Wilhelm Reich etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Wilhelm Reich etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
30 Temmuz 2014 Çarşamba
10 Ocak 2013 Perşembe
Wilhelm Reich
Dr. Reich — İnanın bana, o yanılgılara düşmemiş olsaydım, o insanlarla o deneyimleri yaşamamış olsaydım, söylediğim her şeyi nasıl benimsediklerini görmeseydim... bu toplantılardan birine katılmışsanız, anımsarsınız hiç kuşkusuz...
Dr. E. — Anımsıyorum
elbet!
Dr. Reich — ... o insanı
coşturan havayı! Binlerce Berlinli geliyordu konuşmalarıma. Oysa, o yanılgılara
düşmeseydim, şimdi bulunduğum yere gelemez, şimdiki yetkinliğe erişemezdim.
Şimdi konunun ayrıntılarına girmek istemiyorum, ama şunu açıkça anlamalısınız
ki bireysel sağaltım hiçbir işe yaramaz! Hiçbir işe! Olsa olsa para kazanmaya, ve birkaç kişiye
küçük yardımlarda bulunmaya yarar! Ama sıra toplumsal sorunları, akıl sağlığı
sorunlarını çözmeye gelince, en küçük bir yararı yoktur! Bu yüzden bireysel
sağaltımı bıraktım. Önemli olan tek şey,
bebeklerdir. Henüz saygısızca kirletilmemiş kansu dizgesi (protoplazma)
üzerinde çalışmak gerekir.
Anlatabiliyor muyum?
Reich Freud'u Anlatıyor kitabından alıntıdır.
16 Aralık 2012 Pazar
Reich Orgonon'da: Yalnız
Bugün
3 Nisan 1952, Orgonon, Rangeley, Maine. Ben, Wilhelm Reich, aşağı ki evin büyük
odasında tek başıma oturuyorum. Herkes gitti. Dün bütün gün ve bu sabah, adımı
taşıyan Vakfın Yönetim Kurulu’nda bir toplantı yapıldı.
Herkes
gitti ve ben dünle bugün Orgonon’u sarsan yıkım (Oranur) konusundaki
tutanaklara bir iki şey eklemek istiyorum. Burada, söylediklerimi dinleyen bir
tek kişi yok; yalnız ses alma aygıtı tanığım. Dilerim ilerde bir gün, herhangi
biri bu kaydı saygıyla, onca yıldır acunsal enerjiyi ve yaşam enerjisini
araştırabilmek için gerekli yürekliliğe duyulacak saygıyla dinler.
Çektiğim
büyük sıkıntının betimlenmesine, geçirdiğim uykusuz gecelerin, döktüğüm
gözyaşlarının, harcadığım çaba ve paraların, gerek yanımda çalışanlara, gerek
öğrencilerime göstermek zorunda kaldığım sabrın ayrıntılarına girmek
istemiyorum. Yalnız bir tek olguya değinmek istiyorum, ne burada, Orgonon’da,
ne de New York’ta, varlığının ta derinlerinden, yapmakta olduğum şeyi anlayabilecek
ve yaptığım işte yanımda yer alabilecek tek bir can yok. Hepsi çok iyi
insanlar. Doğru, dürüst, çalışkan kişiler, hepsine güveniyorum; hepsiyle —ya da
çoğuyla— çok iyi dostuz. Ama bu, hepsinin, evet tek bir ayrık bırakmaksızın
hepsinin, giriştiğim işe karşı oluşunu ortadan kaldırmıyor.
Her
biri benden nefret ediyor, işime burnunu sokuyor, çabamı yok sayıyor,
lekeliyor, sığlaştırıyor; çabamın etkilerini azaltmak için —şöyle ya da böyle—
bir şey yapıyor, düşüncelerimin keskinliğini ve sivriliğini yumuşatıyor, 1912’den,
daha doğrusu 1910’da annemin ölümünden beri yaklaşık kırk yıldır insanoğlunun
çektiği acılar konusundaki otuz üç, otuz dört yıllık dizgeli akıl yürütmemi
bir moloz ve hiçlik yığınına dönüştürmek, hiçleştirmek üzere elinden geleni
ardına koymuyor. Çevremde giriştiğimiz işi bütünüyle anlayacak ve bir an bile
«HAYIR, OLMAZ» demeyecek tek bir can yok.
Bu
«HAYIR», «İstemiyorum»un, «Hoşlanmıyorum»un, «Bu işe hiç gönlüm yok»un, «Neden
bu adam burada?»nın, «Neden varolması gerekiyor?»un, «Neden yerinde oturup uslu
durmuyor? »un, «Başımıza onca dert açan şu Oranur deneyine neden girişiyor? »un
ikiz kardeşi. Onlar yalnız derdi görüyor. Şu Oranur deneyinin hekimlik,
dirimbilim ve genel olarak bilim için, ayrıca düşünbilim için taşıdığı anlamı
görmüyor, ya da görmek istemiyorlar. Onlara sorarsanız bu, yalnızca bir dert
kapısı, bir hastalık, bir acı kaynağı. Ve zaman zaman —kendi düşüncelerini
benimsemeye hazır olmasalar da— keçileri kaçırdığıma inandıklarını açıkça
seziyorum. Bu tepki; yakın arkadaşlarımın ve birlikte çalıştıklarımın bu
tepkisi, 8.000 ya da 10.000 yıldır, ataerkil düzenin yazgısına egemen
oluşundan ve yeni doğmuş çocukta doğal sevinin yokedilişinden beri insan soyunu
kasıp kavuranın aynısı. Bunun ayrıntısına girmek istemiyorum; yayınlarımda
hepsi var. Yayınlarımı tanıyanlar, ne demek istediğimi de biliyorlar.
Eğer
bütün şu «İstemiyorum», «Korkuyorum», «Gönlüm yok», «Gebertirim şunu»,
«Yamyassı ederim», «Yaşamasına ya da varolmasına izin vermem »ler olmasaydı,
bunların hepsi yapılarında, arzularında, olumlu, bilinçli isteklerinde
bulunmasaydı, yaşam enerjisinin çoktan bulgu- lanması gerekirdi. Hepsi dürüst
ve iyi. Hayır, yapılarında var bu. Dokularında, kanlarında var. Acunsal enerji
ya da yaşam enerjisiyle, ya da Tanrı adını verdikleri şeyle, ya da
benliklerinin derinliklerinde yatan sevi gereksinmesinin karşılanmasıyla ilgili
hiçbir şeye hoşgörüyle bakamazlar. Bakamazlar ve ondan korkarlar. Kişilik
yapılarından ötürü korkarlar. Dokuları, kanlan buna uzanamaz, tutup alamaz,
uzak durur, kaçar ondan, ve gönülsüz bakar.
Bütün
bunları çabalarını, onurlarını, sevgilerini, yaşamlarını gözden düşürmek için
söylemiyorum. Doğru olduğu, öteden beri üretken cinsel etkinliğin, yaşamın,
sevinin, Lawrence gibi insanların, Giordano Bruno gibi kişilerin dünya
görüşünün, ya da İsâ gibi büyük yaşamların bulgulanması için giriştiğim
çalışmalarla ilgili olarak yaptıkları her şeyde, en sıradan devinimde, her
sıradan sözcükte, ileri sürdükleri her görüşte, yazdıkları her sayfada ortaya
çıktığı için söylüyorum.
Bu,
insan soyunun acı, kimsesiz öyküsüdür. Kendimi bu bilmeceyi çözmek ya da bu
konuda herhangi bir şey yapmak zorunda duyumsamıyorum. Ben rastlantıyla yaşam
enerjisini bulguladım. Oranur deneyimine katlanmak zorunda kaldım. Bunun
hekimliğin, dirimbilimin, düşün- bilimin ve doğal bilimlerin geleceği için ne
demek olduğunu biliyorum. Bütünüyle bilincindeyim bunun. Ve bu bilinç
içersinde tam anlamıyla yalnızım, uzakta ya da yakında, konuşabileceğim,
duygularımı çekinmeden açabileceğim, dostça söyleşebileceğim tek bir can yok.
Bu kadar.
7 Kasım 2012 Çarşamba
Duygusal Zırhlanma / Morton Herskowitz
Başlangıçtaki
sorgulamamıza dönecek olursak: Hastalık, hastanın algıladığı belirli ya da yanındaki
kişilerin gözlemlediği davranış değildir. Bunlar altta yatan bir kişilik
bozukluğunun görülebilir etkileri, zırhlanmanın fiziksel sonucudur. Belirtiler
ve davranış çeşitli biçimlerde —kimyasal, fiziksel ruhbilimsel— değiştirilebilir
ama yaşamın kısıtlı olarak yaşanmasını belirleyen alttaki bozukluk devam eder.
Hissetme, düşünme, eyleme, ilişkilendirme üzerinde kısıtlamalar olacak ve bu kısıtlamalar
o yaşama niteliksel bir damga vuracaktır. Korkularımız karşısında kendimizi zırhla
kuşatırız ve çelik zırhlarımız yaşamlarımız üzerinde dar bir ceket haline
gelir.
Duygusal
işlevsizlik belirtilerin ve davranışsal sapmaların ötesine geçer; dünyamıza
tam anlamıyla tepki vermedeki sınırlamalarımızı kuşatır. Zırhlanmış insanlar
yaşamı metabolize etme kusuru nedeniyle sıkıntı çeker.
"Sessiz
çaresizliğimiz" içinde yaşadığımızdan çoğunlukla nasıl bağlı olduğumuzu
fark etmeyiz. Kendimizi yalnızca dar alanda düşünmekle kısıtladığımızı hiç akla
getirmeksizin konuşma özgürlüğü gösterisine katılırız. Varoluşun gizeminde yüzmekten
o kadar korkarız ki anksiyetemizi örgütlenmiş dinin hazır yanıtlarıyla yatıştırmada
acele eder ya da miras olarak aldığımız bilimsel formüllerle cesur bir gösteri
sergileriz. Kızdığımızda kavga etme korkumuzu ussallaştırırız. Sevecen duygular
yaşama tehlikesi baş gösterdiğinde sertleşiriz. Sevme tehdidi altında olduğumuzda
düzüşürüz.
Psikiyatrik
orgon sağaltımı tam anlamıyla bir tedavi değildir. Bir miktar fiziksel ve sıklıkla
da büyük miktarda duygusal rahatsızlık gerektiren zahmetli bir sağaltım
sistemidir. Pek çok hastanın yaşamında tatmin edici değişiklikler yaratmayı başarmıştır.
