Theodor Reik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Theodor Reik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2011 Perşembe

Aşk ve Şehvet Üzerine / Theodor Reik


9. EŞSÜRELİLİK

Evrim genel olarak erkeği içgüdülerin eşsüreliliğinden özgür kılar ama kadını değişikliğin ritminden erkek kadar kolaylıkla özgürleştirmez. Erkekler haşinleşebilirler ve her an katil olabilirler. Son zamanlarda bazı araştırmacılar ka­dınların işlediği suçların %70 ila %80'inin âdet öncesi ve âdet dönemi başlangıcında işlendiğini göstermektedir. Erkekler cinsel dürtülerinde biyolojik ritmin izlerini gösterirken, ka­dınların cinselliği çok açıkça doğanın dönemsel yasaları tara­fından yönetilmiştir. Kadınların çoğu âdet dönemlerinden birkaç gün önce, âdet dönemleri sırasında ve ondan sonra çok kolaylıkla tahrik olurlar.
O sırada gebe kalma olası olmadığından, doğurganlıkla cinsel arzu arasında bir zıtlığın olduğu görülmektedir. San­ki doğa bir zamanlar kadını erkeğinkine yakın bir duruma getirme girişiminde bulunmuştur ve o günler, sözün gelişi, o başarısız girişimin bir anısıdır. Doğal olarak bu biyolojik bir spekülasyondur ama kişi psikolojik değişikliklerin bir kadının evrelerinde biyolojik faktörlere geri döneceği izleni­minden kurtulamaz. Cinslerin ilişkisinde bu kadar çok kav­gaya ve mutsuzluğa neden olmasından haklı olarak sorumlu tutulan âdet öncesi gerilimi, çoğu zaman şu tümceyle ifa­de edilebilecek bir engellemenin semptomatik söylemi olarak açıklanmıştır; "Ne bir penisim ne de bir çocuğum var." Oysa erkeğe karşı yöneltilmiş sinirliliğin ve saldırganlığın niteliği, sanki o, kadının mutsuzluğundan sorumluymuş gi­bi, bir tür gücenme belirtiyor görünümündedir. Psikanalistlerin, âdet öncesi gerilimin, kadının bilinçdışı penis imren­mesinin semptomatik bir ifadesi olduğunu neden hiçbir za­man belirtmemiş olduklarım merak ederim. Bir keresinde Karl Kraus, erkeklerin Tanrının kadınlarda eksik bıraktığıyla cezalandırıldığından yakınmıştı: "Her ay onlara eksiklik­lerinin anımsatılmasından ötürü, bizim kan kaybından öl­memiz mi gerek"*
Çoğu erkeğin genellikle şu ya da bu kadını değil, "yalnız­ca bir kadın" istediği doğrudur. Bu, erkeklerin cinsel açlık çektikleri zaman bir dişi istemesi ve kişisel nesne seçimi öne­minin biyolojik dürtünün arkasında kalması demektir. Ge­nelde kadınlar için cinsel arzunun daha çok şu ya da bu erkekle olan kişisel ilişkiye bağlı olduğu doğrudur. Ama kadı­nın cinsel arzusunun erkek cinselliği niteliğine yaklaştığı o günlerde, onların nesne seçiminin kişisel faktörü psikolojik olarak neredeyse önemsiz bir duruma gelir. Eğer kadınlar tam anlamıyla içten olsalardı, her ay yinelenen o kısa evreler­de herhangi bir erkeği kabul edeceklerini itiraf ederlerdi. O zaman onlar için bir seçim yapma sorunu kalmazdı.

10. BİR KADIN NE İSTER?

Ernest Jones, Freud'un kadınların psikolojisini erkeklerinkinden daha gizemli bulduğunu söyler. Bir keresinde Freud'un Marie Bonaparte'a söylediği sözü şöyle alıntılar: "Hiçbir zaman yanıtlanmamış ve kadın ruhunu otuz yıldır araştırmama karşın hâlâ yanıtlayamamış olduğum soru şu­dur: "Bir kadın ne ister?"* Freud şu ya da bu tip bir kadını değil, tüm kadınları ve onların yaşamlarındaki amaçlarını dikkate alır. Sorunun, erkeklerin amaçlarının aksine, kadın­ların amaçlarına yönlendirilmiş olduğunu tahmin etmek için büyük bir anlayış gerekmez. Ayrıca, Freud'un sorusun­da ele alman yaşam amaçlarının dar anlamlı, sınırlı hedef­ler değil, kadınların onlara doğru bilinçli ve bilinçdışı ola­rak çabaladıkları en temel amaçlar olduklarını da tahmin edebiliriz.
Sorunun bir kadına, olağanüstü psikolojik algısı ve anla­yışı olan bir kadına sorulmuş olması rastlantısal olamaz. Marie Bonaparte'i tanıma zevkine vardığım Paris ve Viyana'da, kadınların psikolojik sorunlarıyla ilgili tartışmalarda onun içe işleyen analitik anlayışına ve açık sözlülüğüne her zaman hayran oldum. Onun daha sonra yazdığı kitaplar, bu sorun­ları çok iyi anlaşılır ve çoğu zaman başarılı bir yazınsal sunuş yeteneğinin olduğunu kanıtladı. Freud, Marie Bonaparte'a geleceği en parlak öğrencilerinden biri gözüyle bakıyordu. Hem öğretmeni hem de arkadaşı olan kişiyle yaptığı o görüş­mede prensesin ne yanıt verdiğini ne yazık ki Jones bize söy­lemedi.
Sorunun, özellikle tüm zamanların en büyük psikologla­rından biri; yüzlerce kadın hastayı incelemiş, etrafı ailesin­den kadınlar, kadın öğrenciler, kadın hayranlar, doktorlar ve psikologlar tarafından çevrelenmiş bir psikanalist tarafından sorulması ilginçtir. Arama ve araştırmaları onu sonsuz ka­dınsı olana değil, sonsuz kadınca olana, kadının tüm sınıf, inanç ve milliyet sınırlarının ötesindeki amacına doğru yön­lendirir. Kadınların şimdi ne için çabaladıklarını ve ilkel za­manlardan beri ne için çabalamış olduklarını sorar.
Freud soruyu sorar ama onu yanıtlamaz. Böyle bir yanıt tüm kadınların bilinçli ve bilinçdışı amaçlarını içermelidir. Belki de, kadınların tüm biyolojik ve psikolojik gereksinimle­rini hesaba katacak böyle genel bir soruya yanıt yoktur.
Böyle bir yanıt varsa, birçok yönden Freud'un öncüsü olan ve başka şeylerin arasında ego psikolojisinde psikanaliz itirafından henüz ulaşılamamış bazı psikolojik içgörülere varan Nietzsche belki de bunu verirdi. Şafak vakti çevrede çe­kine çekine ve usul usul dolaşan Zerdüşt bu "küçük gerçeği" harmanisinin altında gizler: "Kadında her şey gizemdir ve kadında her şeyin tek çözümü vardır. Buna gebelik denir."


11. KADINCA ve KADINSI

Bir önceki bölümde "sonsuz kadınsı" ve "sonsuz kadınca" arasındaki zıtlıktan söz edildi. Bu satırları yazarken, onların bir zamanlar bir kadın tarafından bana söylenen bazı gözlemlerin etkisiyle ortaya çıktığının farkında değildim. Bu kadın bu kitabın ilk müsveddesinin bazı bölümlerini oku­muş ve bana şöyle demişti: "Bu bölümdeki yorumlarınız ka­dınca olanı değil, kadınsı olanı ilgilendiriyor." Yapmış oldu­ğu ayrıma şaşırdım ve ne demek istediğini sordum. Bana, uzun bir süre bu farkı düşüncelerinde tasarladığını söyledi. Ona göre kadınsı demek, çekici ve baştan çıkarıcı her şey, erkeği ayartma ve aklını çelme amacıyla ancak bir kadının diyebileceği, "hem gel, hem git," anlamına gelen her şey de­mekti; dişinin tüm hileleri, dalavereleri ve kurnazlıkları. Ona göre, kadınca, vermeyi çağrıştırıyordu: Başkalarını düşünme gereksinimi, içgüdüsel olarak sevgi dolu ya da analara özgü olan. Her günkü savruk dilimizde ikisi arasında bir ayrım yapmamamıza karşın, farkında olmadan hepimizin bu ayrı­mı yaptığı görünümü vardır.

