İğne batmış parmağını
emiyor, çocuksu çocuksu başını
oynatıyor:
"Böyle bir şey söylemedim... Diyelim ki!., küçük bir yolculuğa
çıkıyorum..."
Dudakları meslek giziyle mühürlenmiş, kusursuz noter havasıyla ne kadar
eğlendiriyor beni!..
"Annie, hay allah! benimle bu denli dolambaçlı konuşmana gerek yok! Gitmek
mi istiyorsun? Git! Varlığım seni alıkoymasın.
"Kızma, Claudine! Gitmek söz konusu değil... şimdilik değil...
Yalnız..."
"Yalnız?"
İskemlesini yaklaştırıyor,
ellerimi dizlerimin çukuruna
yerleştiriyor, bastırıyor onları, yüreğini yatıracak sanki buraya, konuşmak
isteğiyle, susmak isteğiyle kabarmış yüreğini... Pencerelere bakıyor hâlâ, korkak korkak, pencerelere
dayanan tatlı gecenin ağırlığı sanki parça parça havaya uçuracak bu pencereleri...
Bu saat de geceyarısı kadar gizemli. Ufak mutfaktan hiç ses gelmiyor, ama
döşemeler arasında, farenin tırnaklı ayakları koşuşuyor... şimdiden sertleşen yol bazı bazı kokulu bir yanık
çam dumanı indiriyor şömineye, kül rengi kedi de soğuğu haber vermek için dört ayağım kıvırıp altına
almış. Parlak lâmba, Annie'nin eteğini beline kadar aydınlatıyor; ama iri
fındıklar gibi
uzun yüzü, kırmızı ve koyu gölgede, pembemsi kilden bir heykelcik gibi duruyor. Ellerimi tutuyor,
yanıbaşımda, dudaklarını açıp kapıyor, konuşacak... hayır... evet...
"Dinle, Claudine..."
"Dinliyorum, cicim."
"Gitmek arzusunun ne olduğunu bilmez misin?"
"Hımm... çok şeyler söylenebilir bu konuda, ben de, bazı saatlerde...
şöyle bir açılmak istemediğimi söyleyemem..."
"Gülme! Beni anlayasın isterdim. Gitme isteği... bunun ne
olduğunu aklına bile getiremeyen sürü sürü insan vardır. Bir hastalıktır bu, bir
zehirlenmedir; bir düşünce
bile değildir, Claudine! yemin ederim, düşünceyle fazla bir ilgisi yok bunun. Ben bunu
daha çok... daha
çok bir ura, içimizde taşıdığımız, usul usul olgunlaşan, ağırlığı günden güne
daha çok duyulan bir ura benzetirim...
Ben yemek yerken, uyurken, nakış işlerken, hep burada, dörtbir yandadır hınzır: inatla
çeker beni
bu gitme isteği. Ummazdın, değil mi? Saklayamıyor muyum?"
Muayeneden geçirilen bir hastanın devinilerini yapıyor elleriyle,
ayaklarıyla, dokunaklı devinilen.. "Uf'unun yerini arıyor, başını,
böğürlerini yokluyor; gözleri,
geceleri mor gözleri, benden bir şeyler soruyor... Onu yatıştırmak için saçlarını
okşuyorum.
"Yavrucuğum! bana söylemeliydin... Hangi ülke çekiyor seni böyle?"
Yorgun yorgun omuzlarını kaldırıyor:
"Ne bileyim? Hepsi bir, yeter ki..."
"Ha!
öyleyse... herhangi bir
tren bileti görür işini."
Gülmüyor,
gene sürdürüyor konuşmasını.
"Dikkat et, Claudine, gideceğimi söylemiyorum. İçimden gitmek
geliyor!"
"Ama kendini tutuyorsun. Sağlık böyle bozulur işte."
"Ah! sağlığım... bunları çok gördü!"
Benzersiz bir iki-anlamlı alay aktı bakışına. Biraz geri çekiliyorum, Annie'mi
birdenbire bir küçük orospu kılığına sokmuşlar sanki.
"Bilmeyebilirim, Annie. Eskiden her şeyi söylerdin bana."
Yalan söylüyorum, öyle ya, Annie hiçbir zaman fazla anlatmamıştır
kendini. Ama serzenişim ona dokunuyor:
"Her şeyi söylemek isterdim, Claudine... ama çok, çok, çok şey var!"
