GÜNÜMÜZDE: MlT BÜYÜTÜLÜYOR
Gittikçe
özelleştirilen aile yaşamının, kurumun bağımlı kişilerini, kadınlarla çocukları
nasıl daha büyük ölçüde ezilmeye götürdüğünü gördük. Birbirine giren kadınlık
ve çocukluk mitleri, bu ezilmenin araçları oldu. Viktorya Devri'nde bu ezilme
öylesine destansı boyutlara ulaştı ki, sonunda kadınlar başkaldırdılar —
onların başkaldırması da, dolaylı olarak çocukluğu etkiledi. Ne var ki bu
başkaldırma, mitler ortadan kaldırılamadan bastırıldı. Bu mitler, yeraltına
itilerek, kitle tüketiciliğiyle daha da karmaşıklaşarak, daha sinsi bir
biçimde sürdü. Çünkü aslında hiçbir şey değişmemişti. 2. Bölüm'de kadın
özgürlüğü hareketinin nasıl ustalıkla sabote edildiğini anlatmıştım; bunun
uzantısı olan «çocuklar»ın ezilmesi olayında da aynı şey oldu.
Çocukların
yalancı-kurtuluşu, kadınların yalancı-kurtuluşunu aynıyla yansıtır: Ezilmenin
tüm yüzeysel belirtilerini —kullanışlı olmayan çocuk giysilerini, hocanın
sopasını— ortadan kaldırsak da çocukluk mitinin destansı boyutlarda, yirminci
yüzyıla uygun bir biçimde büyümekte olduğu kuşku götürmez. Özel oyuncaklar,
özel oyunlar, çocuk mamaları, özel kahvaltılıklar, çocuk kitapları, resimli
kitaplar, çocuk şekerleri, vb. üretmek üzere kocaman sanayiler kurulmuştur.
Çeşitli yaşlardan çocukların seveceği ürünleri geliştirmek üzere pazarlama
uzmanları çocuk psikolojisini incelemektedirler. Yalnız çocuklar için kurulmuş
yayınevleri, sinema ve TV sanayileri vardır; bunların da kendileri için
geliştirilmiş edebiyatları, programları ve reklamları, giderek ne gibi
kültürel ürünlerin çocukların yoğaltmasına uygun olacağını denetleyen özel sıkı
denetim kurulları vardır. Uzman olmayanlara çocuk bakımı sanatını öğreten bir
alay kitap ve dergi çıkmaktadır. (Dr. Spock'un Ana-Babalar Dergisi).
Çocuk
psikolojisi, çocuk eğitim yöntemleri, çocuk doktorluğu, son zamanlarda da bu
garip hayvanı incelemek için geliştirilmiş özel uzmanlık bulunmaktadır.
Zorunlu eğitim gelişmekte, artık çok zenginlerin bile bütünüyle kaçınamayacağı
bir toplumsallaştırma (beyin yıkama) ağına dönüşerek yaygınlaşmaktadır.
Huckleberry Finn'in günleri çok uzaklarda kalmıştır: Bugün, yalancıktan
hastalanan ya da okulu bırakan çocuk, çevresini saran uzmanlıklardan, hiç
durmadan geliştirilen hükümet programlarından, peşini bırakmayan toplum sağlık
uzmanlarından kurtulmaya çalışarak bile doldurabilir tüm zamanını.
Çocuğun
bu çağdaş ideolojide girdiği biçime daha yakından bakalım: Bu çocuk bedensel
olarak bir Kodak reklamı kadar besili, sarışın ve sevimlidir. Kadınların hazır
bir tüketici sınıf olarak sömürülmeleri gibi, çocukların bedensel zayıflığını
sömürmeye kalkan birçok sanayi (ör: St. Joseph'in çocuklar için yapılan
Aspirinleri) vardır. Ne var ki, sağlıktan çok mutluluk'tur çocukların durumunu
görmemize yardım edecek sözcük. İnsan bir kez çocuk olur, görüp göreceği budur.
Çocuklar mutluluğun canlı birer örneği olmalıdırlar (asık suratlı, huysuz ya da
ruhsal bakımdan dengesiz çocuklar hiç sevilmez, çünkü çocukluk mitini
yalanlayan örneklerdir bunlar). Çocuğuna unutulmayacak bir çocukluk yaşatmak
her ana-babanın görevidir (salıncaklar, şişirilmiş yüzme havuzları, oyuncaklar,
oyunlar, kamp gezileri, doğum günü toplantıları, vb). Bu çağ, çocuğun babası
gibi robotlaştığı zaman anımsayacağı Altın Çağ'dır. Bu yüzden, her baba
çocuğuna, kendi yaşamının en parlak devresinde tadamadıklarını tattırmaya çalışır.