31 Temmuz 2012 Salı
Sorunlu Aile / A.S.Neill
-Cinsellik-
Yaşamdaki
en büyük günah, cinsel olanıdır. Yaşama karşı gösterilen bütün olumsuz
tutumların temeli bu günahtır, ayrıca, tekrar ediyorum, kendilerinde cinsellik
günahı bulunduğu duygusunu taşımayan çocuklar, ne dine başvururlar ne de
herhangi bir gizemciliğe. Burada cinsellik konusunda kuramsal sözler söylemek
istemiyorum: erken eğitim sayesinde coşkusal vebayı öldürüp öldürmeyeceğimizi
anlamaya çalışıyorum. O korkunç eski yöntemleri sergilemekle başlayacağım. Ben
altı yaşımdayken kız kardeşimle birbirimizin üreme organlarını keşfettik ve
doğal olarak onlarla oynadık. Annem bunu anladığında müthiş azarlandık, ben
saatlerce karanlık bir odaya kapatılarak, diz çöküp tanrının beni bağışlaması
için dua etmek durumunda bırakıldım. Bu erken şoku atlatmam onlarca yılımı aldı
hatta bazen acaba tümüyle atlattım mı diye soruyorum kendime. Milyonlarca kişi
benzer deneyimler yaşadılar, günümüzde milyonlarca kişi bu türden işlemlerle
karşılaşmaları nedeniyle doğal sevme yaşantılarını nefrete ve yıkıcılığa dönüştürmüş
durumdalar. Bugün milyonlarca insana üreme organlarına dokunmanın kötü ya da
günah ya da (kırsal yörelerde) ayıp olduğu söylenmekte. İşte bu yüzden Wilhelm
Reich adeleleri kasılmış ve ruhsal durumları saptırılmış insanların kendilerini
bir zırha bürüyerek yaşama tepki gösterdiklerini söylüyor. Herhangi bir
cinsel bastırmayla karşılaşmış her çocuğun karnı tahta gibidir. Duyguları
baskı altına alınmış bir çocuğun soluk almasını izleyin, sonra da bir kedi yavrusunun
ne kadar güzel soluk alıp verdiğine bakın. Hiçbir hayvanın karnı kaskatı
değildir, hiçbir hayvan cinsellik ya da tuvalet konusunda herhangi bir bilince
sahip değildir... yerleri kirletmemeleri için bilinçlendirdiğimiz köpek gibi
hayvanları saymazsak elbet.
Öyleyse
çocuklara nasıl davranacağız? Çocuk, daha ilk andan başlayarak kendi bedeninin
istediği her yanına dokunmakta özgür bırakılmalıdır ama gene de toplumun
duygusal vebası kin uyandırıcı gücünü gösterir. Ruh doktoru bir dostum, dört
yaşındaki oğluna şu sözleri söylemek durumunda kalmış: "Bob. yabancı
insanların yanında pipinle oynamamalısın, çünkü onlar bunun kötü olduğunu
sanıyorlar. Bunu yalnızca evde ve bahçede yapabilirsin." Bu dostumla
konuyu konuştuk; ikimiz de çocukları cinsellikten nefret eden yaşam-karşıtı
öğelerden korumanın olanaksız olduğu sonucuna vardık. Ana babaların yaşama
içtenlikle inanan kişiler olması halinde çocukların ana babanın verdiği
özgürlüğü kabullenmeleri ve dıştan gelen erdemlilik kurallarını benimsemeleri
içimizi biraz rahatlatıyor, ama gene de beş yaşında bir çocuğun mayosuz denize
giremeyeceğini öğrenmesi, cinselliğe çok küçük de olsa bir çeşit güvensizlik
oluşturması için yeterli.
Günümüzde
kendi kendine cinselliği doyurmaya yasak koymayan pek çok aile var. Bunlar,
kendini doyurmanın doğal olduğunu düşünüyor ve bu isteği bastırmanın
yaratacağı tehlikeleri biliyorlar. Harika. Çok güzel. Ama bir sonraki adım,
yani karşı cinsle cinsel deneyimler yaşamak söz konusu olduğunda bu aydınlanmış
ebeveynlerin bazıları direniyorlar. Küçük oğullarının diğer küçük erkek
çocuklarla cinsel oyunlar oynamasında sakınca görmüyorlar, ama bir kızla bir
erkek çocuk cinsel oyuna girişirse büyük bir tehlike karşısındaymış gibi kaskatı
kesiliyorlar. Eğer benim iyi ve iyi niyetli annem benden bir yaş küçük olan kız
kardeşimle cinsel oyunlar oynamamı görmezden gelseydi, cinselliğe
karşı-sağlıklı bir yaklaşım benimseyerek büyüme fırsatımız olacaktı. Erkekteki
cinsel güçsüzlük, kadındaki soğukluk, karşı cinsle ilişkiye yöneltilmiş ilk
engellemeden ne kadar sonra başlamıştır acaba? Eşcinsellik, aynı cinsle
oynaşmanın hoş görülmesinden ve karşı cinsle oynaşmanın engellenmesinden ne
kadar zaman sonra başladı acaba.
Belki
de İngiliz devlet okullarının yeğlenmesinin nedeni, karşı cinsle oynamayı
tümüyle yasaklaması ve aynı cinsle oynamaya izin vermesidir. Burada yazmaya ara
verdim ve Reich'a bu konudaki görüşünü sordum. Tıpkı pornografinin,
ahlâkçılığın süpabı olması gibi. eşcinsel oyunların da cinsel baskının süpabı
olduğunu söyledi. Yaşamın "günahı", müthiş haz veren orgazmla son
bulan heteroseksüel edimdir. Eşcinsel oyun, bu tehlikeyi, dolayısıyla da karma
eğitim korkusunu, kendini doyurmanın bir sonraki evresi olan eşcinselliği
kabullenme korkusunu ortadan kaldırır. Çocuklukta karşıcinsle cinsel oyun.
sağlıklı, dengeli bir yetişkin cinsel yaşamına giden en iyi yoldur.
Bazı
anne babalar, çocuklukta karşı cinsle cinsel oyunlar oynanmasını, delikanlılık
çağındaysa bunların dizginlenmesini olağan karşılar. Çocuklar cinsellik
konusunda ahlâk eğitimi almamışlarsa sağlıklı bir yetişkinlik çağına ulaşırlar;
ahlâkçıların kaygılandığı rastgele cinsel ilişkide bulunan gençler haline
gelmezler. On altı ve on yedi yaşlarında kızları olup da kızlarının
cinselliğini yasaklamayan altı anneye şu soruyu yönelttim: "Sizce kızınız
isterse cinsel ilişkide bulunmalı mı?" Sadece ikisi evet dedi.
Diğerlerinin öne sürdüğü neden ilginçti: "Daha küçük." "Hamile
kalır diye korkarım." "Kötü birini başına sarabilir."
Delikanlılık
ya da genç kızlık dönemi cinsel yaşamı günümüzde onaylanmıyor, biliyorum. Belki
de çoğu bedensel hastalıklara olduğu gibi kansere de cinsel baskının neden
olduğuna Reich beni inandırdığından yarının bedensel ve ruhsal sağlığına giden
yol bu çağlarda cinsel yaşamı yaşamaktır yolundaki görüşümü yazabileceğimi de
biliyorum. Yazabilirim, ama benim okulumda, genç öğrencilerimin birlikte yatıp
kalkmalarını onaylamam halinde, okulumun yetkililerin baskısıyla karşılaşma
tehlikesine düşeceğini de biliyorum, bu yüzden Fre- ud'çuluğun dilediğini söylemeyi,
ama dilediğini yapmamayı öğütlediğini yazarak kibarlık ettim. Ama okulum, insan
yaşamında çok küçük bir kalemdir, bense, gelecek günleri, toplumun, cinsel
baskının ne denli tehlikeli olduğunu anlayacağı dönemleri düşünüyorum. Reich'ın
dediğine göre toplum, ancak ve ancak, insanlık, yaşam-karşıtı baskının korkunç
bedelinin insan hastalıkları olduğunu öğrendiğinde, çaresizlik içinde,
kanserin, veremin ve yaşamı yok eden tüm diğer süreçlerin yarattığı yıkıcı
etkileri durdurmaya çabaladığında bunu daha iyi anlayacak. Reich, başkalarının
tahmin ettiğini, biyolojik olarak kanıtlıyor. Otuz yıl önce Homer Lane,
bedenden nefret etmeyi savunan ahlâkçıların hastalığın nedeni olduğunu
söylemişti. Groddeck de buna benzer bir şey söylemişti. Reich'ın önemi, bunu kanıtlayacak
konumda bulunmasından kaynaklanıyor. Ahlâkçı eğitim, düşünme sürecini dolaşık
hale getirmekle kalmıyor, yapısal olarak bedenin içine giriyor, bedeni sözcüğün
gerçek anlamında zırhla çeviriyor, onu kaskatı hale getiriyor, karnını
kasmasına neden oluyor. Reich'ın yeni biyofiziğini ve Orgone kuramını
yorumlamaya yeterli görmüyorum kendimi. Ancak şunu söyleyebilirim ki,
kitapları incelendiğinde, ruhçözümlemesi konusundaki yapıtları okumak
olanaksızlaşıyor. Bana göre onun kitapları çok önemli, çünkü insanlığın nasıl
kurtarılacağını bulma umuduyla yıllarca psikoloji eğitimi gördüm. Başarılı
olamadım. Reich'ı yeni bir kurtarıcı olarak gördüğümü söyleyecek değilim, ama
onda insanlığın sefaleti sorununa yeni bir yaklaşım, sinir hastası olmayacak
çocuklar yetiştirme amacıyla yürüttüğüm işimi sürdürmem için beni yüreklendiren
bir yaklaşım buluyorum. Bir kuşak hiçbir şeyi kanıtlamaz, biliyorum; her bir
Summerhill öğrencisinin sinir hastalığından uzak kalmasını beklemiyorum,
sonuçta bu toplumda kim kompleksiz olabilir? Yapay cinsellik tabularına bağlı
kalmama yönündeki bu başlangıç, gelecek kuşaklar için yaşamı seven bir dünya
oluşturacak diye umuyorum.
Cinsel
eğitime dönüyorum. Çocuğun sorularına anne baba doğru yanıtlar verir, ona
yasaklar koymazsa, cinsel eğitim, doğal çocukluk sürecinin bir parçası haline
gelir. Sözümona bilimsel yöntem kötüdür... Bu yöntemle kendisine cinsellik
"öğretilen" bir genç tanıyorum, polen sözcüğünü duyduğunda yüzünün
kızardığını söylüyordu. Cinsellik konusunda olguların bilinmesi önemli, ama
cinselliğin coşkusal içeriği daha da önemli. Doktorlar cinselliğin anatomisini
çok iyi bilirler, ama Okyanusya'dakilerden daha iyi sevişmezler; hatta belki de
bu konuda hiç iyi değildirler. Babasının, kendi organını annesininkinin içine koyduğu
bunu neden yaptığı yolundaki sözleri çocuğu ilgilendirmez. Cinsel oyunlar
oynamasına izin verilmiş bir çocuk neden diye sormaz. Cinsellik bilgilenmesinin
bir parçası olarak evde çıplak gezilmesinden yanayım, ama anladığım kadarıyla
çıplaklık kültü de yeni bir cinsel baskı biçimi olabilir. "Gördün mü işte.
Cinsellik önemli değil." Şimdi okulda ve evde yanlış cinsel eğitimin
sonuçlarına göz atalım.
