Henry Miller etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Henry Miller etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Aralık 2012 Pazar

Sonsöz / Arno Gruen



George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: "Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı: Sefil bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu; düşmanca bir dün­ya içinde hapsolmuşluktan değil, daha çok kuralları benim onlara uymamı gerçekten imkânsız kılan bir iyi ve kötü dün­yası yüzünden." (Such, Such Were The Joys, 1968)
Bu çaresizlik, insanın kendi iç dünyasına yabancılaş­masına neden olur, kişilik gelişiminin "normlara" uy­ması veya başkaldırması önemli değildir. Hemen şekil­ciliğe tutunuruz, bunların toplumsal veya toplum kar­şıtı ideolojilere uyup uymadıkları fark etmez. Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mım devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
Franz Kafka, nafile olan bu tutunmayı çok duyarlı bir biçimde anlatmıştır. Dava adlı romanında, Joseph K. bir bisikletçi kimlik belgesiyle kim olduğunu kanıtla maya çalışır! Kafka'nın kahramanları acı çekmektedir, çünkü sadece görüntüden ibaret olan eksik kimliklere boşuna inanmışlardır. Bütünlüklerini "babacan" ka­nunlarla elde etmeye çalışarak, özlerinin sözde şekilsizliği içinde çözünmekten korunmaktadırlar. Traven' in romanlarındaki kahramanlar ise çok farklıdır. Örneğin Ölü Gemi adlı romanında Koslowski zorla kabul ettiri­len her türlü kimliğe karşı sonuna kadar mücadele et­mektedir.
Başkaldırı ve uyum arasındaki fark esaslıdır. Sadece başkaldırı doğruluğundan şüphe edilmeyen bir kendiliği mümkün kılar, ama insanlarla bütünleşmeye götürmek koşuluyla. Eğer başkaldırı sadece bir şeye karşı koymak amacı taşıyorsa, yani sadece başkaldırmak adına "başkaldırıyorsak, kendi önemimizi azaltmış oluruz. Gerçek bir kendilik için yapılan mücadele bu şekilde suya düşer, böyle bir gelişim kalbi olmayan bir kendilik getirir. Bu yolda karşımıza çıkan asıl tehlike dış tehlike­ler değildir, aynı zamanda yalnızlığın, kaosun ve delili­ğin teröründen duyulan korkudur.
Eğer dışa yönelik başkaldırı içimizde de bir şeyleri değiştiremezse, böyle bir başkaldırının gelişimi uyu­mun gelişimiyle aynı olur. Kendisi de büyük bir asi olan Henry Miller, Rimbaud' nun bir başkaldıran olarak başarısızlığını anlatmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu esere tekrar değinmek istiyorum.
Rimbaud'nun kısa ama ateşli hayatı (en büyük eseri olan Un Saison En Enfer'i on sekizinde bitirmişti) uyum ve duygusuzlaşmaya karşı başkaldıran, "özgürlüğünü ve bilincini geliştirmek için kendisini zorla kabul ettir­dikten sonra fikir değiştirip maddi güvence arayışına giren" bir adamın hikâyesidir. Bu adam "dünyanın ha­rikalarını" incelemek gibi alışılmadık bir istekten yola çıkarak hayatı bütün yönleriyle tecrübe etmek üzere genç bir delikanlıyken, arkadaşlarından ve akrabaların­dan ayrılır. Ama henüz gençken "aklının karışıklığını kutsal" olarak gören bu adam, birdenbire hayatının bu tek meydan okumasından vazgeçer. Doğruluk arayışı durma noktasına gelir, sendeler ve o andan itibaren tam tersi yöne gitmeye başlar. Nefret ettiği düşmanla özdeşleşir.
Miller'e göre Rimbaud, baba evinin çekilmez taşralı havasından kurtulmak için evden kaçar. Sonra ise, terör veya delilik korkusundan kendisini dünyaya hükme­den güçlerin eline teslim ettiğinde altın, silah ve köle ti­careti yapmaya başlar. Miller'a göre "hâzinesini" teslim eder, sanki "omuzundaki yükü buymuş gibi..."
