“Kadınlar ne ister?” ve “Erkekler ne ister?”
gibi yıllanmış sorulara belki şu yanıtlar verilebilir: Erkekler-anne, kız,
bebek, ikiz kız kardeş ve hepsinden önce, yetişkin cinsel kadın olarak- birçok
rolü birden üstlenen bir kadın ister. Kadınlar ise, asal nesneden uğursuz bir
biçimde uzaklaşmaları yüzünden, hem babaya hem de anneye özgü roller üstlenmiş
-baba, oğlan bebek, ikiz erkek kardeş ve yetişkin cinsel erkek olarak- bir
erkek ister. Ve başka bir düzlemde, hem erkekler hem de kadınlar homoseksüel
bir ilişkiyi hayata geçirmeyi ve mahrem ilişkideki narsisistik doyumu
kaçınılmaz olarak sınırlayan cinsler arası sınırları aşma yönündeki nihai
arayış içinde ters cinsel roller üstlenmeyi isteyebilir: İkisi de sevilen nesneyle
hiçbir zaman gerçekleştirilemeyen ödipal ve preödipal öğeler barındıran tam bir
kaynaşma özlemi duyar.
***
Ayrıca
yetişkin kişinin sevdiğini ve hayatını birlikte yaşamayı istediği kişiyi
seçimi, sevgi ve yakınlık ihtiyaçlarının tatminine ek olarak hayata daha geniş
bir anlam kazandıran yetişkin idealler, değer yargıları ve amaçlar gerektirir,
idealleştirmenin burada hâlâ geçerli olup olmadığı tartışılabilir, ama uğrunda
mücadele verilen bir ideale uygun bir kişi seçildiği müddetçe, seçimde bir
aşkınlık öğesi, bir kişiye doğal gelen bir bağlanma söz konusudur; çünkü bu
bağlanma o kişiyle ilişkinin alabileceği ya da alacağı biçimle belirlenecek
belli bir hayal tarzına bağlılık demektir.
Ama
burada yine temel bir dinamik çıkıyor karşımıza; bu dinamiğe göre, cinsel
ilişki, nesne ilişkisi ve çiftin ego ideali alanlarındaki saldırganlığın
bütünleştirilmesi, ilişkinin derinliği ve yoğunluğunu temin eder, ama aynı
zamanda ilişkiyi tehdit de edebilir. Aşk ve saldırganlık arasındaki dengenin
dinamik bir denge oluşu, bütünleşme ve derinliği potansiyel olarak istikrarsız
kılar. Bir çift en iyi koşullarda bile geleceklerini garantide göremez; hele
çiftlerden birinde ya da her ikisindeki önemli bir çözülmemiş çatışmanın aşk ve
saldırganlık arasındaki dengeyi tehdit ettiği durumlarda garantili gelecek çok
daha azdır. Bazen, rahat ve güvenli görünen koşullarda bile, yeni gelişmeler
bu dengeyi değiştirir.
İki
insan arasındaki derin ve kalıcı bir ilişki ötekinin benliği kadar kendi
benliğiyle ilişkide de bir derinlik -insanlar arası dile getirilmeyen çok
boyutlu ilişkinin derinlerine inen yolu açan empati ve anlayış- gerektirmesi
tuhaf bir karşıtlık yaratır. Kişi derinliğine sevebilme yetisi kazandıkça ve
başka birini yıllar içinde kendi kişisel ve toplumsal hayatının bir parçası
olarak gerçekçi biçimde daha iyi değerlendirebilir hale geldikçe, gerçekten
eşit oranda ve hatta daha iyi tatmin edici bir partner olabilecek Ötekileri
bulabilir. Duygusal yetişkinlik bu yüzden çiftin çatışmadan uzak istikrarlı
ilişkisinin garantisi olamaz. Bir kişiye duyulan derin bağlılık ve birlikte
yaşanan hayata ilişkin değerler ve deneyimler ilişkiyi zenginleştirecek ve
istikrarını sağlayacaktır; ama şayet ben-bilgisi ve ben-bilinci derinse,
partnerlerin her biri zaman zaman (potansiyel olarak gerçekçi görünen) başka
ilişkilere özlem duyabilir ve tekrar tekrar bundan vazgeçebilir. Ama feragat ve
özlem bireyin ve çiftin hayatına bir derinlik de katabilir; çiftin
ilişkisindeki özlem ve fantezilerin ve cinsel gerilimlerin yeni bir yöne
kayması aşk hayatlarına yeni, bilinmedik ve karmaşık bir boyut da katabilir.