Her "çok"ta biraz daha aşağıya doğru salladı
başını, eğik bir vazoyu üç seferde boşaltır gibi.
"Yalnız en kötüsünü söylersin..."
Aynı
ağır, şehvetli bakış, başka yana dönüyor... sonra çocuksu bir bedensel alçakgönüllülük
gereksinimi,
kadıncıl bir diz çöküş, bir bağlılık içgüdüsü içinde, ayaklarımın dibine kayıyor.
"Her şeyi yaptım, Claudine, her şeyi! kimseciklere de söylemedim!.."
Sonra başını ellerinde saklıyor, bekliyor... Neyi? Kendisine homurdanmamı mı?
Teşbih çekmesi gerektiğini
söylememi mi? Günahını çıkarmamı mı? Takılıyorum:
"Her şeyi mi? Her şey çok şey değildir, bilirsin!
Aşkla
ilgili şeylerin tekdüzeliğini sık sık hüzünle düşünmüşümdür.
Saçları
dağınık başını kaldırıyor, şaşkınlıkla açılmış ağzı, kucağımın karardığında yeniden
mavileşmişe benzeyen
gözleri görünüyor:
"Tekdüzeliği... şeyin... sen de çok güç beğeniyorsun doğrusu!"
Kahkahayı basıyorum, konuşması öyle içten, öyle hayranlık verici, bu
"aşkla ilgili şeyler" için öylesine yeni, öylesine tam bir saygıyla dolu...
"Kutlarım, Annie! Kutlarım... daha çok da o adam!"
Kalktı, kuşağının tokasını çekiyor, bitkin yanağının üzerine düşen bir
tutam kara saçını tokalıyor.
"O adam yok,
Claudine."
"Ya! o kadın mı diyeceğiz?"
Artık
öldü sandığım bir garip yılan, benliğimin derinliklerinde kuyruğunu oynatıyor... Ama
Annie:
"Öyle değil!" diyor alçak sesle. "O... o
adamlar..."
"O adamlar! Ha!
Güzel!"
Bir şey söylemiyorum, şaşırıp kalmışım. O adamlar! Kaç tane? Yedi mi, üç
yüz mü? Bir çift mi, yoksa bir tabur mu? O adamlar! Bir tür saygı duyuyorum, olanaksızın uyandırdığı
saygıyı, benim yabanıl tenim yalnız bir kişiye verdi kendini...
Bir iç çekiş benimkine karşılık veriyor... bitkin
Toby-Chien'in iç çekişi, üzgün göğsünden evrensel sıkıntıyı koparır gibi olan
küçücük köpeğin derin, gülünç iç çekişlerinden biri... Toby-Chien ince ruhludur, durumları kavrar. Annie,
gözleri ıslak, sinirinden gülüyor, Toby-Chien de o ak, o sofu zenci gözlerini üzerimize dikiyor... Delice bir
gülüşle bitiyor gevşeme, Annie kollarıma düşüyor
"Her şeyi söyleyeceğim sana, Claudine!.. Hiç değilse bütün
bildiklerimi."
"Nasıl? Bildiklerini mi? Bir uykuda gezme mi bu?"
"Hayır... Bırak da nakışıma döneyim, daha rahat konuşurum o zaman.
Oturak banyosu biçimi bir koltuğun çukuruna rahatça gömülmüşüm, güzel
öyküyü bekliyorum. Önümde,
içtenliği rahatlık veren, zevksiz duvar kaplamasının üzerinde, Annie'nin
kırlangıç saçlı başı çok açık görünüyor. Dostum uzun süre içine kapanıyor: cesaretini yitirecek diye
korkuyorum, başlıyorum:
"Bir varmış, bir yokmuş..."
"Bir varmış, bir yokmuş," diye yineliyor uysal
uysal,
"Bade'da, içine tükürülmesi yasak olan bir küçük ırmağın kıyısında, her
sabah fırça süpürgeyle süpürülen bir otel varmış... Hava korkunç sıcakmış, her yanda çalgı, her köşede
elektrik ışığı, çok ak, çok şen odalar varmış, bense yeterince şen değilmişim.