" 'Cehennemdeki gece sırasında', ruhsal vaftizinin kölesi olduğunu anladığında şöyle haykırır: 'Ah, An­ne, Baba, hem benim mutsuzluğuma hem de kendi mutsuzluğunuza neden oldunuz'... Kendini yaşadığı zamana ve doğduğu ülkeye bağlayan her şeyden kopa­rarak şöyle der: 'Kusursuzluğa hazırım.' Belli bir an­lamda öyledir de. Kendi dini törenini hazırlamış, yeni­den içinden doğduğu gecenin karanlığına batmak için korkunç ateş sınavını vermişti. Sanatın ötesinde bir ba­samak olduğunu anlamıştı; panik bir dehşet içinde ve­ya delilik korkusu yüzünden geri çekmek üzere ayağı­nı bu kapının eşiğinden atmıştı... İnsan, kendi gücünün sınırlarına dayanmalı, hangi alanda olursa olsun, kur­tuluşun hasretini çekmek için önce bir köle olduğunu anlamalıdır. Anne ve baba tarafından aşılanan sahte ve olumsuz irade aşılmalıdır, bu irade ancak o zaman olumlu hale gelebilir, kalbimiz ve aklımızla reddedile­bilir. Oğul tahta oturacaksa, baba tahttan indirilmelidir... Baba sert bir terbiyecidir, kanunun ölü harfidir, yasak işaretidir. Biz de sahte bir güç duygusu ve şımarık bir gurur içinde cinnet geçirir ve gemiyi azıya alırız. Sonra da yıkılırız ve aslında bizim olmayan kendilik pes eder. Ama Rimbaud yıkılmadı O babasını tahtından indirmedi, onunla özdeşleşti... Karşı tarafa geçerek nefret ettiği düşmanının yerini aldı... Kimliğini öylesine temelden değiştirdi ki, kendini yolda görse tanıyamazdı. Bu belki de deliliği kandırmak için girişilen son ve umutsuz çabadır, bu şekilde ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor." Hayatının sonlarına doğru "cimri annesinin çiftliğinde acılar içinde sürünerek sonunu beklerken", geçmişteki büyük başarılarını soran bir adama terslenir: "Lütfen bırakın bunları! Bütün bu pisliği arkamda bıraktım." (Mathieu, 1979). Sanki nefret edilen asi kendiliğinin sınırlarından vazgeçmeye çalışır gibi bir hali vardı.
En derin nefretin sığınağına dönüşebilecek yer olan ruhsal sağlık çılgınlığına getirilen böylesine iyi anlayış, aynı zamanda özerkliği olmayan bir kendiliğin esasını da tarif etmektedir. Bir zamanlar ister başkaldırmış, is­ter uzlaşmış olsun, burada en başından beri söz konusu olan boyunduruk altına giren her insanın kendinden duyduğu nefrettir. Bu boyunduruk beraberinde daima kendi gerçeğimizin inkârını da getirir ve ahlâk böyle in­sanların elinde sapkınlaştırılmaktadır. Böyle bir gelişim içindeki insan kendi uyarımlarından korkmaya başlar, böylece Tanrı yerine konan kişiler tarafından onaylan­mak isteği merkeze yerleşir. Bizden bekleneni yaparak kabul görmek, iç huzursuzluğumuzdan kaçma meka­nizması haline gelir. Onaylanmayı, kendiliğimizin amacı haline getirerek, olduğumuz gibi sevilme olana ğından vazgeçmiş oluruz. O andan itibaren böyle bir sevgiye duyulan özlem, kendimizi küçük görmemizin kaynağı haline gelir. Çünkü kendi duyarlılığımız için sevilmek, zayıf biri olduğumuz anlamına gelirdi. Daha önce de defalarca tekrarlanmış olan bu şartlar altındaki bir çocuk, aslında sadece uyumlu olduğunda kendisine sevgi verildiğini öğrenir. Ama, bununla yetinmeyi öğ­renirken, anne ve babasını da içten içe küçük görecek­tir. Kendisi ve sevgi gereksinimiyle baş edebilmek için, samimi sevgiyi hatırlatan her şeyden olduğu gibi ken­dinden de nefret etmek zorundadır. Acımasızlığın asıl kaynağı bu olsa gerek. Neal Ascherson (1983), Jean Moulin'i işkenceyle öldüren, Lyon'un Gestapo şefi Klaus Barbie'nin bir söyleşide şunları söylediğini yazmıştı: "Jean Moulin'i sorgularken, onun ben olduğunu hisset­tim." Bunun anlamı şudur: Moulin'de ne kadar kendi­ni, yani kenara ittiği parçasını gördüyse, kendin­den/ ondan o kadar nefret etmeliydi ve kendini/onu öldürmeliydi.
İnsan bu şekilde insan olmaktan çıkmaktadır. Ken­dilik nefreti onu öyle parçalayabilir ki, durum tam ter­sine dönebilir: Yeni ve aynı şekilde özerk olmayan ben­lik, önceki uysal benlikten bir çırpıda nefret edebilir. Bu süreç, kökleri olmayan bir kimliğin özerk benlik ge­lişiminin, sadece içerideki kaosu örten sözlü soyutla­malar sisteminden oluştuğunu göstermektedir.