Son tahlilde, bütün insan ilişkileri bitmeye yazgılıdır; kaybetme, terk edilme
ve nihayet ölüm tehdidi aşk ne kadar derinse o kadar büyüktür; bunun ayrımında
olmak da aşkı derinleştirir.
***
May
(1969) yetişkin bir biçimde âşık olmak için bir önkoşul olarak
"şefkat"in önemini vurgular: Şefkat "başkasını kendisi gibi bir
insan olarak tanımaktan, ötekinin acı ve sevinciyle kendini özdeşleştirmekten,
suçluluk ve acıma duymaktan ve hepimizin ortak bir insanlık zemininde var
olduğumuzun farkında olmaktan geçen bir durumdur" (s. 289). May
"ilgi" ve "sevgi"nin öteki koşuluyla mümkün olduğunu
düşünür. Aslında May'in şefkat tanımı Winnicott'ın (1963) ilgi tanımına çok
yakındır.
***
Farklı
bir bağlamda Altman (1977), erkeklerdeki ilk nesnenin kalıcılığına karşın,
kadınlardaki nesne değişiminin genelde erkeklerin istikrarlı bir aşk
ilişkisine kendilerini vermekte karşılaştıkları büyük zorluğun önemli bir
kaynağı olabileceğine işaret etmiştir. Erkekler ilelebet ideal anne arayışını
sürdürmeye ve kadınlarla ilişkilerinde pregenital ve genital korku ve
çatışmalarını canlandırmaya yatkındır; bu da onları derin bir bağlanmadan
kaçışa sevk eder. İlk nesnelerini zaten terk etmiş olan kadınlar, onlarla tam
bir genital ve “babaya özgü” ilişki kurmaya gönüllü bir erkeğe kendilerini
daha kolay adayabilirler. Kadınların bağlanma kapasiteleri açısından bir başka
hayati unsur belki de kadının yeni bireyin bakımı ve korunmasındaki istikrara
duyduğu ilgidir; bu da biyolojik ve psiko- sosyal belirlenimlerle, çoğu kez
anneye özgü işlevlerle özdeşleşme ve bununla ilgili yüceltici süperego
değerleriyle ilgilidir (Blum 1976).
***
Bütün
aşk ilişkilerini “genital önceliğe” rağmen başarısızlığa mahkûm edecek şekilde
baba işleviyle özdeşleşmekte yaşanan trajik acizlik ve bu başarısızlığı egemen
bir erkek egemen kültür mitine göre aklileştirme Henry de Montherlant’ın Les
Jeunes Filles (1936) kitabında çarpıcı bir biçimde gösterilmiştir. Genç kahramanı
(ya da anti-kahramanı) Pierre Costals’ın ağzından konuşan Montherlant,
kadınları ve erkekleri ebedi bir yanlış anlamayla bir araya getiren arzunun
verdiği basınçlardan acı acı yakınır. Kadınlar açısından, aşk cinsel tatminle
başlar oysa erkekler açısından aşk cinselliği bitirir (s. 1010-1012); kadınlar
bir erkek için yaratılmıştır, ama erkek hayat ve bütün kadınlar için
yaratılmıştır. Şenlik erkekte hâkim tutkuyken, bir erkeğe duyulan aşkın şiddeti
kadınların mutluluğunun ana kaynağıdır. Kadınların mutluluğu erkeklerden,
erkeklerinki ise kendilerinden gelir. Cinsel eylem tehlikeler, yasaklar,
engellenmeler ve iğrenç fizyoloji tarafından kuşatılmıştır.