Gece işemeleri.
Kuşkusuz çoğu olgu, cinsel baskıdan kaynaklanmıştır. Gündüz dokunulmaması
gereken cinsel organ gece kendi enerji boşaltımını gerçekleştirir. Gece
işemesi genellikle gençlik çağına dek sürer. Bir doyum biçimi yasaklandığında,
çocuk, daha erken bir doyum biçimine dönme eğilimi gösterir, kendini doyurmanın
bastırılmasının da çocuğu gece işemelerine, yani gelişmenin bebeksi evresine
döndürdüğü söylenebilir. Psikolojik tedavi uyguladığım yıllarda gece
işemelerine son vermek, en zor tedavilerden biriydi, hatta, iyileştirmeden çok
başarısızlığa uğradığımı bile söyleyebilirim. Çalma alışkanlığını gidermek
görece olarak kolaydır, ama gece işemesi kişiliğin derinlerine kök salmıştır.
Çok inatçıdır, ayrıca, hem ruhsal hem bedensel bir olgudur, deyiş yerindeyse
ilk kronik hastalıktır. İyileştirme Reich’ın Orgonterapi tekniğinde yatıyor
olabilir, ama bilmiyorum, ayrıca ben gece işemesinin durdurulmasından çok önlenmesi
çarelerini arıyorum. Bazı doktorlar, bu hastalığın genellikle asit oranı ya da idrar
torbası hastalığı gibi fiziksel nedenlerden kaynaklandığını öne sürüyorlar.
Bildiğim tek şey gece işemesinin devamlı olduğu bir olguyla karşılaşmadığımdır;
Bill, evde yatağını ıslatıyordu ama okulda değil ya da bunun tam tersi: Jane
eve tatile gitmezden bir hafta önce okulda yatağını ıslatmaya başlıyordu.
Cinsellik suçluluğu duymayan bir çocuğun işeme gibi bir sorunla
karşılaşmayacağından nerdeyse eminim.
Hırsızlık. Bu
genellikle sevgi yokluğunun belirtisidir, dolayısıyla ancak ve ancak kurbana
sevgi göstererek alt edilir. Bu nedenle genç bir hırsıza altı peni vererek onu
ödüllendiriyorum. Ödül çocuk için şu anlamı taşıyor: Seviliyorum,
onaylanıyorum. Er ya da geç hırsızlık kesiliyor, çünkü para ya da eşya
biçiminde simgesel olarak çalman sevgi, şimdi çocuğa öğretmen tarafından
serbestçe verilmektedir. Bu yalın bir olgu: çalma ana baba sevgisinin
yokluğundan ve aynı zamanda ana babanın cinsellik konusundaki
yasaklamalarından kaynaklandığında durum daha karmaşık oluyor. Yasaklanmış bir
şeye elde olmadan el atma şeklindeki kleptomani (çalma hastalığı) bu kategoriye
girer; burada çalınan nesne, kendini doyurmayı ya da mastürbasyonu
simgelemektedir. Anneyle baba yaptıkları hatayı anlarlar, ve çocuğa baskı
yapmakla hata ettiklerini açıkyüreklilikle söyleyip yeniden başlarlarsa bu
türden çalma alışkanlığının giderilmesi kolaylaşır. Tek başına öğretmen bunu
pek düzeltemez, okulla ailenin yakın işbirliği gereklidir, elbet burada
öğretmenin de bir ahlâkçıbaşı ve yaşam düşmanı olmadığı varsayılmaktadır. Bir
robotu hareket ettirecek en elverişli kişi onu başlangıçta yapan kişidir.
Burada iyileştirme yöntemleri beni kaygılandırmıyor; yapmak istediğim tek şey
hırsızlık yapan çocukların anne babaların önce kendilerini incelemeleri, hangi
davranışlarının çocuklarını dürüstlükten uzaklaştırdığını anlamaları konusunda
ikna etmek. Suçu kötü arkadaşlara, gangster filmlerine, baba orduda
savaştığından baba denetimi yokluğuna yüklemek, yanlış kapıyı çalmak olur.
Bütün bunlar yanlış bir yöntemin belirlenmesine yardımcı olur kuşkusuz;
cinsellik konusunda doğal haline bırakılarak yetiştirilmiş bir çocukta bütün
bunların hiçbir etkisi yoktur. En önemli neden belki de yaşamın ilk
haftalarında, ellerin hırsla üreme organlarından çekilmesinde yatmaktadır.
Yıkıcılık. Bu.
nefretin harekete geçmesi, simgesel cinayet anlamına gelir. Bu yalnızca
çocuklara özgü değildir; savaş sırasında evleri ordu tarafından kuşatılan
aileler, askerlerin çocuklardan çok daha yıkıcı olduklarını gördüler, elbet
onların işi yıkıcılık. Yaratma, yaşam, yıkma, ölüm demektir. Dolayısıyla yıkıcı
çocuk yaşama karşıdır. Her şeyin çok yalın olduğuna dikkat çekmek istiyorum,
çocuktaki her bozukluğun saptırılmış cinsellikten "başka bir şey"
olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Yıkıcılığı oluşturan öğeler pek çoktur....
bazen yıkıcı kişiden daha çok sevilen bir kardeşi kıskanmak söz konusudur:
bazen sınırlayıcı yetkeye karşı isyanı dile getirir; bazen de "acaba
içinde ne var?" merakından başka bir şey değildir. Asıl etmen yıkıcılık
olgusu değil, içerdeki bastırılmış nefrettir, bu öyle bir nefrettir ki,
koşullar elverdiğinde sadist bir Gestapo yaratacaktır. Bu içinde, ana okulundan
darağacına dek uzanan bir yelpazede nefretin yeşerdiği dünyanın hastalığıyla
uğraşması açısından yaşamsal önem taşıyan bir sorundur. Sevgi vardır elbet, hem
de çok sevgi vardır, eğer o olmasaydı, yaşam karşısında çok umarsız kalacaktık.
Sevgi, her anne babanın ve her eğiticinin keşfetmeyi, beslemeyi ve vermeyi
amaçlaması gereken şeydir.
Genç
hırsız sevgiden yola çıkmıştır, sevmek isteyen, çocuklarının sevmesini isteyen
anne babaların bastırdığı yaşam sevgisi onu yönlendirmiştir. Çalışmaktan canı
çıkan, sakin bir baba oğlunun beslediği sevgiyi yaşamdaki vaizlerin ve sevinç
katillerinin nefrete dönüştürmesine neden izin verdiği yaşamın en büyük
gizemlerinden biridir. Din yavaş yavaş ölmekte: Sinema izleyicilerinin yüzde
iki ya da üçünün kiliseye gittiği söyleniyor. İyi güzel, ama gene de sinemaya
gidenler dinin aşıladığı cinsellikten nefret etme özelliklerini koruyorlar,
üstelik tanrıtanımazlar da dindarlar kadar kolaylıkla problem-çocuklar
yetiştiriyorlar.
Ceza
yasamız, sorunlu ailelerimiz ve disiplinli okullarımız var oldukça yıkıcı çocuk
yetiştirmeyi sürdüreceğiz. Bir baba, cinsellik ve sevgi yasaklaması konusunda
kendi adına hiçbir şey yapmamayı seçerek küçük oğlunun sorunlu bir çocuk
olmasına yol açabilir.
10 Ocak 2012 Salı
Wilhelm Reich / Cinsel Devrim

Kişilik çözümlemesi
yoluyla iyileştirme, bireylerin zırha takılıp kalan bitkisel enerjilerini
özgürlüğe kavuşturur. Bu zırhlanmanın en dolaysız sonucu, topluma aykırı ve
sapık içtepilerin yoğunlaşması, toplumsal bunalım ve ahlâki baskıdır. Aynı
anda çocukluktan kalma baba ocağına bağlanıp kalmalar, küçük yaştaki
örselenmeler ve cinsel yaşamı engelleyen yasaklar ortadan kaldırılabilirse,
gittikçe artan oranda enerji cinsel dizgeye döner. Böylece, doğal cinsel
gereksinimler yeniden canlanır ya da ilk kez uyanır. Ayrıca, hastanın tam bir
bedensel doyuma erebilmesi için cinsel bilinçaltına itişlerle cinsel bunalım
yok edilirse, hasta kendine uygun bir cinsel eşe rastlayacak kadar talihliyse,
genel tutumunda insanı şaşırtacak kadar geniş bir değişiklik olur. Şimdi bu
değişikliğin en önemli görünüşlerini inceleyelim.
Sağaltımdan
(tedaviden) önce düşünce ve eylemin bütünü bilinçdışı, akıldışı dürtülere
bağlıyken, hasta gittikçe akılcı eylemde bulunabilme yeteneğine kavuşur. Bu süreç
içersinde, gizemcilik, dincilik, çocukça bağlanma, boş şeylere inanma
eğilimleri yavaş yavaş yok olur, üstelik de hastaya herhangi bir «eğitim»
verilmeden. Eskiden kalın bir zırh içersindeyken, kendisiyle ve çevresiyle
ilinti kuramazken, yalnızca doğal olmayan sözümona ilintiler kurabilirken,
gerek güdüleriyle, gerek çevresiyle doğal ve dolaysız ilintiler kurabilme
elverişliliği gittikçe artar. Bunun sonucu, şundan bundan ödünç alınmış,
düzmece davranışların yerine, gözle görülür biçimde, doğal, kendiliğinden davranışların
geçmesidir.
Hastaların çoğunun
ikili bir yapıya sahip olduğu söylenebilir; dışardan bakıldıklarında, düzmece
ve garip gözükürler; oysa, bu hastalıklı dış görünüşün ardında, sağlıklı bir
şey vardır. Bugünkü durumda bireyleri birbirlerinden ayıran, bireysel sinir
üstyapılarıdır. İyileştirme süreci boyunca, bireysel ayrılık hissedilir
derecede azalır, yerini davranışın yalınlaşmasına, bırakır; bu yalınlaşmanın sonucunda,
iyileşme yolundaki hastalar bireysel özelliklerini yitirmeksizin, kalın çizgilerde
birbirlerine daha benzer olurlar.
Böylece, her hasta
birey, çalışmaya uyamayışını kendine özgü bir biçimde gizler; çalışmasını
engelleyen bozukluk yok olur da yetilerine güvenini yeniden kazanırsa, aşağılık
duygusunu ödünlemesine yardım eden kişilik çizgileri de silinir gider;
ödünlemeler son derece bireysel şeyler oldukları halde, herhangi bir işi
gerçekleştirmekteki kolaylığa dayanan kendine güven duygusu herkeste
temelinden benzerdir.
…
Bedensel boşalma güçleri bozulmuş kişilerin, yani insanların
çoğunun tutumuysa bambaşkadır: cinsel edimden çok daha az zevk aldıklarından,
kısa ya da uzun süre cinsel eşsiz yaşayabilirler; ayrıca, sevişme onlar için
büyük bir anlam taşımadığından, pek titiz de değildirler. Cinsel ilişkilerinin
kayıtsızlığı işte bu bozukluğun sonucudur. Cinsel yanları bozuk bu bireyler
ömür boyu tekeşli yaşamaya daha yatkındırlar. Oysa bağlılıkları cinsel doyuma
değil, ahlâki baskıyla cinsel arzularını bilinçaltına itme dizgesine dayanır.
