsallaşmasında bulan bu gelişmenin toplumsal ve kültürel hayat üzerindeki ciddi etkisi ortada.
Günümüzde bütün kamusal ve özel mekanlar güvenlik perspek­tifinden inceleniyor. Profesyonel sağlıkçılar açısından, hastane gü­venliği temel bir sorun haline geldi. Yeni doğmuş bebekleri kaçırıl­ma tehlikesinden uzak tutma kaygısı ve bunun için alınan önlemler güvenlik takıntısının yaşı olmadığını gösteriyor. ABD’de şiddet uy­gulayan bebek bakıcılarına dair korkular, “bebek bakımı güvenliği” mesleğinde müthiş bir patlamaya yol açtı. ABD’li bir gizli gözlem ekipmanı üreticisi olan Quark International 1996 yılı yazında, “bakıcı-kamerası” satışlarında patlama yaşandığını bildiriyordu. Bun­lar genelde oyuncak bebeklere yerleştirilen ve ana-babalar tarafın­dan çocuk bakıcısını denetlemede kullanılan çok küçük video ka­meralardı. Amerikan basınında bakıcıların istismarları konusunda çıkan haberlerden sonra, bu cihazların satışında artış yaşanmıştı.
İngiltere’deki okullarda güvenlik önemli bir konu. Günümüzde rutin hale gelen kameralar, manyetik kartlar ve diğer önlemlerden oluşan geniş bir yelpaze sayesinde okullar birer düşük güvenlikli hapishaneye dönüştü. Arabasında saldırıya uğramaktan korkan ka­dınların güvenliği için araba telefonları pazarlanıyor ve elektronik endüstrisi kapalı devre televizyonun evlere girmesinin an meselesi olduğunu iddia ediyor.
Günümüzde, ekonomik hayat da açıkça riskin önlenmesine yö­nelmiş durumda. Batı dünyasında sağlık harcamalarındaki inanıl­maz artış genelde yeni tıbbi buluşların yüksek maliyetinin bir sonu­cu olarak açıklandı; oysa sağlık endüstrisini ABD’deki en kârlı sek­törlerden biri haline getiren yeni tıbbi teknolojiler değil riskleri mi­nimuma indirme kaygısıdır. Alternatif ilaç ve tedavi pazarındaki büyüme, talebin sadece ileri teknoloji ürünlerine dönük olmadığını gösteriyor. Risk önlemeye yönelik bütün ürün ve hizmetler iyi iş yapıyor. İngiltere’de içecek pazarında en hızlı büyüyen sektör şişelemmiş sudur. Musluktan su içmenin riskli olduğu gerekçesiyle şişe suyu satışları 1990’dan 1995’e iki kat arttı. Büyüyen bir diğer sektörde kişisel güvenlik endüstrisi. 1990’lı yıllarda hırsız alarmı, yangın alarmı, araba alarmı ve kişisel alarmlara talep ciddi ölçüde arttı. 1990’lı yıllarda, ekonomide durgunluk yaşanmasına rağmen güvenlik önlemlerine duyulan talep sayesinde bu endüstri yılda yüzde 10 büyüme gerçekleştirdi. Gazete başlıklarına kişisel güven­liğe yönelik yeni bir tehdit çıkar çıkmaz yeni risk önleme ve korun­ma yöntemlerine gösterilen talep daha da artıyor.
Risk kaygısının yaygınlaşmasından en çok yararlanan sektör kuşkusuz sigortacılık oldu. Finansal hizmetler sunan Allied Dunbar’ın reklam sloganı “Hayatın henüz bilmediğiniz yönlerine kar­şı", günümüzün ruh halini çok iyi yansıtıyor. İngiltere’de hane ba­şına düşen yıllık sigorta harcaması son on yılda iki katına çıktı. 1980’lerden beri özellikle ciddi hastalıklara karşı yapılan sigorta­larda büyük bir artış yaşandı. Laing & Buisson sağlık danışmanlığı firmasına göre, 1983 yılından beri özel sağlık sigortası yaptıran in­sanların sayısı yüzde 50 arttı. Amerikalı ve Britanyalı tüketiciler arasında yapılan araştırmaların birçoğuna göre özel sağlık sigortası yaptıranların harcama kalemleri arasında güvenlik kaygısı ciddi bir tutar teşkil ediyor.
Risk önleme, politik tartışmalar ve toplumsal eylemler açısın­dan da önemli bir konu haline geldi. Çeşitli çıkar grupları kampan­yalarında riski minimuma indirme amacını savunuyor. Bu yöneliş sendikalarda da hakim. İş veya ücret konusunda artık nadiren ey­lem örgütleyen sendikaların asıl hedefi iş güvenliğini artırmak ve üyelerini taciz ve saldırılardan korumak üzere yönetimle görüşmek haline geldi. Eskiden siyasi konularla yoğun bir biçimde ilgili olan öğrenci aktivizmi de yerini güvenlik konulu kampanyalara terk et­li. Öğrenci birliklerinin tecavüze karşı alarm sistemleri kurması ve güvenli içki içme konusunda tavsiyeler vermesiyle birlikte öğren­ciler kampüste düzenli olarak güvenlik konusunda bilgilendirilme­ye başladı. Kitabın yazıldığı sırada National Union of Students (Ulusal Öğrenci Birliği) ülke çapındaki olayları takip etmek için internette bir suç ihbar sayfası kurma fikrini değerlendiriyordu. Uyuşturucu kullanımı bile güvenlik konusuyla ilişkilendiriliyor. Birçok insan Ecstacy’i tercih etmesine gerekçe olarak bunun ken­disini daha güvende hissetmesini sağladığını ifade ediyor.
Güvenlik gündemi kesinlikle kişisel güvenlikle ilgili risklerle sınırlı değil. Gerçekten büyük olan tehlikelerin yanında kişisel gü­venlikle ilgili riskler hiç kalıyor. Çevresel tehlikelerin yarattığı riskler medya kanalıyla sürekli olarak bize hatırlatılmakta. İnsan türünün varlığının da tehlikede olduğunun söylenmesiyle, hayatın kendisi büyük bir güvenlik meselesi haline geldi. Karşımızdaki risk yelpazesi neredeyse gün be gün genişliyor. Bir gün, trombosise yol açan gebelik önleyici hapların, ertesi gün et yiyen süper virüslerin tehdidi altında oluyoruz. Bu arada, aldığımız gıdaya dahi güvene­miyoruz. En son olarak biftek ve yer fıstığının güvenli olmadığı ilan edildi. Musluklarımızdan akan suyu da içemez olduk. Potansi­yel tehlikeler kümesinin dur durak bilmez biçimde genişlemesinin sonucu olarak güvenlik giderek kalıcı bir kaygıya dönüşüyor.
Güvenlik takıntısının rutin ve banal hale gelmesinden sonra, in­san davranışlarının hiçbir alanı bunun etkisinden muaf kalamaz. Bugüne kadar sağlıklı ve eğlenceli olarak görülen faaliyetlerin (gü­neşlenmek gibi) sağlık açısından önemli riskler barındırdığım öğ­rendik. Ayrıca, özellikle riskli olduğu için yapılan faaliyetler dahi tekrar güvenlik perspektifinden değerlendiriliyor. Bu bakış açısıyla gençler ve risk konusunu inceleyen bir yazı dağcılık alanında yeni güvenlik önlemlerinin uygulanmasını olumlu buluyor:
Hiç kimse gençleri risk almaktan alıkoyamaz. Ancak bu tür risklerin boyutlarının azaltılması da mümkündür. Son yıllarda kaya tırmanışı yapanlar daha iyi ipler, sağlam botlar, kasklar ve çeşitli ekipmanlar sayesinde riski önemli ölçüde azaltmıştır
Bizi kendimizden korumaya çalışan ve yüksek bir güvenlik bilinci­ne sahip olan bu uzman, dağcılıkla uğraşan gençlerin riskin ürperticiliğinden vazgeçmek istemeyeceği gerçeğini hiç hesaba katmı­yor.
Her şeyin güvenlik perspektifinden değerlendirilmesi günümüz toplumunun belirleyici niteliklerinden biridir. Güvenliği mutlaklaş­malı ve riski toptan kötü gören toplum, yaşama dair bir değer yar­gısında bulunuyor demektir. Dağcılık bir kere riskten kaçınma ile ilişkilendirildikten sonra bu sporun tamamen yasaklanması an me­selesidir. Dağcılık yaparken kaza geçirenlerin “buna kendilerinin sebep olduğu” söylenecektir; çünkü onlar güvenlik öğütlerine uy­mayarak yeni ahlâk anlayışını hiçe saymıştır.
RİSK BİLİNCİ
Yukarıda değinildiği gibi risk büyük bir sektör haline geldi günü­müzde. Binlerce danışman “risk analizi”, “risk yönetimi” ve “risk iletişimi” konularında tavsiyeler veriyor. Medyanın da konuya ilgi­si giderek artmış bulunuyor; gazete sütunlarında “risk toplumu” ve “risk algılaması” gibi terimler sürekli geçer oldu. Aslında, bizi ye­ni tehlikelere karşı uyarmaya çalışan ve görünüşte uzman olan ki­şilerin sayısı o kadar çok ki bunların tavsiyeleri birbirleriyle çeliş­mekte ve neyin güvenli neyin riskli olduğu konusunda tam bir ka­fa karışıklığı hüküm sürmekte. Ara sıra alman bir kadeh şarap sağ­lık açısından yararlı mı yoksa zararlı mıdır? Erkeklerin kalp krizini önlemek için günde bir aspirin almaları doğru mudur, yoksa kanlı ülser ve diğer yan etkiler yüzünden bundan uzak durmak mı gere­kir? Kadınlara bir yandan sağlıklı olmak için diyet ve egzersiz yap­maları söylenirken diğer yandan da bunun ilerki yaşlarda osteoporoz riskini artırabileceği belirtiliyor. Bir yüksek gerilim hattının ya­nında yaşamanın kanser riskini artırdığının kamuoyuna açıklanma­sından sadece birkaç hafta sonra yayımlanan önemli bir çalışma bu uyarıyı yalanlayabiliyor.