Çoğu zaman iki niteliğin bir kadında birleştiği ve bunun onun doğasının iki yanını temsil ettiği açıktır. Ama bunlar­dan biri kendisini ortaya koyduğu zaman ötekinin geri çekil­mesi ilginçtir. Doğa, kadınsının cephaneliğini kadınca olanı geliştirme gizli amacında kullanabilir. Öteki yönden, çok ka­dınsı davranışın ortasında birden kadınca olan belirebilir.
Küçük kızda çok erken dönemde hem kadınca hem de ka­dınsının ortaya çıktığını çoğu zaman görebiliriz. Kızım Miriam henüz beş yaşındayken, hem kadın hem de erkek grupla­rı içinde cilveli olmayı ve onlarla kaynaşmayı biliyordu. Hat­ta istediğini elde etmek için çok kadınsı bir biçimde küçük hilelere de başvurabiliyordu. Yalnız, aynı dönemde şu olayı da anımsıyorum. Yaz tatilimizi Kanada'da bir çiftlikte geçiri­yorduk. Çevreye bir göz atmak için Miriam'la birlikte ahıra gittim. Miriam, bir direğin tam tepesinde, anne kırlangıcın yavrularını güven içinde büyüttüğü bir kırlangıç yuvası gör­dü. Yavru kuşların kanat çırpmalarını duyabiliyorduk. Kısa bir süre sonra ahırdan ayrıldık ve yürüyüşümüzü sürdür­dük. Birden Miriam elimi bıraktı ve farkında olmadan açık bıraktığımız ahırın kapısını kapatmak için hızla geri döndü. Yolda bir kedi görmüştü ve o kadar küçük olmasına karşın, kedinin kuş yavrularını öldürmesinden korkmuştu. Daha o zamandan küçük kızın içinden kadınca olan duygu kendisi­ni dışa vuruyordu.
Kadın hastalarımdan biri, yaklaşık aynı yaştayken, kendi­sine bir çift Hint domuzu verilmiş olduğunu anımsadı. Hint domuzları bir aile oluşturdular ve hastam onları bir atmaca gibi korudu. Bir gün, ebeveynlerinin bir arkadaşı, bir buldok köpeğiyle ziyarete geldi. Hiç kimsenin bakmadığı sırada kö­pek küçük hayvanların ansızın üstüne atladı ve onları öldür­dü. Küçük kız çılgına dönmüştü ve attığı çığlıklarla büyükle­ri oraya koşturdu. Köpeğin sahibi olan genç kadın üzülmüş­tü ve ağlamaya başladı. Birden küçük kız ona koştu ve "ağIamayın, sizin kabahatiniz değildi," dedi. Hasta, küçük bir kız gibi duygu hassasiyeti ve aynı zamanda kadınca bir an­nelik göstermişti.
Kadınca dediğimiz nitelik anneye özgü olan davranışın en önemli katkı malzemesidir ve aslında kadının anne olup olmaması fiziksel gerçeğinden bağımsızdır. Küçük bir ço­cukken erken dönem Avusturyalı bir kadın yazarın (Marie Ebner-Echenbach'mıydı acaba") kısa bir öyküsünü okudu­ğumu anımsıyorum; bu öykü bende bazı düşünceleri hare­kete geçirmiş ve ilkokuldaki öğretmenime yeni gözlerle bakmama neden olmuştu. Eğer doğru anımsıyorsam, öykü genç bir öğretmen kadının yaz tatili sırasında genç bir adamla yaşadığı romantik serüveni anlatır. Evlilik yaşamı, bir koca, bir çocuk, bir ev hayali kurmuş olan ve aşkında düş kırıklığına uğrayan genç kadın sonbaharda evine gelir. Derinden derine üzüntülü, okuluna döner. Sınıfında çocuk­lar çevresini alınca, daha ilk günden üzüntüsü ve umutsuz­luğu yavaş yavaş kaybolur. Öykü, altmış yıldır bana şunu anımsattıran bir tümceyle kapanır: "En çok çocuğu olan ka­dın çocuksuz kadındır." Kadınca terimini en iyi anlamıyla burada kullanabiliriz.
Erkeklerin çocukluk dönemi anılarında annelerindeki kadınsılık önemsiz bir rol oynamasına karşın, kadınca olanın onlarla yaşamayı sürdürmesi gariptir. Ayrıca, kadınların ve erkeklerin çocukluk dönemlerinde anneleriyle ilgili anılarının duygusal yönlerinde de bir farklılık vardır. Kadınların anılarında daha çok annelerinin kadınsı niteliği saklanmıştır. Bir kadın hasta, erken çocukluk döneminde annesinin "telefonda sesinin seksi" çıktığının farkına varmış olduğunu anımsadı.
Erkeklerde çocukluk dönemi anılarının bu bölümünden kaçınmakta ensest tabusunun bastırıcı etkilerinin payının ol­duğu kesindir. Annenin idealleştirilmesinin, onun kadınca kişiliğinin anımsanmasıyla çok yakından ilişkili olduğu kayda değer. Annenin doğasındaki bu yanın küçük erkek çocu­ğunun ego gelişiminde de önemli olduğu açıktır.
İşte, bu analitik sonucu onaylayabilecek küçük bir anı: Birçok işaret benim hayalci, neredeyse uyuşuk küçük bir er­kek çocuğu olduğum gerçeğini söylüyor gibi. Gururlu anne­lerin çocukları hakkındaki "parlak söylemleri"nden kalan hiçbir şey yok çocukluk dönemimden. Annemin bir gülüm­semeyle söylediği tek sözcük "akıllı" ya da "zeki"den başka bir şey değildi. O ne zaman alışverişe ya da bir ziyarete gitse ağlamaya ve sonra da hıçkırarak yakınmaya başlardım: "Düştüğüm zaman beni kim yerden kaldıracak?" Bu, henüz doğru düzgün yürümeyi başaramadığım bir yaşta olmalı. Benim zavallı sorum, küçük bir erkek çocuğunun yalnızca tümden bencilliğini değil, hayal gücünün kesinlikle olmadı­ğını da gösterir. Eğer yere düşersem beni başka birisinin kal­dırabileceğini düşünemiyormuşum gibi görünüyor. Ama bu işlevin yalnızca anneye yüklenmesi, belki de benim aptallığı­mın bir sonucu değil, ancak onun tarafından yerden kaldırıl­mayı istediğimin bir ifadesiydi.
"Kadınca"nın her şeye kadir olmasının inancı öyle direnç­liydi ki bu, yaşamın her erkeğe getirdiği düş kırıklıkları ve acı gerçeklerle karşılamadan, etkilenmeden içimde bir yerde kaldı. Bu çocukluk dönemi inancının yankısını hâlâ anımsı­yorum. Bu, Goethe'nin Faust'unu sonlandırdığı o harika di­zeleri lisede ilk kez okuduğum zaman içimde çınladı:

Burada dile getirilemeyen
Aşk ile yoğurmuştur onu
Ebedi-kadınca olan
Bizi çeker yukarı.

Küçük bir çocukken hissettiğim, burada en yüceltilmiş ve mistik şekliyle yeniden belirmişti.
Bu görkemli dizelerde "ebedi kadınca" olanın "ebedi kadınsı" olanla yerinin değiştirilebileceğini düşünebilir miyiz? Kesinlikle hayır. "Ebedi kadınsı"nın yukarı çeken işlevi penisle sınırlıdır. Evet doğrudur başlangıçta, anne küçük erkek çocuğunun hem şefkat özlemi hem de tensel nesnesidir ama kısa bir süre içinde karşısına ensest engeli dikilmiştir. Kısa zamanda cinsel itkiler başka bir nesne arar ve anne yalnızca sevecen duyguların nesnesi olur.
Kadınsı olan kesinlikle eskidir ama aynı kesinlikle ebedi değildir. Kadınsı olanın eski taş devri kadınlarında çok belir­gin olduğu düşünülemez. Bu, belki de içinde insan kültürü­nün başladığı neolitik devirden çok eski değildir. İlk erkeğin karısının ve kızının mutlaka çok az kadınsı nitelikleri vardı. Ama onların daha o zaman kadınca nitelikleri olduğu nere­deyse kesindir.
Hayır, "ebedi kadınsı" olan yoktur, çünkü kadınsı karakter özellikleri, erken dönemde olmasına karşın, küçük kızın belirli bir gelişim evresinde de ortaya çıkar. Doğrusunu söy­lemek gerekirse, "ebedi kadınca" olan da yoktur çünkü o ol­sa olsa ancak cinsel farklılaşmaya kadar geri izlenebilir. Ev­rimin henüz dişileri ve erkekleri farklılaştırmadığı ve birçok tek hücreli türün bu önemli farkın huzurlu bilgisizliği içinde yaşadığı çağlar vardı. Ama bu küçük gezegenin üstünde insan dişileri ilk kez belirince, kadınca olanın izleri ortaya çıktı, oysa kadınsı olan ancak uzun uykusundan uyandığı za­man dünyaya geldi. Biyolojik ve psikolojik kökenleri birleş­tiren bu anlamda, kadınca olandan dişinin başlangıç ve son amacı olarak söz edebilirsiniz; onun kadınsılığı geçici bir ol­gudur. Kadındaki kadınca yön kalıcıdır, oysa onun kadınsı­lığı, Charles Darwin'in sözcükleriyle, onun "çabuk unutu­lan" çekiciliğidir.
En iyi anlarda en kadınsı yaratık kendi içinde kadınca olanın da farkına varır. Bu temel bölüm erkekle olan rekabetin dışında kalır. Onun, cinslerin savaşından dışta tutulmuş, "göğüs göğüse dövüşmenin dışında", yüceltilmiş bir yeri vardır. O, kadının kudreti ve zaferi olan öğedir. Kudret arzu­su ya da kadınların bağımsızlığı mücadelesi tarafından etki­lenmemiştir. Anatole France bu ebedi kadınca olanı, bir kere­sinde, eşitlikte ısrar eden kadın üstünlüğünden vazgeçer de­diği zaman düşündü.


Resim: Ferdinand Hodler

12 Ocak 2011 Çarşamba

Erkeğin Evlilik Korkusu / Theodor Reik


Uzun yıllar önce, evlenmeyi düşünen bir hastam bana bir karikatür gösterdi: Karikatürde hayvanat bahçesine git­miş bir baba oğul resmediliyordu. Karikatürün altındaki ya­zıda baba oğul arasında geçen konuşma veriliyordu. Çocuk sorar: "Baba, eşekler evlenir mi?" Baba yanıtlar: "Yalnızca eşekler evlenir."
Bir önceki bölümde kadınların bilinçdışı yetersizlik duy­gulanın ve bunların evlilik sorunundaki önemini irdeledim.
Erkeklerde de yetersizlik duygulan bulmak güç değildir ama bunların evlilikle ne gibi bir bağı vardır?
Bu kuşkularla, bir kızın ileriki yıllarda erkeğini elinde tu­tup tutamayacağı, ona vereceklerinin yeterli olup olmadığı, daha sonra ona çekici ve arzulanır gelip gelmeyeceği ile ilgi­li kuşkuları arasında hiçbir benzerlik yoktur. Erkeklerde ev­lilikle ilgili kuşkular vardır ama bunlar değişik türdedir. Er­keklerin de güvensizlikleri vardır ama bunlar onların kişisel eksiklikleri ve duygularıyla ilgili değildir. Başka bir şey göze çarpar; erkeklerde evlilik fikrine karşı bir isteksizlik vardır ve her erkek "evet" demeden önce bu direnişin üstesinden gelmelidir.
Bu noktaya gelince, evlilik olasılığıyla karşı karşıya kalan erkeklerin bu isteksizliklerini açıkça ortaya koyan birçok va­kanın karakteristik özelliklerini anımsadım. Bir hastamın alımlı bir kızla nişanlanmasından ve evliliğin onun için ne anlama geldiğinden söz edişini anımsıyorum; bunu aynı du­rumdaki bir kadının söyledikleriyle karşılaştırdım.
Her iki vakada da gelecekle ilgili kuşkular dile getirilmiş­ti ama aradaki fark belirgindi. Kız kendinden yakınmış, kişiliği olmadığını, insan içindeyken ne söyleyeceğini bilemedi­ğini, çok az şey bildiğini vb. söylemişti. Erkek, kişisel nitelik­leriyle ilgili kuşkularından değil parasal durumuyla, bir aileyi geçindirmekle ve son olarak da evlendiği zaman karşı kar­şıya kalacağı yükümlülükleri üstlenmek konusundaki istekliliğiyle ilgili kuşkulardan söz etmişti. Erkek, sözlerini şöyle bitirmişti: "Birlikte olacağım son kadının Anne olacağına inanamıyorum. Düşüncesi bile imkânsız geliyor."
Sorunun kaçırmış olduğum temel bölümü, doğaları bakı­mından erkeklerin evlilikten korkmalarıdır. Onların sorunu, şu ya da bu kızla evlenip evlenmemekten çok, evlenip evlenme­me sorunudur. Kadın, Milos Venüs'üyle Troyalı Helen'in bir karışımıysa, evli olmak ya da olmamak, asıl sorun işte budur. Kadınların ve erkeklerin evliliğe karşı farklı bir tutumu olması dikkate değerdir; bu fark yalnızca sosyolojik değil psikolojik faktörlere de dayanır. Bu farklılığı anlayabilseydik, cinslerin psikolojisinin kıyaslamasına malzeme ekleye­bilirdik.
Birçok psikolog ve sosyoloğun evlilik sorununa evli çiftlerin durumunu soruşturarak başlamakla ciddi bir hata yaptıkları açıktır.
Genç erkeklerin ve kadınların evlilikle ilgili umutlan ve korkulan birlikteliklerinin yazgısını büyük ölçüde etkileye­cektir. Ölüm onları ayırana dek birlikte yaşamayı seçen iki kişi evlilikle ilgili bazı fikirler oluşturmuşlar, bazı hayaller kurmuşlar ve düşüncelerinde evliliği canlandırmışlardır. Bir evliliğin geleceği, bu beklentilerden ya da gelecekle ilgili bu hayallerin gerçekleşmesinden ya da engellenmesinden ba­ğımsız değildir.
Geleceğe dair bakış açısının kadınlar ve erkekler için fark­lı olduğu yadsınamaz. Meselenin diğer yönlerini tartışma­dan önce, bu yön cinslerin kıyaslamak psikolojisinin ışığı al­tında ele alınmalıdır. Bu tür bir yaklaşımın tek yanlı olduğu­nun farkındayım ama kişinin, sorunun yalnızca bir yanını in­celerken, başka yanlan olduğunu da bildiği sürece, tek yan­lılığın zarar verici olmadığı kanısındayım.
Evlilik sorununun, çoğu psikologun, tehlikeliymiş gibi or­taya çıkarmaktan kaçındığı bir yanı vardır. Bu sorunla yüzleşilmelidir. Bundan da önemlisi, önce onun belirtilmesi ge­rekir. Kadın için evlilik düşüncesi doğaldır; kadın evliliğe se­ve seve girişir; ama erkekler için evlilik fikrinde yabancı bir şey vardır. Erkekler evlilikten korkarlar. Erkek ördeklerin başlangıçta sudan korktuklannı düşünürseniz tam benzeş­meyi bulursunuz.