Altın Çağ olan çocukluk kültü öylesine güçlüdür ki, yaşamın öteki çağları bile,
ulusal bir gençlik kültü içinde, bu çağa yakın olup olmayışlarına göre
değerlendirilir; «büyükler», kıskançlıktan doğan özür dilemelerinde bile («Ben
senin gibi genç değilim canım, ama....») bunu ortaya koyarlar. Çağımızda, hiç
değilse çocukların kötü işlerde çalışmaktan kurtarılması, daha önceki
kuşakların katlandığı geleneksel sömürülere son verilmesini ilerleme sayan
yaygın bir inanç vardır. Aslında, çocukların çok fazla ilgi gördüğünden
kıskançlıkla yakınanlar bile vardır. Şımartılmıştır çocuklar. («Ben senin
yaşındayken...» sözü, «Kadınlar kolay yaşıyor!..» sözüyle aynı anlama gelir
hemen hemen.)
Bu
mutluluk mitinin ardında saklandığı en büyük kalelerden birisi, çocukların,
toplumun geri kalan kesiminden katı bir biçimde ayrılmalarıdır; çocukları
belirleyen özelliklerin abartılması, amaçlandığı gibi, çocukları hemen hemen
ayrı bir ırk durumuna sokmuştur. Yaş- ayrımı gözeten toplumun eksiksiz bir
örneğidir parklarımız: Analar ve küçük çocuklar Narin Dokunulmazlar için
ayrılmış özel bir oyun alanı (burada başka kimseyi bulamazsınız, sanki Tanrı
buyruğuyla yasaklanmış gibi), gençler için spor alanları ya da yüzme havuzlan,
genç çiftler ve öğrenciler için ağaçlıklı, gölgeli köşeler, yaşlılar için de
banklar. Bu yaş ayrımı, tüm çağdaş bireylerin yaşamı boyunca sürer; bir kez
kendi çocukluklarından çıktıktan sonra, insanların çocuklarla ilişkisi çok
azalır. Kendi çocukluklarında da, daha önce gördüğümüz gibi, katı bir yaş
ayrımı vardır; öyle ki, büyükçe bir çocuk küçüklerle dolaşmaktan utanır. («Hadi
bakalım, toz ol! Git kendi yaşıtlarınla oyna!») Okul yaşamı boyunca, ki bu
çağımızda oldukça uzun bir zaman sürer, çocuk hep kendisinden bir-iki yaş büyük
ya da küçük olanlarla bir aradadır. Okullar da, gittikçe katılaşan bu
derecelenmeleri yansıtır: Orta birinci sınıf, orta ikinci sınıf vb. diye çok
karmaşık bir ilerleme ve «mezuniyet» sistemi vardır; son zamanlarda ana okulu
ve/ya da çocuk yuvalarından mezun olmak bile yaygınlaşmıştır.
Böylece
kendini yenileyecek yaşa gelince, çocuğun kendi dar yetişkinler çevresi dışında
kimseyle ilişkisi kalmaz, çocuklarla hiç kalmaz. Çocukluğu çevreleyen kült
yüzünden, insan kendi çocukluğunu bile güç anımsar, çoğu zaman da bütün bütün
unutur. Çocukken, kendisini bu mite göre kalıplamaya çalışmış, öteki
çocukların hepsinin kendisinden daha mutlu olduğuna inanmıştır. Sonra, delikanlılığında
da kendini umutsuz bir başıboşluğa «eğlenceye», —yeniyetmeliğin baştan sona
gerçekten korkunç olduğu bir zamanda— «insan bir kere genç olur» duygusuna
kaptırmış olabilir. (Ama gerçekten genç olanlar, yaşın farkında değildirler
—«gençlik gençlerle harcanır gider»— ve gerçek bir akıcılık içinde yaşarlar;
kendinin-farkında- olma duygusu yoktur ortada. Mutluluğun böyle, artık
elinizden gittikten sonra anımsanmak üzere biriktirilmesi, ancak yaşlıların
düşünebileceği bir şeydir.) Çocukluk çağıyla ilişkilerin kopuk olması, her genç
yetişkini, çocukken belki de kendisinin nefret ettiği çocukluğu,
romantikleştirmeye götürür. Ve bu böyle, kısır bir döngü içinde sürüp gider:
Genç yetişkinler, çocuklardan yapay bir biçimde kopmalarının yarattığı boşluğu
doldurmak için umutsuz bir çabayla kendileri çocuk sahibi olmaya girişirler,
oysa istenmeyen gebelikler, şımarık çocuklar, çocuk bakıcıları, okul sorunları,
çocuklar arası kıskançlıklar ve kavgalarla başları derde girdiğinde, kısa bir
süre için gene, çocukların da bizler gibi yalnızca birer insan olduğunu düşünmeye
zorlanırlar.
Öyleyse
çocukluğun yetişkinlerin kafasında ne olduğuna değil de, gerçekten ne olduğuna
bakalım. Mutlu çocukluk mitinin, çocukların gereksinmelerini karşıladığı için
değil de, yetişkinlerin gereksinmelerini karşıladığı için bu denli çok
tutulduğu açıktır. Yabancılaşmış insanlardan oluşan bir kültürde, herkesin
yaşamında üzüntülerden ve sıkıntılardan arınmış iyi bir dönem bulunduğu inancı
kolay kolay yok olmaz. Elbette bu mutlu dönemin, yaşlılığa rastlatılması
beklenemez; eskiden yaşanmış olması daha uygundur. Böylece, çocukluk ya da
çocuklarla ilgili her türlü tartışmayı saran romantik hava açıklanmış olur.