Montherlant'm
çizdiği estetik yönletilmiş, acılı, kibirli, modası geçmiş, hain ve kendini
mahveden Costals tipini ataerkil ideolojinin ürünü olarak göz ardı etmek
kolaydır; ama bu, böyle bir aklileştirmenin temelinde yatan kadınlarla ilgili
yoğun özlem, korku ve nefretin derinlerdeki kaynağını gözden kaçırmak anlamına
gelir.
***
Çiftin
bilinçdışı çatışmalarındaki bu sosyo-kültürel boyutlar Eric Rohmer’in aşk ve
evlilik üzerine yaptığı birçok filmde, özellikle My Night at Maude’s filminde
incelikle; ama çarpıcı bir biçimde gösterilmiştir (Rohmer 1969; Mellen 1973).
Geleneksel, zeki, duyarlı; ama utangaç, bağnaz genç Katolik Jean-Louis, hayat
dolu, mesleğinde aktif, duygusal bakımdan derin ve karmaşık, boşanmış Maude ile
ilişkiye girmeye cüret edemez. Onun yerine Jean-Louis evlenmeye karar verdiği
“sadık”, oldukça yalın, içe kapanık ve itaatkâr Katolik kızı tercih eder.
Görünüşe bakılırsa erkek bağlılık ve tutarlılık timsalidir; ama alttan alta
kendi eşiti bir kadınla gireceği eksiksiz olmakla birlikte bir o kadar da
belirsiz ilişkiden korkmakladır. Ve Maude, bütün cazibesi ve yeteneği ve
kişisel tatmin kapasitesine rağmen, Jean-Louis’in ona hiçbir şey
veremeyeceğini, çünkü bundan korktuğunu ve bunu yapmaktan aciz olduğunu kabul
edemez; ona âşık olan Jean-Louis’in arkadaşı Vidal’ı reddettikten sonra Maude
başka bir adamla başka bir tatminsiz evlilik yapar. Bu bir kaçan fırsatlar
trajedisidir; halbuki partnerlerden her birinde karşılaşacağı bilinçdışı olarak
belirlenmiş tehlikeleri aşabilen istikrarlı bir aşk ilişkisinin ya da
evliliğin getireceği potansiyel mutluluk ve başarma duygusu vardır.
***
Âşık
olma kapasitesi bir çiftin ilişkisinin temel direğidir. Bu erotik arzuyla idealleştirmeyi
bir araya getirme kapasitesi ve derinliğine bir nesne ilişkisi kurma
potansiyeli anlamına gelir. Birbirleri için çekicilikleri ve özlemlerini
keşfeden, duygusal yakınlık eşliğinde eksiksiz bir cinsel ilişki kurabilen ve
sevilen ötekiyle yakınlık içinde ideallerini gerçekleştirme duygusu
yaşayabilen bir erkek ve bir kadın yalnızca bilinçdışı olarak erotizmi ve
şefkati, cinselliği ve ego idealini bağlantılandırma kapasitesini değil;
saldırganlığı aşkın hizmetine sokma kapasitesini de ortaya koyar. Bir aşk
ilişkisi yaşayan bir çift dışlanan ötekinin ve içinde yaşadıkları geleneksel
kültürün kuşkulu düzenleme birimlerinin haset ve öfkesine direnir.
Birbirlerini düşman bir kalabalık içinde bulan romantik âşıklar miti anne ve
babanın bilinçdışı gerçekliğini anlatır. Bazı kültürler romantizme (aşkın
duygusal, kahramanca, idealleştirilen özelliklerine) değer verebilir, bazıları
da bunu kesin olarak reddedebilir; ama duygusal gerçeklik tarih boyunca sanat
ve edebiyatın konusu olmuştur (Bergmann 1987).