Logan Clendening erkeğin bakış açısını The Human Body (İnsan Bedeni)* adlı kitabında verir. Bu hekim, "erkekler dünya üzerinde dolaşarak mümkün olduğunca çok sayıda kadını döllemek için yapılmıştır," der. Bu böyle değilmiş ha­vasını takınmak ya da bu arzuyu ahlaki çıkışmalarla denetle­meye çalışmak "tümüyle saçmadır". Erkeği denetleyebilen tek şey kadının sağduyusudur: "Onu evlenme dairesine ya da mihraba götüren, erkeği çelikten bir çemberle sıkıca bağ­laması için annelerinin çağlar boyunca biçimlendirdikleri duyu."
Erkeklerin çoğu, ancak başka çıkar yol yoksa evliliğe bo­yun eğecek ve "ömrünün geri kalanında bunu neden yaptı­ğını düşünecektir." Clendening, ortalama bir erkeğin, kadı­nın ona teslim olması için kadına yalan söylediğini, dil dök­tüğünü, yaltaklandığını, istediğini yaptırmak için sonsuza dek onu sevme sözü verdiğini vurgular. İstediğini elde ettik­ten sonra, "erkek bir sonraki aday için hazırdır ve bunu ba­şarmak amacıyla başvurduğu yollan ona anımsatmak ya da bu yollan kullanmasından ötürü ona sövmek, çiçekleri to­murcuklandıktan ya da anları çiçekleri ziyaret ettikleri için paylamak kadar dünyadan habersiz olmaktır." Bu sözler bi­yolojik gerçekliği açıkça ortaya koymaktadır.
Bernard Shaw'un bu konuda söylediklerine bakalım: Man and Superman'de (İnsan ve Üstün İnsan) Tanner, "kadının işi­nin en kısa zamanda evlenmek, erkeğinkininse mümkün ol­duğunca bekâr kalmak" olduğunu ileri sürer. Bu bekâr için evlilik, "bir din değiştirme, ruhumun sığmağına saygısızlık, erkekliğimin ayaklar altına alınması, doğuştan kazanılan hakkımın satışa çıkarılması, utanç verici bir teslim olma, onur kırıcı bir boyun eğme, yenilginin kabul edilmesi" dir. Ona göre evli erkek, geçmişi; bekâr erkekse geleceği olan bir erkektir. Evleneceği kız, Anne, ona eğer istemiyorsa evlen­mek zorunda olmadığını söylediği zaman ona şöyle yanıt ve­rir: "Hangi erkek asılmak ister" Ne var ki erkekler mücadele etmeden kendilerini asmalarına izin veriyorlar, oysa en azın­dan papazın gözünü morartabilirler. Biz, dünyanın istekleri­ni yerine getiriyoruz, kendimizinkileri değil."
Shaw, karşı konulamayacak bir biçimde işleyen gizemli bir yaşam gücünün erkeği bu tuzağa çektiğine inanır. Bilim buna benzer bir biyolojik zorunluluk bulamamıştır. Cinsel dürtü kesinlikle evliliğe bağlı değildir. Evlilik uygarlığın er­keklere zorla kabul ettirdiği bir kurumdur, bazı kültürel fak­törlerin etkisiyle insanlığın organik evriminin bir sonucudur. Evliliğin tarihçesini insan toplumunun en alt ve ilkel şe­killerine doğru izlemek ve onu erkekteki tekeşlilik itkisinin bir sonucu olarak düşünmek için birçok girişimde bulunul­muştur. Ünlü antropolog Dr. Edvvard Westermarck, evliliğin kökenini bazı gezginlerin tekeşli olarak tanımladıkları goril­lere vardıracak ölçüde ileri gitmiştir. Daha güvenilir gözlem­ciler, gorillerin tekeşlilik eğilimlerinin hayvanlarda değil, ön­yargılı fikirleri olan erkeklerin fantezilerinde var olduğunu
belirtirler.
Westermarck'm ilkel toplumlarda evliliğin tarihçesini il­kel erkeklerin güya tekeşli doğası doğrultusunda oluşturma çabalan Victoria devri taraftarlarınca takdir edilip çok beğe-nilse de bilimsel araştırma sınavını geçemedi. Westermarck evliliği, "erkek ve kadın arasında, yeni döl oluşturuluncaya dek süren üreme eyleminin ötesinde, öyle ya da böyle daya­nıklı bir bağlantı" olarak tanımlamaya çalışmıştır. Cinsler arasında "öyle ya da böyle dayanıklı" bir bağlantı tanımla­ması, doğal olarak, çok geçici türdeki birliktelikler için kulla­nılabilir.
Antropologlar en ilkel toplumlarda evlilikle diğer cinsel ilişkileri birbirinden ayırt etmekte büyük güçlükler yaşa­maktadırlar. Cinsel perhizin bilinmediği yerde, evlilik cinsel anlamda sahip olmayla bağdaştırılamaz. Peder D. Jones, Ku­zey Amerika Kızılderilileri arasında kadınlar "gecelik, hafta­lık, aylık ya da kışlık olarak satın alınırlar" diye bildirir.* Cherokee Kızılderilileri "genellikle yılda üç ya da dört kez eş değiştirirler." îlk gözlemcilerden biri olan La Houtan, "Ku­zey Amerika Kızılderilileri arasında "evlilik" denilen şeye, Avrupa'da "suç İlişkisi" denirdi," der.** Oregon kabileleri ara­sında evlilik bağının, "eğer buna evlilik bağı denilebilirse, herhangi bir yaptırımı yoktur";*** Seminoleler arasında, ev­liliğin, "ilgili tarafların isteğiyle bitirilecek olan, cinslerin do­ğal çiftleşmesinden başka bir şey olmadığını," duyduk. Peder Morice, Athapascan kabileleriyle ilgili olarak, mis­yonerlerin gelişinden önce onların beraberliklerine evlilik de­nilmesinin yanlış bir adlandırma olduğunu söyler. "Birlikte yaşamak bu beraberliği daha iyi tanımlar." Bu ilk bildirilerde bir erkeğin kolayca kırk ya da elli kez evlenebileceğini okuduğunuz zaman, Kızılderili kabilelerinin Hollywood'un kibar takımını geçmiş olabileceği izlenimini edinirsiniz.