Çocukları adına herkes, kendine göre, özel bir düşü paylaşır.
***
Böylece
yaş ayrımı, bir sınıf olarak çocukların ezilmesini arttıracak biçimde var
gücüyle etkisini sürdürmektedir. Yirminci yüzyılda bu ezilme nelerden
kaynaklanmaktadır?
Bedensel
ve ekonomik bağımlılık. Kültürümüzde çocukların, yetişkinlere göre doğal olan
bedensel zayıflıkları —daha güçsüz, daha küçük olmaları— ödünlenmek şöyle
dursun, vurgulanmaktadır: Çocuklar yasalara göre hâlâ «ikinci derece»dirler,
toplumsal haklardan yoksundurlar, rastgele bir ana-babanın mülküdürler.
(Çocukların «iyi» ana-babalan olsa bile, dünyada «iyiler» kadar «kötü» insanlar
da vardır — «kötü» insanların çocuk doğurma olasılığı da oldukça büyüktür.) Her
yıl gördüğümüz çocuk dövme ve öldürme olayları, yalnızca mutsuz olan çocukların
aslında talihli çocuklar olduklarını kanıtlar. Bunun daha da kötüsü olabilir.
Bu tür olayların doktorlarca rapor edilmesi son zamanlarda başlamıştır:
çocuklar büyük ölçüde ana-babalarının insafına kalmışlardır. Bununla birlikte
ana-babaları olmayan çocuklar daha da kötü durumdadırlar (tıpkı bekâr
kadınların, bir kocanın koruması altında bulunmayan kadınların, evli
kadınlardan daha kötü durumda olmaları gibi). Ana- babasız çocukların
istenmeyenlerin atıldığı yetimhanelerden başka gidecek yerleri yoktur.
Gene
de çocukların ezilmesi, her şeyden çok ekonomik bağımlılıktan doğmaktadır.
Annesinden elli kuruş sızdırmaya çalışan bir çocuğun halini gören herkes,
çocuğun utanmasının temelinde ekonomik bağımlılığın yattığını anlar. (Para
veren akrabalar çoğu zaman en çok sevilen akrabalardır. Ama paranın doğrudan
çocuğun kendisine verilmesi gerekir! Açlıktan ölmese de (çocukların
kendilerine göre işleri olsa, açlıktan ölmezler; ayakkabı boyayan, dilenen,
çeşitli işler çeviren kara derili çocuklar, gazete satan işçi sınıfından beyaz
oğlanlar, çevrelerinde gıptayla karşılanır) çocuk, yaşayabilmek için
efendilerine bağımlıdır: bağımlılık da kötü bir durumdur. Bu denli aşırı
bağımlılık, karşılığında yenen ekmeğe değmez.
Çağdaş
mitin dayandığı en can alıcı noktalardan birisi bu alanda çıkar karşımıza: Bize
hep çocukluğun, büyük bir ilerleme gösterdiği söylenir — bu da aklımıza hemen
Dickens'ın yarattığı, kömür ocaklarında sürünen o yoksul, kuru çocuk imgesini
getirir. Oysa bu bölümün başında verdiğimiz kısa çocukluk tarihinde. Sanayi
Çağı'nın başlangıcında orta-sınıf ve üst-sınıf çocuklarının çalışmadıklarını,
tersine sıkıcı bir okul binası içinde, güvence altına Homer ve Latince
dilbilgisi okuduklarını gördük. Altsınıf çocuklarının, babalarınınkinden başka
ayrıcalıklara sahip olmadıkları, sınıflarının tüm üyelerinin katlanmak zorunda
oldukları insanlık dışı işkenceleri paylaştıkları doğrudur; öyle ki, işsiz
güçsüz Emma Bovary'lerin, Küçük Lord Fauntleroy'ların bulunduğu sıralarda,
yaşamlarını ve ciğerlerini ilkel dokuma fabrikalarında yitiren kadınlar,
başıboş dolaşıp dilenen çocuklar vardı. Değişik ekonomik sınıflardan çocukların
yaşamları arasındaki ayrılık, kadınların oy hakkını kazandığı günlere ve
zamanımıza dek süregelmiştir. Orta sınıfların üretici sürüsü olan çocuklar,
bugünkünden çok daha ruh karartıcı şeylere katlanıyorlardı; kadınlar da öyle.
Ama, bunları dengelemek üzere kendilerini ekonomik bakımdan destekleyen
efendileri vardı onların. Oysa altsınıftan çocuklar, yalnız çocuk olduklarından
değil genellikle sınıfsal temelleri yüzünden sömürülüyorlardı: Çocukluk miti
onlara uygulanamayacak ölçüde lüks bir şeydi. Burada gene çocukluk mitinin
nasıl rastgele yaratıldığına, yalnızca orta sınıf aile yapısının gereksinmeleri
karşılamak üzere ısmarlanarak yaratıldığına iyi bir örnek görüyoruz.