Güvenliğimize yönelik çeşitli tehditlerin yoğunluğu ve niteliği ile ilgili farklı yorumlar olsa da hepimizin şöyle ya da böyle bir risk altında olduğumuz konusunda kesinlikle herkes hemfikir. Risk al­tında bulunmak adeta, herhangi bir spesifik sorundan bağımsız, ka­lıcı bir durum olarak görülüyor. İnsanoğlunun etrafı risklerle sarıl­mış durumda. Bu riskler adeta bağımsız bir biçimde var olmakta­dır. Okulda veya işyerinde risk altında bulunduğumuzdan kesin ifa­delerle bahsedebilmemizin sebebi budur. Riski özerk ve her yerde hazır ve nazır bir güç haline getirerek, her tür insan deneyimini bir güvenlik meselesine dönüştürüyoruz.
İngiltere’nin önde gelen güvenlik uzmanlarından Diana Lamplaugh tarafından yazılan tipik bir broşür, okuyucuya her durumda mevcut riskleri değerlendirmesi konusunda tavsiye veriyor. Örne­ğin, broşür toplu taşımacılıktan yararlananları tetikte olmaya çağı­rıyor:
Akıllı yolcu, toplu taşımacılığın da kamuya açık bir ortam olduğunu asla aklından çıkarmaz, istasyonlarda giriş çıkış serbesttir. Kimse dış­lanmadan herkes yolcu olarak kabul edilir. Dahası, yolculuk halindey­ken genelde rahatça hareket edemeyiz ve tehlikelerden kaçınamayız.

Burada “kamuya açık” ifadesi riskli olma ile özdeşleştirilmiş; ta­nımadığımız insanların varlığı bir sorun olarak görülmüş. İşe gidip gelme gibi rutin bir deneyim bile güvenlikle ilgili korkularla ilişkilendirildiğinde, risk altında olmak, insanın durumunu belirleyen te­mel etken haline gelir.
Artık bütün iyi kitabevleri risk ve risk algılaması analizlerini konu alan ciltlerle dolu. Risk literatürünü etkileyen varsayımlardan biri, bugün geçmişe göre daha fazla riskle yüz yüze olduğumuz inancı. Bilim ve teknolojinin gelişiminin, potansiyel felaketler ba­rındıran yeni riskler yaratacak biçimde çevreye zarar verdiği varsa­yılıyor. Bu tezin daha kaba versiyonlarına göre karşımızdaki sorun­lar çok büyüktür ve insanoğlunun soyunun tükenmesi fazla uzak değildir. Dünyanın Sonu: İnsanlığın Yokoluşu Sorununun Bilim­sel ve Etik Boyutları gibi iç açıcı başlıkları olan kitaplar kitapevlerinde ve çok satanlar listelerinde belirmeye başladı bile.
Ciddi yorumcuların çoğu, insanların gerçekte eskisine göre da­ha uzun yaşadığını ve eski dönemlere göre daha sağlıklı ve rahat ol­duğunu kabul ediyor. Ancak birçok kişi bu iyileşmeyi mümkün kı­lan toplumsal, ekonomik ve bilimsel ilerlemelerin sadece daha bü­yük ve yeni sorunlar yarattığını iddia ediyor. Konusunda söz sahi­hi olan yazar ve düşünürler teknolojik tehditlerin riske sınırsız bir nitelik kazandırdığını ileri sürüyor. İddialarına göre bilimsel geliş­melerden kaynaklanan tehlikeleri hesaplamak mümkün değil. Gü­nümüzdeki olayların hızlı ritmi ve bugün etkili olan küresel güçler yüzünden insan eylemlerinin sonuçları her zamankinden daha yay­gın ve ölçülemez durumda. Dolayısıyla sorun bilememek değil. So­nucun bilinmesi zaten imkansızdır.
Bu perspektiften bakıldığında, yeni teknolojik süreçlerin çevre­ye görülmez zararlar verdiğinden ne zaman şüphe duyulsa, uzman ve akademisyenlerin çağdaş yaşamın tehlikelerine karşı yüksek bir risk bilinci geliştirmenin rasyonel bir tepki olduğunda ısrar etmesi anlaşılır. Riski ele alan birçok sosyolojik incelemede de günümüz­deki geniş güvenlik kaygısının temelinde teknolojinin ve bilimin yıkıcı etkilerinin farkında olmanın yattığı belirtilmektedir. Çernobil nükleer kazası gibi felaketlerin veya son yıllardaki petrol tankeri sı­zıntılarının etrafımızdaki tehlikeler konusunda toplumu uyardığı söyleniyor. Birçok risk teorisyeni toplumdaki risk kaygısının art­masını kirlilik ve çevre sorunlarıyla ilgili yeni ve kişisel bir duyar­lılığa sahip olan sorumlu bir yurttaş kesiminin bir göstergesi olarak değerlendirmektedir. Birçok tartışma yaratan Risk Society (Risk Toplumu) kitabının yazarı Ulrich Beck’e göre “artık doğanın zarar görmesi ve yok edilmesi süreci kişisel deneyimin uzağındaki kim­yasal, fiziksel veya biyolojik tepkime zincirlerinde gerçekleşmemekte; aksine, bu süreç göz, kulak ve burunlarımıza doğrudan etki yapmaktadır”. Teknoloji ve bilimin günümüzde yarattığı tehlikeler konusunda son derece dar bir bakış açısına sahip bir yorumdur bu. Gerçekte, günümüz toplumunun risk konusundaki algılayış ve kay­gılarını belirli bir olay ya da teknolojiye verilen bir tepki olarak açıklamak mümkün değildir. Bu kaygıların, tehlikenin gerçek bo­yutu ve yoğunluğu ile de pek ilgisi yoktur. Örneğin, yetersiz bes­lenmeden ölen insan sayısı, şu sıralar sık sık kamuoyu gündemine gelen gıdalardaki toksik maddelerden ölen insan sayısından çok çok daha fazladır. Bizi öldüren risklerin, bizi paniğe sokan ve kor­kutan risklerle aynı şeyler olduğu söylenemez. Tarih boyunca bir­çok afet ve felaket yaşanmıştır, ancak bu olaylara verilen tepki o dönemde toplumun içinde bulunduğu ruh haline göre değişmiştir. Felaketin tanımı zamanla değişir. Amerikan medyasındaki risk ha­berleri üzerine yapılan bir çalışma, nükleer enerjiyle ilgili 1960 yı­lındaki haberlerin çoğunun “bu enerjinin nelere mal olacağını değil yararlarını vurguladığını; 1984’e gelindiğinde ise bu oranların ter­sine döndüğünü” ortaya koyuyor. Çalışma ayrıca kürtaj haberleri­nin çerçevesindeki dramatik değişime de işaret ediyor; 1960’da ya­sadışı kürtajların kadınlar için yarattığı riskler vurgulanırken, 1984’te yasal kürtajların cenin için yarattığı tehlikelere yoğunlaşı­lıyordu. Görüldüğü gibi medyanın ve diğer kurumların neyin risk olduğunu seçici bir biçimde belirlemesi, risk bilincinin gerisinde bir toplumsal dinamik bulunduğunu gösteriyor.
Risk bilincinin dar teknik yorumu tehlike algısının değişimini irdeleyemez. Böylesi bir yorum, insanın daha sağlıklı hale geldik­çe sağlığı konusunda daha saplantılı hale gelmesi paradoksunu açıklayamaz. 1967 ve 1991 yılları arasında İngiltere, İskandinavya ve ABD’de çıkan tıbbi dergilerle ilgili önemli bir çalışma “risk” te­riminin kullanımında devasa bir artış olduğunu ortaya koymuştur. Sözkonusu dönemin ilk beş yılında “risk” konulu yayımlanmış ma­kalelerin sayısı 1000 iken, son beş yıl için bu sayı 80.000’in üzerin­dedir. Sağlık risklerine ilgideki bu önemli artış, tepkinin kendisinin tepkinin nesnesinden daha önemli olduğunu gösteriyor olabilir.
1967 ocağındaki ilk Apollo uzay mekiğinin ve 19 yıl sonra da Challenger mekiğinin parçalanmasına kamuoyunda verilen farklı tepkiler bu bakımdan öğreticidir. Apollo alev alıp üç astronot öldüğünde Amerikan kamuoyu şok geçirerek dehşete kapılmıştı. Ancak olayla ilgili yaygın üzüntü ve kaygılara rağmen, prestijli ay proje­sinin geleceği ciddi bir tartışmanın konusu olmamıştı. Bunun aksi­ne Challenger r’in parçalanmasına verilen tepki sağduyunun yok ol­duğu topyekûn bir paniğe dönüştü. Çoğu insan bu trajediyi tekno­lojinin kontrolden çıktığının kanıtı olarak gördü. ABD uzay kuru­mu NASA’nın kendisi de ciddi bir travma geçirdi ve üç yıl boyunca uzaya yeni bir mekik gönderilemedi.