Hıristiyanlar aralarına sızmadan önce, Kuzey Amerika Kızılderilileri gibi diğer kıtalardaki yerliler de evliliğe geçici bir ilişki gözüyle bakıyorlardı. Bu türlü ilişkiler çok çeşitlidir ve evlilikle hiçbir ilişkisi olmayan, bir tür deneme evliliği ve evli çiftler gibi birlikte yaşanan cinsel ilişkilerle gerçek evli­likleri birbirinden ayırt etmek güçtür.*
Çağımızın ilkel gelenek araştırmacıları evliliğin her zaman var olmadığı ama bir kurum olarak ulusun ya da kabilenin reisi ya da yasa yapıcısı tarafından yürürlüğe konulduğu ko­nusunda anlaşırlar. Bilinen tüm gerçekler Westermarck'ın ev­lilik kurumunun insan doğasında derin bir biçimde kökleş­miş olduğu görüşünün tersini söyler. Sosyologlar, onlara ne­redeyse melek gibi görünen ilkel insanların içinde özgün bir tekeşlilik itkisi keşfettiklerinde, bir hüsnükuruntunun kurba­nı oldular.
Gerçek şu ki evlilik esas olarak erkeklerin içgüdülerine ters düşer; öyle ki evlenmek için içlerindeki güçlü direnişin üstesinden gelmek ve evliliği kabul etmek için bazı eğilimle­rini, sert ve bağımsız doğalarını yenmeleri gerekmektedir.
Durum böyleyse, erkekler neden evlenir, evlilik nasıl or­taya çıkmış ve böyle bir kurum neden zorunlu olmuştur? Bunlar ilginç sorulardır ama bunların tartışılacağı yer burası değildir. Bir araştırma, hangi ekonomik ve psikolojik faktör­lerin evliliği erkekler için zorunluluk haline getiren değişik­likleri ortaya çıkardığını ortaya koymalıdır.
Evliliği ilkel topluma tanıtanın erkekler olduğuna, birçok toplumsal ve yasal yapı gibi, bu kurumun da onların buluşu olduğuna dair çok az kuşku vardır. Burada vurgulamak iste­diğim, esas olarak evliliğin erkeklerin karakterine yabana ol­duğu ve onların evlilikten çekindikleri gerçeğidir. Bunun da ötesinde, erkekler evlenmekten korkarlar.
Erkekler genç, güçlü ve erkeklik ruhuyla dolu oldukları sürece evlilik, yaradılışlarına aykırı düşer. Bu biyolojik yön­le psikolojik yön arasında bir köprü vardır; bu yönde erke­ğin bir yere bağlanma konusundaki doğal isteksizliğini, ele geçirme ve serüven arzusunu bırakmaya karşı direnişi bu­lursunuz.
Erkek, genç olduğu sürece özgür olmak ister; yerleşmeyi, sabit bir işinin olmasını, bir ailesinin olmasını ve onları ge­çindirmek zorunda olmayı istemez. O, aslında yeryüzünde başıboş dolaşmayı, yaşamı ve kadınları ele geçirmeyi ister; huzursuzdur ve onun için mutluluğun peşinde koşmak, ye­ni şeyler, yeni ülkeler, yeni kadınlar görmek demektir.
Karısı ve çocuklarıyla bunu nasıl yapabilir? "Yalnız yol­culuk eden hızlı yol alır." Askerler, denizciler, gezginler, teh­likeli yolculuklara çıkan tüm bu erkekler tek başlarına olma­lıdırlar; gittikleri yere ulaşmaktan başka bir zorunlulukları olmamalıdır, bu kişiler yalnızca serüven ruhuyla evlidirler. Karısını ve çocuklarını düşünen ve başına gelebileceklerin ai­lesinin kaderini belirleyeceğini düşünmek zorunda olan bir kimse maceraperest olamaz.
Evlenmek, birçok anlamda serüvenden vazgeçmek de­mektir. Bu, ergenlik dönemi zihniyetine hoşça kal demek an­lamına gelir.
Eşler, kocalarının bazı güç davranışlarına bakıp bazen sa­bırla, "erkekler her zaman çocuk kalır," derler. Onlar, evlen­dikleri zaman erkeklerin aslında çocukça zihniyetlerinin ço­ğunu terk etmiş olduklarını ve bu gösterdiklerinin ergenlik dönemlerinin acınacak bir kalıntısı, uzak bir yankısı olduğu­nu bilmezler. Tüm evli erkeklerin olgun olmadıkları doğru­dur ama uzun vadede yaşamın baskısı, onu üzerlerinde hissedecekleri ölçüde büyüktür: Erkekler de büyüyecektir.
Erkekler için evlilik yalnızca sevdikleri kadınla mutlu bir Dirlik demek değildir. Evlilik görev, zorunluluk, sorumluluk, Çaba ve çalışma demektir; evet, evlilik bazen yalnızca iş demektir, eğlenceye vakit yoktur. Erkeğin içindeki çocuk oyun oynamak ister hatta onun için işi bile bir tür oyundur. Erke­ğin içindeki yetişkin giderek oyundan vazgeçmelidir. Eğer erkek evliyse, yalnızca kendisi için değil çoğu zaman önce­likle karısı ve çocukları için çalışmak zorundadır. Erkek ba­şarmalıdır; (doğasına karşı olan) aldığı tüm eğitim, sorumlu­luklarını ciddiye alması hedefine yöneliktir. Burası, cinslerin kıyaslamak psikolojisi alanına geri dönmemi gerektiren yer. Kızlar evliliği düşündükleri zaman korkmazlar; onlar evli­likte ulaşacakları yeri görürler. Erkekler korkarlar. îlk bakış­ta bu korku onlara gizemli ve tümüyle mantıksız gelir; ka­dınların oda içinde koşan bir fareden korkması gibi anlaşıl­maz görünür.
Evlilik korkusu, erkeklerin pek çok kadında merak uyan­dıran tek korkusu değildir. Bir vergi tahsildarı karşısında ne­den erkeklerin içi korku ve hayranlıkla dolar? Köşe başında­ki polis memuruna duyulan bu büyük saygının anlamı nedir? Bu noktada iki cinsin psikolojisi arasında anlamlı bir fark vardır. Erkekler için polis memuru yasa ve düzenin kişileştirmesidir; polis memuru size bakar ve bakışı erkeklerde ya­sanın gözü düşüncesini uyandırır. Yasaya başkaldıran, polis memurunu nefret ettiği bir düşman olarak gören ve onu öl­dürmeyi isteyen bir gangster için bile bu geçerlidir. Suçlular için bile polis yasanın kişileşmiş halidir. Erkek yeraltı dünya­sı argosunda polis memurunun adı "yasa" dır.

Kadınlar için polis memuru böyle bir şey değildir. O yal­nızca gülümsediğiniz ve gerektiğinde, bazen gerekmese bile yardımını istediğiniz üniformalı bir adamdır. Polis memuru, kadınlarda başkaldırı duygusundan ya da yetkiyi temsil et­mesinden ötürü erkeklerde oluşan saygıyı uyandırmaz. Bu­rada, kadınların ve erkeklerin evlilik konusundaki farklı tu­tumlarını daha yakından görebileceğimiz bir yol var.
Kadınlara göre evlilik yasalara uygun olma konusudur; evlilik gelenekler ve toplum tarafından kabul edilmiş ve onaylanmış bir bağdır. Erkeklere göre evlilik görev düşünce­siyle, yükümlülük ve sorumluluklarla ilişkilidir. Evlilik bir ahlak sorunudur. Kadınlar için görev, toplum istediği için yapılması gereken bir şeydir. Erkekler için görev Tanrının kı­zının sesidir ve Tanrıtanımaz bile olsanız onu unutamazsı­nız. Kadınlar çoğunlukla sevgi dolu olmalarından ötürü ha­rekete geçerler, erkeklerse daha çok görev baskısı altında ol­duklarından. Yükümlülük, görev, sorumluluk: Erkeklerin kulakları için bu sözcüklerin bir yan anlamı vardır ama ka­dınlar bu sesi yeterince duymazlar, tıpkı onların iyiliği, seve­cenliği ve sevgiyi düşündükleri zaman hissettikleri alt akım­ları erkek kulaklarının iyi duymaması gibi.
Elbette, kadınların görev nedir bilmediğini ya da görev tanımaz olduklarını hiçbir şekilde ileri sürecek değilim ama bu fikrin onlar için, erkekler için olduğu kadar kutsallar kut­salı ve dokunulmaz bir niteliği olmadığını düşünüyorum. Erkekler, bir görevi, baş yetkililer olarak gerçekleştirirken, kadınlar daha çok gereksinimlerin karşılanması isteğiyle ha­reket ederler.
Erkeklerin savaş sırasında gösterdikleri inanılmaz özveri­leri size burada anımsatmayacağım, yalnızca bir Fransız ha­vacısı tarafından anlatılan bir olayı aktaracağım: sivil yaşam­da pilot olan bir silah arkadaşının bir davranışını nakledece­ğim. Bu örneği, savaşta ölen bir havacı olan Antoine de Sa-int-Exupery'nin Wind, Sand and Stars* (Rüzgâr, Kum ve Yıl­dızlar) adlı güzel kitabından alıntılıyorum.
Guillaumet, And Dağları üzerinden düzenli olarak uçma­sı gereken bir havayolu pilotuydu. Bir keresinde bir hafta sü­reyle kayboldu ve onun bulunabileceğine dair hiç umut kal­mamıştı. ("And Dağları kışın insanı bırakmaz," dedi insan­lar.) Guillaumet kurtarıldığı zaman ilk anlaşılır tümcesi: "Başından geçenlere hiçbir hayvan dayanamazdı," oldu. Fırtına nedeniyle karın üstüne iniş yapması gerekmişti, iki gün iki gece çaresiz yatmış, sonra beş gün dört gece yürümüştü. Onu buldukları zaman elleri hissizleşmişti ve tutmuyordu, ayaklan donmuştu.
Erzaksız, araçsız, neredeyse dimdik buz duvarlarının üs­tünde, sıfırın altında yirmi derecede soğukta sürünmüştü. Vazgeçmek, karın ve soğuğun sunduğu huzurun sonsuz mutluluğuna kendisini bırakmak cennete gitmek gibi olacak­tır; neredeyse donmuş kollan ve bacaklarından ağır ağır çe­kilip giden yaşamın yükünü üzerinden atma zevkinin tadını
hissetmektedir.
Ve sonra karısı aklına gelir. "Sigortadan para alamazsa beş parasız kalır." Bir adam kaybolduğu zaman yedi yıl son­ra yasal olarak öldüğü kabul edilir, diye düşünür. Bu kor­kunç ayrıntı diğer tüm hayallerini ortadan kaldırır. Eğer ka­rın içinde ucu görünen kayaya ulaşabilir ve ona yaslanabilir-se, en azından gelecek yaz bedenini bulabilirler ve karısı si­gorta bedelini alabilirdi.
Guillaumet, biraz daha keserek ayakkabılarını açmak ve şişen ayaklarına masaj yapmak için sık sık durmak zorunda kalır. Kalbinin durumu iyi değildir. Belleğini yitirmiştir. Ama kendisini ileriye doğru sürükler. Onu iten güç, altı ay sonra cesedinin bulunacağı ve böylelikle karısının sigorta­dan para alabileceği düşüncesidir. Bu kara serüvenin öykü­sünü anlatan arkadaşı, yazısını şu güzel tümcelerle bitirir: "Erkek olmak, tam anlamıyla, sorumlu olmak demektir. Bu gibi adamları matadorlarla ve kumarbazlarla aynı sınıfa koy­ma eğilimi vardır. İnsanlar onların ölümü küçümsemelerini göklere çıkarırlar. Ama ben insanların ölümü küçümsemele­rine önem vermem. Eğer kökleri sorumluluğu kabul etmeye dayanmıyorsa, ölümü küçümseme ya yoksullaşmış bir ru­hun ya da gençliğe özgü bir savurganlığın işaretidir."