İyileşmekte olan hasta kendine uygun bir cinsel eş buldu
mu, sinir hastalığı belirtileri yok olduğu gibi, çoğu kez şaşkınlıkla, yaşamını
düzene koyabildiğini, çatışkılarını o güne dek tanımadığı bir kolaylıkla,
hastalıklı olmayan yollardan çözebildiğini görür. Bütün bunları yaparken, en
doğal biçimde zevk ilkesini izler. Ruhsal yapısında, düşünce ve duygularında
dile gelen tutum yalınlaşması, yaşayışındaki bir sürü çatışmayı ortadan
kaldırır; aynı zamanda, bugünkü ahlâkî düzene karşı eleştirici bir tutum
takınır.
Şurası açık ki, ahlâkî düzenleme ilkesi cinsel düzensizlik
yoluyla kendi yaşamını düzene koyma ilkesiyle çelişir.
Cinsel yönden hasta toplumumuz cinsel sağlığın düzeltilmesi
girişimine katkıda bulunmaya yanaşmadığından, bedensel boşalma gücünün yeniden
kazandırılması çalışmaları bin türlü aşılmaz engelle karşılaşır: ilk engel,
hastanın, iyileşmeye yüz tuttuğu zaman rastlayabileceği cinsel yönden sağlıklı
kişilerin sayısının sınırlı oluşudur; ardından da, zorlayıcı cinsel ahlâkın
getirdiği türlü sınırlandırmalar gelir. Cinsel yönden sağlığa kavuşan kişi,
sağlıklı ve doğal cinsel yaşamının gelişmesini önleyen bütün şu toplumsal kurum
ve durumlar karşısında, bilinçsiz ikiyüzlülüğü bir yana bırakıp bilinçle
ikiyüzlü olmak zorunda kalacaktır. Kimileriyse, yakın çevrelerini, şimdiki
toplumsal düzenin sınırlayıcı etkisini önemsiz kılacak biçimde değiştirebilme
yeteneklerini geliştirirler.
…
Ruhçözümlemesinin
yanlış değerlendirdiği, kafa eğitimi konusunda ruhçözümcülerin kuramıyla
çelişen olguları özetleyelim:
·
Bilinçaltının
kendisi de, hem nicelik, hem nitelik açısından, toplum tarafından belirlenir.
·
Çocuksu
ve topluma aykırı içtepilerin bırakılması, her şeyden önce, doğaya uygun
bedensel cinsel gereksinimlerin doyurulmasına bağlıdır.
·
Ruhsal
aygıtın köklü zihinsel gerçekleştirilmesi demek olan yüceltme (sublimation)
ancak cinsel arzular bilinçaltına itilmezse başarılabilir; bu yüceltme, ergin
insanda, cinsel içtepilere değil, yalnız üretkenlik öncesi cinsel itkilere
uygulanabilir.
·
Cinsel
tutumbilimin sinir hastalıklarının önlenmesinde ve bireyin yeniden toplumsal
etkinliğe uyabilecek duruma getirilmesinde temel etken saydığı cinsel doyum,
bugünkü yasalarla ve bütün ataerkil dinlerle her yönden çelişir.
·
Ruhçözümlemesinin
hem bir iyileştirme yolu, hem de toplumsal bilim olarak önerdiği cinsel arzunun
bilinçaltına itilmesinin ortadan kaldırılması, bu itilmeye dayanan
toplumumuzun bütün eğitsel öğelerine aykırıdır.
Ruhçözümlemesi,
ataerkil kafa eğitimine bağlılığını ancak kendi zararına sürdürebilmektedir.
Ruhçözümcülerin ataerkil kültürden gelen kavramlarıyla bu kültürü aşındıran
bilimsel sonuçlar arasındaki çatışma, ataerkil dünya görüşünün yararına
çözülmüştür. Ruhçözümlemesi kendi buluşlarının sonuçlarını kabul etme
yürekliliğini göstermeyince, bilimin sözümona siyaset-dışı ("kılgısal
olmayan") karakterine sığınır; oysa, gerçekte, ruhçözümcü kuram ve
uygulamanın her aşaması birtakım siyasal ("kılgısal") sonuçları
sorun konusu eder.
Bilinçaltı içerikleri yönünden din adamlarının, faşistlerin
ve gericilerin kuramları incelendiğinde, başlıca özelliklerinin savunma tepkisi
olduğu görülür. Bütün bu öğretiler her insanın kendinde taşıdığı bilinçsiz
cehennem karşısında duyulan korku tarafından belirlenmiştir
Kimileri cinsel tutumbilime uygun yaşamın aileyi yıkacağını
ileri sürüyorlar; sağlıklı bir sevisel yaşamın doğuracağı "cinsel
uçurum" konusunda gevezelik ediyor, öğretim üyesi ya da başarılı bir yazar
oluşlarından yararlanarak halk yığınlarını etkiliyor böyleleri. Oysa neden söz
ettiğimizi bilmek zorundayız: her şeyden önce, kadınlarla çocukların gerek
iktisadi, gerekse ahlaki köleliğine son vermek istiyoruz; bu iş yapılmadıkça,
koca karısını, kadın kocasını, çocuklar da ana-babalarını sevmeyeceklerdir.
Dolayısıyla bizim yıkmak istediğimiz şey "sevgi dış görünüşü"nü alsa
da, ailenin yarattığı nefrettir. Aile sevgisi söylendiği gibi insanın en
büyük ayrıcalığıysa, bunu kanıtlaması gerekir. Eve zincirle bağlanmış bir
köpek kaçmazsa, hiç kimse kalkıp da onu sahibine bağlı bir yoldaş sayamaz. Aklı
başında hiç kimse, bir erkek elleri ayakları bağlı bir kadınla otururken
sevgiden söz edemez. Azıcık dürüst bir erkek kendisine sağladığı bakımla ya da
toplumsal gücüyle satın aldığı kadın sevgisiyle övünemez. İnsanlık onuru
taşıyan hiçbir erkek özgürlük içinde verilmeyen sevgiyi kabul etmez. Eşlik
görevinde ve aile yetkesinde kendini belli eden zorlayıcı ahlak anlayışı,
korkak ve güçsüz kişilerin ahlakıdır; bunlar doğal sevgi yetenekleriyle
yaşamayı göze alamadıkları şeyleri, boşu boşuna, polisin ve evlilik yasalarının
yardımıyla elde etmeye çalışırlar.
….
Resmî cinselbilimin
ahlâka aralık bıraktığı başka bir kapı da, cinsel ilişkilerin «tinselleştirilmesi»
yolundaki önerisidir. İşe, duyusal hazlara düşkünlük yargılanarak başlanmıştır;
ama bir de bakılmıştır ki bu, türlü hastalıklı biçimlerde, insanı çileden
çıkarırcasına, yeniden boy gösteriyor. Ee, peki «ahlâkî» yani çileci ve iffetli
yaşama biçimine eskisinden daha fazla düşman hale gelen bu güçleri ne yapmalı
acaba? Yapılacak şey, «cinsel yaşamı çok üst bir tinsel düzeye çıkarmak»tır.
Cinsel yaşam düzeltimcileri arasında pek yaygın olan bu savsöz, içinde
kullanıldığı formüllerin belirsizliğine karşın, son derece somut bir şeyi
anlatır: cinsel etkinliğin bastırılıp bilinçaltına itilişinin hortlayışı.
….
Helene Stöcker'in tinsel önderliğini yaptığı Deutscher Bund. für Mutterschutz und
Sexualreform (Alman Analığı ve Cinsel Düzeltimi Koruma Derneği),
1922'de hazırlanıp oylanan «Programını yayımladı. Önce,
cinsel tutumbilim açısından geçerli ilkelere dayanan bu «Program»ı aktaralım.
ALMAN ANALIĞI VE
CİNSEL DÜZELTİMİ KORUMA DERNEĞİ'NİN PROGRAMI
Hareketin yapısı ve
ereği
«Bu hareket, insan
yaşamının yüce değerine inanan, onu destekleyen, iyimser bir dünya görüşüne
dayalıdır.
«Hareketimiz, bu
ilkelerden yola çıkarak, erkeklerle kadınların, ana-babalarla çocukların,
kısacası insanların ortak yaşamını elden geldiğince zengin ve verimli kılmak
istemektedir.
«Dolayısıyla
görevimiz gittikçe artan sayıda bireye, fahişeliği, cinsel hastalıkları, cinsel
ikiyüzlülüğü ve zorlama perhizi hoş gören ve geliştiren toplumsal koşullarla
ahlâk anlayışlarının tiksinçliğini göstermektir.
«Bugünkü ahlâki
değerlerin karışıklığı, doğurdukları toplumsal kusur ve acılar, tez elden bu
soruna çare aranmasını gerektirmektedir. Buysa, hastalık belirtilerinin kaldırılıp
atılmasıyla değil, ancak kökteki nedenlerin yok edilmesiyle gerçekleşebilir.
«Ama hareketimizin
tek amacı hastalıkların yok edilmesi değildir; aynı zamanda, kişinin toplumsal
yaşamının sevinçle dolmasına olumlu biçimde katkıda bulunmak istiyoruz.
Dolayısıyla, ereğimiz:
1) Annenin sağlığını
güvenlik altına alarak, yaşamı daha kaynağında korumak;
2) Cinsel yaşamı
yalnızca döl vermenin hizmetinde bırakmamak, bir cinsel düzeltim
gerçekleştirerek bireyin gelişmesinde, yaşama sevincinin sağlanmasında
kullanmaktır.
Ahlâk anlayışının
genel ilkesi
«İnsan ilişkilerinin,
özellikle de cinsel ilişkilerin esenliğe kavuşturulmasının birinci koşulu,
zorunlu isteklerini uyduruk doğaüstü buyruklara, dindışı keyfî çekidüzen vermelere
ya da düpedüz geleneğe dayandıran ahlâk anlayışlarının etki dışı
bırakılmasıdır. Ahlâk da bilimin en son buluşlarına dayanmalıdır. Tam bir
sorumsuzlukla, eskiden bir anlam taşıyan ve bazı sınıfların çıkarına çalışan bir
temel ahlâk kuralını sonsuza dek saklayamayız. Bizim için «ahlâk»ın denektaşı,
gerek bireysel, gerekse toplumsal açıdan, insanı daha zengin ve uyumlu bir
yaşama kavuşturup kavuşturamayacağıdır.
«Bundan ötürü,
beden-ruh karşıtlığını kabul etmiyoruz; cinslerin doğal olarak birbirini
çekişine 'günah' damgası vurulmasını, 'duyusal haz düşkünlüğü'nün aşağılık ya
da hayvanca bir şey sayılmasını, ahlâklılığın temel ilkesinin 'beli sıkılık'
olmasını istemiyoruz! Bizim için insanoğlu parçalanmaz bir varlıktır, bedensel
gereksinimleri de, ruhsal gereksinimleri de aynı özen ve sağlığı bekler.