Bu iki benzer trajedi, iki çok farklı tepki yarattı; çünkü herhan­gi bir olaya toplumun verdiği tepki zaman ve mekana özgü koşul­lara bağlıdır. Bu tür tepkilerin felaketin kendisinden çok, toplumda o an var olan daha derin bir bilinç tarafından şekillendirilmesi ihti­mal dahilindedir.
Tükettiğimiz gıdalarla ilgili olarak da benzer bir durum söz konusudur. Toplumun risk faktörleriyle ilgili kaygıları, tıpkı felaketler gibi, yemek yeme konusuna da önemli bir etki yaptı. Yemek yeme yaklaşımının değişimi, risk takıntısının yaygın hale geldiğini gös­teriyor. İngilizlerin bir Gallup araştırmasına 1947 yılında verdikle­ri yanıtlarla bugünkü yanıtlarını karşılaştıralım:
Bazı insanlar her istediğini yiyebilmektedir. Bazılarıysa yediklerine dikkat etmelidir. Siz her istediğinizi yiyebiliyor musunuz, yoksa dikkat etmek durumunda mısınız?

Nisan 1996
Nisan 1947
İstediğimi yerim
58
80
Dikkat ederim
41
20








Yediklerine dikkat eden insan sayısının iki katına çıkması insanla­rın günlük yaşamındaki ciddi bir değişimi yansıtıyor. Yaşamın di­ğer yönleriyle ilgili incelemeler de daha ihtiyatlı, daha tedbirli yak­laşımlara doğru benzer bir kayma olduğunu gösteriyor “Güvenlik ve ihtiyat dini”nin müritleri, risk kaygısının bilim ve teknoloji bilgimizin bir yan ürünü olduğunu iddia eder sık sık. Oy­sa olayları tarihsel bağlama oturtan bir perspektif, güvenlik ve risk kaygısında günümüzde yaşanan artışla teknoloji ve bilimdeki iler­leme arasında bir bağlantı bulunmadığını ortaya koyar. Kaldı ki, kaygı ve korku yaratan tek etken teknolojik ve bilimsel gelişme so­nuçları değildir. Çevre ve teknoloji konulu korkular risk bilincinin büründüğü biçimlerden yalnızca biridir.
Günümüzde insan faaliyetinin tüm alanlarına, yoğun bir riskten kaçınma duygusu hakim. Geçmişte olsa talihsizlik diye geçiştirile­cek olan kötü olaylar artık büyük bir felaketin habercisi olarak yo­rumlanıyor. Tayland’da 1996 ocağında genç bir İngiliz kadının öl­dürülmesi “güvenli yolculuk” konusunda bir öğüt patlaması yarat­tı. Nadir görülen bir kişisel trajedi böylece bütün İngiliz turistleri il­gilendiren bir riske dönüştürüldü. Daily Telegraph'daki bir tavsiye yazısının başlığı “Sakın ‘milyonda bir ihtimal’in size düşmesine izin vermeyin”di. Milyonda bir ihtimal için niye kaygılanalım, şeklindeki bariz soru elbette sorulmamıştı. Bunun yerine tatil yap­mak bir güvenlik meselesine dönüştürülmüştü.
“Güvenli yolculuk” konusunun gösterdiği gibi, günümüzdeki güvenlik kaygısının yeni veya teknoloji kaynaklı risklerle pek ilgi­si yoktur. Risk duyarlılığındaki artış ve güvenliğe olan talebin çev­re ve daha genel konulara olan ilgisi, kişisel ve bireysel deneyim­lerle olan ilgisi kadar nettir. Pratikte toplum bunu kabul etmektedir. Örneğin “risk altındaki çocuklar” ya da “risk altındaki kadınlar”a dikkat çekilirken değinilen tehlike teknoloji ya da bilim değildir. Risk bilinci, teknolojinin uygarlığı yok edeceği korkusundan çok, gündelik hayatla ilgili gibi gözükmektedir.

GÜVENLİĞİN YÜCELTİLMESİ
Güvenliğin yüceltilmesini nasıl açıklayabiliriz? Güvenli olmayan bir dönemden geçtiğimiz ve sonuç olarak insanların daha kaygılı olduğu ve risk almaktan korkma eğilimlerinin arttığı genel olarak kabul ediliyor. Mary Douglas ve Aaron Wildavsky ilginç bir yazı­larında, modern toplumların risklerin daha farkında oluşunu, karar­ların giderek daha belirsiz bir ortamda alınmasına bağlıyor. Bu yak­laşım, riski, gerçek tehlikelerdeki artışın bir yansıması olarak değil toplumda hakim olan bilince bağlı bir toplumsal yapı olarak açık­lama avantajını taşıyor. Peki, güvensizlik ve risk bilinci arasındaki bağlantı nedir?
Güvensizlik, analitik değil tanımlayıcı bir kategori olarak ele alındığında zararlı değildir. Bu anlamda güvensizlik mutlak biçim­de riskten kaçınmaya ya da bilim ve teknoloji korkusuna yol açmaz. Bazı durumlarda güvensizlik hisseden toplumların güvenliği artırmak için bilim ve teknolojiye başvurması gayet mümkündür. Bunun aksine günümüzde, güvensizlik güçlü ve muhafazakar bir ihtiyat duygusuyla bağlantılıdır. Önlem alma ilkesinin etkisindeki artış bu açıdan önemlidir. Çevre yönetimi bağlamında gelişmiş olan önlem alma ilkesi giderek toplumsal deneyimin diğer alanlarına da yayılmıştır. İçtiğimiz suyu incelemekten tutun, bir gıda konservesi­nin üzerindeki etiketi dikkatle kontrol etmeye kadar, ihtiyat ilkesi­ne uymuş oluruz.
Önlem alma ilkesi bizim sadece riskler yüzünden kaygı içinde olmakla kalmayıp, kendi durumumuza bir çözüm bulma konusun­da şüpheli olduğumuzu gösterir. Önlem alma ilkesine göre, sonucu önceden bilinmediği sürece yeni bir riske girmemek en doğrusudur. Çevre yönetimi alanında sağlam bir uygulama olarak kabul gören bu ilke uyarınca, ispat sorumluluğu değişimi öneren tarafa aittir. Değişimin sonuçlarının önceden tam olarak bilinmesi asla mümkün olmadığından, bu ilkenin tam olarak uygulanması her tür bilimsel ya da toplumsal deneyimin önünü kesecektir. Önlem alma ilkesi, ihtiyatı kurumsallaştırarak bir sınırlama doktrini dayatır. Güvenlik sağlar ama bunun karşılığı beklentilerin azaltılması, büyümenin sı­nırlanması ve deney ve değişimin engellenmesidir.
Önlem alma ilkesi genelde çevre yönetimi bağlamında tartışılsa da günümüzde sağlık, cinsellik, kişisel güvenlik ve üreme teknolo­jisi gibi başka alanlarda da hayata yön göstermektedir. İçinde bu­lunduğumuz dönemin özellikle çarpıcı olan yönü güvensiz oluşu değil, bu durumun oldukça muhafazakar bir biçimde yaşanmasıdır. Ancak risk konusunda yorum yapanların çoğu güvenlik takıntısı ve muhafazakarlık dürtüsü arasında bir bağlantı kuramamaktadır. As­lında önlem alma ilkesini destekleyenlerin ya da farklı güvenlik kampanyalarını savunanların çoğu kendilerini muhafazakar değil sistemi eleştiren kişiler olarak görmektedir. Bunun sonucu olarak politik yelpazenin tamamında, ihtiyatlı olma hali ve güvenlik doğal olarak ya da kendiliğinden olumlu değerler olarak ele alınmaktadır.
Güvenliğin yüceltilmesi aynı zamanda insanın potansiyeliyle il­gili son derece karamsar bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Önlem alma ilkesinde ısrar edenler bunu insanlığın kendi yeniliklerinin sonuç­larını önceden göremediği iddiasıyla temellendirmektedir. Risk toplumu teorisyenlerinden çoğu insanlığın bilgisinin çözüm sağla­maktan çok sorun yarattığını savunmaktadır. Beck’e göre “tehlike­nin kaynağı artık cehalet değil bilgidir”. Bilginin tehlikeyle eşitlen­mesi insanoğlunun kendi davranışının sonuçlarını kontrol etme ye­teneğinin olmadığı anlamına gelmekte, Frankenstein modeli bilgi ve bilim iddialarının ardında yatan dehşeti ortaya koymaktadır. Bu bakış açısından bakıldığında, insan sorun çözücü olarak değil biz­zat sorunun kendisi haline gelir.
Risk saplantısının nihai sonucu insanın çaresiz bir varlık olarak görülmesi ve insanın ilerleme potansiyelinin küçümsenmesidir. So­nuçta ortaya çıkan insan oldukça garip bir varlıktır. İnsanın yaşadı­ğı başarısızlıklar, hatalı bir kararın sonucu ya da ders alınacak birer deneyim olarak görülmez, gündelik yaşamla baş edemeyen bir ya­ratığın doğal durumu olarak kabul edilir. İnsanın yaşamla baş edemeyeceği şeklindeki bu varsayım risk yelpazesini daha da genişle­tir. Önlem ilkesinin barındırdığı, kötümser insan anlayışı bireyi ça­resiz ya da hasta olarak resmeder.