Evet,
diyeceksiniz ki, işçi sınıfı çocukları da bu mitin koruyuculuğunda olsalar
daha iyi olurdu kuşkusuz. Hiç değilse yaşamlarını yitirmezlerdi. Ruhsal
yaşamlarını bir dershanede ya da büroda terleyerek harcarlardı, öyle mi?
Anlamsız bir sorudur bu; başka ülkeye göre zengin sayılacaklarından
Amerika'daki karaderililerin çektiklerinin gerçekten acı çekmek sayılıp
sayılmayacağını sormak gibi. Acı acıdır. Hayır, burada çok daha geniş
düşünmemiz gerekir. Örneğin önce ana babaları neden sömürülüyordu bu
çocukların: O kömür ocaklarında herhangi bir insanın bile ne işi vardı bir
kere? Çocukların yetişkinler gibi sömürülmelerinden önce, yetişkinlerin bu
ölçüde sömürülmesine karşı çıkmak gerekir. Çocukları, yetişkinler yaşamının
belalarından birkaç yıllığına kurtarmaktan çok, bu belaları ortadan
kaldırmaktan söz etmeliyiz. Sömürünün bulunmadığı bir toplumda çocuklar
yetişkinler gibi (hiçbir sömürü söz konusu olmadan), yetişkinler de çocuklar
gibi (hiçbir sömürü söz konusu olmadan) yaşayabilir. Kadınların ve çocukların
katlanmak zorunda oldukları ayrıcalıklı tutsaklık durumu (efendilerin koruyuculuğu
altında olmak) özgürlük değildir. Çünkü özgürlüğün temeli, insanın kendi
yaşamını kendisinin düzenleyebilmesidir; bağımlılıktan da eşitsizlik doğar.
Cinsel
baskı Freud, çocuğun tattığı ilk doygunluğun bebeğin, annesinin memesinden
aldığı doygunluk olduğunu göstermiştir; çocuk bu doygunluğu yaşamı boyunca
yeniden kazanmaya çalışır. Freud, yetişkinlerin koruması altında, çocuğun,
«gerçeklik ilkesi»nden kurtulduğunu ve oynayabildiğini de (oyun, başka bir
amaca ulaşmak için değil, salt zevk almak için yapılan bir eylemdir)
göstermiştir. Gene cinsel bakımdan çocuğun çok-biçimli olduğunu, ancak
sonraları yöneltmeler ve baskılarla yetişkinlerin cinsel-organlardan-zevk alma
düzeyine getirildiğini kanıtlamıştır.
Freud,
aynı zamanda yetişkinlikteki nevrozların çocukluk sürecinden doğduğunu da
ortaya çıkarmıştır. Prototip çocukta salt zevk alma yeteneği bulunsa bile, bu
hiçbir zaman çocuğun yeteneğini sonuna dek kullanabileceği anlamına gelmez.
Çocuk, yaradılışı gereği zevk almaya yatkın olsa da, toplumsallaştığı
(bastırıldığı) ölçüde bu yatkınlığını yitirir demek daha doğru olur. Bu da,
hemen başlar.
«Gerçeklik
ilkesi» için yetişkinliğe dek beklenmez. Bu ilke, çocuğun yaşamına, onun küçük
ölçülerine göre, hemen girer. Çünkü böyle bir gerçeklik ilkesi varolduğu
sürece, çocuğu bunun tatsızlığından korumaya çalışmak bir çeşit yalancılık
olacaktır. Olsa olsa çocuk geciktirilmiş bir baskı sürecinden geçirilecektir;
oysa çoğu zaman bu baskı, çocuk anlayabilecek duruma gelir gelmez, bütün
düzeylerde başlar. «Gerçekliğin» çocuğun üstünden ellerini çektiği mutlu bir
dönem yok gibidir. Çünkü aslında baskı, çocuk doğar doğmaz başlar — çok iyi
bilinen saatle mama verme düzeni, bunun en aşırı örneklerinden birisidir.
Robert Stoller'e göre bebek daha on sekiz aylık olmadan, temel cinsel
ayrım-gözetme çocukta yerleşir. Yukarıda gördüğümüz gibi bu süreç, kendi içinde
anneye karşı cinsel dürtünün bastırılmasını gerektirir. Demek ki ta baştan
bebeğin çok- biçimli cinselliğinin ortaya dökülmesi engellenmektedir. (Günümüzde,
kendi kendini tatminin normal sayılması için bir kampanyanın yürütüldüğü bir
zamanda bile, çocukların çoğunun daha beşikteyken kendi vücutlarıyla oynamaları
engellenmektedir.) Çocuk memeden kesilir, tuvalete gitmeyi öğrenir; ikisi de ne
denli erken olursa o denli iyidir — bunların ikisi de çocuk açısından
zedeleyicidir. Baskılar gittikçe artar. İdeal olarak eksiksiz («koşula bağlı
olmayan») bir doyum olarak düşünülen anne sevgisi de, baba sevgisi gibi, çocuğu
toplumsal bakımdan onaylanan davranışlara daha iyi uydurabilmek için
kullanılır. Son olarak da çocuktan babayla kendisini etkin bir biçimde
özdeşleştirmesi beklenir. (Babasız evlerde bu özdeşleşme bir süre sonra, çocuk
okula başladığı zaman olur.) Yeniyetmeliğe dek çocuktan cinsellikle ilgisi
olmayan —ya da gizlilik içinde— cinsel bir yaşam sürmesi beklenir; çocuğun,
cinsel gereksinmeleri bulunduğunu kabul etmesine izin bile verilmez. Çocuğun
böyle cinsellik-dışı yaşamaya zorlanması onda aşırı hareketlilik ve
saldırganlık —ya da bunun yerine miskin bir yumuşak başlılık— yaratan bir
duygusal gerginliğe yol açar; bu da çevremizdeki çocukların her birini, birer
sorun durumuna getirir.