Binlerce küçük
masayla kıvılcım kıvılcım olmuş bir yemek salonu varmış, kadınların üzerinde elmaslar,
Toby-Chien gibi
karalar giymiş, göğüsleri ak erkekler varmış. Ah! Bütün bu parıltılar içinde
benim derim ve ruhum ne kadar
karaydı! Şu kadarını söyleyeyim ki, benim masanın yanındaki küçük masada bir adam
vardı."
"Ya!"
"Şemsiyemi yerden almıştı... Hayır, böyle başlamamıştı. Merdivende
karşılaşmıştım onunla, bana demişti ki... Hayır, o zaman benimle konuşmamıştı;
ama bakıştan
bakışa fark vardır, değil mi ya? Sofrada da öyle... Of! Claudine, ne söylediğimi bilmez
oldum! Hiçbir
zaman anlatamayacağım her şeyi... Bu kadarcık sözcükle anlatılınca öyle kaba görünüyor
ki..."
İpek ipliğini
dolaştırıyor, donuklaşıyor, üzülüyor.
"Zararı yok, yavrum! Özetle, özetle: kalın çizgileri belirt yalnız!"
Biraz dinleniyor, soluk soluğa, kirpiklerini oynatıyor, başını saklıyor,
sonra daha alçak bir sesle:
"Peki!" diyor. "İşte... Bir gece odama
girdi, adını bile
bilmiyordum. İnanır mısın! Yakışıklıydı, "benim gibi koyu renkliydi, öyle de
kurumlu bir havası vardı ki Alain'i düşündüm, çok güçsüz buldum kendimi, neredeyse
düşecekmişim gibi... Her şey yeniden başlıyor, gittim diye yazgı beni cezalandırıyor,
birincisinden daha
da kötü bir boyunduruk altında evcilleşmek üzereyim sandım..."
"Sonra?"
"Sonra, Tanrım, nasıl söylemeli? Çıplak ellerinin dokunuşunu duyar duymaz,
kim olduğumu bilemez oldu,
oysa, ona bir ad verememek benim için farketmiyordu! Korkunç sözcüklerle konuştu..."
Başını
çeviriyor, boyun kaslarının şiştiğini görüyorum...
"Bana... ayıp şeyler, hiç kimsenin yapmadığı... hiç değilse böyle sandığım
şeyler öğretti... Bana bir şey gibi davrandı... bir..."
"Bir orospu gibi..."
"Tamam!.. Ben de hiç başkaldırmadan katlandım bunlara:
arınıyormuşum, günahı tatmak için beş duyulu gözenekleri olan bir deriden
başka bir şey değilmişim
gibi bir duygu vardı içimde... Bir düşün... Düşün ki hepsi hepsi şöyle bir
bakmıştım ona! Yalnız bir kez, şöyle iyice, dişlerinin ve gözlerinin aklığını,
kaslarının gölgeli çıkıntılarını, fazla kıvırcık saçlarının parlaklığını bir çırpıda öğrenmek
için baktım, sonra gözlerimi yumdum, daha iyi duyayım diye... Bir an, iyi anımsıyorum, başım döner gibi oldu, yeniden açtım gözlerimi, enlemesine
duruyordum yatağın üstünde, başım aşağı kaymıştı, koltuğun alt yanını, halının
nakısını, bir de yerde
sürüklenen saç örgümün kara ucunu gördüm yalnız... Tanrı bilir ne yapıyordu o sırada
benimle!"
"Öğrenmeye çalışmadın mı?"
Utanmış yüzünden ayırıyor parmaklarını, sonra gözleri, gözbebeklerinin
birer kara mürekkep lekesi gibi durduğu gök mavisi gözleri, benim gözlerimin içinde yakıcı anıyı izliyor.
"Görmek çok önemsiz bir şey," diye mırıldanıyor Annie.
"Ben bu düşüncede değilim, Annie."
Sonra anımsadıklarım, geçmişe, düne ilişkin şeyler,
dudaklarımın üzerinde başka dudakların gölgesini ısırmama yol açıyor...
"Ya ertesi gün, Annie?"
Küçücük,
esmer ellerini tavana doğru uzatıyor.