Erkeklerin -en iyilerinin bile- evlilikten korkmasına ço­ğunlukla neden olan bu yüksek sorumluluk duygusu, evlili­ğin ne anlama gelebileceği ile ilgili bilinçdışı önbilgidir.
Erkeklerin yoğun fethetme arzusu, serüvenci ruhları, öz­gürlük aşkları, cinsel dengesizlikleri onları korkutarak evli­lik fikrinden uzaklaştırır.
Ama onları asıl korkutan yalnızca şudur: Onlar yükümlü­lüklerini yerine getirmek, sonuna dek sorumluluklarım üst­lenmek zorunda olduklarını bilirler.
Erkekler ödemek zorunda oldukları yüksek bedelden korkarlar; isteseler de istemeseler de sefalet, ölüm hatta ken­dini yok etme anlamına bile gelse onları, bu bedeli ödemeye zorlayan dışarıdan bir güç değil, içlerindeki bir şeydir. Kişi­nin içindeki bu acımasız faktöre psikanalizin verdiği bir ad vardır: Psikanaliz ona "süperego" der. Süperego, erkeklere yükümlülük yerine getirilmediğinde nadiren bu korkunç gö­rev ve suçluluk duygusunu hisseden kadınlardan daha sert davranır; kadınlara nazaran erkeklerden daha yüksek talep­lerde bulunur.
Bu suçluluk duygusunun yalnızca iyi yurttaşlarda oldu­ğu doğru değildir. Aile kuran her erkekte bu duygu vardır; kötülükten başka bir şey yapamayanlarda bile vardır. Molnar'ın oyunundaki kaba saba Liliom'u anımsarsınız. Sabırsız ya da huysuz olduğu zaman karısını dövmekten, hem de adamakıllı dövmekten çekinmez. Karı kocanın hiç parası yoktur ve Liliom'un karısı zavallı Julie, ona hamile olduğu­nu söyler.
Duygusuz adam sokağa çıkar, bir kasiyere saldırır, başa­ramaz ve kendini öldürür. Liliom beş para etmez bir adam olmasına karşın, karısına ve doğacak bebeğe bakması gerek­tiğini hisseder ve bir erkeğin son nefesini verene dek yerine getirmek zorunda olduğu sorumluluk, bir azizin başını çev­releyen hale kadar görkemle başını çevreler.
Kadınların bir erkek için sorumluluğun ne anlama geldi­ğini derinlemesine anladıklarına inanmıyorum. Öyle olsaydı erkeklerin evlenmekten neden korktuklarını daha iyi anl­arlardı.
Bencillikten, ciddiyetsizlikten ötürü evlenmek istemeyen, topluma katkıda bulunmaktan kaçman erkekleri suçlamak kolaydır. Erkekler çoğu zaman bu bencilliği itiraf ederler; us­lanmaz bir bekârın şunları söylediğini duydum: "Hiçbir kan bağım olmayan bir adamın kızma yaşamım boyunca neden
bakayım?"
Özgürlüklerini korudukları için gururlanan erkeklerin kabadayılıklarını dinledim ama seslerindeki gizli korkuyu, evlenirlerse aşırı vicdanlılıklarının, kendi kendilerinden bu­lunacakları taleplerin kölesi olma kaygılarını da duydum.
Kadınlar bunu anlamalı ve evlenmenin daha çok görev ve sorumluluk anlamına geldiğini vurgulamak yerine erkekleri rahatlatmalıdırlar. Erkeğin rahatına bakmasını sağlamak ge­rekli değildir; erkeğin içi rahat ettirilmeli ve erkek, gereken­leri yapabilecek kapasitede olduğuna, evlilik yaşamının yal­nızca artan yükler ve sorumluluklar değil, paylaşılan sorum­luluklar olduğuna, yanında bu yükü onunla birlikte taşıya­cak bir eşi olacağına ve her şeyden önce bu yükün onun tah­min ettiği kadar ağır olmayacağına inandırılmalıdır.
Genç bir adam, karısının hamile olduğunu ona söyleme­sinden kısa bir süre sonra beni görmeye geldi. Genç adam geleceğe kasvetli gözlerle bakıyor, daha şimdiden ufukta be­liren yokluğu ve sefaleti görüyordu; kaygılıydı çünkü kazan­cı çok sınırlıydı ve masrafları artıyordu. Ertesi gün daha iyi bir ruh hali içinde geldi ve karısının onu, bebeğin ilk iki yıl süresince neredeyse hiçbir masraf çıkartmayacağına inandır­dığını anlattı. Karısı göstermelik yalanında başarılı olmuştu çünkü adam ikna olmayı istiyordu.
Adamın parasal güvenceden çok moral desteğine gereksi­nimi vardı. İhtiyacı olan şey, karısının onun yeteneklerine kesinlikle inanması ve ona güvenmesiydi. Adam eşinin söz­lerinin iyi niyetli bir yalan olduğunu biliyor olmalıydı ama artık geleceğe daha büyük bir cesaretle bakıyordu. Kocasını bu kadar iyi anlayan genç kadına şapkamı çıkardım.

"Evlenecek tipte biri olsaydım sana evlenme teklif ederdim."
"Böyle bir durumda bir kızdan ne söylemesi beklenir?" diye sordu genç bir hasta. "Ona evlenecek tipte olduğunu söyleyemezdim. Onun daha iyi bilmesi gerekir."
Genç kızın haklı olduğundan tam olarak emin değilim. "Evlenecek tipte değilim," ifadesi söylenildiği anlama gel­meyebilir. Belki de bu bir beyan değil daha çok bir itiraftır.
Belki de bu ifade yalnızca şu anlama gelmektedir: Bana evlenmemem gerektiğini düşündüren şu ya da bu acayipli­ğim var. Erkeklerin bu anlamda sözler ettiklerine çok rastla­dım. Bir adam, karısıyla geçinemeyeceği çünkü kadınları eleştirdiği ve neredeyse kusursuzluk istediği anlamında bir ifade kullanmıştı. Bir başkası, cinsellikte çeşitlilik gereksini­minin yalnızca bir kadınla doyum sağlayamayacak kadar büyük olduğunu düşünüyordu. (Onun bu gereksinimini iti­raf ettiği kız cesaretle şöyle bir yanıt vermişti: "Erkeklerin çe­şitlilik istediğini biliyorum. Senin için yeterince çeşitlilik var bende." Üçüncü bir adam kadınların hepsinin sadakatsiz ol­duğu görüşündeydi ve karısının onu aldatacağından korku­yordu. (Daha önce bir kız onu aldatmışta ve o, bu hayal kırık­lığının etkisi altındaydı.) Başka bir adam eşcinsel olduğunu biliyordu ve kadınları kesinlikle çekici bulmuyordu.
Eşcinsel adam vakasında olduğu gibi, "Ben evlenecek tip­te değilim," tümcesi kişinin karakteriyle ilgili bir iç görü sağ­lar ama bu aynı zamanda temel bir kendini aldatma belirtisi de olabilir. Hiçbir erkek "evlenecek tipte" değildir ama erkek­lerin çoğu evlenecek tip haline gelir.
Deneyimlerim bana, en kesin kendini aldatma kurbanla­rının, kadınlardan nefret ettiklerini ya da Don Juan olduklarını sananların olduğunu gösteriyor.
Uslanmaz bekârlar çoğunlukla kadınlara taptıklarını, on-«n bir kaidenin üstüne oturtarak yücelten idealistler olduklarını ileri süren ve kadınları tüm erdemlerin ve saf kusursuzluğun örneği olarak gören erkeklerdir.
İdeal bir "soylu ve iffetli kadın" görüşüne sahip, kadınla­ra ulaşılmaz gözüyle bakan bekârlardan sakınınız. Bu gibi erkekler kadınları günlük yaşamda sınamazlar. Onlar kadın­ları güvenli bir mesafeden hayran hayran seyretmeyi yeğler­ler ve evlilik konusunda kaçamak bir tutum içindedirler. Ka­dın olsaydım, yalnızca, kaide yaşamak için çok rahatsız bir yer olduğu için değil, aynı zamanda bu erkeklere inanılamayacağı için bu soylu ruhlarla birlikte olmaktan kaçınırdım.
Bu erkeklerin kadın cinsine duyduğu hayranlık, etten ke­mikten bir kadınla gerçek bir ilişkiye girmeme çabasıdır. On­lar tüm yaşamları boyunca evlilik fikrini kafalarında evirip çevirirler, bu evlenme isteğini rahat bekâr hayatının sonuna dek yaşatmaya hazırdırlar.
Genç kadınlar, kadınlardan nefret ettiğini açıkça belirten erkeklerle beraber olmayı bu bekârlarla beraber olmaya yeğlemelidirler. Bu tipler her zaman evlenirler. Eski Viyana'da, ev kadınlarının yalnızca pazar yerinde geçerli olmayan bir atasözleri vardı: "Mallan eleştiren kişi, alıcıdır."

Kadınlara karşı genel olarak her türlü eleştiride bulunan, kadınların kusurlarını çok iyi bildiğine inanan bir adam, suç­lamalarına gülüp geçecek ve görünüşteki kadın düşmanlığı­nın arkasında sevebileceği bir kadına karşı gizli bir arzu ol­duğunu anlayan ilk sevimli kızın kurbanı olacaktır.
Çapkın bir erkek kesinlikle türünün tek örneği değildir; ama bu sınıfın bir alt bölümünde belirli bir kadını arayan, tüm kadınlar arasında arzulanın gerçekleştirecek kadmı bul­mak isteyen bir erkek vardır. O, istediğinin heyecan, kovala­maca, serüven olduğunu düşünür. Ama asıl istediği, arzula­rının gerçekleşmesi, huzursuzluğunun sona ermesidir. Onun söylediği değil, söylemediği önemlidir.
Geçen gün eski bir tanıdığa rastladım, her ikimiz de de­likanlıyken gerçek bir Don Juan olduğunun düşünülmesini
isterdi.
"Görevimi başaramadım," dedi. "Evlilik bana göre değildi." "Sana göre olan neydi?" diye sordum.
"Onun tam tersi," dedi, "aşk bana göreydi." Gülmeden edemedim, çünkü şimdi iki torunu olan bu adam örnek bir eştir.
Aşkta büyük serüvenciler olmak için yaratıldıklarını dü­şünen bu gibi erkekler genellikle evlenirler. Kadın düşman­lıktan patolojik bir noktaya varan, kadınlardan nefret eden­ler bile evlenirler. Otuz yıl önce Viyana'da bir toplantıda genç bir hanıma şaka yollu şöyle soruldu: "İsveçli misiniz? Strindberg'le ne zaman evlenmiştiniz?" Ruh hastası olan bu dâhinin kadınlara karşı nefreti, onun evlenmesini değil, ama evli kalmasını engellemişti.
Bir keresinde Freud, uygarlığımızın belirleyici akımların­dan birinin, olgun bir adamın aile kurması için kendi ailesiy­le bağlarını gevşetmesini zorunlu kıldığını söylemişti. Her erkeğin içinde, çocukken hayran olduğu adamın (babasının) yerini, mevkiini ve yetkisini devralma isteği yaşar. Psikana­liz, bu amacın önünde ne kadar çok engel olduğunu, yasak­layıcı ya da önleyici güç olarak çalışan ne kadar çok bilinçdışı faktör bulunduğunu, amaca yaklaşmanın bile ne kadar tehlikeli göründüğünü gözler önüne serer.
Pek çok erkekte görülen evlilik korkusunda, çocukluk dö­neminden kaynaklanan bu korkunun da bir miktar etkisi vardır. Bunların yalnızca hayali tehlikeler olduğu doğrudur ama psikolojik olarak gerçekliklerini korurlar.
Oğulları ve erkek kardeşleri arasındaki bu korkuyu hafif­letmek için evli erkekler ne yapmalıdır? Bu korkudan kendi­lerinin de soyutlanmış olmadıklarını ve evliliğin, kuruntu­nun tehdit ettiği gibi ne çok harika, ne de çok korkunç oldu­ğunu söyleyebilirler. Eğer bekâr arkadaşları onlara, yabanıl filleri yakalamakta kullanılan evcil filler olduklarını söyler­lerse, medeni cesaret erkeğe çekici gelmeye devam eder. Ernersonunkinden daha iyi bir öğüt verilemez: "Daima, yapm­aktan korktuğun şeyi yap."