Bu tür insanlar, kitabın birinci bölümünde anlatıldı­ğı gibi, acı ve merhametin bir zayıflık olduğu efsanesi­ni uydurmuş ve kabul etmiş olabilir. Ama tam da bu in­sanları acı çekmedikleri için güçlü olarak görürüz! Oy­sa bu "güçlüler" acıya katlanacak güçleri olmadığı için duygularından sıyrılmış insanlardır. Gerçeğin bu ters döngüsünü anlamak çoğu zaman kolay değildir, çünkü "güçlüler" iktidarda olmayı amaç edindikleri için, toplumsal "gerçeği" belirlemektedirler.
Böyle bir "gerçeğin" kurumsallaşması sonucu bir in­san aslında iyi olan, ama "gerçeğin" dayatması sonucu zayıflıkla özdeşleştirdiği tarafından nefret ettiği için bir başkasını öldürecektir. Milovan Djilas'ın otobiyografik anlatılarında (1958), gerçekten güzel ve tatmin edici bir tanışma yaşadığı bir Türk'ü öldüren bir Karadağlı'nın hikâyesi anlatılmaktadır. Burada esiri olduğu şeref ve erkeklik gibi soyut kavramlar adına öfkesini açığa vu­ran bir adam görmekteyiz. Cinayet tam olarak Türk'ün kendini bu beraberlikte güvende hissettiği anda işlenir, Türk'e kendini aynı şekilde yakın hisseden Karadağlı bu hislerinin farkına varır ve "içinde tutamayacağı bir şeyler koptuğundan" onu öldürür.
İşte bu şekilde iktidarda olanlar, iç dünyalarındaki boşluk nedeniyle koskoca ulusları yönlendirebilmekte­dirler. İnsanlar, soyutlamalarla dolu bir batağın içine gittikçe batmaktadır ve bu batak hem ezenleri hem de ezilenleri boğmaktadır. Toplumsal yöntemlerin ipliği­ni pazara çıkaran biri karşısında irkilen bir toplum, "iradesini üyelerine zorla kabul ettirmeye çalışan, öz­gürlük duygusunu çoktan kaybetmiş, mutlakçılık yo­lunda bir toplumdur." Böyle bir toplum uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılmaya çalışacaktır, tıpkı Soljenitsin'in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: "Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız... Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir... Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir. Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır." (Soljenitsin, 1972)
Özerk olamamanın sonuçları hepimiz için korkunç­tur. Özerk olmamak, güç peşinde koşarak içimizdeki kaosu ve ruhsal hastalık tehdidini geri püskürtme hali­dir İç dünyamızı ve daima pusuda yatan iktidarsızlığı kabul etmeyerek, güç hırsının pençesinde kendimizi daha da çok reddederek, içimizdeki boşluktan duydu­ğumuz korkuyu kendi ellerimizle derinleştirerek, aslın­da geriye gücün peşinde koşmaktan başka bir seçenek bırakmıyoruz. Bu şekilde genel iktidar hem hedef, hem de kişisel bütünlüğün desteği haline gelmektedir. Böy­le bir gelişimin dinamiği başka insanlarla gerçek anlaş­mazlıkları asla kabul etmez; uzlaşan insan zayıf insan olarak görülür. Eşitlik yoktur, insan ya hükmeder ya da hükmedilir. Böyle insanların çocukluklarındaki tecrü­beler yaşamlarının ana dersi olmuştur. Artık acı ruhun efendisidir, bu yüzden geçerli olan tek şey güçtür. Da­ha ötesini itiraf edemezler, yoksa acının boyunduruğu altına girdikleri için korkak olduklarını kabullenmek zorunda kalırlar. Ama bize sürekli gerçekçi olarak sunu­lan insanlar bu insanlardır. Oysa varlıkları sadece ölüme adanmıştır, çünkü canlı olan onlar için tehlike demektir. Bu yüzden özgürlüğün beraberinde sınırsız bir ken­dilik onayı getirdiği, yani tehlikeli olduğu düşüncesini desteklerler. Gerçekten de, bu şiddete karşı başkaldıranlar, özgürlüğü sınırsız kendilik onayıyla eş tutarlar! Bu da yine şiddet biçimlerinde kimlik arayanların kor­kularını onaylamaktadır.