Aile
baskısı. Aile yaşamının ince psikolojik baskıları üzerinde uzun uzun durmak
gereksiz. Kendi ailenizi düşünün. Bu yetmiyorsa, siz gerçekten «mutlu bir
aile»den gelen o milyonda bir kişi olduğunuza inanıyorsanız, o zaman R. D.
Laing'in Mutlu Aile Oyunu üzerine yazdığı yapıtlarından bazılarını, özellikle
Politics of the Family'sini (Aile Politikası) okuyun. Laing, ailenin iç
dinamiklerini ortaya çıkarır: bu dinamiklerin sıradan bir aile üyesi
tarafından görülemeyeceğini açıklar:
Dışardan
bakan birisi çoğu zaman şu tek şeyi apaçık görür: Olup bitenin ortaya
çıkarılmasına karşı tüm ailenin ortaklaşa geliştirdiği direnmeler vardır;
sonra herkesin karanlıkta kalabilmesi, karanlıkta kaldıklarının karanlıkta
kalabilmesi için geliştirilmiş karmaşık stratejiler vardır. Bir aile imgesini
sürdürebilmek için hakikat'ten vazgeçmek gerekir... Bu düş ancak «düşü
paylaşan» herkesin «içinde» bulunduğu sürece var olabileceğine göre, düşten
vazgeçen herkesin içindeki «aileyi» de yıkar.
Şimdi de çocukları, kendi
ağızlarından dinleyelim. Gene Reik'tan alıyorum:
Dört
yaşma kadar adının «Çenenikapa!» olduğunu sanan bir erkek çocuktan söz ettiler
bana.
Bir
erkek çocuk annesiyle babası arasında büyük bir kavgaya tanık olmuş ve
annesinin babasını boşanmayla tehdit ettiğini duymuş. Ertesi gün okuldan
dönünce annesine sormuş, «Boşandınız mı?» Daha sonra annesinin boşanmaması
yüzünden çok büyük bir umut kırıklığına uğradığını anımsıyor.
Dokuz
yaşında bir erkek çocuğa, kendisini kampta görmeye gelen babası evi özleyip
özlemediğini sorduğunda çocuk, «Hayır» demiş. Babası sonra ona öteki çocukların
evlerini özleyip özlemediğini sormuş. «Birkaç kişi özlüyor,» demiş çocuk «evde
köpekleri olanlar.»
Bu alıntıların gerçekten
eğlenceli bir yanları varsa, içinde yaşadıkları mazoşist cehennemi anlayamayan
ya da kabul edemeyen çocukların içtenliğinden geliyor bu.
Eğilim baskısı.
Baskıların perçinlenişi, okulda olur. Çocukta hâlâ kalmış özgürlük yanılsaması
varsa bunlar da kısa zamanda yok edilir. Her türlü cinsel etkinlik ya da
bedensel güç özgürlüğü yasaklanır. Çok ağır bir biçimde denetlenen oyunlar ilk
kez burada başlar. Çocukların oynamaktan aldıkları doğal zevk, artık onları
topluma daha iyi uydurabilmek (baskı) için kullanılır. («Elle boya sürerek en
iyi resmi Lany yaptı. Aferin ona! Annen seninle kıvanç duyacak!») Bazı liberal
okulların hepsinde iyi öğretmenlerin, çocukları gerçekten ilgilendirecek konular
ve uğraşlar bulmaya çalıştıkları doğrudur. (Böylece sınıfın düzenini sağlamak
da kolaylaşır.) Ama gördüğümüz gibi ayrımla oluşturulan sınıfın baskıcı yapısı
yüzünden, öğrenmeye karşı duyulan her türlü doğal istek sonunda ister islemez
okulun temelde disipline dönük yapısına hizmet eder. Bu düzenin içine meslek
sevgisiyle giren genç öğretmenler, buna karşı çıkarlar: Çoğu umutsuzluk içinde
öğretmenliği bırakır. Hapishane-gibi bir okulda olduklarını unutmuş olsalar
bile, şimdi her şeyi görerek anımsarlar. Bir süre sonra liberal hapishanelerle
o denli liberal-olmayan hapishaneler arasındaki ayrımı fark etseler bile,
tanımı gereği hapishanedir bu okulların hepsi. Çocuk, bu okullara gitmeye
zorlanır: Bunun kanıtı, kendi başına bırakılsa çocuğun bu okullara hiçbir zaman
isteyerek gitmeyeceğidir. («Okul bitti. Okul bitti. Tembeller evine gitti.