"Ah! Claudine, en kötü yeri burası! Sabahleyin, yapayalnız, aynaya bakmayı
bile göze alamıyordum... Açlıktan
ölüyordum da çikolatamı getirmeleri için zile basamıyordum: aşağılık kadın, hâlâ yemek
yemeyi, herkes gibi yaşamayı düşünebiliyorsun! İneceksin aşağıya, o... o herife
rastlayacaksın, aynı yemek salonunda oturacaksın onunla, belki sana selâm
verecek, oysa sen adını bile bilmiyorsun diyordum kendi kendime."
"Ben olsam, hemen koşar, otel kaleminden öğrenirdim adamın
adını."
"Ben de öyle yaptım," dedi saflıkla
"Katar
katar bir İspanyol adıydı
herhalde, adları birbirinden ayırmak için de
"y'ler vardı arada, öyle
mi?"
Neredeyse kızmış gibiydi:
"Yok canım!" diye atıldı. "Martin'di
adı."
"Martinez bile mi değil? Senin için yapmalıydı bunu
doğrusu!"
Başını
eğiyor, ama eşsiz gülümsemesini, bilinmedik Annie'nin gülümsemesini görmeme engel
olabilecek kadar çabuk değil.
"Benim için öyle şey yaptı ki..." diyor uzak bir
tatlılıkla.
"Sonra, Annie, ertesi gece?"
"Ertesi gece mi?"
İyice açılmış, aydınlık
gözlerini sunuyor bana, sonra da gururla:
"Ertesi gece, eşyalarımı topladım, Nurenberg'e gittim," diyor.
"Ya! Ne aptallık! Neden?" "Korkuyordum,"
diye fısıldıyor Annie kirpiklerini indirerek
"Yeniden başlamaktan
korkuyordum, bu adamın
günlük avı olmaktan, özgürlüğümü yitirmekten, ah! daha çok yeni, çok toy olan
özgürlüğümü yitirmekten
korkuyordum! Sonra, gerçekten, Claudine, bu oğlan, ne diyeyim! galiba o aldı benim
kızlığımı."
Ne denir? Zavallı Annie... Serüven çok bayağı, bir geceden fazla sürse
büsbütün bayağüaşırdı.
Annie susuyor, hangi imge üzerine eğilmiş? Halının nakısı, koltuğun alt
yanı, ensesinden sarkan kara bir saç örgüsünün ucu...
"Annie!.. Annie!"
"Ne var?" diyor sıçrayarak.
"Gerisi, ikinci bölüm... ikinci tanrısal yolcu..."
"Susadım,"
diyor, içini çekiyor.
"Evet, içersin. Ama söyle önce. Şimdi zili çalmayacağım, Augustine gelir de
sen böyle sıcacık, saçları dağılmış görürse, kimbilir neler düşünür."
İsteğime boyun eğiyor,
bilinmediğin arzusuna boyun eğer gibi.
"Hemen gelen bir arkası yok, Claudine. Alain'den
kaçtığım gibi kaçtım bu adamdan; çabucak korkuya kapılırdım o zamanlar; ilk günlerde ondari
kurtulduğum
gibi kendimden de kurtulduğumu sanmıştım. Ah! Claudine! asıl kötülük burada başlıyor.
Pişmanlık,
Claudine, en bedensel, en yakıcı biçimiyle, en inandırıcı biçimiyle umutsuz pişmanlık...
Evet, inandırıcı biçimiyle anlamıyor musun? Sana şu kadarını söyleyeyim ki, bir okullu
kızdan daha bön bir biçimde, kendisinden kaçtığım bu bilinmedik adamın inatçı
gücüne
inanmıştım! Yüce bir rastlantının beni çıplak ve boynu eğik olarak, erkeğin, etimin erkeğinin,
çukur ve
tam izi olduğum "eş" erkeğimin yoluna düşürdüğüne inanmıştım,
ağlayacak derecede inanmıştım."
Bade Otelinden telgrafla - çünkü yazmıştım onlara-: "M. Martin'in
gittiği yeri bilmiyoruz," diye yanıt verdikleri zaman, Claudine, işte o
gün, ellerimi onun benden
götürdüklerine doğru uzatarak yüksek sesle haykırmaya başladım! Ölmek istedim, bir
araştırma bürosunun adamlarını ardına düşürmek istedim, eter içmek istedim... şeye
kadar..."
"Neye kadar, cicim?"