Bu "gerçekçilik" insan olmanın asıl düşmanıdır. İn­sanlığımızı korumak için, onu olduğu gibi görmek zo­rundayız: Henry Miller'in Rimbaud vakasında anlattığı gibi, ruh sağlığına kaçış, deliliğin yeni (yoksa çok mu eski?) bir biçimi olarak görmeliyiz. Bize gerçekçilik ola­rak sunulan güç politikaları her geçen gün dünyayı uçuruma daha da yaklaştırmaktadır. Bu eskiden beri böyleydi, ama güçlülerin elinde hiç bu kadar büyük imha araçları olmamıştı. Ne yazık ki eskiden olduğu gibi bugün de bu ölümcül son ve ölümcül amaç, gerçek kis­vesi altında örtbas edilmektedir, iktidarda olanlar hiç­bir çıkar gözetmeksizin bizi korumak istediklerini iddia ederler. Ama Friedrich Nietzsche'nin İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde filozoflar hakkında söylediği gi­bi, "kişisel olmayan hiçbir şey yoktur." Eğer devlet adamları kendiliklerinden uzaklaşmışlarsa, sürekli ya­lanla yaşamak zorunda kalırlar. Bize sundukları hiçbir şey insani yapıda olamaz. Ancak kendimiz tanrılar ara­maktan vazgeçersek bunu anlayabiliriz. Bunun için bi­zi, tanrısal olanı kendi dışımızda aramaya iten korku­lardan sıyrılmalıyız. Eğer bunu başaramazsak başkaldı­rı, yeni kilise için eskisini yıkmakla sınırlı kalır. Henry Miller' ın da dediği gibi, güçler ve etkileri devam eder. Bu şartlar altında ancak zorbalığın yeni şekilleri türeye­bilir.
Gerçek bir kendiliğe dönüşümü mümkün kılan sev­gi ve duygudaşlıktır. Henry Miller bunu şiirsel bir bi­çimde kâğıda dökmüştür: "'Bize öğretilen her şey yan­lıştır', diye itiraz etti Rimbaud gençliğinde. Haklıydı, tamamen haklı. Ama görevimiz içimizdeki doğruyu açığa çıkararak yanlış öğretilerle savaşmaktır... Bütün insanları karşılıklı anlayış yoluyla birleştirmektir... Ve bunun anahtarı da merhamettir..." (1956)
Kendiliğimizi kazandırmaya yarayan bir yöntem ve­ya teknik yoktur. Böyle bir çözüm beklentisi, insanın tıpkı bir makina gibi düğmesine basılınca çalıştığını zanneden bir benliğin düşüncesidir. Zihin özerkliğin anahtarıdır. Sevgi ve duygudaşlığımızı diğer insanlara hissettirirsek, aynı şekilde karşılık görürüz. Özerkliğe giden yollar ne kadar çeşitliyse, birey de bu yolda o ka­dar yalnızdır. Refakat ve arkadaşlar gereklidir, ama se­çeceğimiz yolun sorumluluğu kendimize ait olmalıdır. bu yolda kimse bizi kollamaz; bize engel olan korku ha­yaletlerinin aslında etkisiz olduğunu görmek için ken­diliğimizi uyandırma cesaretini göstermeliyiz.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa, asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşa­mak kaderimizdir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan mutasavvıf ve ilahiyatçı Jakob Böhme şöyle demişti: "Ölmeden önce ölen, öldüğünde çürür." Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.


Kendine İhanet / Çitlembik Yayınları

15 Haziran 2011 Çarşamba

Rimbaud ya da Büyük İsyan / Henry Miller


            Şimdi, bizi algılama yöntemlerimizi değiştirmeye zorlayacak olan insanlar ortaya çıkıyor. Rimbaud'nun kendi sırrıyla birlikte yaşadığı o izbe, hızla ortadan kalkmakta. Her kim kurallardan saparsa, hemen meydana çıkıveriyor; zulalar yok artık. Ortak kaygı içinde, garip yaratık, biricik sığınağından kaçırtılacak. Tüm insanlık, erkekler ve dişiler, bir araya toplanacak ve mahkemeye çağrılacak. Şimdi insanlık bir bütün olarak büyük sınava hazırlanıyor. Büyük olay kapımızı çaldığı sırada, hiyerogliflerin okunması her zamankinden daha önemli, daha heyecan verici olacak. Çok geçmeden, ve apansız hepimiz sırt sırta yürüyor olacağız, bir kahinle sıradan bir adam yan yana. Tamamen yeni bir dünya, korkunç ve iğrenç bir dünya kapıda bekliyor. Günlerden bir gün uyanacağız ve bütün kavramları aşan bir oyunu seyredeceğiz. Şairler ve kahinler yeni dünyayı kuşaklar boyunca muştuladılar, fakat biz onlara inanmayı reddettik. Bizler, sabit yıldızlardakiler, gezegenlerin muştusunu yadsıdık. Onlara ölü gezegenler, kaçan hayaletler, çoktandır unutulmuş felaketlerden hayatta kalanlar gözüyle baktık.