30 Aralık 2010 Perşembe

Öfkesi Burnunda / Theodor Reik

                                    1
Acaba neden ilkel ve yarı uygar insanlar arasında bekâr kadın ve bekâr erkek sorunu yoktur? Neden Çin'de ve Japonya'da çok sayıda evlenmemiş kadın olduğuna dair her­hangi bir şey okumuyoruz? Ve neden bu sorun Ortaçağ kül­türünde ortaya çıkmadı? Bu konu neden iki yüzyıl, hatta yüz yıl önce tartışılmadı? .
Batı dünyasında ekonomik koşulların değişmesi mutlaka önde gelen bir faktördür ama burada endüstri devriminden daha önemli faktörler vardır. Kurum olarak ve insan ilişkile­rinin bir ifadesi olarak evliliğin doğasında bir şeyler değiş­miş olmalı.
Evlilik eskiden olduğu gibi değildir. Çağdaş insan için bu sorunla ilgili hiçbir şey şu söz kadar açık olamaz: Evlilik özel bir ilişkidir. Yaşı gelmiş olan her erkek ve kadın evlenip evlenmeyeceğine ve kiminle evlenip evlenmeyeceğine karar vermekte özgürdür. Fakat durum her zaman böyle değildi ve bu, bugün bile değişik kültürlerde farklılıklar gösterir.
İlkel toplumlarda evlilik özel bir ilişki değildir; aileyi ya da grubu ilgilendirir. Kabile ya da klan, evliliği onaylamakla kalmaz, karar mercidir; evlilik kararını onlar verir. Karşı cinsten iki bireyin kendi insiyatifleriyle evlilik kararı alma­ları şok edicidir; hatta belki daha da kötü karşılanır.
Avustralya yerlileri* bir adamla evlenmek için kaçan bir kadına, fahişeden biraz daha iyi gözle bakarlar. Hidatsa Kı­zılderilileri aileler arasında bir anlaşma olmadan yapılan ev­lilik için kötü bir ad kullanırlar. Haidalar, ebeveynleri tara­fından çocukları daha bebekken ayarlanmamış evlilikleri usulsüz sayarlar. Batı Afrikalı bir zenci, bir mahkemede, "Adam piçti, çünkü ebeveynleri aşk evliliği yapmıştı," de­miştir. Pataui Devletlerindeki Malayalılar için böyle bir evli­lik yasal değildir. Tarih boyunca tüm ilkel topluluklarda böyle olmuştur.
Evliliğin bir aile konusu olduğu, iki birey arasındaki bir gönül serüveni ya da romantik aşkın doruğu olmadığı kanısı birçok kültür tarafından paylaşılmıştır. Roma'da evlilik, te­melde bir aile sözleşmesiydi; Eski Yunan ve Roma tarihi bil­gini Kari Otfried Müller'e göre eski Atina'da, "Özgür bir ka­dını sevmiş ve onunla aşk evliliği yapmış bir erkekle ilgili hiç­bir bulgu yoktur." "Her birey ne zaman ve kiminle isterse ev­lenebilir" çağdaş anlayışı Yunanlılara tümüyle yabancıydı.
Fransa'da oldukça yakın tarihlere kadar evlilikler, çoğu zaman kız, seçilen genç adamı tanımadan önce, ebeveynler tarafından ayarlanmaktaydı. Evlilik bir aile meselesiydi. İtal­ya'nın soylu aileleri arasında evlilik tümüyle, iki ailenin ka­tıldığı bir iş meselesi olarak görülürdü. Birçok gelin ve da­mat ilk kez düğün günlerinde karşılaşmıştır. Buna benzer ge­lenekler İspanya, Portekiz, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerin­de de yaygındı ve bu yalnızca soylu çevrelerde değil, tüm sı­nıflar arasında geçerliydi. Aynı durum, ebeveynlerin çocuk­larını bebek yaşta nişanladıkları Çin, Japonya ve Hindis­tan'ın büyük bir bölümünde hâlâ yaygındır.
Bu gibi toplumlarda evlilik, bizde olduğu gibi bir duygu meselesi değil, ekonomi ve menfaat meselesiydi. Kadınlar gü­zel, hevesli, genç ya da iyi yetişmiş olduklarından ötürü değil; sağlıklı, çok çalışmaya uygun, zengin, gayretli, çocuk yapabi­lir olduklarından veya ailenin servetine, toplumsal mevkisine ya da politik gücüne katkıda bulunacaklarından ötürü seçilir­lerdi. Geçerli olan karşılıklı seçim değil, yalnızca işe yararlıktı, ilkel ve yarı uygar topluluklarda evlenmemiş yaşlı kızlar hemen hemen hiç bilinmez. Cinsel ilişkiler evlilik sorunun­dan ayrı tutulmuştur; onlar başka bir âleme aittir. Kültürsüz toplumlarda evlilik öncesinde bu yönde bir bastırma çok az fark edildiğinden, aşk sorununun eş seçimiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bizim anladığımız anlamıyla aşk ilkel kavimlerin ev­lilik yaşamlarında bile yoktur. Karı koca çoğunlukla ayrı ya­şarlar ve birlikte yemek yemezler. Kadınlar, güzellikleri ve çekicilikleriyle ilgili olarak birbirleriyle rekabet etmezler. Onlar bizim kadınlarımızdan daha az kadınsıdırlar; erkekle­ri, dış görünüşleriyle değil, işçilik, evi çekip çevirme, aşçılık ve annelik yetenekleriyle cezbetmek üzere eğitilmişlerdir.
Aşk, göreceli olarak, cinsler arasındaki ilişkilerde yeni sa­yılabilecek bir öğedir; eş olarak seçilen kadınlar, cinsel nesne değil de yalnızca işçi olarak değerlendirildikleri sürece aşk bilinmiyordu. İnsan evriminin alt düzeylerinde, kadınlar bir­birlerinden yalnızca ekonomik yönden yararlı becerileri ba­kımından farklı görülebilirdi.