Günümüzde, insanın başarısızlıklarını anlamlandırmak için, in­sanları etkilediği iddia edilen çeşitli tıbbi veya psikolojik bozukluk­lara ya da sendromlara başvuruluyor. Yeni risklerin icat edilmesiy­le, yeni bozuklukların “keşfi” arasında çok yakın bir ilişki var. “Risk altında” olduğu ilan edilen insanların yeni bir tıbbi ya da psi­kolojik rahatsızlığın pençesinde olduğu varsayılıyor.
Sözkonusu bozukluklar meselesi özellikle çocukları etkiledi. Özel yardıma ihtiyaç duyduğu ya da belirli bir bozukluktan muzdarip olduğu söylenen çocukların sayısı hızla artıyor. New York’taki devlet okullarında, yaklaşık olarak her sekiz öğrenciden biri “en­gelli” olarak nitelenmiştir. Hiperaktivite, dikkat eksikliğinden kay­naklanan hiperaktivite, travma sonrası stres bozukluğu veya okuma bozukluğu tanısı konan çocukların sayısı giderek artıyor. Zayıf not­ların kötü bir eğitim sisteminden değil de bir “akademik başarı bozukluğu”ndan kaynaklandığının açıklanması da an meselesi!
Yetişkinler de bu sürecin dışında kalamıyor. Bazı tahminlere gö­re, Amerikalıların yüzde 20’si tanı koyulabilen bir hastalıktan mağ­dur. Seçilen kritere bağlı olarak, obezite sorunu ya da “yemek ye­me bozukluğu” yaşayan Amerikalıların oranı yüzde 50’ye varıyor. İlişkilerinde sorun yaşayan kişilerin uyum bozukluğu çektiği belir­tiliyor. “Mükemmeliyetçilik ve inatçılık” davranışı gösterenlere ise “obsesif-kompulsif bozukluk” tanısı koyuluyor. Utangaç kişiler ise sosyal fobi mağduru.
Bunların dışında yeni bağımlılıklar da var. American Associati- on on Sexual Addiction Problems (Amerika Cinsel Bağımlılık So­runları Merkezi) tahminlerine göre, Amerikalıların yüzde 10 ila 15’i seks bağımlısı. Bazı yazarlara göre, “gıda bağımlılığı en az al­kol bağımlılığı kadar ciddi bir mesele” Yeni bağımlılıkların keşfe­dilmesi olgusu sadece ABD’yle sınırlı değil. İngiliz akademisyen­ler de kervana katılıp bugüne kadar bilinmeyen çeşitli bağımlılıkla­rın tehlikelerine dikkat çekmeye başladı. Bir akademisyen, Economic and Social Research Council (Ekonomik ve Sosyal Araştırma­lar Konseyi) tarafından sağlanan destekle alışveriş bağımlılığı ol­gusunu inceliyor; Plymouth Üniversitesi’nde görevli iki akademis­yen ise bilgisayar oyunu takıntısı olan çocukların “alkol ve sigara tiryakilerinin aldığı hazzı duyduğu”nu ve dolayısıyla bağımlılık be­lirtileri gösterdiğini belirtiyor.
Yeni bozuklukların, belirtilerin ve bağımlılıkların icadıyla birlikte, giderek artan sayıda toplumsal sorun tıbbileşiyor, yani insa­nın hiçbir etki edemeyeceği tıbbi sorunlara dönüştürülüyor. Bu eği­lim, insanoğlunun sayısız eksikleri olduğunu ve insan potansiyeli­nin zayıflığını vurguluyor. İnsanın yaşamla baş edemediğine inanı­lıyor. Çeşitli travma ve bozukluklar yaşayan insanların sayısının bu kadar yüksek çıkması, zavallı insanoğlunun gündelik yaşamın risk­lerine karşı sürekli gözetim altında tutulup korunması gerektiği inancını daha da pekiştiriyor.
Belirsizlikler içindeki toplumumuz, giderek en zayıf üyelerinin standartlarını benimsemeye başladı. Bu sürecin sonucunda da kur­ban ya da mağdur kültürü oluştu. Herkes risk altında olduğuna gö­re, herkes kurbandır. Günümüzde insanlar bu mağduriyetle baş ede­bilmek için profesyonel rehberlik hizmeti alıyor. Bu tedavinin tek sonucu ise kişinin yaşamındaki tehlikelerin “farkına varması” ve risk bilincinin iyice pekişmesi oluyor. Kendi hayatınızı kontrol et­me çabası olumsuzlanıyor. ABD’de kendi “bozukluk”unu aşmaya ve yaşamına devam etmeye kalkışan insanlara “mükemmeliyet kompleksi” tanısı koyuluyor." Güvenli bir yaşam sürmek için har­canan çabalar ise son derece meşru görülüyor.
ÇARESİZ İNSANOĞLU
Sürekli risk uyarıları eşliğinde güvenliğin yüceltilmesi, insan düş­manı bir entelektüel ve ideolojik atmosfer yaratır. Toplum ve birey­ler, azimlerine ket vurmaya ve davranışlarına sınır getirmeye çağ­rılır. Bu sınırlama talebi, bilim, eğitim, yaşam standartları vb. fark­lı konulardaki tartışmalarda dile getiriliyor. Beklentilerin bu şekil­de azaltılmasını meşrulaştırmak için de, bilimin yıkıcı boyutu abar­tılıyor ya da insanlar hayatla baş edemeyen zavallı varlıklar olarak resmediliyor.
Güvenliğin kutsanması ve risk almanın lanetlenmesinin gele­cekte önemli sonuçları olabilir. Eğer yenilik ve deneyler engellenirse, toplum karşısına çıkan sorunlarla uğraşmaktan aciz olduğunu kabul etmiş olur. Bizi ve çocuklarımızı riskten koruma adına deney yapmanın sınırlandırılması aslında insanın potansiyelinin hor görüldüğü anlamına gelir.
Buradaki paradoks, güvenlik arayışının er ya da geç geri tepecek olması. Gerçekten de güvenlik arayışı diğer insan faaliyetlerin­den daha az riskli değil. Örneğin, Peru’nun başkenti Lima’daki su uzmanlarının klorun risk taşıdığı düşüncesiyle şehirdeki su kuyularını klorlamaktan vazgeçmesi üzerine Güney ve Orta Amerika’da baş gösteren kolera salgınında 6000 kişi öldü ve 700.000 kişi has- lalandı. Tarih boyunca her zaman güvenliğin asıl kaynağı çeşitli yenilikler ve deneyler olmuştur. İnsan deney yaparak toplumsal ve doğal süreçlere dair kavrayışını artırdıkça yaşam daha güvenli bir hale gelmiştir. Güvenliği artırmak için onu daha fazla istemek yet­mez. Riskten kaçınmaya ve güvenliğini artırmaya çalışan kişi, so­nuçta yalnızca saplantılarının arttığına tanık olur. Oysa, toplumlara geçmiştekinden daha fazla güvenlik getiren şey, sosyal ve bilimsel yenilikler sayesinde insanın yaşamı üzerindeki kontrolünün artma­sıdır.
Günümüzde, risk alma korkusu kahramanı değil kurbanı alkış­layan bir toplum yarattı. Herkesten, adeta bir televizyon programın­daki bir yarışmacı gibi, en garip ve sıradışı insan olduğunu ve uz­man yardımını en fazla hak eden kişi olduğunu ispatlaması isteni­yor. Aktif olmanın değil pasif olmanın, cesaretin değil güvenliğin en önemli erdemler olduğu düşünülüyor. Sonuçta ortaya çıkan ça­resiz bireyi avutmak için kendisine, krizler ve felaketlerle dolu bu dünyada hayatta kalmakla bile büyük bir iş başardığı söyleniyor.


9 Kasım 2011 Çarşamba

Kahrolsun Çocukluk / Shulamith Firestone


II
GÜNÜMÜZDE: MlT BÜYÜTÜLÜYOR
Gittikçe özelleştirilen aile yaşamının, kurumun bağımlı kişilerini, kadınlarla çocukları nasıl daha büyük ölçüde ezilmeye götürdüğünü gördük. Birbirine giren kadınlık ve çocukluk mitleri, bu ezilmenin araçları oldu. Viktorya Devri'nde bu ezilme öylesine destansı bo­yutlara ulaştı ki, sonunda kadınlar başkaldırdılar — onların başkal­dırması da, dolaylı olarak çocukluğu etkiledi. Ne var ki bu başkaldır­ma, mitler ortadan kaldırılamadan bastırıldı. Bu mitler, yeraltına iti­lerek, kitle tüketiciliğiyle daha da karmaşıklaşarak, daha sinsi bir biçimde sürdü. Çünkü aslında hiçbir şey değişmemişti. 2. Bölüm'de kadın özgürlüğü hareketinin nasıl ustalıkla sabote edildiğini an­latmıştım; bunun uzantısı olan «çocuklar»ın ezilmesi olayında da aynı şey oldu.
Çocukların yalancı-kurtuluşu, kadınların yalancı-kurtuluşunu aynıyla yansıtır: Ezilmenin tüm yüzeysel belirtilerini —kullanışlı ol­mayan çocuk giysilerini, hocanın sopasını— ortadan kaldırsak da çocukluk mitinin destansı boyutlarda, yirminci yüzyıla uygun bir biçimde büyümekte olduğu kuşku götürmez. Özel oyuncaklar, özel oyunlar, çocuk mamaları, özel kahvaltılıklar, çocuk kitapları, resimli kitaplar, çocuk şekerleri, vb. üretmek üzere kocaman sanayiler ku­rulmuştur. Çeşitli yaşlardan çocukların seveceği ürünleri geliştirmek üzere pazarlama uzmanları çocuk psikolojisini incelemektedirler. Yalnız çocuklar için kurulmuş yayınevleri, sinema ve TV sanayileri vardır; bunların da kendileri için geliştirilmiş edebiyatları, prog­ramları ve reklamları, giderek ne gibi kültürel ürünlerin çocukların yoğaltmasına uygun olacağını denetleyen özel sıkı denetim kurulları vardır. Uzman olmayanlara çocuk bakımı sanatını öğreten bir alay kitap ve dergi çıkmaktadır. (Dr. Spock'un Ana-Babalar Dergisi).