           Şairler ne kadar da gezegenlere benziyorlar. Gezegenler gibi başka dünyalarla bağlantılı görünmüyorlar mı? Bize gelecek olaylar kadar, insanlığın hafızasına gömülü geçmiş olayları da anlatmıyorlar mı? Onların yeryüzündeki geçici konaklamalarına, onları başka bir dünyanın elçileri olarak görmekten başka bir anlam verebilir miyiz? Onlar işaretler ve semboller içinde yaşarlarken, biz cansız olguların ortasında yaşıyoruz. Güneşe yakınlaştığımızda, onların özlemi bizimkiyle örtüşüyor. Onlar bizi palamarlanmızdan çözmeye çalışıyorlar; onlarla birlikte tin'in kanatlan üstünde uçmamız için kanımıza giriyorlar. Sürekli, gelecek olayların yaklaştığını bildiriyorlar ve biz bilinmeyen korkusu içinde yaşadığımız için, onlan çarmıha geriyoruz. Şairlerde eylemin sıçrama yayları gizli. Diğer türlerin içinde en gelişmiş tip olan şair -ve burada "şair" derken düşün ve fantezi içinde yaşayan herkesi anlıyorum- diğer insanlarla eşit hamilelik süresine yükümlü değildir. Hamileliğini doğumdan sonra da sürdürmek zorundadır, içinde oturacağı dünya, bizimkiyle aynı değildir, bizimkiyle olan benzerliği açısından, bizim dünyamızın ancak, kromagnon insanının dünyasına eş olduğu söylenebilir. Şairin olayları tasavvuru, dört boyutlu bir dünyadan gelip, üç boyutlu bir ortamda yaşayan bir insanınkine benzer. O bizim dünyamızdadır, fakat buraya ait değildir; başka bir yere bağlıdır. Onun görevi, bizi baştan çıkartmak, bizi sıkıştıran dünyayı dayanılmaz hale getirmektir. Ne var ki ancak üç boyutlu dünyalarını yaşayıp terketmiş, onun olanaklarını denemiş olanlar bu çağrıya uyabilirler.
           Şairin kullandığı işaretler ve semboller, dilin, konuşulamayanla ve temellendirilemeyenle çatışmanın bir aracını oluşturduğunun en sağlam kanıtlarından biridir. Semboller her düzlemde geçerli hale geldikleri anda, geçerliliklerini ve etkenliklerini yitirirler. Şairden, sokaktaki adamın dilini kullanması istendiğinde, bu, peygamberden kehanetlerini açıkça belirginleştirmesini beklemeye benzer. Daha yüksek, daha uzak katlardan bizimle konuşan ses, bize gizem kılığında ulaşır. Bunun için de sürekli serpilecek ve açıklamalar yoluyla açığa çıkartılacak olan şey -tek sözcükle: kavram dünyası- aynı zamanda, sembollerin kullanılmasıyla, bu stenografik hattatlıkla, yoğunlaştırılır ve sıklaştırılır. Onu, yeni sözcük oyunları yapmadıkça asla açıklayamayız. Tinsellik veya bengilik katına ait olan, her türlü açıklamadan kaçar. Şairin dili asimptotiktir; iç ses tinin sonsuzluğuna yakınsadıkça şairin dili de iç sese paralel gider. Bu iç kayıt sayesinde insan şairle, denilebilirse, dil olmadan ilişki içindedir. Burada söz konusu olan sözcük eğitimi değil, tersine tinsel gelişmedir. Rimbaud'nun anlığı, hiç bir yerde, eseri boyunca koruduğu bu tavizsiz temel seste olduğundan daha açık bir biçimde gün ışığına çıkmaz. Çok çeşitli insan tipleri tarafından anlaşılır, tıpkı çok çeşitli insan tipleri tarafından yanlış anlaşıldığı gibi. Taklitçilerinin foyası hemen meydana çıkartılabilir. Sembolist akımla ortak bir yanı yoktur. Ve saptayabildiğim kadarıyla, sürrealistlerle de bir ilgisi yoktu. Bir çok akımın babasıdır ve hiç biriyle akraba değildir. Sembole sağladığı eşsiz kullanım biçimi, dehasının bir teminatıdır. Bu sembol sistemi, kan ve gözyaşıyla potaya dökülmüştür. Bu bir protestoydu ve aynı zamanda tinin kökenini kurutmakla tehdit eden bilgi israfından sakınmaydı. Hem de, karmakarışık ilişkiler içeren bir dünyaya açılan bir pencereydi. Eski işaret dili çoktandır bu dünyada işe yaramıyordu. Bu bakımdan Rimbaud çağımızın matematikçilerine ve bilim adamlarına, çağdaş şairlere olduğundan daha yakındır. Yine de unutulmamalıdır ki, son dönem şairlerinin tersine o, matematikçilerin ve bilim adamlarının kullandığı sembolleri kullanmamıştır. Rimbaud tinin dilini konuştu, ağırlıkların, ölçülerin ve soyut ilişkilerin dilini değil. Hiç olmazsa bu noktada mutlak "modernliğini" kanıtladı.
Bu paragrafta, daha önce değindiğim bir sorunu: şairle okuyucu arasındaki ilişkiyi tekrar ele almak istiyorum. Eğer Rimbaud' un sembolü kullanış biçimini alkışladıysam, böylelikle, şairin gerçek tanımının bu doğrultuda yattığını vurgulamak istedim. Benim anlayışıma göre, sembolik bir yazının kullanılmasıyla "kuşdili" diye tanımladığım, son derece kişisel bir jargonun kullanılması arasında büyük bir fark vardır. Modern şair, okuyucusuna sırtını dönmüş görünüyor, onu küçümser bir hali var. Kendini savunmak için ara sıra kendini matematikçiyle veya fizikçiyle kıyaslıyor; oysa şimdi bunlar aydınların çoğunluğu için tamamen anlaşılmaz olan bir işaret dilinden yararlanıyorlar -sadece kendi kült'ünün üyeleri tarafından kavranabilen ezoterik bir dil. Şair, fiziksel veya soyut dünyayla uğraşan insanlardan tamamen farklı bir işleve sahip olduğunu unutmuş görünüyor. Onun aracısı tindir, ve erkekler ve kadınlar dünyası ile olan ilişkisi canlı bir ilişkidir. Onun dili laboratuar için değil, kalplerin kuytuları için belirlenmiştir. Eğer harekete geçmesini sağlayacak gücü yadsırsa, aracısı bütün değerini yitirir. Yenilenmenin mekanı kalptir ve şair buraya demir atmış olmalıdır. Buna karşın bilim adamı sadece yanılsama dünyasıyla, içinde etki edilen, olayların gerçekleştiği fiziksel dünyayla ilgilenir. O çoktandır, bir zamanlar sömürmeyi umduğu güçlerin kurbanı olmuştur. Onun günü kararmak üzere. Şair hiçbir zaman bu konuma düşmeyecek, ilk ağızda, yaşama içgüdüsü bilim adamınkiyle aynı yozlaşmayı gösterseydi, şair olmazdı. Fakat onu tehdit eden tehlike, yeteneklerinin yadsınmasıdır; ona emanet edilen mala ihanet ederse, sayısız insanın kaderini, kendi kişisel ilerlemelerinden başka bir-şey düşünmeyen bencil bireylerin denetimine bırakır. Rimbaud'nun el çekişi, çağdaş şairin kendisini sınırlamasından daha farklı bir ölçüte tabidir. Rimbaud, yaşamını sürdürebilmek için, şair mevkiinde bulunup da olduğundan başka birşey olmayı reddetti. Bizim şairlerimiz, isimlerine kıskançlıkla titizleniyorlar, fakat mevkilerinin sorumluluğunu üstlenmeye hevesli görünmüyorlar. Kendilerini şair olarak kanıtlamadılar; sadece kendilerini böyle adlandırabildiklerine sevindiler. Onların dudakları arasından çıkacak olana bağlı bir dünya için değil, birbirleri için yazıyorlar. Kendilerini kasıtlı olarak anlaşılmaz kılmakla, yeteneksizliklerini haklılaştırmaya çalışıyorlar. Övgü düzdükleri kendi küçük benlerinin içine hapsolmuş durumdalar; kendilerini dünyadan uzak tutuyorlar çünkü ilk temasta tuzla buz olacaklarından korkuyorlar. Daha yakından bakılırsa birer kişi bile değiller, çünkü böyle olsaydı, onların ıstırapları ve hezeyanları neye benzerse benzesin anlaşılabilirdi. Kendilerini de fizikçinin problemleri gibi soyutlaştırdılar. Tıpkı ana rahmini özler gibi, başkalarına da bir şeyler iletmenin sıfıra indirgendiği an bir şiir ortamını özlüyorlar.
Rimbaud'nun çağdaşları olan öteki büyük kişileri -Nietzsche, Strindberg, Dostoyevski gibi insanları- düşündüğümde, onların yaşadığım ve bizim dahilerimizin vermek zorunda oldukları sınavları fazlasıyla gölgede bırakan korkuları düşündüğümde, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısının, tarihin en rezil dönemlerinden biri olduğuna inanmaya başlıyorum. Hepsi de gelecek uyarılarıyla dolu bu şehitlerden, trajedisi Rimbaud'nun yazgısına en fazla benzeyeni Van Gogh'du. Rimbaud'dan bir yıl önce doğmuştu ve onunla yaklaşık aynı yaştayken, kendi eliyle öldü. Tıpkı Rimbaud gibi o da çelik bir irade, nerdeyse insanüstü bir cesaret, olağanüstü bir enerji ve kararlılık gösterdi; aşılamaz zorluklara karşı böyle mücadele edebilirdi. Fakat hayatının baharında mücadeleden bitkin düşmesiyle de Rimbaud'ya benziyor; böylece yeteneklerle doluyken kıyıma uğradı.
Serserilikleri, sürekli meslek değiştirmeleri, feleğin çemberinden geçmeleri, başarısızlıkları, ikisini de kuşatan acemilik bulutu - ikisinde de ortak olan tüm bu unsurlar onların talihsizliğe uğramış ikizler gibi öne çıkarıyorlar. Yaşamlarının yazgıları, modern çağlarda bildiğimiz en acıklıları arasındalar. Hiç kimse Van Gogh'un mektuplarını her defasında sarsılmadan okuyamaz. Ne ki ikisinin arasındaki büyük fark, Van Gogh'un yaşamından bir ışıklanışın doğmasında yatıyor. Van Gogh'un ölümünden az önce, hastası için derin bir anlayışı olan Dr. Gachet, Vincent'in kardeşi Theo'ya şunları yazdı: " 'Sanat aşkı' sözcüğü yeterli değil, inanç'tan söz etmek gerekiyor - uğruna Vincent'in şehit düştüğü bir inançtan!" Rimbaud'da büsbütün eksik olduğu görülen unsur budur: tanrıya, insanlara veya sanat'a inanç. Bunun eksikliği de bu yaşamın böyle gri, ara sıra adeta kapkara görünmesine neden oluyor. Aynı şekilde, ikisinin mizaçları da çok sayıda önemli ortaklıklar gösteriyor. Onları birleştiren en güçlü bağ, sanatlarının anlığı. Bu anlığın ölçütü, acının diliyle verilmiştir. Yüzyıl dönümünden bu yana böyle bir ruh ağrısı mümkün gibi görünmüyor. Mutlaka daha iyi olması gerekmeyen, fakat sanatçının onun içinde daha duyarsız, daha kayıtsız olacağı yeni bir iklimde bulunuyoruz. Şimdi birisi bu can çekişme biçimini yaşar ve onu betimlerse "umutsuz romantik" olarak damgalanıyor. Bir insandan böylesi duyarlılıklar beklenmiyor artık.
Van Gogh 1880'de kardeşine olayların can damarına dokunan ve insanın kanını oynatan mektuplarından birini yazdı. Bu mektup okunduğunda insanın aklına Rimbaud gelecektir. Mektuplarındaki ifadeler çoğu kez şaşırtıcı benzerlikler taşıyorlar. Hiç bir zaman birbirlerine, kendilerini haksız suçlamalara karşı savundukları zamandan daha yakın değiller. Bu durumda Van Gogh kendini haytalık suçlamasına karşı savunuyor. Aylaklığın iki çeşidini, kötü ve yararlı türlerini ayrıntılı olarak betimliyor. Mektup sözcüğün tam anlamıyla bu konu üzerine bir vaaz, ve tekrar tekrar bu mektuba dönmekte yarar var. Bir paragrafta bizzat Rimbaud'nun sözcüklerinin yankısını işitiyoruz... "Şunu veya bunu yadsıdığıma inanma" diye yazıyor. "Ben kendi inançsızlığımda bir tür inananım; değiştirilmiş olmama rağmen, yine de aynı kalıyorum ve benim ıstırabım yalnızca şurdan kaynaklanıyor: ben aslında neye yarıyorum? kendime bir biçimde yardımcı ve faydalı olamaz mıyım? bu konuda daha fazlasını nasıl öğrenebilir ve şu veya bu konuda nasıl derinleşebilirdim? Görüyor musun, bu bana sürekli acı veriyor ve sonra insan utanç içine düştüğünü, şu veya bu çalışmaya katılmasının imkansızlığını hissediyor, mutlaka gerekli duyulan şu veya bu şey menzil dışında kalıyor. Bu yüzden hüzünlenmiyor değilim; sonra, arkadaşlıkların ve yüksek ve ciddi duygudaşlıkların yer alabilecekleri boşlukları hissediyorum ve sonra korkunç yılgınlığın bizzat zihinsel enerjiyi nasıl kemirdiğini hissediyorum ve kader, duygudaşlık güdülerinin önüne bir set çekmiş görünüyor, ve bir sıkıntı seli, beni boğmak için yükseldikçe yükseliyor. Sonra insan haykırıyor. 'Tanrım, daha ne kadar sürecek?' "
Sonra da buradan, tembelliği, karaktersizliği, doğasının seviyesizliği yüzünden aylak olan insanla, başka türden bir aylaklık içinde olan, iradesine karşı üşengeç olan, içinde büyük bir eylem arzusuyla yanıp tutuşan, herhangi bir şey yapması imkansız olduğu için bir aylak olan insanlar arasında ayrım yapmaya geçiyor. Altın kafesteki kuşu betimliyor. Sonra da şu dokunaklı, yürek paralayıcı, kahredici sözleri ekliyor: "Ve çoğu kez koşullar insanları bir şeyler yapmaktan alıkoyar; herhangi bir korkunç, korkunç, son derece korkunç bir kafesin içinde tutsaktırlar. Biliyorum, sonra kurtuluş da vardır. Haklı veya haksız yere bozulmuş iyi bir nam, utanç, koşulların zorlaması, şanssızlık - tüm bunlar bizi tutsaklaştırır. Bizi kapatan, etrafımıza duvar ören, bizi mezara gömmüşe benzeyen şeyin aslında ne olduğu her zaman söylenemeyebilir, fakat yine de birtakım bölmeleri, parmaklıkları, duvarları hissederiz. Tüm bunlar kurmaca'dan, fanteziden mi ibaret? Sanmıyorum. Ve sonra şu soru sorulur: 'Tanrım, bu uzun süre, her zaman, tüm sonsuzluk boyunca mı sürecek? İnsanı, bu tutsaklıktan neyin kurtardığını biliyor musun? Buna her derin, ciddi duygudaşlığın gücü yeter. Arkadaş olmak, kardeş olmak, sevmek-, bu hapishaneyi tüm gücüyle, büyülü kuvvetiyle açar. Oysa buna sahip olmayan biri, hapishanede kalır. Duygudaşlığın tazelendiği yere yaşam geri gelir."