Tarım çağının, hatta daha çok endüstri çağının başlama­sıyla işçi olarak kadının değeri azaldı. Ekonomik durumdaki değişimle birlikte kadının durumu da kökten değişti ve onunla birlikte evliliğin niteliği değişti. Göreli ekonomik de­ğerleri azalırken, kadınların cinsel değeri arttı.
Kadınların konumundaki bu değişikliklerle birlikte er­kekler daha çok seçici oldular ve evlilik partnerlerini kişisel çekim nedeniyle seçtiler. Ekonomik durumun düzelmesiyle birlikte kadınlara, cazibelerini geliştirme sanatlarına ayrıla­cak vakit ve fırsat verildi.
Uygarlığın ilerlemesi cinsler arasındaki artan farklılaş­mayla da kendisini ortaya koyar. Şimdi, bir kadın, bir başka­sına tercih edilebilir. Aşk serüveni, çağdaş topluma hayal gü­cünün çocukları olan tüm tutkuları, erkeklerin kaba cinsel ar­zularını zarifleştiren büyüyü getirdi. Bu yeni faktör, aşk, partner seçiminde en önemli faktör durumuna geldi. İnsanlığın yüz binlerce yıl onlarsız yeterince mutlu yaşa­dığı romantik duygular ve kişisel seçim şimdi kadınları ve erkekleri boş yere mutlu ve mutsuz kılıyor. Genç kızlarımız ve daha çok genç erkeklerimiz arasında aşk, eş seçiminde he­men hemen tek kıstastır ve elbette, toplumdaki bireylerin ev­lenip evlenmeyeceğine, evlenecekse kiminle evleneceğine çoğunlukla aşk karar verir.
Kadın ya da erkek, birey aşk nesnesine rastlamadan önce bazı psikolojik ruh halleri onu âşık olmaya hazırlar. Bunlar­dan en önemlisi, kişinin kendisinden genellikle bilinçsiz ola­rak hoşnutsuz olmasıdır; bu, gizli bir kendi kendini sevme­me halidir, çoğu zaman yer değiştirmiştir ve kendisini kişi­nin ailesinden, işinden ve çevresinden hoşnut olmaması şek­linde ortaya koyar. Bu ruh hallerinin kökleri, kişinin mahrem geçmişinin iyiden iyiye derinlerine gider.
Her birimiz çocuklukta ve ergenlik döneminin başlarında olmak istediğimizi yansıtan bir resim çizmişizdir. Bu arzula­nan imaja ego ideali deriz. Her birimizin, aynı zamanda, onun gerçekten kim olduğuyla ilgili muğlak, bilinçdışı bir fikri vardır ve hepimiz bu gerçek benlikle ego ideali arasın­daki mesafeyi devamlı olarak ölçen eleştirel bir duyuya sahibizdir. İdeal imajın örneklerden -ebeveynler, öğretmenler ve benzemek istediğimiz diğer kişiler- birçok özellik aldığı açıktır. Biz de bu hayran olduğumuz kişilerde bulunan özel­liklerin bir toplamına -çekici bir görünüm, akıllılık, doğuş­tan gelen parlak yetenekler- sahip olsaydık, tatmin olurduk. Bilinçdışı olarak, yetersizlikler ve başarısızlıklarla dolu oldu­ğumuzu anladığımızda, bir tür kendimizden hoşnut olmama duygusu besleriz ve bu, bizi bu ego idealini kendimizin dı­şında aramaya yöneltir. Daha iyi bir benlik arzularız.
Psikolojik yönden bu şekilde hazırlanmış olarak, ne yazık ki bizde bulunmayan üstün niteliklere sahip görünen, bizim aksimize görünüşte kendi kendine yeten ve kendinden hoş­nut olan birini buluruz. Bu kişi karşı cinsten biri olduğu za­man cinsel dürtü, yolu gösterir. Erkek kadında, kişileşmiş ego idealini görür, ona imrenir, hatta ondan nefret eder (aşk­taki psikolojik yönden önemli bilinçdışı nefret öğesi burada­dır) ve sonunda âşık olarak onun dayanılmaz çekiciliğine teslim olur.
Bireyin kendisinden hoşnutsuzluğu, yerini sevinçten uçu­ran bir duyguya bırakır, çünkü aşk nesnesi ego idealinin yerini almıştır; ego ideali sevilen kişide yerini bulmuş görün­mektedir ve bu insanın, öteki kişiyi kendisinin bir parçası yapmasıyla gerçekleşir. Kendinden hoşnutsuzluk ne kadar derinse, aşk nesnesinin uyandırdığı tutku o denli güçlü ola­caktır. Bu, sevilen kişinin gerçek niteliklerinden ve çekicili­ğinden son derece bağımsız olabilir. Böylelikle, romantik an­lamda âşık olmada bir kurtulma niteliği olduğu ortaya çık­maktadır; bu, artan hoşnutsuzluktan dolayı tehlikede olan kişiyi, boğulma tehlikesi geçiren bir yüzücünün son bir gay­retle kıyıya ulaşması gibi, duygusal bir güvenliğe taşır.
Özgüveni Rosalind'le yaşadığı düş kırıklığı sonucunda paramparça olan genç Romeo'nun durumunda olduğu gibi, bireyi tehdit eden depresyonun pek çok nedeni olabilir ve bu depresyon melankoli derecesine varabilir. Romeo, karmaka­rışık ruhsal bir durumdayken, Juliet'e âşık olur. Çiftin tutku­sunu ölümcül sona getiren, bu derin melankoli ve öz nefre­tin bilinçdışı yinelenmesidir.
Aşk, kendisinden hoşnut olmayan egoyu kurtarma girişi­midir; ama girişimin başarılı olacağının garantisi yoktur. Aşk çoğu zaman, ya eş seçimindeki talihsizlikten ya da ego başka bir kişinin aşkında güvende olamayacak kadar güçsüz oldu­ğundan, başarıya ulaşamaz.
Aşk dönemi sırasında imrenme, düşmanlık, sahiplenme ve kendini kabul ettirme istemi yok olmamıştır. Onlar yal­nızca su altında kalmışlardır ve bazen şaşırtıcı bir şekilde ye­niden belirirler.
Aşkın evriminde, onun sonucunu belirleyen birçok faktör vardır. Kendi kendimizden tümüyle hoşnut olsaydık, aşk mümkün olamazdı. Öte yandan, ego çok güçsüzse ve bu ne­denle mutluluğu arayacak cesareti olamayacak ölçüde ken­dine güvensizse de romantik aşk olanaksızlaşır.
Belirli bir ölçüde öz güveni ve özsaygıyı yeniden kazan­mak gereklidir; aksi takdirde kişi sevemez. Kendisini sevil­meye layık görmeyen kişi âşık olamaz. Ancak kendisini bir şekilde yeniden seven ya da kendisine belirli bir ölçüde değer veren kişi başka bir insanı sevebilir. Psikanalizden çok önce Nietzsche şöyle yazmıştır: "Kendisinden nefret eden adam­dan korkmalıyız, çünkü onun hıncının kurbanı oluruz. Bu ne­denle, ona kendisini sevdirmenin bir yolunu bulmalıyız."
Günlük yaşantımız, kadınların çoğu zaman kendinden nefret eden bu kişileri, yeniden sevebilecek şekilde iyileştir­diklerini öğretir.
Karşı cinsi kendine çekme yeteneği büyük ölçüde özgüve­ne dayanır, çünkü bu, kendinden hoşnut olmayan öteki kişi­yi etkiler. Bu anlamda, psikanaliz sırasında şu ilginç tümceyi dile getiren genç kızın psikolojik sezgisine hayran olmamak elde değil: "Kötü giyindiğim zamanlarda herkesten nefret ediyorum."
Bir eşle birlikte yaşayabilmek için önce kendinizle en azından belli ölçüde iyi anlaşabilmelisiniz. Başkalarından si­ze değer vermelerini bekleyebilmeniz için, belirli bir özsaygı­nız olmalıdır. Bir kadın genellikle, âşık olduğu erkeğin gö­rüşlerine tümüyle bağlı olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Nişanlısı onu ne zaman eleştirse kendisinden yoğun bir bi­çimde nefret eden bir kız tanıyorum. Kız, "Ona o kadar bağ­lıyım ki," diyordu, "o benim güvenliğimin ve değerimin ölçütü. Benden hoşnut olmadığı zaman kendimi hiç beğenmi­yorum." Hiç kimse buna benzer bir ölçüde başkasının kendi­siyle ilgili görüşüne bağlı olmamalıdır.
Erkekler kadınları, onların kendilerine verdikleri özdeğere göre dikkate alırlar. Kendisini değer verilmeye layık bulmayan bir kadın, bir erkek için de değer verilmeye layık değildir. Ancak verecek bir şeyiniz olduğundan emin oldu­ğunuz zaman aşkı kabul edebilirsiniz. Kadınlar bilinçdışı olarak bunun farkındadırlar. Onlar, kendilerini beğenmedik­leri zaman başkalarına çekici görünmediklerini bilirler ve in­sanın kendisi olması cesaret ister.
Öte yandan, seviliyor olma duygusu bir kadının özsaygı­sını artırır. O, birini sevmeyi istediği için bir erkeğe gereksi­nim duymaz; kendisine gereksinim duyulmasına ihtiyacı ol­duğu için ve sevilmeyi istediği için bir erkeğe gereksinim du­yar. Tanıdığım bir genç kız bir başka genç kız için, "Kendin­den o kadar emin ki gizlice nişanlanmış olmalı," demişti.
Kızlar, sevdikleri adamın kendi ego ideallerini vekaleten temsil ettiğini bilirler. Bir kızın, birlikte olduğu genç adam için, "Ondan nefret ediyorum, çünkü onun yaşamında önemli değilim/'dediğini duymuştum. Kendi cinsiyetinden pek hoşnut olmayan genç bir kadın âşık olmuştu: "Onunla birlikteyken, erkek olmayı arzulamıyorum, çünkü onda, ol­mayı istediğim erkekte olan her şey var." Kadınlar erkekleriyle gurur duymak isterler, çünkü onlar kadınların kendi ki­şiliklerinin bir uzantısını temsil ederler.
Bu nedenle, eş seçimi bilinçdışı öz değerlendirmenin bir ifadesidir. Ne gariptir ki, kişinin kendisine aşırı değer biç­mesi kişiyi, kendisine az değer biçmesiyle aynı hatalara gö­türür, çünkü zıt kutuplar bilinçdışı düşüncede birbirlerinin yerine geçebilirler. Bir kadın bir talibi reddeder, çünkü ide­alindeki yakışıklı beyaz atlı prensin gelip onunla evleneceği­ni düşünür. Bu kadının egosu güçsüzdür ve kocasının kişi­liğinden fazlasıyla güvence ister. Kendini arayan gizli kişi­likli bu kadınlardan biri, "Özel biri olamıyorsam, en azın­dan hayran olunacak bir erkek istiyorum," demişti. Öte yan­dan, kadınlar erkekleri sık sık erkeğin kendilerine dair fikir­lerine ya da ideallerine uyarak yaşayamayacakları düşünce­siyle reddederler.
Eş seçiminin kendini değerlendirmeye dayanması bilinçli bile olabilir. Geçen gün, bir kızın kendi ruhsal süreçleriyle ilgili ani bir içgörüsü oldu; bu tür içgörüler psikanaliz sırasında sık sık meydana gelir. "Yükseklerde uçtuğum zaman Windsor Dükü ya da Clark Gable'la evlenmek istiyorum," dedi. "Ken­dimi kötü hissettiğim zaman doğu bölgesinden okuma yazma bilmeyen bir göçmeni ya da bir serseriyi seçebilirim. Doğru bir ruh hali içinde olduğum zaman, beni seven, iyi bir işi ve kişi­liği olan, dürüst ve sağlıklı bir adam istiyorum."
Bütün kadınlar bu kız kadar açık yürekli değildir. Birço­ğu kendi kendileriyle saklambaç oynar. Birbirini izleyen iki analitik seansta, birbirlerinden oldukça farklı iki kadının ev­lilik fikrinden hoşlanmadıklarını ifade ettiklerini duydum. Yirmi üç yaşında olan ilki, her kadının bir kocadan bekledik­leri değerli nitelikleri katlanılmaz duruma gelene dek azalt­ması gerektiğini söyledi. Kız, karşı cinsi aşağılayıcı tiradını şu sözlerle bitirdi: "Şıkır da şıkır, bekârım çok şükür." Bazı mutsuz gönül serüvenleri yaşamış, otuz yedi yaşında bir ka­dın olan ikinci hasta, bir erkeğin istemine bağlı olma fikrine dayanamıyordu. Bir erkeğe paspas olmak için yaratılmadığı sonucuna varmışta ve kararını şöyle açıkladı: "Bana gerek­mez düğün çanları. Özgürüm ne mutlu ki."îki kadının okuduğu şiirleri değerlendirmek psikanalistin işi değildir, ama o, bu sözlerle ifade edilen duygunun gerçek olup olmadığını yargılayabilir. Bu söylemler, engellendiği­miz zaman hepimizin baş vurduğu teselli mekanizmasının yapısını aydınlatmıştır, iki hasta, her kadının istediğini ister: Bir ev, bir koca, çocuklar.
Aşkın, kendinden memnuniyetsizlikten doğduğunu ve kendi kendini yaralama eğiliminin üstesinden gelmek için duygusal bir girişim olduğunu söyledik. Kurtarma çabalan kişinin içindeki bazı güçler tarafından gösterilmiştir, bunlar aynı zamanda kendini korumayı sağlayan ve cesaret verici güçlerdir. Kendinde, yüksek talepleri gerçekleştiremeyen ego, şimdi kişinin idealinin kişileştirilmişi olan bir başkasın­da bunların yerine getirilmesini arar.
Ancak kendi kendinden hoşnut olmayan kişi âşık olabilir ve bu ona -ne yazık ki- geçici bir güvenlik duygusu verir. Ancak kendinden hoşnutsuzluğuyla ve kendini sevmemesiyle mücadele etme cesareti gösterebilen kişi âşık olabilir. Mücadele etmek için az miktarda özgüven olmalıdır, aksi takdirde aşk gelişemez. Ancak cesur olanlar sevmek için ça­balayabilirler.