«Ahlâkî ilkeler,
ancak dingin, yani bireylere eşit haklar tanıyan, yeteneklerini
geliştirebilmeleri için en iyi koşulları sağlayan bir toplumsal yaşamın türlü
durumlarından doğal olarak çıktıkları zaman bu adı taşımaya değerler. Bizim
için, belirli koşullar altında, bireyin kişiliğini geliştirmesine ve daha iyi
toplumsal yaşama biçimlerinin gelişine katkıda bulunan ilke 'ahlâkî'dir.
Cinsel ahlâk
«Şimdiki ahlâk
düşüncelerimiz ve toplumsal dizgemiz cinsel ikiyüzlülüğü, dokusal hastalıkları
ve daha başka dertleri beslemektedir. Dolayısıyla amacımız, gittikçe genişleyen
çevrelere, bu durumun ne denli dayanılmaz olduğunu ve bu düşüncelerdeki
karışıklığı göstermek; ve bu düşüncelerle durumlara var gücümüzle savaş
açmaktır. Erdem'in 'cinsel perhizle bir tutulmasını da, biri erkeğe, öbürü
kadına uygulanan iki ayrı ahlâkın bulunmasını da istemiyoruz. Cinsel ilişki, bu
haliyle, ne ahlâklı, ne de ahlâksızdır.
Doğal bir
gereksinimden doğan bu ilişki, dış durum ve koşulların araya girmesiyle ve
bireylerin takındıkları tutumla ahlâklı ya da ahlâksız olur. Cinsel etkinliğin
imlemi aslında başlıca sonucu olan döl vermede tükenmez.
«Tam tersine, bireyin
gereksinimlerine karşılık veren cinsel etkinlik gerek iç, gerekse dış yaşamda
kurulacak uyumun temel koşuludur. Yapısı gereği, başka birini kendine
çekebilme olanağını gerektirir. Bu koşullarda, sevisel yaşam birtakım can alıcı
deneylere girişebilme olanağı yönünden zenginleşir, insanın yaşamı anlama ve
başkalarını tanıma yeteneğini derinleştirip inceltme yolunu açar, kişiyi
analık ve babalık'la, gerçek yaratıcılığa götürür.»
13 Mart 2011 Pazar
Bedensel Boşalmanın İşlevi / Wilhelm Reich
Freud'un öyle davranmasının gerekçelerini anlasam da, iki önemli olgu onun izinden gitmeme engel oluyordu. Bunlardan birincisi, toplumsal düzenin yeryüzünde mutluluğun yaşanmasına izin verecek biçimde yeniden kurulmasını dileyen okutulmamış, horlanmış, ruhsal açıdan yıkık insan sayısının gittikçe artmasıydı. Bu durumu görmezlikten gelmek ya da ciddiye almamak, devekuşunun gülünç siyasetini uygulamak demekti. Halk yığınlarının uyanışını yadsıyamayacak ya da bir toplumsal güç olarak küçümseyemeyecek kadar yakından tanıyorum. Freud'un gerekçeleri ne denli haklıysa, uyanmakta olan halk yığınlarınınkiler de o denli haklıydı. Bu gerekçeleri görmezlikten gelmek, ister istemez dünyanın iliğini kemiğini sömüren asalakların yanında yer almak olurdu.
Öbür olgu, insanları iki ayrı biçimde görmeye alışmış bulunmamdı. İnsanlar çoğunlukla çürümüş, kendi başına düşünemeyen, dalavereci, kafası anlamsız savsözlerle (sloganlarla) dolu, dönek ya da bomboş varlıklardı. Ama bu doğal değildi. Sonradan, yaşamın dış koşullan onları bu hale getirmişti, ilke olarak, onları başka bir kılığa sokmak elinizdeydi: dürüst, doğru, sevebilen, toplum sever, yardımsever, bunları hiçbir dış zorlama olmaksızın, kendiliklerinden yapabilen kişiler olabilirlerdi. Gün geçtikçe, «kötü» ya da «topluma aykırı» diye nitelenen davranışların aslında hastalıklı olduklarını fark etmeye başladım. Örneğin, çocuk doğaya uygun biçimde oyun oynar. Ama çevresi onu engeller. Çocuk ilkin oynama hakkını savunur, sonra baskılara boyun eğer, zevk alma yeteneğini yitirir, ama hastalıklı, ereksiz, akıldışı öç alma duyguları biçiminde zevkinin engellenmesiyle savaşmaya devam eder; Beri yandan, insanoğlunun genel tutumu yaşamın toplumsal içerisinde olumlanmasının ya da yadsınmasının dışa yansımasından başka bir şey değildir, insanın zevk alma eğilimi ile toplumsal tarafından bu zevkten yoksun bırakılması arasındaki çatışkı günün birinde çözüme bağlanabilir mi acaba? Ruh çözümsel araştırma yolda atılmış ilk adımdı. Ancak bu başlangıç verdiği umutları pek doğrulayamadı. Ruh çözümlemesi önce bir soyutlama, sonra bir sürü çözülmez çelişki taşıyan tutucu bir «ekinsel uyum» olup çıktı.
Sonuç çürütülmez nitelikteydi: yeryüzünden yaşama ve zevk alma arzusunu kimsecikler kovamazdı. Ama cinsel yaşamın toplumsal düzeni değiştirilebilirdi.
İktisadi ataerkil düzenin başından beri, çocuklarla gençlerin cinsel etkinlikleri doğrudan doğruya iğdiş etme ya da herhangi bir yöntemle cinsel açıdan sakatlama aracılığıyla baltalana gelmiştir. Sonradan, insanların zihnine aşılmaz bir cinsel kaygı ve suçluluk duygusu ekmek biçiminde dile gelen ruhsal iğdiş etme en gözde yöntem olmuştur. İğdiş etmenin aygırlarla boğaları yük hayvanı haline getirmeye yarayışı gibi, cinsel arzuların bastırılması da insanların kolayca kuzulaştırılmalarına yaramaktadır. Ama hiç kimse çıkıp bu ruhsal iğdiş etme'nin yıkıcı sonuçlarını düşünmemiştir ve toplumun bu yıkıcı etkilere nasıl karşı duracağını kimsecikler söyleyemez. Ben sorunu Cinsel Olgunluk, Cinsel Arzuları Bastırma, Evlilik Ahlakı adlı yazımda ele aldıktan sonra, Freud cinsel arzuların bilinçaltına itilmesiyle yetkeye boyun eğme arasındaki bağı kabul etti:
O zaman, ezilenlerin başkaldırması korkusu, daha sert yönetmeliklerin çıkarılmasına neden olur. Bunun en sivri örneğini bizim Batı Avrupa uygarlığı vermiştir. Ruhbilimsel açıdan, çocuklarda cinsel yaşamın bütün belirtilerinin sıkı bir denetime sokulmasıyla kendini doğrular. Çünkü daha çocukken gerekli zemin hazırlanmazsa, yetişkinlerin cinsel arzularına gem vurma olasılığı kalmaz. Ancak, uygar toplumun çocukların cinsel yaşamlarının bütün belirtilerini yadsıyarak düştüğü aşırılıkların doğrulaması yoktur.
Demek ki bilinçsiz de olsa, eğitimin gerçek ereği cinsel etkinliği yadsıyan bir kişilik yapısı geliştirmekti. Dolayısıyla, kişilik yapısı sorun konusu edilmeden ruhçözümcü eğitbilim tartışılamazdı. Kişilik yapısı da, eğitimin ereği belirlenmeden irdelenemezdi. Eğitim, belli bir çağın toplumsal düzeninin amaçlarına hizmet eder. Toplumsal düzen çocuğun çıkarına karşıtsa, eğitimin çocuğu erişilmez bir yere koyması, benimsediği ereği, «çocuğun rahatlığını sağlama»yı açıkça bir yana itmesi, ya da bu amacı savunuyormuş gibi gözükmesi gerekir. Bu eğitim çocuğun kişiliğini boğan saplantılı aile ile ana-baba-çocuk arasındaki derin doğal sevgi ilişkisine dayalı, saplantılı ailedeki ilişkiler tarafından sürekli olarak yıkılan aileyi birbirinden ayırmaz. Ayrıca eğitim, yüzyılın başlarında gerek insanın cinsel yaşamında, gerek aile yaşamında oluşan dev boyutlu devrimi hesaba katmamıştır. Beylik «düşünce» ve «düzeltimleri» ile, ortaya çıkan gerçek değişimlerin çok çok gerisinde kalmıştır — hâlâ da öyledir. Sözün kısası eğitim tanımadığı, tanımaya cesaret edemediği kendi akıldışı gerekçeleri tarafından yutulmuş durumdaydı.
O zaman, ezilenlerin başkaldırması korkusu, daha sert yönetmeliklerin çıkarılmasına neden olur. Bunun en sivri örneğini bizim Batı Avrupa uygarlığı vermiştir. Ruhbilimsel açıdan, çocuklarda cinsel yaşamın bütün belirtilerinin sıkı bir denetime sokulmasıyla kendini doğrular. Çünkü daha çocukken gerekli zemin hazırlanmazsa, yetişkinlerin cinsel arzularına gem vurma olasılığı kalmaz. Ancak, uygar toplumun çocukların cinsel yaşamlarının bütün belirtilerini yadsıyarak düştüğü aşırılıkların doğrulaması yoktur.
Demek ki bilinçsiz de olsa, eğitimin gerçek ereği cinsel etkinliği yadsıyan bir kişilik yapısı geliştirmekti. Dolayısıyla, kişilik yapısı sorun konusu edilmeden ruhçözümcü eğitbilim tartışılamazdı. Kişilik yapısı da, eğitimin ereği belirlenmeden irdelenemezdi. Eğitim, belli bir çağın toplumsal düzeninin amaçlarına hizmet eder. Toplumsal düzen çocuğun çıkarına karşıtsa, eğitimin çocuğu erişilmez bir yere koyması, benimsediği ereği, «çocuğun rahatlığını sağlama»yı açıkça bir yana itmesi, ya da bu amacı savunuyormuş gibi gözükmesi gerekir. Bu eğitim çocuğun kişiliğini boğan saplantılı aile ile ana-baba-çocuk arasındaki derin doğal sevgi ilişkisine dayalı, saplantılı ailedeki ilişkiler tarafından sürekli olarak yıkılan aileyi birbirinden ayırmaz. Ayrıca eğitim, yüzyılın başlarında gerek insanın cinsel yaşamında, gerek aile yaşamında oluşan dev boyutlu devrimi hesaba katmamıştır. Beylik «düşünce» ve «düzeltimleri» ile, ortaya çıkan gerçek değişimlerin çok çok gerisinde kalmıştır — hâlâ da öyledir. Sözün kısası eğitim tanımadığı, tanımaya cesaret edemediği kendi akıldışı gerekçeleri tarafından yutulmuş durumdaydı.