Kalem de yok. Kitap da. Öğretmenden azar da.») Açık kafalı eğitimciler kendi
içinde ilginç olan disiplinli uğraşlardan oluşan okul sistemleri geliştirmiş
olsalar da, bunlar da çocukları okula çekmeye ve kandırmaya hiçbir zaman
yetmemiştir. Çünkü çocukların meraklarını, onların istediği biçimde, onların
gönlüne göre gidermek için kurulan bir okul, okul olmaktan çıkar — gördüğümüz
gibi, yapısal tanımına göre çağdaş okul, baskıyı uygulamak amacıyla
kurulmuştur.
Çocuk,
gününün çoğunu bu zorlayıcı yapının içinde ya da ev ödevi hazırlayarak geçirir.
Geriye kalan kısacık zaman da, evdeki ufak tefek işlerle, görevlerle dolar.
Çocuk sonu gelmez aile tartışmalarını dinlemek ya da bazı «liberal» ailelerde,
«aile toplantılarına» katılmak zorunda kalır. Eve, çocuğun güler yüz göstermek
zorunda olduğu akrabalar gelir; çoğu zaman gitmemezlik edemeyeceği kilise
ziyaretleri vardır. Arada kalan kısa zaman sürelerindeyse özellikle çağdaş orta
sınıf ailede çocuk «denetlenir», böylece girişim ve yaratıcılık gücünün
gelişmesi önlenir: Oyun malzemelerinin seçimini onun adına başkası yapar
(oyuncaklar ve oyunlar); oyun alanı başkalarınca çizilmiştir (jimnastik
salonları, parklar, oyun alanları, kamp-yerleri). Oyun arkadaşlarının seçiminde
çocuk, kendi ekonomik sınıfından çocuklarla sınırlanmıştır; kent dışındaki
alanlarda da, kendi okulundan çocukların ya da ana-babasının arkadaşlarının
çocuklarının dışında kimseyle oynayamaz. İstemediği kadar çok sayıda düzenli
grubun içine girmek zorunda kalır (erkek izciler, yavru kurtluklar, kız
izciler, kamplar, okul-sonrası kulüpleri ve sporları). Kültürünü de başkaları
seçer onun için — televizyonda yalnızca masum çocuk programlarını seyredebilir
(kararı baba verir) ve büyükler için olan tüm (iyi) filmler ona yasaklanır:
okuduğu kitaplar ve edebiyat çoğu zaman sıradan çocuk kitapları listelerinden
seçilir. (Dick'le Jane. Bobbsey ikizleri. Keklik Ailesi. Babe Ruth'un
Serüvenleri. Robinson Crusoe. Lassie ve bu bıktırıncaya dek böylece sürüp
gider.)
Bu
denetlenmiş karabasandan —gittikçe daha az olsa da— kurtulma şansı olan
çocuklar ancak, ortaçağ açık-toplum görünüşü —sokaklarda yaşamayı— hâlâ
sürdüren gecekondu ve işçi sınıfı çocuklarıdır. Başka bir deyişle, yukarıda da
gördüğümüz gibi, bu çocukluk süreçlerinin çoğu tarihsel açıdan altsınıflara
oldukça geç ulaşmış, hiçbir zaman da gerçek anlamıyla yerleşmemiştir. Altsınıf
çocukları, çok değişik yaşta insanlardan oluşan büyük aileler içinde büyürler.
Aile büyük olmadığı zaman bile, anabir-baba-ayrı kardeşler, kuzenler, yeğenler,
halalar ya da teyzelerden oluşan ve hiç durmadan değişen bir akrabalar ortamı
vardır. Tek tek çocuklar denetlenmek şöyle dursun, görülmezler bile: Çocuklar
çoğu zaman evden uzak yerlerde başıboş dolaşır ya da günün her saatinde
sokaklarda oynarlar. Aile, küçük olsa bile sokakta yüzlerce çocuk vardır;
bunların çoğu kendi aralarında gruplar (çeteler) kurmuşlardır. Bu çocuklara
ödül olarak oyuncak verilmez; bu da çocukların oyuncaklarını kendilerinin
yaratması demektir. (Gecekondu çocuklarının kartondan inanılmaz güzellikte
kızaklar yapıp merdivenleri yıkılmış eski binalara dayadıklarını, bazı
çocukların da eski lastiklerden ipler ve kutularla çek çek arabaları ve
makaralar yaptıklarını gördüm. Orta sınıf tan hiçbir çocuk böyle şeyler yapmaz.
Yapmasına gerek de yoktur. Ama sonunda yaratıcılığını kısa sürede yitirir.)
Gecekondu çocukları kendi evlerinin çok ötelerindeki yerleri tanırlar: orta sınıftan
gelen akranlarına göre yetişkinlerle, eşitlik düzeyinde daha yakın ilişkiler
kurarlar. Bu çocuklar sınıfta yaramazdırlar, söz dinlemezler: Aslında böyle
olmaları da gerekir —çünkü sınıf— yarı-özgür insanları bile kuşkulandıracak bir
ortamdır. Altsınıflarda okula karşı bugün bile sürüp giden bir saygısızlık
vardır; çünkü okul, kökeni bakımından orta sınıfa ait bir olgudur.