Çocuk psikolojisi, çocuk eğitim yöntemleri, çocuk doktorluğu, son zamanlarda da bu garip hayvanı incelemek için geliştirilmiş özel uz­manlık bulunmaktadır. Zorunlu eğitim gelişmekte, artık çok zen­ginlerin bile bütünüyle kaçınamayacağı bir toplumsallaştırma (beyin yıkama) ağına dönüşerek yaygınlaşmaktadır. Huckleberry Finn'in günleri çok uzaklarda kalmıştır: Bugün, yalancıktan hastalanan ya da okulu bırakan çocuk, çevresini saran uzmanlıklardan, hiç durmadan geliştirilen hükümet programlarından, peşini bırakmayan toplum sağlık uzmanlarından kurtulmaya çalışarak bile doldurabilir tüm zamanını.
Çocuğun bu çağdaş ideolojide girdiği biçime daha yakından bakalım: Bu çocuk bedensel olarak bir Kodak reklamı kadar besili, sarışın ve sevimlidir. Kadınların hazır bir tüketici sınıf olarak sömürülmeleri gibi, çocukların bedensel zayıflığını sömürmeye kal­kan birçok sanayi (ör: St. Joseph'in çocuklar için yapılan Aspirinleri) vardır. Ne var ki, sağlıktan çok mutluluk'tur çocukların durumunu görmemize yardım edecek sözcük. İnsan bir kez çocuk olur, görüp göreceği budur. Çocuklar mutluluğun canlı birer örneği olmalıdırlar (asık suratlı, huysuz ya da ruhsal bakımdan dengesiz çocuklar hiç se­vilmez, çünkü çocukluk mitini yalanlayan örneklerdir bunlar). Çocuğuna unutulmayacak bir çocukluk yaşatmak her ana-babanın görevidir (salıncaklar, şişirilmiş yüzme havuzları, oyuncaklar, oyun­lar, kamp gezileri, doğum günü toplantıları, vb). Bu çağ, çocuğun babası gibi robotlaştığı zaman anımsayacağı Altın Çağ'dır. Bu yüzden, her baba çocuğuna, kendi yaşamının en parlak devresinde tadamadıklarını tattırmaya çalışır. Altın Çağ olan çocukluk kültü öylesine güçlüdür ki, yaşamın öteki çağları bile, ulusal bir gençlik kültü içinde, bu çağa yakın olup olmayışlarına göre değerlendirilir; «büyükler», kıskançlıktan doğan özür dilemelerinde bile («Ben senin gibi genç değilim canım, ama....») bunu ortaya koyarlar. Çağımızda, hiç değilse çocukların kötü işlerde çalışmaktan kurtarılması, daha önceki kuşakların katlandığı geleneksel sömürülere son verilmesini ilerleme sayan yaygın bir inanç vardır. Aslında, çocukların çok fazla ilgi gördüğünden kıskançlıkla yakınanlar bile vardır. Şımartılmıştır çocuklar. («Ben senin yaşındayken...» sözü, «Kadınlar kolay yaşı­yor!..» sözüyle aynı anlama gelir hemen hemen.)
Bu mutluluk mitinin ardında saklandığı en büyük kalelerden bi­risi, çocukların, toplumun geri kalan kesiminden katı bir biçimde ayrılmalarıdır; çocukları belirleyen özelliklerin abartılması, amaçlandığı gibi, çocukları hemen hemen ayrı bir ırk durumuna sokmuştur. Yaş- ayrımı gözeten toplumun eksiksiz bir örneğidir parklarımız: Analar ve küçük çocuklar Narin Dokunulmazlar için ayrılmış özel bir oyun alanı (burada başka kimseyi bulamazsınız, sanki Tanrı buyruğuyla yasaklanmış gibi), gençler için spor alanları ya da yüzme havuzlan, genç çiftler ve öğrenciler için ağaçlıklı, gölgeli köşeler, yaşlılar için de banklar. Bu yaş ayrımı, tüm çağdaş bireylerin yaşamı boyunca sürer; bir kez kendi çocukluklarından çıktıktan sonra, insanların çocuklarla ilişkisi çok azalır. Kendi çocukluklarında da, daha önce gördüğümüz gibi, katı bir yaş ayrımı vardır; öyle ki, büyükçe bir çocuk küçüklerle dolaşmaktan utanır. («Hadi bakalım, toz ol! Git kendi yaşıtlarınla oyna!») Okul yaşamı boyunca, ki bu çağımızda oldukça uzun bir zaman sürer, çocuk hep kendisinden bir-iki yaş büyük ya da küçük olanlarla bir aradadır. Okullar da, gittikçe katılaşan bu derecelenmeleri yansıtır: Orta birinci sınıf, orta ikinci sınıf vb. diye çok karmaşık bir ilerleme ve «mezuniyet» sistemi vardır; son zamanlarda ana okulu ve/ya da çocuk yuvalarından mezun olmak bile yaygınlaşmıştır.
Böylece kendini yenileyecek yaşa gelince, çocuğun kendi dar yetişkinler çevresi dışında kimseyle ilişkisi kalmaz, çocuklarla hiç kalmaz. Çocukluğu çevreleyen kült yüzünden, insan kendi çocuk­luğunu bile güç anımsar, çoğu zaman da bütün bütün unutur. Çocuk­ken, kendisini bu mite göre kalıplamaya çalışmış, öteki çocukların hepsinin kendisinden daha mutlu olduğuna inanmıştır. Sonra, delikan­lılığında da kendini umutsuz bir başıboşluğa «eğlenceye», —yeniyetmeliğin baştan sona gerçekten korkunç olduğu bir zamanda— «in­san bir kere genç olur» duygusuna kaptırmış olabilir. (Ama gerçekten genç olanlar, yaşın farkında değildirler —«gençlik gençlerle harcanır gider»— ve gerçek bir akıcılık içinde yaşarlar; kendinin-farkında- olma duygusu yoktur ortada. Mutluluğun böyle, artık elinizden git­tikten sonra anımsanmak üzere biriktirilmesi, ancak yaşlıların düşünebileceği bir şeydir.) Çocukluk çağıyla ilişkilerin kopuk olması, her genç yetişkini, çocukken belki de kendisinin nefret ettiği çocukluğu, romantikleştirmeye götürür. Ve bu böyle, kısır bir döngü içinde sürüp gider: Genç yetişkinler, çocuklardan yapay bir biçimde kopmalarının yarattığı boşluğu doldurmak için umutsuz bir çabayla kendileri çocuk sahibi olmaya girişirler, oysa istenmeyen gebelikler, şımarık çocuklar, çocuk bakıcıları, okul sorunları, çocuklar arası kıskançlıklar ve kavgalarla başları derde girdiğinde, kısa bir süre için gene, çocukların da bizler gibi yalnızca birer insan olduğunu düşün­meye zorlanırlar.
Öyleyse çocukluğun yetişkinlerin kafasında ne olduğuna değil de, gerçekten ne olduğuna bakalım. Mutlu çocukluk mitinin, çocukların gereksinmelerini karşıladığı için değil de, yetişkinlerin gereksinmelerini karşıladığı için bu denli çok tutulduğu açıktır. Yabancılaşmış in­sanlardan oluşan bir kültürde, herkesin yaşamında üzüntülerden ve sıkıntılardan arınmış iyi bir dönem bulunduğu inancı kolay kolay yok olmaz. Elbette bu mutlu dönemin, yaşlılığa rastlatılması beklenemez; eskiden yaşanmış olması daha uygundur. Böylece, çocukluk ya da çocuklarla ilgili her türlü tartışmayı saran romantik hava açıklanmış olur. Çocukları adına herkes, kendine göre, özel bir düşü paylaşır.

***
Böylece yaş ayrımı, bir sınıf olarak çocukların ezilmesini arttıracak biçimde var gücüyle etkisini sürdürmektedir. Yirminci yüzyılda bu ezilme nelerden kaynaklanmaktadır?
Bedensel ve ekonomik bağımlılık. Kültürümüzde çocukların, yetişkinlere göre doğal olan bedensel zayıflıkları —daha güçsüz, daha küçük olmaları— ödünlenmek şöyle dursun, vurgulanmaktadır: Çocuklar yasalara göre hâlâ «ikinci derece»dirler, toplumsal hak­lardan yoksundurlar, rastgele bir ana-babanın mülküdürler. (Çocukların «iyi» ana-babalan olsa bile, dünyada «iyiler» kadar «kötü» insanlar da vardır — «kötü» insanların çocuk doğurma olasılığı da oldukça büyüktür.) Her yıl gördüğümüz çocuk dövme ve öldürme olayları, yalnızca mutsuz olan çocukların aslında talihli çocuklar olduklarını kanıtlar. Bunun daha da kötüsü olabilir. Bu tür olayların doktorlarca rapor edilmesi son zamanlarda başlamıştır: çocuklar büyük ölçüde ana-babalarının insafına kalmışlardır. Bununla birlikte ana-babaları olmayan çocuklar daha da kötü durumdadırlar (tıpkı bekâr kadınların, bir kocanın koruması altında bulunmayan kadınların, evli kadınlardan daha kötü durumda olmaları gibi). Ana- babasız çocukların istenmeyenlerin atıldığı yetimhanelerden başka gi­decek yerleri yoktur.