Görsel: Luis Gabriel Pacheco
1 Mart 2011 Salı
Bedensel Boşalmanın İşlevi / Wilhelm Reich
Sinir hastalığı salgını, yaşamın şu üç önemli evresinde filizlenip gelişir ana-baba ocağının sinirceli havasından ötürü, çocukluğun en erken çağlarında; erginlik çağında; son olarak da salt ahlaksal ölçülere dayalı zorlayıcı evlilik'te.
İlk evrede, çok sıkı ve erken başlamış bir temizlik eğitimi, «iyi çocuk» olma, kesinlikle kendine egemen gözükme ve akıllı uslu davranma zorunluluğu bir sonraki evrede yasaklamaların en sertine, kendi kendini okşamanın yasaklanmasına zemin hazırlar. Çocukluk çağındaki gelişmeyi daha başka sınırlandırmalar da etkileyebilir, ama bu saydıklarım çok belirgindir. Çocuğun cinsel etkinliğinin baskı altına alınması baba ocağına ve onun «aile» denen havasına bağlanıp kalmanın temelini atar. Günümüz bireylerinde görülen düşünce ve eylem bağımsızlığı yokluğunun kökeni de işte bu yasaklamalardadır. Ruhsal açıdan hareketlilik ve güçlülük cinsel yönden hareketlilikle atbaşı gider, onsuz var olamaz. Aynı biçimde, ruhsal devingenliğin bastırılmış ve beceriksiz oluşu da ilkin cinsel arzulara ket vurulmasına bağlıdır.
Erginlik çağında, ruhsal yoksullaşmaya ve kişilik zırhının oluşmasına yol açan aynı zararlı eğitim ilkesi sürüp gider. Söz konusu ilkenin uygulanması daha önceden yürürlüğe konmuş bulunan çocukluk güdülerinin baskı altına alınması gibi çok sağlam bir temel üzerinde yapılır. Erginlik çağında çocuğun karşısına çıkan sorunun temeli dirimsel (biyolojik) değil, toplumsaldır. Ruh çözümlemesi biliminin sandığı gibi, ana-baba-çocuk arasındaki çatışkıdan da doğmaz. Çünkü sahici bir cinsel ve uğraşsal yaşamda kendi yollarını bulabilen gençler analarına babalarına saplanıp kalmaktan kurtulmaktadırlar. Cinsel baskı altında ezilen öbür çocuklarsa, çocukluğun ilk yıllarındaki duruma doğru hızla itilirler. Bundan ötürü sinir ve ruh hastalıklarının büyük bir bölümü erginlik çağında gelişir. Brasch'ın, cinsel etkinliğin başladığı yaşla evliliklerin süresi arasındaki ilintiyi gösteren sayılamaları, cinsel perhiz istekleriyle evlilik gerekleri arasındaki sıkı bağı doğrulamaktadır: bir delikanlı doyurucu cinsel ilişkiye ne denli erken başlarsa, ahlakın ömür boyu tek bir eşle yetinme katı kuralına o denli az ayak uydurabilmektedir. Bu buluşun doğuracağı tepki ne olursa olsun, olgu yadsınamaz. Çocuklardan cinsel arzularına gem vurarak yaşamalarını istemenin ereği, genci kuzu gibi uslu, evlenmeye hazır bir birey haline getirmektir. Cinsel perhiz bu ereği gerçekleştirir. Ama gerçekleştirirken cinsel güçsüzlüğe yol açar, buysa kişinin birliğini bozar, evlilik sorununu içinden çıkılmaz hale getirir.
Bir gence yasal olarak, örneğin on altıncı yaş günü arifesinde evlenme hakkını tanırken (bu, o yaşta cinsel ilişki kurmanın sağlığa zararlı olmadığını gösterir), koşullardan ötürü otuz yaşına dek evlenemediğine göre, «evlenmezden önce sıkı bir cinsel perhiz»de yaşamasını istemek ikiyüzlülüğün ta kendisidir. İkinci durumda, «erken yaşta cinsel ilişki kurmanın sağlığa zararlı ve ahlaka aykırı olduğu» yargısına varılır. Düşünmeyi bilen hiçbir kafa böyle bir akıl yürütmeyi de, onun doğuracağı sinir hastalıklarıyla cinsel sapıklıkları da kabul edemez. Kendi kendini doyurmaya verilen cezaları hafifletmek çok kolay bir kurnazlıktır. Asıl sorun, oluşum halindeki gençlerin ruhsal gereksinimlerinin doyurulmasıdır. Erginlik çağı, cinsel erginliğe, olgunluğa giriş demektir, başka bir şey değil. Güzel duyucuların «ekinsel erginlik» adını verdikleri şey, hadi ölçülü konuşalım, hoş laftan öte bir şey değildir. Yeni yetişen gençlerin cinsel mutluluğu, sinir hastalıklarını önlemenin ana sorunudur.
Gençliğin işlevi, her çağda, uygarlığın bir sonraki adımını temsil etmektir. Analar babalar, her çağda, gençliği kendi eğitsel düzeylerinde tutmaya çalışırlar. Burada ana-babaların gerekçeleri akıldışıdır: bir zamanlar kendileri de analarının babalarının sözünü dinlemişlerdir; oysa gençler onlara gerçekleştiremedikleri şeyleri anımsattıkları zaman sinirlenirler. Demek ki gencin baba ocağına başkaldırması erginlik çağının sinirce belirtisi değildir. Tam tersine, erginin ilerde yerine getireceği toplumsal işleve hazırlanmasıdır. Gençlik, kendi ilerleme yeteneği için kavga vermelidir. Her yeni kuşağın yükleneceği ekinsel görevler ne olursa olsun, daha yaşlı kuşağın gençliğin cinsel etkinliği ve kafa yapısı karşısında duyduğu korkuda baskı altına alıcı etken vardır.
Tatsızlığın kapı dışarı edileceği, yalnız hazzın yer alacağı bir düş ülke tasarlamakla suçladılar beni. Bu suçlama, sık sık yinelediğim şu savla çelişir: eğitim, bugünkü haliyle, insan denen varlığı tatsız şeylere karşı zırhla donatarak, haz alamaz duruma getirmektedir. Haz ve «yaşama sevinci» insanın kendi benliğiyle kavgaya tutuşmadığı, birtakım acı deneylerden geçmediği, tatsız çatışkılara girmediği bir dünyada var olamaz. Ruh sağlığı bütün özellikleriyle ne Nirvana'nın Buda'cı ya da yogacı kuramlarında, ne Epikuros'un hazcı felsefesinde, ne de keşişliğin dünyadan el etek çekmeciliğinde vardır; ruhsal sağlığın başlıca özelliği, tam tersine, zorlu savaşımla mutluluğun, yanılgıyla doğrunun, yanlışlıkla bu yanlışlık üzerinde düşünmenin, akılcı nefretle akılcı sevginin birbirini izlemesidir; kısacası ruhsal sağlık, yaşamın karşımıza çıkarabileceği bütün durumlarda tam bir canlılık gösterebilmektir. Hoşa gitmeyecek bir duruma ve acıya, yanılsama geçtikten sonra, eğilip bükülmezliğe kaçmaksızın dayanabilme gücü, mutluluğu kabul edebilme ve başkalarına sevgi verebilme yeteneğiyle at başı gider. Nietzsche'nin sözcükleriyle söylersek, «sevinçten göklere uçmak» isteyen kişi «ölümün kucağına atılma»yı öğrenmelidir. Bizim Avrupa'da uyguladığımız eğitim ve toplumsal kavramlarımız —içinde yaşadıkları toplumsal konuma bağlı— gençleri ya pamuklara sarih bebekler, ya da en küçük bir haz duyamayan, onulmaz biçimde ağlamış suratlı işleyim ya da «iş» makineleri haline getirmiştir.
Evlilik sorunu, üzerinde açık seçik düşünmemiz gereken bir sorundur. Evlilik kimilerinin öne sürdüğü üzere salt bir sevgi sorunu olmadığı gibi, kimilerinin dediği gibi salt iktisadi bir kuruluş da değildir. Toplumsal süreçlerin cinsel gereksinimleri içine sıkıştırdığı bir toplumsal örgüt biçimidir evlilik. Küçük yaşta edinilen öğretiyi ve toplumun ahlaksal baskısını hesaba katmasak bile, cinsel ve İktisadi gereksinimleri özellikle kadında, evlenme arzusu biçimini alıp kaynaşmışlardır. Bütün evlilikler, zamanla, cinsel gereksinimlerle iktisadî gereksinimler arasındaki gittikçe artan çatışkıdan ötürü, bozulurlar. Cinsel gereksinimler tek ve aynı eşle ancak belli bir süre karşılanabilir, iktisadi bağımsızlık, ahlaksal gereklilikler ve alışkanlıksa ilişkinin sürekliliğini ister. Karı-koca yaşamının yoksulluğunda temel etken işte bu çatışkıdır. Gerdek öncesi uçkuru bağlı yaşamak, sözüm ona, kişileri evliliğe hazırlamaktadır. Oysa cinsel aksaklıklara yol açan ve evliliğin tabanını aşındıran işte bu cinsel perhizdir.
Toplumun akıl sağlığını içinde aşındıran bu engeller kendi başlarına da son derece ciddi şeylerdir, ama onları üreten dış toplumsal koşullarla iyice kötüleştirilirler. Ruhsal yaşamı saran yoksulluğu bugünkü cinsel karışıklık istemedi elbet, ruhsal yoksulluk cinsel karışıklığın ayrılmaz parçasıdır. Çünkü zorlayıcı aileyle zorlayıcı evliliktir iktisadi ve ruhsal açıdan makineleşmiş çağımızda insanın ruhsal (zihinsel) yapısını yeniden yaratan kurumlar. Cinsel sağlık açısından bakıldığında, bu alanda her şey kötü gitmektedir. Dirimbilimsel terimlerle söylersek, sağlıklı insan bedeni otuz kırk yıllık üretken yaşamı boyunca üç dört bin kez sevişmek ister. Soyunu sürdürme arzusu üç dört çocukla karşılanır. Ahlakçı ve çileci öğretiler, üremeye yönelik olmadığı zaman, evlilik içersindeki cinsel hazzı bile mahkûm etmektedirler. Mantıksal sonucuna vardırılırsa, bu kural insanın ömür boyu çok çok dört kez sevişmesine izin verir. En yetkili hekimler bu ilkeyi benimserler ve insanlar sessizce acı çeker, ya da hile yapar, ikiyüzlülüğe kayarlar. Ama böyle bir saçmalığı elinin tersiyle itmeye kimsecikler ciddi olarak kalkışmaz. Saçmalık gebeliği önleyici ilaç ve araçların resmen ya da ahlak yoluyla yasaklanmasında, bu konuda insanlara bilgi verilmemesinde dile gelir. Sonuç, çekilen cinsel bozukluklarda ve gebelik korkusunda kendini gösterir, bunlarsa çocukluktan kalma cinsel kaygıları depreştirir, evliliğin temelini aşındırır. Bu karışıklığı oluşturan öğeler, kaçınılmaz bir biçimde, etkilerini birleştirirler. Dölyoluna elini sürme korkusu çocukluktaki kendi kendini okşama yasağından gelir. Dolayısıyla kadınlar gebeliği önleyici ilaç ve araçları kullanmaktan korkar, «yasaları çiğneyerek çocuk aldırmak» zorunda kalırlar; buysa, sayısız sinir hastalığı belirtisinin kaynağıdır. Gebe kalma korkusu hem kadının, hem erkeğin cinsel doyumunu büyük ölçüde azaltır. Ergin erkeklerin yüzde altmışı yanda kesilen birleşme'ye başvurur. Bu uygulamaysa cinsel durgunluğa ve kitle halinde sinir hastalığına yol açar.
Bilim ve tıp bu konuda tek söz etmez. Hatta daha kötüsünü yapar, değinmezlikten gelerek, katı bilimcilikleri, yalan yanlış öğretileriyle, giderek dolaysız engellemeyle her türlü ciddi toplumsal ya da hekimsel çare araştırısının karşısına dikilirler. Cinsel perhizle yanda kesilen birleşmenin «ahlaksal gerekliliği»ni ve «zararsızlığını anlatan ardı arkası gelmez gevezelikleri duyunca insan haklı olarak tiksintiden kusacak gibi oluyor. Bunları Freud'un evindeki toplantılarda hiç söylemedim, ama olgular kendi başlarına duyduğum tiksintiyi anlattı.
Katlanmak zorunda bırakıldığımız yaşam çok ağırdır, bize müthiş yükler, umut kırıklıkları, içinden çıkılmaz işler getirir, diyor Freud. Bu ağır yaşama dayanabilmek için mutlaka ağrı kesici şeyler yutmamız gerekir... Bunları belki üçe ayırabiliriz: içinde bulunduğumuz yoksulluğu azımsamamıza izin veren güçlü ilgi değişiklikleri; bu yoksulluğu azaltan ve cinsel doyumun yerini tutan doyumlar; bir de, bizi acılara karşı duyarsızlaştıran uyuşturucu maddeler. Bu yollardan herhangi birine başvurmak zorundayızdır Beri yandan Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği adlı yapıtında yanılsamaların en tehlikelisini, dini elinin tersiyle itiyordu.
İnsanoğlu Tanrı'yı, alabildiğine yüceltilmiş bir babadan başka biçimde canlandıramaz zihninde. Ancak böyle dev gibi bir baba insanoğlunun gereksinimlerini bilebilir, yakarmaları karşısında onu bağışlayabilir ya da pişmanlığının derecesine bakıp cezasını hafifletebilir. Bütün bunlar öylesine çocuksu, gerçek yaşamdan öylesine uzaktır ki, insanlığı içten seven kişi ölümlerin büyük çoğunluğunun hiçbir zaman bu anlayışın üstüne çıkamayacaklarını düşündükçe kan ağlar.
Cinsel sağlıkla uğraşmaya başlayalı beri, yaşamın asıl içeriğinin genel açıdan ekinsel (kültürel), özel açıdansa cinsel mutluluk olduğuna, bütün kılgısal toplumsal girişimlerin bunu gerçekleştirmeyi erek edinmesi gerektiğine inanmıştım. Her yandan bunun tersini savunan sözler yükseliyordu. Oysa buluşlarım bütün karşı çıkışlarla güçlüklerden daha önemliydi. En yalın romandan en yetkin şiire dek bütün yazınsal yapıtlar benim bu görüşümü destekledi. Ekinsel ilgi (filmler, romanlar, şiirler, oyunlar, vb.) hep cinsel yaşam çevresinde döner, özlenen ülkünün övülmesi, bugünkü durumun yerilmesiyle gelişir. Güzellik işleyimi, moda ticareti, duyuru işleri hep bu konuya dayanır. Tüm insanlık sevgide mutluluğu ararken, neden bu gerçekleşemiyordu?
Amaç açıktı, insanın dirimsel yapısının derinliklerinde yatan olgular hekimlerin eyleme geçmesini gerektiriyordu. Neden mutluluğu aramak hâlâ katı gerçeklikle çatışan, düşsel bir şeydi? Freud, şöyle akıl yürüterek bütün umutlarını gömdü: insanoğlunun davranışı, yaşamın erekleri konusunda bize ne gösteriyor? İnsanlar yaşamdan ne bekliyor, ne elde etmek istiyorlar? Tartışmalarımız bilginin dingin çalışma odasına halk yığınlarının cinsel isteklerini sokup çetin tartışmalara yol açtıktan sonra, 1930'larda Freud'un kafasını kurcalayan sorular bunlardı işte.
Freud'un şunları kabul etmesi gerekiyordu: «Sorunun yanıtı kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ortadadır, insanlar mutluluğu arıyorlar. Mutlu olmak ve öyle kalmak istiyorlar.» Güçlü hazlar duymak istiyorlar.
Yaşamın ereği çok yalın bir şeydir: haz. Bu ilke, tâ kökeninden başlayarak, ruhsal aygıtın bütün işlemlerine yön verir.
Haz ilkesinin yararlılığı konusunda kuşkuya yer yoktur, oysa —gerek uçsuz bucaksız acunsal evren, gerek ufacık insan evreni— bu ilkenin tasarısını aksatmaya uğraşır. Haz duyma ilkesinin tasarısı gerçekleştirilemez; evrenin düzeni karşıttır buna; hatta «yaratma» tasarısında insanoğlunun «mutlu» olmasına yer verilmediği bile söylenebilir. Sözcüğün en dar ve en kesin anlamıyla mutluluk, en yüksek gerilim noktasına erişmiş gereksinimlerin bir anda doyurulmasından doğar; dolayısıyla, yapısı gereği ancak çok kısa anlarda gerçekleşebilir.
Freud, bunları derken, insanoğlunun mutluluğa yatkın olmadığı yargısının doğurduğu duyguyu dile getiriyordu. Doğrusunu isterseniz kanıtlama kulağa hoş geliyor, ama yanlıştır. Bu kanıtlamaya göre, çileciliğin mutluluğun önkoşulu olması gerekiyor, insanlar böyle laflar ederken, dirimsel bir gereksinimin belli bir gerilime erişmesinin de, sonunda bu gereksinimi karşılama umudu bulunması ve gerilimin çok sürmemesi koşuluyla, kendi başına haz verdiğini görmezlikten gelmektedirler. Ayrıca, doyuma erme umudu bulunmadığı, haz hep cezalandırılma korkutmacası altında kaldığı zaman, söz konusu gerilimin insan bedenini kaskatı yaptığı, tat alamaz duruma getirdiği unutulmamalıdır. İnsanı mutlu eden en yüce yaşantı, bedensel boşalma, kendine özgü bir enerji birikimini gerektirir. Bundan, Freud'un vardığı şu sonuç çıkarılamaz: «haz ilkesi yeryüzünde uygulanamaz». Bugün elimde Freud'un savının yanlışlığını gösteren deneysel bir kanıt var. 1930'lardaysa, yalnız, Freud'un bir bilimsel doğruyu cümleler arasında sakladığını seziyordum, insanın mutlu olabileceğini kabul etmek, saplantılı yineleme kuramıyla ölüm içgüdüsü kuramının yadsınması anlamına gelirdi. Buysa, yaşamdan mutluluğu kaldırıp atan toplumsal kurumların eleştirilmesini gerektirirdi. Freud, önerdiği yazgıya boyun eğmeyi savunmak üzere, bunun kaçınılmaz ve değişmez olup olmadığını araştırmaksızın, o günkü durumdan alınmış kanıtlamalara başvurdu. Freud'un nasıl olup da çocuğun cinsel etkinliğinin bulunup ortaya çıkarılmasının dünyayı değiştirme girişimlerini etkilemeyeceğine inandığını bir türlü anlayamıyordum. Bence, kendi yapıtına müthiş haksızlık ediyor, ve bu çelişkinin acısını tâ yüreğinde duyuyordu. Çünkü kendi kanıtlamalarımı sıraladığım zaman ya yüzde yüz yanıldığımı, ya da «günün birinde ruh çözümlemesinin ağır yazgısını tek başıma taşımak zorunda kalacağımı» söyledi. Düşüncem yanlış değildi, ikinci varsayımı tamı tamına doğru çıktı.
Freud, gerek tartışmamızda, gerek yapıtlarında dirimsel acı çekme kuramına sığınmıştı. İnsan uygarlığının sürüklendiği yıkımdan «Sevi’ nin göstereceği bir çaba»yla kurtulmayı umuyordu. 1926'da yaptığımız özel bir konuşmada, Sovyet Rusya'daki devrimci «deneme»nin başarıya ulaşacağını umduğunu söylemişti. O günlerde hiç kimsenin aklından, Lenin'in giriştiği toplumsal halk yönetimi kurma denemesinin, sonraları korkunç bir başarısızlıkla sonuçlanabileceği düşüncesi geçmiyordu. Freud, insanlığın hasta olduğunu biliyordu, ve bunu kâğıda geçirmişti. Bu genel hastalıkla önce Rusya'da, sonra Almanya'da yaşanan felaket arasındaki ortaklığı ruh hekimi de, Devlet adamı da, siyasal iktisat uzmanı da yakalayamazdı elbet. Üç yıl sonra (1933'te) Almanya ve Avusturya'daki koşullar öylesine bozulmuştu ki, hekimlik uğraşım tehlikeye girdi. Siyasal yaşamdaki akıl dışılık açıkça ortaya çıktı. Çözümleyici ruhbilim her geçen gün toplumbilimsel sorunları biraz daha derinlemesine alıyordu. Yürüttüğüm çalışmada, ruhsal açıdan hasta «insan»la toplumsal bir varlık olan «insan» gittikçe kaynaşıyor, tek bir varlık haline geliyordu. Sinir hastası, mutluluğa susamış insan yığınlarının kolayca siyasal korsanların kucağına düştüğünü görüyordum. Freud, insan ruhlarını saran vebayı çok iyi bildiği halde, ruh çözümlemesini siyasal karışıklığa katmaktan korkuyordu. Zihnindeki çatışkı, insanın yüreğini parçalayacak kertedeydi. Bugün, kavgadan vazgeçmesinin gerekliliğini de anlıyorum. Tam on beş yıl, son derece yalın olguların kabul edilmesi için uğraşıp didinmişti. Hekim arkadaşları ona karaçalmış, şarlatanlıkla suçlamış, hatta araştırmalarının gerekçelerinden bile kuşkulanmışlardı. Freud bir toplumsal uygulayıcı değildi elbet, ama «katıksız bir bilgin»di dolayısıyla dürüst ve titizdi. Hekim arkadaşları uzun süre yadsıyamazlardı bilimdışı ruh dünyasının olgularını.
14 Ocak 2011 Cuma
Reich Freud'u Anlatıyor / Wilhelm Reich
Dr. Reich — Böyle bir anı yok belleğimde! Kentte sık sık tartıştığımız bir konuydu bu. Ama belki Freud bundan da sözaçmıştır. Bilemiyorum. Freud için sorun bambaşka bir biçimde kendini göstermekteydi. Freud özünden tam bir aydındı. Anlağın, anlama yeteneğinin her şeye egemen olan gücüne, coşkulara, duygulara oranla çok önde geldiğine inanırdı. Sakın yanlış anlamayın, coşkulara kötü gözle bakmazdı, ama bir şeyin bunlardan kurtulması gerektiğine inanırdı. İnsanoğlunun her şeyi denetim altında tutması gerekirdi. Anlakla us coşkulara, duygulara egemen olmalıydı. Bu tutumsa, üretken cinsel yaşam üzerinde yaptığım, «coşkuları», dirimsel «akım»ı, vücuttaki duyumları kapsayan araştırmalarımla yüzde yüz çelişiyordu. Freud hani şu «okyanu-sumsu duyumlar» ın («ozeanische Gefühle»nin) varlığını yadsırdı. Böyle duyumların varlığına inanmazdı. Neden olduğunu hiçbir zaman pek iyi anlayamadım. Hastalıklı ya da çarpık olmadıkları sürece, bu «ozeanische Gefühle»nin, okyanusumsu duyumların, insanın kendi varlığıyla ilkbahar ve Tanrı ya da insanların Tanrı adını verdikleri şeyle Doğa arasındaki birliği duymanın bütün dinlerin, bütün dinsel duyguların temeli olduğuna kuşku yoktur. Freud'sa bütün bunları elinin tersiyle itiyordu. Üzülerek söyleyeceğim, ben Freud'un kendisinin, canlılığını, dirimsel canlılığını denetim altına alabilmesi için, kasılması, cinsel enerjiyi yüceltmesi, sevmediği bir yaşama biçimini benimsemesi, yazgısına boyun eğmesi gerektiği kanısındayım. Bana öyle geliyordu ki, bir bakıma, bütün iyi dinlerin temelinde yatan bir kavramı kabul edemiyordu. İyi anladınız mı? Bütün iyi dinlerin. Bunu derken, vücudunuzun, Evren'in bir parçası olan vücudunuzun dirimsel etkinliğini anlatmak istiyorum. Freud'sa buna inanmıyordu. Ve bu kavramı sevmediğini de biliyordum. Yapıtımsa işte bu yana yönelmişti. Örneğin bir usu yarılmış, zihni karışmış kişide (şizofrende) duyduğu dirimsel «akım», coşkular son derece gerçek şeylerdir. Freud, bir anlamda, bu yolda beni izleyecek güçten yoksundu. Etkinliği gittikçe daha aydınca, salt anlağa dönük bir nitelik kazanıyordu. Bence bu, yavaş yavaş belirmekte olan kötü evrimin belirleyici öğelerinden biriydi. Freud, gün geçtikçe bir sözcük çıkmazına dalıp saplanıyordu.
Dr. E. — Doktor, az önce bana, sırası gelince Federn'den sözedeceğinizi söylemiştiniz. Bu konuda bana gösterecek bir belgeniz mi vardı acaba? Anımsadınız mı?
Dr. Reich — Evet, Federn hakkında bir yazı yazacağım. O konuda söyleyecek iki çift sözüm var. Ama şimdi bu konuya ayrıntılarıyla girmek istemiyorum. Yazıya dökeceğim diyeceklerimi, sonra da belgeyi size göndereceğim. Bu belgenin tarihe kalmasını istiyorum. Özel yaşamımla, çok özel yaşamımla ilgili çünkü. Belki mühürlü zarf içinde gönderirim. El altında bulunmalı. Böylece, günü gelince zarf açılabilmeli. Anlıyor musunuz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Günün birinde birtakım karaçalma-lar, dedikodular belirirse, yamt zarfın içinde bulunur.
Dr. E. — Çok doğru.
Dr. Reich — «Okyanusumsu duyumlar» sorunu dinle ilgili sorunuza yanıt getirdi mi?
Dr. E. — Hiç kuşkusuz.
Dr. Reich — Evet, geniş geniş yanıtlıyor sorunuzu. Freud bilinemezciydi (agnostikti). Özgür kafalıydı. Ama bu, halkın din duygusu sorununu ya da din sorununu çözmeye yetmez. Bu konuyu burada keselim mi?
Dr. E. — Keselim.
Dr. Reich — Sorunuz var mı?
Dr. E. — Belki birkaç küçük olaya, özel anıya değinebilirsiniz.
Dr. Reich — Freud'la ilgili mi demek istiyorsunuz?
Dr. E. — Evet, ufak tefek şeyler, alışkanlıklar...
Dr. Reich — Doğrusunu isterseniz, bu gibi şeylere hiç dikkat etmedim. Freud'un, Rie'nin kızının kısa kesilmiş saçlarından hoşlanmadığını biliyorum. Günün birinde, kızcağız saçları oğlan gibi kesilmiş geldi. Freud hemen karşı çıktı. Ama çekiştirmeye girer bunlar. Sürdürmemi istiyor musunuz?
Dr. E. — Bence tarihçi sizin «çekiştirme» dediğiniz şeyleri de hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Dr. Reich — Yani benim de çorbada tuzum mu bulunmalı? Peki, Anna Freud'un sevisel yaşamının bulunup bulunmadığını merak ettik günün birinde. Büyük tartışmalara yolaçan bir konuydu bu. Pek çok Viyanalı ruhçözümcü Anna'nın tam bir cinsel perhiz içinde yaşadığı kanısındaydı. Ve herkes buna üzülüyordu. Bense, cinsel perhizin eğitimle ilgili bir etkinliğe uygun olmadığı görüşündeydim. Üretken cinsel yaşam sorunu er-geç çıkar insanın karşısına, dolayısıyla önderlerin öğrettiklerini ilkin kendilerinin yaşamaları gerekir. Genel kanı buydu. Ama ben, gerçekte hiçbir şey bilmem Anna Freud konusunda. Ve bir şey de söylemek istemem. Açık mı dediğim?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Başka küçük olay? Hiç bilmiyorum. Bir akşam, genç hekim Freud eve körkütük dönmüş, daha doğrusu evine taşınmış. Böyle bir söylenti dolaşırdı ortalıkta... ama kendisi bundan hiç söz etmezdi. Haa, bayılırdı çocukları ruhçözümlemesinden geçirmeye. Çocuğun biri yatağını ıslatınca, hemen: «Neden yaptın bunu?» derdi.
Acı alaycı değildi, ama şakalanndaki sözcükler ki namak istediklerinin suratına kamçı gibi inerdi. Çok saldırgandı. Bana karşı değil. 1930'lann sonlarındaysa, müthiş kızdı, çılgınca öfkelendi bana31. Bir de Silberer vardı. Silberer'in kendi eliyle canına kıydığını bilir misiniz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Freud'la yaptığı bir görüşmeden sonra, galiba Tausk da aynı yolu tuttu. Freud Helene Deutsch'ü çok severdi.
Dr. E. — Sahi mi?
Dr. Reich — Güzel kadınlara özel bir düşkünlüğü vardı. Nitekim, Prenses Bonaparte o dönemde çok güzeldi; Helene Deutsch de öyle. Sürdüreyim mi bu konuyu?
Dr. E. — Elbette.
Dr. Reich — «Ruhçözümsel dedikodular» («psycho-analystischer Tratsch») alanında «uzman» kimdi bilir misiniz? Fenichel. Herkese mektup yazar kimin ne yaptığını anlatırdı. Bilir miydiniz bunu?
Dr. E. — Hiç haberim yoktu.
Dr. Reich — Doğrudur ama. Bu mektupları görmek ister miydiniz?
Dr. E. — Evet.
Dr. Reich — Ruhçözümcülerin yaptıkları her şeyi bulursunuz bu mektuplarda. Ben, kendi payıma, bu konuyu daha çok deşmek istemem. Hiçbir zaman sevme dim bu gibi yöntemleri. Nitekim, sonradan ben de çekiştirmelerin kurbanı oldum. Bir yığın mektup var elimde. Çok önceleri, on sekiz yıl önce yazılmışlardı bana.
Dr. E. — Yüz yıl sonra, çok değerli tarihsel belgeler olurlar!
Dr. Reich — Görmek ister miydiniz onları? Lütfen söyler misiniz bana «Sigmund Freud Belgelikleri»nden ne anlıyorsunuz? Sizce bu terim neleri kapsıyor?
Dr. E. — Sınırlandırmak zor. Başlangıçta, yalnız Freud'u düşünüyorduk; ama şimdi belli bir sınır çekmenin olanaksızlığına inanıyorum.
Dr. Reich — Doğru. Gerçekten sınır çekilemez, etkisi öyle geniş oldu ki. Ancak, bence, bütün o dönem son derece verimsiz geçti. Benim için çok önemliydi elbet: Freud'la aramdaki duygusal bağlar ve evrimim. Çok severdim onu. O da beni severdi. Önemli bir şeydi bu. Ama şimdi artık hepsi birer anı oldu. Ruhçözümcüler beni hâlâ ruhçözümcü sanıyorlar. Hiç ilgisi yok! Öyle değil mi, ruhçözümcü saymıyorlar mı beni?
Dr. E. — Bunu yanıtlamak güç. Ancak, bana Öyle geliyor ki, tarihsel göreviniz ruhçözümcülük oldu.
Dr. Reich — Evet, ama yirmi yıldır değilim artık. Ruhçözümcüler arasına katılmaktan hoşlanmam. Hayır, yanlış anlamayın, ruhçözümlemesini küçük gördüğümden değil. Hayır! Tersine, çok önemlidir ruhçözümlemesi. Ama benim artık onunla bir ilgim yok. Bu görüşme sizi doyuruyor mu?
Dr. E. — Evet. Bundan ötürü büyük bir gönül borcu duyuyorum size.
Dr. Reich — Umarım öyledir...
Dr. E. — Konuşmamızın kâğıda geçirilmesinden sonra, okurken belleğinizde yeni olayların canlanacağını ummak isterim.
Dr. Reich — Olabilir. Tarihsel doğru söz konusu oldu mu mithiş sakınımlı davranırım, ve böyle davranmamı gerektiren bir sürü neden var! İnsanların bilinçaltı kuramıyla dirimsel enerji kuramını canlı yaşama aktarabilmeleri için yüzlerce yılın geçmesi gerekeceğine inanıyorum. Bu süreci kazadan belâdan esirgeyebilmek için kara çalmalardan korumak gerekir. Daha uzun süre insanlar sevdaya, üretken cinsel yaşama, yaşamın kendine kara çalacaklar — yaşamdan nefret edecekler! Çalışmamızın bir yanı da yaşamı kara çalmalardan korumaya ayrılmıştır. Buysa, ruhçözümlemesini kat kat aşan bir görevdir. Ruhçözümlemesiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ruhçözümlemesinin dışında yeralır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)