                                  2
Otuz beş yılı aşkın psikanaliz uygulamaları, Avrupa ve Amerika'daki karşılaştırmalı gözlemlerim bana kadınların genellikle cinsiyetleri hakkında erkeklerin kendi cinsiyetten hakkında sahip olduklarından daha küçümseyici fikirlere sa­hip oldukları izlenimini vermiştir. Bu farklılığın kaynağı bi­yolojik ayrılıklarda olamaz ancak sosyal çevrenin değerlen­dirmesini yansıtmaktadır. Kadınların içtenlikle ve rahat bir biçimde kendi cinsleri hakkında konuştuklarına kulak misa­firi olmuş hiçbir analist, onların dişilerle ilgili düşüncelerinin şaşırtacak derecede küçümseyici olduğunu yadsımayacaktır. Bu, bir fikirden çok bir önyargı görünümündedir ve kişi bu­nu erkeklerin kendini beğenmişliklerinden devralınmış aşa­ğılık duygularına ya da erkeklerle rekabetten doğan yetersiz­lik duygularına bağlar.
Fransız filozof Chamfort iki yüzyılı aşkın bir süre önce, "Kadınlar hakkında bir erkek ne kadar kötü düşünürse dü­şünsün, ondan daha kötüsünü düşünmeyen bir kadın yok­tur," demiştir. Bir keresinde Madame de Stael, "Erkek olma­dığıma memnunum, çünkü erkek olsaydım bir kadınla evlen­mek zorunda kalacaktım," demiştir. Erkekler arasında kendi cinsiyle ilgili bu denli bir küçümsemeye çok az rastlanır.
Eğer kadınlar, kadınlarla evlenmek zorunda oldukları için zavallı erkeklere acırlarsa, erkekler bu konuda ne hisse­debilir? Erkekler, içtenlikle ve çoğu zaman Madame de Stael’in fikrine katılabilseler bile, neyse ki bunu yalnızca ku­ramsal ya da genel bir şekilde yaparlar. Ne kadınların soyut anlamda aşağılanması, ne de onların güçsüzlüklerinin alaya alınması, bir erkeğin bu cinsten biriyle evlenmesini engelle­miştir.
Kadınların, gerçek fikirlerini ifade etmeye cesaret edebil­dikleri psikanalizde çoğu zaman şöyle dediklerini duyarız: 'Bir erkek niye evlensin ki? Bize bakmak ve kendini yaşam boyu bağlamak için neden çok çalışsın ki? Eğer erkek olsay­dım hiçbir zaman evlenmezdim. Birçok gönül serüvenim olurdu ve harika bir hayat yaşardım."
            "Kadınların gücünü hiçbir zaman hafife almayın," uyarı­sı erkeklere yöneltilmiştir. Ama bu, psikolojik bir gerçek ola­rak daha çok kadınların kendilerine söylenmeli ve sürekli yinelenmelidir.
Ama kadınlar teslim olmuştur. Onlar kendi güçlerinin farkında değildirler; iç çekerek, "Bu dünya erkeklerin dün­yası," derken şunu eklemeyi unuturlar: "Ama dünya beşiği sallayan el tarafından yönetilir."
Kadınların cinsleri ve birey olarak kendileri hakkındaki sönük fikirleri çoğu zaman şaşırtıcı şekillerde ifade edilir. Analitik bir seansta, bir gün önce nişanlısıyla birlikte teknik bir sergiyi ziyaret eden bir kızın nişanlısı hakkında şöyle ko­nuştuğunu duydum: "Charles bana çok iyi davranıyor. Bü­tün sorularımı sanki, aptalca sorular yani bir kadının sorula­rı değilmiş de gerçekten önemliymişler gibi yanıtladı."
Elbette, herhangi bir erkek kadar ben de (hatta mesleğim­den ötürü bazen daha iyi şekilde) bu yetersizlik duygusu­nun çoğu kadın tarafından dikkatle gizlenmiş olduğunu ve kadınların gururlarının bu duyguyu fazlasıyla telafi ettiğini biliyorum. Ama gurur yalnızca kişi çok kırılgan olduğu za­man gereklidir ve gururla duyarlılık birleşince kendini açı­ğa vurur.


Çağdaş kadının tam da kadın olduğu için öfkesinin güzel burnunda olduğu yadsınamaz. Bunun bir süsten çok, bir damga, bir güvensizlik rozeti olduğu görüşündeyim.


Dikkat çekici güzellik bir lanettir. En güzel kadınlar ilk günde uyandırdıkları hayranlığın aynısını üçüncü gün uyandırmazlar. Güzellikleri şu ya da bu şekilde, Stendhal'm romantik aşkın gelişmesi için zorunlu gördüğü billurlaşma sürecini engeller gibi görünmektedir. Stendhal, De L'Amour (Aşk Üzerine)'de özellikle güzel kadınlar hakkında yazarken şöyle der: "Bir kişi genel olarak ne kadar çok beğenilirse, bu beğeni o kadar geçicidir." Güzel olmayan, ama "çekici" deni­len kadınlar, belki de o kadar yoğun olmayan, ama daha de­rin ve uzun süreli bir izlenim bırakırlar. Bir kadının bir erke­ği güçlü bir biçimde büyülemesi yeterli değildir; büyünün et­kisini sürdürmesi ve yoğunluğunu artırması gerekir.

Aslında, aşkta kadınların işi iki kat daha fazladır: Erkek­leri elde etmek ve onları kaçırmamak. Yalnızca ilk görevinde başarılı olan kadın, kendisi kabul etse de etmese de, başarı­sızdır. Eski özdeyiş tersine çevrilemez; "Yalnızca güzel olan yiğidi hak eder," diyemeyiz.
Birçok kadın, bir erkeği beğendiğini ona göstermenin yanlış olduğu gibi boş bir inanca sahiptir. Sevgi gösterir gös­termez erkeklerin kaçaklarıyla ilgili bilinçdışı ya da bilinçli bir korkulan vardır. Ama aşırı kısıtlama birçok kadının er­keklere karşı doğallığını ve içtenliğini yitirmesine neden olur. Kendisi olmaya cesaret ederse erkeğin onunla kalmaya­cağı korkusu, bu yanılgıya düşmüş pek çok kızın yakasını bırakmaz. Kıza göre, erkek bir rüyadan uyanırmış gibi uyana­cak ve onu sıradan, sıkıcı, anlamsız bulacaktır. Erkek "aslın­da ne kadar aptal ve küçük" olduğumun farkına varacak. Kız, erkeğin, kızın ona vereceği özel bir şeyi olmadığını an­ladığında ona olan saygısını yitireceğini ve daha çekici bir kız arayışı içine gireceğini düşünür.
"Eğer âşık olma tehlikesi yoksa, erkeklere karşı son dere­cede normal olabilirim," dedi genç bir kadın. Bir erkeğe kar­şı romantik duygular hissetmeye başlar başlamaz erkeğin ona karşı tüm ilgisini yitireceğine inanıyordu. Başka bir kız, hayranlarından birine sırlarını açmamak için kurnazca bir özdenetim uyguluyordu. "En incelikli biçimde bile bunu bil­mesine izin vermek, kendimi tehlikeye atmaktır ve o beni terk edecektir," dedi.
Dingin bir yaz gününde gökyüzündeki bulutlan andıran gelip geçici kuşkuları kovmak kolaydır. Ama bunlar ilişkiyi tehlikeye sokabilecek denli ciddileşebilir ve sonunda yenilgi ve engellenmeye yol açarlar. Bu sonuç, kadınlardaki bilinçdışı mazoşistik eğilimlerin gücünü açıkça ortaya koyar.
Bu tür vakalarda görülen özel bir mekanizma "ileriye doğru kaçış" mekanizmasıdır. Kişi kaçınmak istediği tehlike­den öyle çok korkar ki sonunda en çok korktuğu şeyi yapar. Örnek bir vakayı anlatmama izin veriniz. Sevimli bir genç kız bana erkeklerle yaşadığı tüm ilişkilerin aynı talihsiz şe­kilde sonlandığını anlattı: taliplerinin onu terk etmesiyle. Farklı karakterlerde ve konumlarda pek çok talibi olmuş ama aşk serüvenlerinin hep aynı şekilde sonlanmıştı. Erkek ona karşı bir çekim hissettiği ve ona kur yaptığı zaman kız yavaş yavaş yanıt veriyor ve kendisini ona yakın hissetmeye başlıyordu. İlişki daha içten bir havaya bürünüyor ve sonun­da adam aşkını ilan ediyordu. Biraz kararsızlıktan sonra kız onunla nişanlanıyordu.
Sonra, her seferinde beklenmedik bir şey oluyordu; kız ya önemsiz bir konu hakkında adamla şiddetli bir tartışmaya giriyor ya da adamın birkaç yıl önce kendi kız arkadaşların­dan biriyle bir gönül serüveni olduğunu öğreniyor veya adam kızı her gün ziyaret etmeyi ihmal ediyor ya da kız bir yolculuğa çıkmak zorunda kalıyor ve bunun sonucunda adam kızdan uzaklaşıyor ya da bunlara benzer şeyler yaşa­nıyordu. Buna benzer olaylar sonucunda kız nişanı aniden bozuyordu. İlişkiyi bitirmek isteyen hiçbir zaman erkek ol­muyordu. Ayrılmayı kız planlıyor ama bundan adamı so­rumlu tutuyordu.
Yaşananların kızın kendi bilinçdışı eyleminin ya da ey­lemsizliğinin sonucu olduğu anlaşıldı. Evlilik "tehdidiyle" karşı karşıya kalır kalmaz, kız kendisine engel çıkarmak için bilinçdışı olarak her tür çabayı gösteriyordu. Evli ol­mak -bir eve, kocaya ve çocuklara sahip olmak- hayal âleminde kaldığı sürece, kız bu olasılıktan hoşlanıyordu. Bu amaçlar gerçekleşir gibi olduğunda, içindeki kara güçler onu, bunun gerçekleşmesini olanaksız kılacak her şeyi yap­maya zorluyordu.
Bu kız psikanalizin başlangıcında, bilinçli sahnenin arka­sındaki yazgıyı düzenleyen sahne amirinin kendisi olduğunu kabul etmek istemedi. Psikanalist, psikanaliz sırasında eski deneyimlerin ve olayların anlatımından bu tür vakalarda ki­şinin zorlama altında hareket ettiği izlenimini edinir. Bireyin tüm isteklerinin aksine aynı deneyimlerin yinelenmesi, sanki bir dış güç tarafından belirleniyormuş gibi bu eylemlerin ken­dilerini yinelemeleri, anlatılan olguya Freud'un tekrarlama zorlaması adını vermesini haklı çıkarır. Freud, bilinçdışı eği­limlerin zorlaması alanda hareket ettiklerinde kişilerin aynı deneyimi tekrar yaşamaya zorlandıklarını ileri sürmüştür. Bu kişiler sanki totaliter bir rejimin komutası altındadır.
Bilinçli istekleri mutlu bir evlilik yapmak olan, öfkesi bur­nunda olmanın yaşamlarına başarısızlık ve engellenme hissi getirdiği kadınlar hakkında başka birçok vakadan söz edebi­lirim. Özellikle bilinçdışı yetersizlik duyguları, pek çok kadı­nın eş bulma arzusunun engellenmesinde büyük bir rol oy­nar. Doğal olarak, benzer duygular birçok erkekte de vardır ama bu duygular erkeklerde değişik bir karakter gösterir ve önem dereceleri kadınların yaşamındakiyle aynı değildir.
Benim buradaki naçizane görevim "Karanlıktaki Kadın" figürü üzerine ışık tutmaktı. Bu tip kadınlar sandığımızdan daha çoktur; sosyetede parlayan ve göz kamaştıracak kadar güzel bulunan kadınlar arasında bile onlardan vardır. Hepsi, bu gizli topluluğun gözle görülmez rozetini taşır; öfkeleri burunlarındadır.
Eğer insanlık yok olmayacaksa ve toplumun çıkarına hiz­met edilecekse, insan ilişkilerinin bu çirkin ve verimsiz ara­zisi, yeni bir günün doğuşunu karşılayabilecek genç çiftleri üreten işlenmiş bir toprağa dönüştürülmelidir.


* Aşk ve Şehvet Üzerine 2.Kitap Theodor Reik / Say Yayınları