Gene de çocukların ezilmesi, her şeyden çok ekonomik bağım­lılıktan doğmaktadır. Annesinden elli kuruş sızdırmaya çalışan bir çocuğun halini gören herkes, çocuğun utanmasının temelinde eko­nomik bağımlılığın yattığını anlar. (Para veren akrabalar çoğu zaman en çok sevilen akrabalardır. Ama paranın doğrudan çocuğun ken­disine verilmesi gerekir! Açlıktan ölmese de (çocukların kendilerine göre işleri olsa, açlıktan ölmezler; ayakkabı boyayan, dilenen, çeşitli işler çeviren kara derili çocuklar, gazete satan işçi sınıfından beyaz oğlanlar, çevrelerinde gıptayla karşılanır) çocuk, yaşayabilmek için efendilerine bağımlıdır: bağımlılık da kötü bir durumdur. Bu denli aşırı bağımlılık, karşılığında yenen ekmeğe değmez.
Çağdaş mitin dayandığı en can alıcı noktalardan birisi bu alanda çıkar karşımıza: Bize hep çocukluğun, büyük bir ilerleme gösterdiği söylenir — bu da aklımıza hemen Dickens'ın yarattığı, kömür ocak­larında sürünen o yoksul, kuru çocuk imgesini getirir. Oysa bu bölümün başında verdiğimiz kısa çocukluk tarihinde. Sanayi Çağı'nın başlangıcında orta-sınıf ve üst-sınıf çocuklarının çalışmadıklarını, ter­sine sıkıcı bir okul binası içinde, güvence altına Homer ve Latince dilbilgisi okuduklarını gördük. Altsınıf çocuklarının, babalarınınkinden başka ayrıcalıklara sahip olmadıkları, sınıflarının tüm üyelerinin katlanmak zorunda oldukları insanlık dışı işkenceleri paylaştıkları doğrudur; öyle ki, işsiz güçsüz Emma Bovary'lerin, Küçük Lord Fauntleroy'ların bulunduğu sıralarda, yaşamlarını ve ciğerlerini ilkel dokuma fabrikalarında yitiren kadınlar, başıboş dolaşıp dilenen çocuklar vardı. Değişik ekonomik sınıflardan çocukların yaşamları arasındaki ayrılık, kadınların oy hakkını ka­zandığı günlere ve zamanımıza dek süregelmiştir. Orta sınıfların üretici sürüsü olan çocuklar, bugünkünden çok daha ruh karartıcı şeylere katlanıyorlardı; kadınlar da öyle. Ama, bunları dengelemek üzere kendilerini ekonomik bakımdan destekleyen efendileri vardı onların. Oysa altsınıftan çocuklar, yalnız çocuk olduklarından değil genellikle sınıfsal temelleri yüzünden sömürülüyorlardı: Çocukluk miti onlara uygulanamayacak ölçüde lüks bir şeydi. Burada gene çocukluk mitinin nasıl rastgele yaratıldığına, yalnızca orta sınıf aile yapısının gereksinmeleri karşılamak üzere ısmarlanarak yaratıldığına iyi bir örnek görüyoruz.
Evet, diyeceksiniz ki, işçi sınıfı çocukları da bu mitin ko­ruyuculuğunda olsalar daha iyi olurdu kuşkusuz. Hiç değilse yaşamlarını yitirmezlerdi. Ruhsal yaşamlarını bir dershanede ya da büroda ter­leyerek harcarlardı, öyle mi? Anlamsız bir sorudur bu; başka ülkeye göre zengin sayılacaklarından Amerika'daki karaderililerin çektiklerinin gerçekten acı çekmek sayılıp sayılmayacağını sormak gibi. Acı acıdır. Hayır, burada çok daha geniş düşünmemiz gerekir. Örneğin önce ana babaları neden sömürülüyordu bu çocukların: O kömür ocaklarında herhangi bir insanın bile ne işi vardı bir kere? Çocuk­ların yetişkinler gibi sömürülmelerinden önce, yetişkinlerin bu ölçüde sömürülmesine karşı çıkmak gerekir. Çocukları, yetişkinler yaşamının belalarından birkaç yıllığına kurtarmaktan çok, bu belaları ortadan kaldırmaktan söz etmeliyiz. Sömürünün bulunmadığı bir toplumda çocuklar yetişkinler gibi (hiçbir sömürü söz konusu olmadan), yetişkinler de çocuklar gibi (hiçbir sömürü söz konusu olmadan) yaşayabilir. Kadınların ve çocukların katlanmak zorunda oldukları ayrıcalıklı tutsaklık durumu (efendilerin koruyuculuğu altında olmak) özgürlük değildir. Çünkü özgürlüğün temeli, insanın kendi yaşamını kendisinin düzenleyebilmesidir; bağımlılıktan da eşitsizlik doğar.
Cinsel baskı Freud, çocuğun tattığı ilk doygunluğun bebeğin, an­nesinin memesinden aldığı doygunluk olduğunu göstermiştir; çocuk bu doygunluğu yaşamı boyunca yeniden kazanmaya çalışır. Freud, yetişkinlerin koruması altında, çocuğun, «gerçeklik ilkesi»nden kur­tulduğunu ve oynayabildiğini de (oyun, başka bir amaca ulaşmak için değil, salt zevk almak için yapılan bir eylemdir) göstermiştir. Gene cinsel bakımdan çocuğun çok-biçimli olduğunu, ancak sonraları yöneltmeler ve baskılarla yetişkinlerin cinsel-organlardan-zevk alma düzeyine getirildiğini kanıtlamıştır.
Freud, aynı zamanda yetişkinlikteki nevrozların çocukluk süre­cinden doğduğunu da ortaya çıkarmıştır. Prototip çocukta salt zevk alma yeteneği bulunsa bile, bu hiçbir zaman çocuğun yeteneğini so­nuna dek kullanabileceği anlamına gelmez. Çocuk, yaradılışı gereği zevk almaya yatkın olsa da, toplumsallaştığı (bastırıldığı) ölçüde bu yatkınlığını yitirir demek daha doğru olur. Bu da, hemen başlar.
«Gerçeklik ilkesi» için yetişkinliğe dek beklenmez. Bu ilke, çocuğun yaşamına, onun küçük ölçülerine göre, hemen girer. Çünkü böyle bir gerçeklik ilkesi varolduğu sürece, çocuğu bunun tatsız­lığından korumaya çalışmak bir çeşit yalancılık olacaktır. Olsa olsa çocuk geciktirilmiş bir baskı sürecinden geçirilecektir; oysa çoğu zaman bu baskı, çocuk anlayabilecek duruma gelir gelmez, bütün düzeylerde başlar. «Gerçekliğin» çocuğun üstünden ellerini çektiği mutlu bir dönem yok gibidir. Çünkü aslında baskı, çocuk doğar doğmaz başlar — çok iyi bilinen saatle mama verme düzeni, bunun en aşırı örneklerinden birisidir. Robert Stoller'e göre bebek daha on sekiz aylık olmadan, temel cinsel ayrım-gözetme çocukta yerleşir. Yukarıda gördüğümüz gibi bu süreç, kendi içinde anneye karşı cinsel dürtünün bastırılmasını gerektirir. Demek ki ta baştan bebeğin çok- biçimli cinselliğinin ortaya dökülmesi engellenmektedir. (Günümüz­de, kendi kendini tatminin normal sayılması için bir kampanyanın yürütüldüğü bir zamanda bile, çocukların çoğunun daha beşikteyken kendi vücutlarıyla oynamaları engellenmektedir.) Çocuk memeden kesilir, tuvalete gitmeyi öğrenir; ikisi de ne denli erken olursa o denli iyidir — bunların ikisi de çocuk açısından zedeleyicidir. Baskılar git­tikçe artar. İdeal olarak eksiksiz («koşula bağlı olmayan») bir doyum olarak düşünülen anne sevgisi de, baba sevgisi gibi, çocuğu top­lumsal bakımdan onaylanan davranışlara daha iyi uydurabilmek için kullanılır. Son olarak da çocuktan babayla kendisini etkin bir biçim­de özdeşleştirmesi beklenir. (Babasız evlerde bu özdeşleşme bir süre sonra, çocuk okula başladığı zaman olur.) Yeniyetmeliğe dek çocuk­tan cinsellikle ilgisi olmayan —ya da gizlilik içinde— cinsel bir yaşam sürmesi beklenir; çocuğun, cinsel gereksinmeleri bulunduğunu kabul etmesine izin bile verilmez. Çocuğun böyle cinsellik-dışı yaşamaya zorlanması onda aşırı hareketlilik ve saldırganlık —ya da bunun yerine miskin bir yumuşak başlılık— yaratan bir duygusal ger­ginliğe yol açar; bu da çevremizdeki çocukların her birini, birer sorun durumuna getirir.