Cinsel
bakımdan da gecekondu çocukları daha özgürdür. Birisi bana, yaşamında öteki
çocuklarla doğal olarak cinsel ilişkide bulunmadığı bir dönem hatırlamadığını
söyledi. Herkes öyle yapıyormuş. Gecekondu okullarında öğretmenlik yapanlar,
çocuk cinselliğini bastırmanın olanaksızlığından söz ederken şöyle diyorlar:
İlginç bir şey bu, çocuklar bayılıyorlar, ve cinsellik Büyük Amerikan Demokrasisi.
Tek Tanrıcılığı geliştiren îbraniler'in tarihe katkısı, Brezilya'nın başlıca
ihraç maddeleri olan kahve ve kauçuk üzerine bir dersten kat kat ilginç. Bu
yüzden merdivenlerde sevişiyorlar. Ertesi gün de okula gelmiyorlar. Çağımız
Amerika'sında, özgür çocukluk diye bir şey varsa bu, çocukluk mitinin en az
geliştiği altsınıflarda vardır.
Öyleyse
neden bu çocuklar, orta sınıfın çocuklarından daha kötü «oluyorlar»? Bu sorunun
yanıtı belki de çok açık. Ama ben gene de gecekondu bölgelerindeki yaşam ve
öğretmenlik deneylerime dayanarak yanıt vereceğim buna: Gecekondu çocukları
yetişkinliğe ulaşıncaya dek zekâ bakımından ötekilerden geri olmadıkları gibi
büyüdüklerinde zekâca geri kaldıkları da tartışılabilir; altsınıf çocukları
çevremizdeki en zeki, en parlak, en özgün çocuklardır. Böyle olmaları kendi
başlarına bırakılmalarındandır. (Testlerde başarılı olamıyorlarsa, çocukların
değil, testlerin yeniden gözden geçirilmesi gerekir.) Bu çocuklar daha sonra,
orta sınıfınkinden çok değişik bir «gerçeklik ilkesi»yle karşılaştıklarında,
kuruyor, eziliyorlar; ekonomik ezikliklerinden hiçbir zaman «kurtulamıyorlar».
Demek ki, bu kayıtsız, imgelemden yoksun yetişkinleri yozlaştıran şey,
gün-be-gün uygulanan baskılar, onların genişlemek isteyen kişisel özgürlükleri
üzerindeki eksilmeyen sınırlamalardır — başıboş çocuklukları değil.
Gecekondu
çocukları da ancak göreceli bir biçimde özgürdürler; gene de bağımlıdırlar,
ekonomik bir sınıf olarak ezilmektedirler. Bu da çocukların hepsinin bir an
önce büyümek istemeleri için iyi bir nedendir. O zaman hiç değilse evden ayrılıp
(sonunda) istediklerini yapma olanağını elde edebileceklerdir. (Çocukların, ana
babalarının istediklerini yapabileceklerini, ana babaların da çocukların
istediklerini yaptıklarını sanmalarında garip bir alay gizlidir. «Büyüdüğüm
zaman...» sözüyle, «Ah yeniden çocuk olsam...» sözü aynı özlemi dile getirir.)
Yaşamlarının en kuru dönemini geçirdiklerinden bu çocuklar sevgi ve cinsellik
üzerine düşler kurarlar. Çoğu zaman ana babalarının çektikleri güçlükleri
gördüklerinde, kendi kendilerine onlar büyüdüğü zaman, bu sıkıntıları
çekmeyeceklerine büyük yeminler ederler; mutlu evlilikler ya da hiç evlenmemek
üzerine görkemli düşler kurarlar (evlenmemek üzere düş kuranlar, hatanın,
ana-babalarında değil de kurumda olduğunu fark eden daha zeki çocuklardır),
istedikleri gibi harcayacakları bir sürü paraları olacaktır; sevgiyi, ünü bol
bol tadacaklardır o zaman. Olduklarından yaşlı görünmeye çalışır, genç
göründükleri söylendiğinde kendilerini aşağılanmış duyarlar. Çocuklara özgü
bedensel yoksunlukların doğurduğu bilgisizliği saklamak için büyük bir çaba
gösterirler. Reik'ın Sex in Man and Woman’ından (Erkek ve Kadında Cinsellik)
bir örnekle, çocukların sürekli karşılaştıkları küçük, katı yürekli
horlanmaları açıklamaya çalışalım;
Dört
yaşında bir çocukla, ana babasının bahçesindeki bir ağaçta çiklet yetiştirdiğini
söyleyerek alay ediyordum. Biraz çiklet aldım ve küçük paketçikleri iple ağacın
alçak dallarına astım. Çocuk ağaca çıkıp bu çikletleri topladı. Çikletlerin
ağaçta yetişmediğinden hiç kuşkulanmadı; kâğıda sarılı olduklarına da dikkat
etmedi. Bu çikletlerin değişik zamanlarda çiçek açtıklarından değişik tatlarda
oldukları yolundaki açıklamamı rahatça kabul etti. Ertesi yıl ona çiklet
ağacını anımsattığımda, eski saflığından çok utanmıştı ve «Bundan söz
etmeyelim!» dedi.