Başarmış
bir kadının mutlu iç çekişiyle omuzuma yaslanıyor başı.
"Başka bir adamın, başka birçok adamların, bana, yarı cahilliğimin ağladığı şeyi verebileceğini anlayıncaya kadar..."
Olur şey değil!.. Annie'nin başını kendimden ayırıyorum, daha iyi görmek
istiyorum onu. Gözkapakları
inik, meleklere bakarken uyuyakalmış bir bakirenin uykulu gülümsemesi... Gene
de konuşuyor ve minnetindeki
coşku
"Hepsine de
teşekkürler!"
Öyle dokunaklı bir biçimde beliriyor ki kafam
karışmaya başlıyor.
"Yaşamın değerini o günden sonra öğrendim, Claudine!.. Her şeyin
koparılabileceği, yenilebileceği, her şeyin bırakılabileceği, gene her şeyin
yeniden alınabileceği bir bahçe... Gerçekte yalnız kendimi sevdiğime, kendi istediğimi yaptığıma
göre, değiştirmek sadakatsizlik değildir... Ah! Claudine, ikincisinden, yani
şu ufaklıktan
sonra, bütün erkeklere büyük büyük açılmış, inanç dolu gözlerle baktım hep..."
"Hangi ufaklıkmış
o?"
"Bir otel uşağı, Carlsbad'da. Carlsbad'ı bilir misin? Gerçek Yahudi
kılığında Yahudiler vardır hâlâ orada, pislikten sertleşmiş kaftanlar
giyerler, güzel İsa heykeli
saçları vardır, lüle lüle, başlarında da ufak bir lâzımlık taşırlar. Onların
yanından geçerken yere tüküren Avusturyalılar vardır..."
"Evet... Uşak?"
Annie umursamaz bir bilinçsizlikle: "Çok çekiciydi," diyor.
"Bilerek seçerler böylelerini, bilirsin. Ufak, sarışın, ince eleyip sık
dokuyan bir Viyanalı,
iyi uşak örneği..."
Bilinmedik Annie konuşuyor şimdi, apaçık, utançtan uzak, uzmanca bir
gülümsemeyle. Buluşların tatlı ateşi yanaklarımı ısıtıyor!..
"...İyi uşak örneği diyorum ya sana! Yeterince
becerememekten, yeterince iyi yapamamaktan korkardı hep. Sabah akşam, gelen
mektupları gösterirdi bana; şeritli kasketi elinde, saygılı saygılı, katta kendi
yerini iki
gün boyunca arkadaşı Hans'ın alacağını bildirdiği akşamı, o pembe suratını
anımsıyorum da..."
Gülüyor,
dizlerime devrilmiş; kısa, sinirli hıçkırıklarla gülüyor, öksürür gibi. Hay
allah! gülmenin bu kadarı
da fazla! Üzücü bir sinir bunalımı... Hayır... Teşekkürler sana, Tanrım,
akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirdiler!..
Annie'nin açılması, ne diyorum? patlaması güçten
düşürdü beni. Ben onun "ruhunun ülkesini" görmek istiyordum, - oysa bana
canımı çıkartacak kadar ülkeler
gösterdi. Maugis olsa böyle söylerdi! Ona olan sevgim de ben farkında olmadan değişmek
zorunda kaldı:
Annie şimdi bende daha çok saygı, daha az ilgi uyandırıyor. İçini döktü, hem de her şeyi
göze alarak döktü,
ama gizini böylesine çabuk verdiği için biraz kızıyorum ona. Daha doğrusu ben bu giz başka
olsun isterdim,
birçok kadınların gizinden ayrılan, daha farklı gizinden ayrılan, daha farklı,
daha eşsiz bir giz olsun isterdim...
Bütün suç kocasındaydı! Bir kadının ilkin bir budalayla yatmakla neleri tehlikeye
attığı gereğince bilinmiyor... Aşkın aşağılık işleriyle ilgili, ufak, önemsiz
bir çeyrektanrı, benim ihtiyar Melie'min "kötü hastalıklar" dediği
şeyden korumuş Annie'yi, bu kadarına da şükür. Dostumun cesareti, tehlikeden
haber-sizliğiyle bir, aynı güçte: Brieux an ruhlara kadar girmemiş daha...