Aile baskısı. Aile yaşamının ince psikolojik baskıları üzerinde uzun uzun durmak gereksiz. Kendi ailenizi düşünün. Bu yetmiyorsa, siz gerçekten «mutlu bir aile»den gelen o milyonda bir kişi olduğunuza inanıyorsanız, o zaman R. D. Laing'in Mutlu Aile Oyunu üzerine yazdığı yapıtlarından bazılarını, özellikle Politics of the Family'sini (Aile Politikası) okuyun. Laing, ailenin iç dinamiklerini ortaya çıka­rır: bu dinamiklerin sıradan bir aile üyesi tarafından görülemeyece­ğini açıklar:
Dışardan bakan birisi çoğu zaman şu tek şeyi apaçık görür: Olup bi­tenin ortaya çıkarılmasına karşı tüm ailenin ortaklaşa geliştirdiği di­renmeler vardır; sonra herkesin karanlıkta kalabilmesi, karanlıkta kaldıklarının karanlıkta kalabilmesi için geliştirilmiş karmaşık stra­tejiler vardır. Bir aile imgesini sürdürebilmek için hakikat'ten vazgeçmek gerekir... Bu düş ancak «düşü paylaşan» herkesin «içinde» bu­lunduğu sürece var olabileceğine göre, düşten vazgeçen herkesin içindeki «aileyi» de yıkar.
Şimdi de çocukları, kendi ağızlarından dinleyelim. Gene Reik'tan alıyorum:
Dört yaşma kadar adının «Çenenikapa!» olduğunu sanan bir erkek çocuktan söz ettiler bana.
Bir erkek çocuk annesiyle babası arasında büyük bir kavgaya tanık olmuş ve annesinin babasını boşanmayla tehdit ettiğini duymuş. Er­tesi gün okuldan dönünce annesine sormuş, «Boşandınız mı?» Daha sonra annesinin boşanmaması yüzünden çok büyük bir umut kırık­lığına uğradığını anımsıyor.
Dokuz yaşında bir erkek çocuğa, kendisini kampta görmeye gelen babası evi özleyip özlemediğini sorduğunda çocuk, «Hayır» demiş. Babası sonra ona öteki çocukların evlerini özleyip özlemediğini sormuş. «Birkaç kişi özlüyor,» demiş çocuk «evde köpekleri olanlar.»
Bu alıntıların gerçekten eğlenceli bir yanları varsa, içinde yaşa­dıkları mazoşist cehennemi anlayamayan ya da kabul edemeyen çocukların içtenliğinden geliyor bu.
Eğilim baskısı. Baskıların perçinlenişi, okulda olur. Çocukta hâlâ kalmış özgürlük yanılsaması varsa bunlar da kısa zamanda yok edilir. Her türlü cinsel etkinlik ya da bedensel güç özgürlüğü yasaklanır. Çok ağır bir biçimde denetlenen oyunlar ilk kez burada başlar. Çocukların oynamaktan aldıkları doğal zevk, artık onları topluma daha iyi uydurabilmek (baskı) için kullanılır. («Elle boya sürerek en iyi resmi Lany yaptı. Aferin ona! Annen seninle kıvanç duyacak!») Bazı liberal okulların hepsinde iyi öğretmenlerin, çocukları gerçekten ilgilendirecek konular ve uğraşlar bulmaya çalıştıkları doğrudur. (Böylece sınıfın düzenini sağlamak da kolaylaşır.) Ama gördüğümüz gibi ayrımla oluşturulan sınıfın baskıcı yapısı yüzünden, öğrenmeye karşı duyulan her türlü doğal istek sonunda ister islemez okulun te­melde disipline dönük yapısına hizmet eder. Bu düzenin içine meslek sevgisiyle giren genç öğretmenler, buna karşı çıkarlar: Çoğu umut­suzluk içinde öğretmenliği bırakır. Hapishane-gibi bir okulda ol­duklarını unutmuş olsalar bile, şimdi her şeyi görerek anımsarlar. Bir süre sonra liberal hapishanelerle o denli liberal-olmayan hapishaneler arasındaki ayrımı fark etseler bile, tanımı gereği hapishanedir bu okulların hepsi. Çocuk, bu okullara gitmeye zorlanır: Bunun kanıtı, kendi başına bırakılsa çocuğun bu okullara hiçbir zaman isteyerek gitmeyeceğidir. («Okul bitti. Okul bitti. Tembeller evine gitti. Kalem de yok. Kitap da. Öğretmenden azar da.») Açık kafalı eğitimciler kendi içinde ilginç olan disiplinli uğraşlardan oluşan okul sistemleri geliştirmiş olsalar da, bunlar da çocukları okula çekmeye ve kandırmaya hiçbir zaman yetmemiştir. Çünkü çocukların meraklarını, onların is­tediği biçimde, onların gönlüne göre gidermek için kurulan bir okul, okul olmaktan çıkar — gördüğümüz gibi, yapısal tanımına göre çağdaş okul, baskıyı uygulamak amacıyla kurulmuştur.
Çocuk, gününün çoğunu bu zorlayıcı yapının içinde ya da ev ödevi hazırlayarak geçirir. Geriye kalan kısacık zaman da, evdeki ufak tefek işlerle, görevlerle dolar. Çocuk sonu gelmez aile tartışma­larını dinlemek ya da bazı «liberal» ailelerde, «aile toplantılarına» katılmak zorunda kalır. Eve, çocuğun güler yüz göstermek zorunda olduğu akrabalar gelir; çoğu zaman gitmemezlik edemeyeceği kilise ziyaretleri vardır. Arada kalan kısa zaman sürelerindeyse özellikle çağdaş orta sınıf ailede çocuk «denetlenir», böylece girişim ve yaratıcılık gücünün gelişmesi önlenir: Oyun malzemelerinin seçimini onun adına başkası yapar (oyuncaklar ve oyunlar); oyun alanı başkalarınca çizilmiştir (jimnastik salonları, parklar, oyun alanları, kamp-yerleri). Oyun arkadaşlarının seçiminde çocuk, kendi eko­nomik sınıfından çocuklarla sınırlanmıştır; kent dışındaki alanlarda da, kendi okulundan çocukların ya da ana-babasının arkadaşlarının çocuklarının dışında kimseyle oynayamaz. İstemediği kadar çok sayıda düzenli grubun içine girmek zorunda kalır (erkek izciler, yavru kurtluklar, kız izciler, kamplar, okul-sonrası kulüpleri ve sporları). Kültürünü de başkaları seçer onun için — televizyonda yalnızca masum çocuk programlarını seyredebilir (kararı baba verir) ve büyükler için olan tüm (iyi) filmler ona yasaklanır: okuduğu kitaplar ve edebiyat çoğu zaman sıradan çocuk kitapları listelerinden seçilir. (Dick'le Jane. Bobbsey ikizleri. Keklik Ailesi. Babe Ruth'un Serüvenleri. Robinson Crusoe. Lassie ve bu bıktırıncaya dek böylece sürüp gider.)
Bu denetlenmiş karabasandan —gittikçe daha az olsa da— kur­tulma şansı olan çocuklar ancak, ortaçağ açık-toplum görünüşü —so­kaklarda yaşamayı— hâlâ sürdüren gecekondu ve işçi sınıfı çocuklarıdır. Başka bir deyişle, yukarıda da gördüğümüz gibi, bu çocukluk süreçlerinin çoğu tarihsel açıdan altsınıflara oldukça geç ulaşmış, hiçbir zaman da gerçek anlamıyla yerleşmemiştir. Altsınıf çocukları, çok değişik yaşta insanlardan oluşan büyük aileler içinde büyürler. Aile büyük olmadığı zaman bile, anabir-baba-ayrı kardeşler, kuzenler, yeğenler, halalar ya da teyzelerden oluşan ve hiç durmadan değişen bir akrabalar ortamı vardır. Tek tek çocuklar denetlenmek şöyle dursun, görülmezler bile: Çocuklar çoğu zaman evden uzak yerlerde başıboş dolaşır ya da günün her saatinde sokaklarda oy­narlar. Aile, küçük olsa bile sokakta yüzlerce çocuk vardır; bunların çoğu kendi aralarında gruplar (çeteler) kurmuşlardır. Bu çocuklara ödül olarak oyuncak verilmez; bu da çocukların oyuncaklarını ken­dilerinin yaratması demektir. (Gecekondu çocuklarının kartondan inanılmaz güzellikte kızaklar yapıp merdivenleri yıkılmış eski bi­nalara dayadıklarını, bazı çocukların da eski lastiklerden ipler ve ku­tularla çek çek arabaları ve makaralar yaptıklarını gördüm. Orta sınıf tan hiçbir çocuk böyle şeyler yapmaz. Yapmasına gerek de yoktur. Ama sonunda yaratıcılığını kısa sürede yitirir.) Gecekondu çocukları kendi evlerinin çok ötelerindeki yerleri tanırlar: orta sınıftan gelen ak­ranlarına göre yetişkinlerle, eşitlik düzeyinde daha yakın ilişkiler ku­rarlar. Bu çocuklar sınıfta yaramazdırlar, söz dinlemezler: Aslında böyle olmaları da gerekir —çünkü sınıf— yarı-özgür insanları bile kuşkulandıracak bir ortamdır. Altsınıflarda okula karşı bugün bile sürüp giden bir saygısızlık vardır; çünkü okul, kökeni bakımından orta sınıfa ait bir olgudur.