Bazı
çocuklar, kolayca kanmalarıyla hiç durmadan alay edilmesine karşı çıkarken
—üzücü bilgisizliklerinin «hoş»a gittiğini görerek— bunu, kadınların da yaptığı
gibi, kullanmaya kalkarlar. Kucaklanıp öpülmek umuduyla, bile bile olmadık
şeyler söylerler; ama aynı şeyi ikinci kez kullanamayınca şaşırırlar:
Çocukların anlayamadığı şey, bilgisizliklerinin «gülünç» sayıldığıdır, bu bilgisizliğin
özel belirtilerinin değil. Çünkü çocukların çoğu, yetişkinlerin rastgele
düzenini sağlam bir açıklama bulunduğu zaman bile, bu düzen kendisine yeterince
açıklanmadığı için anlamaz. Ama durum ne olursa olsun, çocuğun bilgi düzeyini
düşünürsek vardığı sonuçlar mantıksal bakımdan çok doğrudur. Benzer biçimde,
yetişkin bir insan da yabancı bir gezegene gidip oradakilerin evlerinin
damlarında ateş yaktıklarını görse, kendine göre bir açıklama yakıştırabilir,
ama kendi değişik geçmişine dayanacağı için vardığı sonuç başkalarına gülünç
gelebilir, insanlarını ve dilini bilmediği yabancı bir ülkeye ilk kez giden
birisi, çocukluğunu yaşar.
***
Demek
ki çocuklar, yetişkinlerden daha özgür değildirler. Çocuklar kendi dar
yaşamlarının sınırlamalarıyla doğru orantılı bir istek düş dünyasıyla; bedensel
yetersizlik ve gülünçlüklerinden gelen hoş olmayan bir duyguyla yüklüdürler.
Ekonomik olsun, başka bakımlardan olsun, bağlılıklarından sürekli utanç
duyarlar («Anne, n'olursun?»). Gündelik yaşamda, aslında çok doğal olan
bilgisizliklerden dolayı aşağılık duyarlar. Çocuklar günün her anında baskı
altındadırlar. Çocukluk cehennemdir.
Bunun
sonunda ortaya, çocuk dediğimiz o güvensiz, bu yüzden de saldırgan/hep savunma
durumunda olan, huysuz küçük yaratık çıkar. Ekonomik, cinsel ve genel
psikolojik baskılar, kendilerini utangaçlık, yalancılık ve nefret biçiminde
gösterir; bu hiç de hoş olmayan özellikler, sonunda çocuğun, toplumun geri
kalan kesiminden kopmasına yol açar. Bu yüzden çocukların yetiştirilmesi,
özellikle kişilik gelişmesinin en zor evrelerinde, seve seve kadınlara
bırakılmıştır — kadınlar da, aynı nedenle, bu kişilik özelliklerini kendilerine
taşırlar. Çocuk sahibi olmanın getirdiği bencil bir övünç duygusunun dışında,
erkeklerin çoğu çocuklarla hiç ilgilenmez. Erkeklerin arasında çocuklara,
gerekli siyasal önemi verenlerin sayısı çok azdır.
Böylece
çocuklara gerekli siyasal önemi vermek (eskiden de çocuk olan ve hâlâ baskı
altında bulunan çocuk-kadınlara) feminist devrimcilere kalır. Kadın devrimi
için hazırlanan her programa çocukların ezilmişliğini de almak zorundayız,
yoksa biz de çoğu zaman erkeklere yüklendiğimiz yanlışı yapmış oluruz: Bu
yanlış, çözümlememizde yeterince derine inmemek, bizi doğrudan doğruya ilgilendirmiyor
diye önemli bir baskı alt katmanını atlamaktır. Bunu söylerken, kadınların
çoğunun çocuklarla aynı yere konmaktan bıkıp usandıklarını çok iyi biliyorum:
Başka kimsenin değilse, çocukların, artık bizim de görevimiz ve sorumluluğumuz
olmadığı savı, devrimle isteyeceklerimize önemli bir varsayımsal temel
olacaktır. Birlikte uzun süre acı çektiğimizden çocuklara karşı belli bir
şefkat ve anlayış geliştirdik; şimdi bunu yitirmemeliyiz. Çocukların nerede
olduğunu, neler çektiklerini biliyoruz; çünkü bizler de hâlâ aynı tür baskılar
altındayız. Uğrunda katlandıkları yüzünden çocuğunu öldürmek isteyen (yaygın
bir istek) bir anne, çocuğunun çaresiz olduğunu, kendisi gibi aynı kişi
tarafından-ezildiğini kavradığında o çocuğu sevmeyi öğrenecektir, nefreti
dışarıya akacak ve içinde «anne-sevgisi» doğacaktır. Ama biz daha da fazlasını
istiyoruz: Son adımımız, sonunda ezilenleri birleşmeye götüren kadınlık ve
çocukluk koşullarının kendilerini ortadan kaldırmak, bütünüyle insancıl
koşullara giden yolu açmak olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder