Bu
incelemeler, ribozomların, protein üretiminden sorumlu organeller olduklarını
ortaya çıkartmıştır. Ayrıca genetik kod’un Esperantodaki gibi evrensel geçerli
bir kod olduğu da aynı deneylerle belirlenmiştir. Sözgelimi bir tavşan karaciğerinden
elde edilmiş ribozomlara -ister balıktan, ister kuştan ya da bakteriden olsun-
herhangi bir canlıdan alınmış nükleik asitler, daha doğrusu DNA ilave edilince,
ribozomlar kendilerine verilen DNA’nın genetik kodunu tercüme etmekte öyle
fazla bir güçlükle karşılaşmadan, programa uygun protein üretmeye başlarlar.
Bu bize hem DNA’nın genetik kodunun evrensel ölçekte geçerli olduğunu, hem de
ribozomların hangi canlıdan geldiğine bakmaksızın DNA’ların önlerine koydukları
programa göre protein üretebildiklerini göstermektedir.
Normal
koşullarda böyle bir beceri, ancak yarar sağlar. Tek bir örnek-tip, hücrenin
ihtiyaç duyduğu bütün proteinlerin ribozomlarca üretilmesi için yetip de
artmaktadır. Ama bu olay, aynı zamanda canlı organizmaların inanılmaz uyum
sağlama yeteneği bakımından tipik bir örnek olmakla kalmaz, organizmaların,
evrimin kendilerine sundukları tüm olanaklardan sonuna kadar yararlanma
eğilimleri taşıdıklarını da gösterir. Kendileri de ürünü oldukları o evrimin
ribozomlara tanıdığı koşulsuz programlanabilme ve protein üretme olanaklarını
kendileri için değerlendirmekten geri kalmayan tipik organizmaların başında
virüsler gelmektedir.Ribozomların bu sınırsız gücünün yeryüzünün bu belki en
tuhaf canlılarının varoluş temelini oluşturduklarını söylemekle durumu
abartmış olmayız herhalde. Ribozomların bu çok yönlü yetenekleri, genetik kodun
evrensel olma özelliğiyle birleşince, ortaya özgün sonuçlar çıkmaktadır. Ancak
hikâye bununla da bitmiyor. Ribozomlar hücrede yer alan ve kendilerinin de
yapı taşlarını oluşturan proteinleri üretmekle kalmazlar, sözgelimi bir
insanın ribozomlarına bir deniz kestanesinin hücre çekirdeğinden alınmış DNA
molekülü ilave edildiğinde, bu insan ribozomları, hemen o andan başlayarak
deniz kestanesi ribozomlarının yanı sıra insan bünyesinde hiç rastlanmayan
ribozomları da üretirler. Ve günün birinde DNA’yı yapay yoldan üretmek ve
doğada bulunmayan belli bir proteini inşa edecek programla donatmak mümkün olursa,
ribozomlar, doğaya aykırı bu üretimin de kolaylıkla üstesinden
gelebileceklerdir.
Proteinler,
aminoasit harflerinden oluşmuş birer sözcüğe benzetilebilirlerse, ribozomlar da
aynı birkaç harfin sürekli kullanılmasıyla pratikte sınırsız sayıda ve
birbirinden farklı sözcükler yazabilen bir yazı makinesine benzetilebilirler.
İşte virüsler de ribozomların bu önlerine gelen programı asıl mı sahte mi,
aldırış etmeksizin çoğaltma özelliklerinden yararlanırlar. Daha önce de
virüslerin alışıldık dışı, şaşırtıcı yaşama süreçlerine değinmiştik. Virüs,
içine girdiği hücrenin yaşayabilmek için üretmek zorunda olduğu proteinlerin
yapımının yolunu keserek, sonuçta kendisi de, hücreyle birlikte (başka hücrelere
atlamadığı sürece) ölüp gidecek olmasına rağmen, kendi genlerinin üretimini
körükler. Bunun nasıl mümkün olduğunu son zamanlarda daha iyi kavrıyoruz.
Virüsler aslında “bedenden” yoksun, salt kalıtım mekanizmalarıdırlar. Kendilerini
saran hücre kabuğunun inşa planının yanı sıra kendi şifresini içeren nükleik
asitten ibaret olan virüs, hücrelerden birini enfekte etmeden önce,
ayaklarıyla, sözkonusu hücrenin enfekte olmaya elverişli olup olmadığını
saptar. Bilimadamları bu saptama sürecinde birtakım kimyasal etmenlerin rol
aldığını düşünmektedirler. Böyle bakıldığında sözkonusu bacaklar, yoklama
işine yarayan birer tarama antenidirler.
Aslında
kendi başına yer değiştirme olanağı bulunmayan bu kalıtım mekanizmasını, hava,
su, rüzgâr gibi aracı ortamlar bir yerden bir yere naklederler. Virüs
hücrelerden birine yapışır ve hücre duvarını deldikten sonra kendi DNA’sını
(kabuğu bir an için bir yana bırakacak olursak bizzat kendini) hücrenin içine
boşaltır.
Bu
işlem sonunda virüs bir anlamda eski biçimiyle yok olup giderken, hücrenin
mekanizmaları, yeni DNA’yı hücrede bulunması gereken yere, yani doğruca kendi
çekirdeklerinin içine taşırlar. Çekirdeğe ulaşan virüsün DNA’sı, çekirdekteki
öteki çok sayıda DNA’nın arasına karışır; o andan başlayarak yeni DNA’nın
kopyasını çoğaltan hücre programı, kendi bindiği dalı kesmeye başlar.
Bu
gelişmelerin açıklanması sırasında, virüsle uğraşan bilimadamlarının yıllardır
anlayamadıkları bir süreç de açıklığa kavuşmuştur. Virüs zaten küçüklüğünden
ötürü ancak elektron mikroskobuyla tespit edilebilmekteydi. Yetmiyormuş gibi
bir de bir tür “hayalet-efekti” işin içine karışıyor, yani hücreye dalan virüs,
çekirdekte yirmi dakika süreyle sırra kadem basıyordu. Neden sonra, aradan
yaklaşık yirmi dakika kadar bir süre geçince, hücre yavaş yavaş ölmeye yüz
tutmak üzereyken, ilk birkaç virüs de ortaya çıkmaya, hücreye dalan zorbanın
tıpatıp kopyaları hücrede cirit atmaya başlıyorlardı.
Peki
de hücreye ilk ayak basan virüs nerelerde geziniyordu acaba? İşte bu sorunun
uzun süre yanıtsız kalmasına pek de şaşmamak lazım. Bir hücreye dalmış virüsün
tek kalıntısı DNA olduğuna göre, onu öteki sayısız DNA molekülünden ayırmak,
yirmi ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir sayfasına yerleştirilmiş yarım
satırlık bir cümleyi arayıp bulmaya benzer. Bir anlamda virüsün kendisi olan
nükleik asit zinciri, hücre çekirdeğindeki program mekanizmasının özgün bir
öğesine dönüşerek, bir bakıma “gerçekten de kayboluyordu” hücrede.
Belli
bir paragrafa sonradan eklenecek bir cümlenin bütün bir paragrafın anlamını tam
tersi bir yönde değiştirebileceğini bilmek için ille de hukukçu olmak
gerekmez. İşte bir virüse hayat veren girişim de, aynen buna benzer bir tür
kurnazlığın sonucudur. Virüsün DNA’sı hücrenin, DNA zincirlerinin
oluşturdukları program “metninin” anlamını tümünden değiştirebileceği bir
yerine eklemlenir. Hücre, kendi ribozomlarına, hücredeki malzemeyi kullanarak
virüs DNA’ları ve virüs kabuklan üretme talimatı vermeden edemez. Ribozomlar,
daha önce de belirttiğimiz gibi, hücre çekirdeğinden verilen “senteze giriş!”
buyruğunun menşeini araştıracak durumda olmadıklarından, özgün hücre buyruğu
ile yabancı buyrukları birbirinden ayırt etmeksizin, kaçınılmaz bir felaketin
zeminini hazırlarlar. Bütün bu işler yirmi dakika gibi insanın aklına
durgunluk verecek bir süre içinde olup biter. Ölmekte olan hücre, çekirdekten
gelen ve metni hatalı kodlanmış programı üretmek için, kendi malzemesini
virüsün soyunun üretilmesi amacıyla harekete geçirir. Ölen hücre parçalanır
parçalanmaz, öteki hücrelere sıçrayan virüsler marifetlerini burada da
sürdüreceklerdir.
Virüslerle
ilgili bu bilgileri organeller konusunun arasına sıkıştırmamızın nedeni, sadece
ribozomların yanlış-doğru ayrımı yapmaksızın program üretimine aracı
olmalarına çarpıcı bir örnek sunmak değil, aynı zamanda dizinin başka bir yerinde
üzerinde ayrıntılı durmayı öngördüğümüz virüs konusuna da belli bir giriş
yapmış olmaktır. Virüslerin, ribozomların altını çizegeldiğimiz marifetlerinden
yararlanma, özellikle ribozomların genelgeçerli (evrensel) program dilini
istismar etme bakımından hayal gücümüzü bile zorlayan bir dizi faaliyeti
gerçekleştirme becerileri, hikâyenin ilginç noktalarını oluşturmakla birlikte,
iş bununla da kalmıyor. Son birkaç yıldır yapılan araştırmalar, virüslerin
biyolojik evrimde sergiledikleri bencil strateji ve taktiklerin, hayatın
bütünü için atlanmaz önemde bir işlev taşıdıklarını ortaya koymuştur. Virüsler
“çevrenin” kendine özgü bir karakteristik niteliğini yansıtmaktadırlar
böylelikle. İnanması güç ama, biz insanlar da dahil olmak üzere bütün yüksek
düzeyde gelişmiş canlı biçimlerinin, virüslerin bu eşsiz çoğalma taktiklerine
hayatımızı borçlu olmamız olasılığı çok büyüktür!
Bu
konuyu ileriye atarak, hücre ve organellerini bıraktığımız yerden itibaren ele
almamız gerekiyor şimdi. Hücre çekirdeğini, mitokondrileri ve ribozomları
konuştuktan sonra, geriye kamçılar ve kloroplastlar kalıyor. Kuşkusuz hücrede
başka elemanlar da var, ama dizimizin amaçları açısından bize bu kadarı
yetecektir.