Cinsel bakımdan da gecekondu çocukları daha özgürdür. Birisi bana, yaşamında öteki çocuklarla doğal olarak cinsel ilişkide bu­lunmadığı bir dönem hatırlamadığını söyledi. Herkes öyle yapıyormuş. Gecekondu okullarında öğretmenlik yapanlar, çocuk cinselliğini bastırmanın olanaksızlığından söz ederken şöyle diyorlar: İlginç bir şey bu, çocuklar bayılıyorlar, ve cinsellik Büyük Amerikan Demokra­sisi. Tek Tanrıcılığı geliştiren îbraniler'in tarihe katkısı, Brezilya'nın başlıca ihraç maddeleri olan kahve ve kauçuk üzerine bir dersten kat kat ilginç. Bu yüzden merdivenlerde sevişiyorlar. Ertesi gün de okula gelmiyorlar. Çağımız Amerika'sında, özgür çocukluk diye bir şey varsa bu, çocukluk mitinin en az geliştiği altsınıflarda vardır.
Öyleyse neden bu çocuklar, orta sınıfın çocuklarından daha kötü «oluyorlar»? Bu sorunun yanıtı belki de çok açık. Ama ben gene de gecekondu bölgelerindeki yaşam ve öğretmenlik deneylerime da­yanarak yanıt vereceğim buna: Gecekondu çocukları yetişkinliğe ulaşıncaya dek zekâ bakımından ötekilerden geri olmadıkları gibi büyüdüklerinde zekâca geri kaldıkları da tartışılabilir; altsınıf çocukları çevremizdeki en zeki, en parlak, en özgün çocuklardır. Böyle ol­maları kendi başlarına bırakılmalarındandır. (Testlerde başarılı olamıyorlarsa, çocukların değil, testlerin yeniden gözden geçirilmesi gerekir.) Bu çocuklar daha sonra, orta sınıfınkinden çok değişik bir «gerçeklik ilkesi»yle karşılaştıklarında, kuruyor, eziliyorlar; eko­nomik ezikliklerinden hiçbir zaman «kurtulamıyorlar». Demek ki, bu kayıtsız, imgelemden yoksun yetişkinleri yozlaştıran şey, gün-be-gün uygulanan baskılar, onların genişlemek isteyen kişisel özgürlükleri üzerindeki eksilmeyen sınırlamalardır — başıboş çocuklukları değil.
Gecekondu çocukları da ancak göreceli bir biçimde özgürdürler; gene de bağımlıdırlar, ekonomik bir sınıf olarak ezilmektedirler. Bu da çocukların hepsinin bir an önce büyümek istemeleri için iyi bir ne­dendir. O zaman hiç değilse evden ayrılıp (sonunda) istediklerini yapma olanağını elde edebileceklerdir. (Çocukların, ana babalarının istediklerini yapabileceklerini, ana babaların da çocukların istedik­lerini yaptıklarını sanmalarında garip bir alay gizlidir. «Büyüdüğüm zaman...» sözüyle, «Ah yeniden çocuk olsam...» sözü aynı özlemi dile getirir.) Yaşamlarının en kuru dönemini geçirdiklerinden bu çocuklar sevgi ve cinsellik üzerine düşler kurarlar. Çoğu zaman ana babalarının çektikleri güçlükleri gördüklerinde, kendi kendilerine onlar büyüdüğü zaman, bu sıkıntıları çekmeyeceklerine büyük ye­minler ederler; mutlu evlilikler ya da hiç evlenmemek üzerine görkemli düşler kurarlar (evlenmemek üzere düş kuranlar, hatanın, ana-babalarında değil de kurumda olduğunu fark eden daha zeki çocuklardır), istedikleri gibi harcayacakları bir sürü paraları olacaktır; sevgiyi, ünü bol bol tadacaklardır o zaman. Olduklarından yaşlı görünmeye çalışır, genç göründükleri söylendiğinde kendilerini aşağı­lanmış duyarlar. Çocuklara özgü bedensel yoksunlukların doğurduğu bilgisizliği saklamak için büyük bir çaba gösterirler. Reik'ın Sex in Man and Woman’ından (Erkek ve Kadında Cinsellik) bir örnekle, çocukların sürekli karşılaştıkları küçük, katı yürekli horlanmaları açıklamaya çalışalım;
Dört yaşında bir çocukla, ana babasının bahçesindeki bir ağaçta çiklet yetiştirdiğini söyleyerek alay ediyordum. Biraz çiklet aldım ve küçük paketçikleri iple ağacın alçak dallarına astım. Çocuk ağaca çıkıp bu çikletleri topladı. Çikletlerin ağaçta yetişmediğinden hiç kuşkulanmadı; kâğıda sarılı olduklarına da dikkat etmedi. Bu çik­letlerin değişik zamanlarda çiçek açtıklarından değişik tatlarda ol­dukları yolundaki açıklamamı rahatça kabul etti. Ertesi yıl ona çiklet ağacını anımsattığımda, eski saflığından çok utanmıştı ve «Bundan söz etmeyelim!» dedi.
Bazı çocuklar, kolayca kanmalarıyla hiç durmadan alay edil­mesine karşı çıkarken —üzücü bilgisizliklerinin «hoş»a gittiğini görerek— bunu, kadınların da yaptığı gibi, kullanmaya kalkarlar. Ku­caklanıp öpülmek umuduyla, bile bile olmadık şeyler söylerler; ama aynı şeyi ikinci kez kullanamayınca şaşırırlar: Çocukların an­layamadığı şey, bilgisizliklerinin «gülünç» sayıldığıdır, bu bil­gisizliğin özel belirtilerinin değil. Çünkü çocukların çoğu, yetişkinlerin rastgele düzenini sağlam bir açıklama bulunduğu zaman bile, bu düzen kendisine yeterince açıklanmadığı için anlamaz. Ama durum ne olursa olsun, çocuğun bilgi düzeyini düşünürsek vardığı sonuçlar mantıksal bakımdan çok doğrudur. Benzer biçimde, yetişkin bir insan da yabancı bir gezegene gidip oradakilerin evlerinin damlarında ateş yaktıklarını görse, kendine göre bir açıklama yakıştırabilir, ama ken­di değişik geçmişine dayanacağı için vardığı sonuç başkalarına gülünç gelebilir, insanlarını ve dilini bilmediği yabancı bir ülkeye ilk kez giden birisi, çocukluğunu yaşar.
***
Demek ki çocuklar, yetişkinlerden daha özgür değildirler. Çocuklar kendi dar yaşamlarının sınırlamalarıyla doğru orantılı bir istek düş dünyasıyla; bedensel yetersizlik ve gülünçlüklerinden gelen hoş ol­mayan bir duyguyla yüklüdürler. Ekonomik olsun, başka bakımlar­dan olsun, bağlılıklarından sürekli utanç duyarlar («Anne, n'olursun?»). Gündelik yaşamda, aslında çok doğal olan bilgisizliklerden dolayı aşağılık duyarlar. Çocuklar günün her anında baskı altında­dırlar. Çocukluk cehennemdir.
Bunun sonunda ortaya, çocuk dediğimiz o güvensiz, bu yüzden de saldırgan/hep savunma durumunda olan, huysuz küçük yaratık çıkar. Ekonomik, cinsel ve genel psikolojik baskılar, kendilerini utangaçlık, yalancılık ve nefret biçiminde gösterir; bu hiç de hoş olmayan özellikler, sonunda çocuğun, toplumun geri kalan kesiminden kopmasına yol açar. Bu yüzden çocukların yetiştirilmesi, özellikle kişilik gelişmesinin en zor evrelerinde, seve seve kadınlara bırakılmıştır — kadınlar da, aynı nedenle, bu kişilik özelliklerini kendilerine taşırlar. Çocuk sahibi olmanın getirdiği bencil bir övünç duygusunun dışında, erkeklerin çoğu çocuklarla hiç ilgilenmez. Erkeklerin arasında çocuklara, gerekli siyasal önemi verenlerin sayısı çok azdır.
Böylece çocuklara gerekli siyasal önemi vermek (eskiden de ço­cuk olan ve hâlâ baskı altında bulunan çocuk-kadınlara) feminist dev­rimcilere kalır. Kadın devrimi için hazırlanan her programa çocuk­ların ezilmişliğini de almak zorundayız, yoksa biz de çoğu zaman er­keklere yüklendiğimiz yanlışı yapmış oluruz: Bu yanlış, çözümle­memizde yeterince derine inmemek, bizi doğrudan doğruya il­gilendirmiyor diye önemli bir baskı alt katmanını atlamaktır. Bunu söylerken, kadınların çoğunun çocuklarla aynı yere konmaktan bıkıp usandıklarını çok iyi biliyorum: Başka kimsenin değilse, çocukların, artık bizim de görevimiz ve sorumluluğumuz olmadığı savı, devrimle is­teyeceklerimize önemli bir varsayımsal temel olacaktır. Birlikte uzun süre acı çektiğimizden çocuklara karşı belli bir şefkat ve anlayış geliştirdik; şimdi bunu yitirmemeliyiz. Çocukların nerede olduğunu, neler çektiklerini biliyoruz; çünkü bizler de hâlâ aynı tür baskılar altındayız. Uğrunda katlandıkları yüzünden çocuğunu öldürmek is­teyen (yaygın bir istek) bir anne, çocuğunun çaresiz olduğunu, ken­disi gibi aynı kişi tarafından-ezildiğini kavradığında o çocuğu sev­meyi öğrenecektir, nefreti dışarıya akacak ve içinde «anne-sevgisi» doğacaktır. Ama biz daha da fazlasını istiyoruz: Son adımımız, so­nunda ezilenleri birleşmeye götüren kadınlık ve çocukluk koşullarının kendilerini ortadan kaldırmak, bütünüyle insancıl koşullara giden yolu açmak olacaktır.