Rimbaud'nun Habeşistan yerlileri arasındaki sürgünlüğü, Van Gogh'un bir akıl hastanesindeki gönüllü inzivasına ne kadar benziyor! Yine de ikisi de böylesine tuhaf bir çevrede bir ölçüde huzur ve mutluluk buldular. Enid Starkie diyor ki: "Cami sekiz yıl boyunca Rimbaud'un biricik dostu ve avutucusu olmuş görünüyor, -Cami, on dört-on beş yaşındaki Harrarlı erkek çocuk, onun hizmetçisi ve sürekli yoldaşı...Cami, onun sürekli anımsadığı ve sevgiyle söz ettiği az sayıda insandan biriydi, ölüm döşeğindeyken düşüncelerinin gençliğinde tanıdığı kimselere yöneldiği saatte andığı biricik dostuydu." Van Gogh'a gelince, postacı Roulin ona en kötü saatlerinde destek oldu. En büyük arzusunu, birlikte yaşayabileceği ve çalışabileceği birini bulmayı bu dünyada asla gerçekleştiremedi. Gaugin'le olan deneyimi salt yıkıcı olmakla kalmayıp, bela doluydu da. Sonunda Auvers'de cesur doktor Gachet'yi bulduğunda artık çok geçti; morali çoktan çökmüştü. "Şikayet etmeden acı çekmek, bu yaşamın bize sunduğu biricik öğreti budur." Van Gogh acı deneyiminden bu sonucu çıkartmıştı. Yaşamı bu mutlak teslimiyet havasında sona erdi. Van Gogh 1890 Temmuzunda öldü. Bir yıl sonra Rimbaud, ailesine şöyle yazıyordu: "Adieu mariage, adieu famille, adieu avenir. Ma vie est passee. Je ne suis plus qu'un tronçon immobile." ("Elveda evlilik, elveda aile, elveda gelecek! Yaşamım geçip gitti. Artık sadece hareketsiz bir kütüğüm.")
Özgürlük için hiç kimse zindana atılan bu iki kişiden daha fazla yanıp tutuşmadı, ikisi de kendileri için en zor olan yolu seçmiş görünüyorlar, ikisinde de acının çanağı ağzına kadar doldu, ikisinde de asla iflah olmaz bir yara kanıyordu. Van Gogh ölümünden yaklaşık sekiz yıl önce, mektuplarından birinde ikinci büyük aşk hayal kırıklığının ona ne yaptığını açıklıyordu: "Tek bir sözcük, hiç bir şeyin değişmediğini ve gittiğim her yere götüreceğim bir yara kaldığını hissettirdi bana, fakat bu yara çok derinde yatıyor ve asla iyileşmeyecek; yıllar sonra da ilk günkü gibi kalacak". Rimbaud' un başından da benzer bir olay geçti; bu uğursuz konu hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorsak da, etkisinin aynı ölçüde yıkıcı olduğunu kabul etmeliyiz.

6 Haziran 2011 Pazartesi

Rimbaud ya da Büyük İsyan / Henry Miller

 …..Dünyaya ait olmadan, dünyanın içinde yaşayabilir. Rimbaud' nun betimlediği gibi "en önemli sorun, ruhu bir ucube yapmaktır." Bu, ruhun bir hilkat garibesi değil, mucizevi bir yaratık olması gerektiği anlamına geliyor. Ucube'nin (Monstrum, ç.n.) anlamı nedir? Sözlüğe göre bundan "hata, yanlış düzenleme veya parçalarının veya organlarının deforme olması yüzünden büyük ölçüde biçimsiz olan şey, böylelikle de çirkin veya anormal olan her şey, veya itici olsun olmasın birbiriyle çelişkili kısımlardan veya özelliklerden oluşan, her şey" anlaşılıyor. Sözcüğün kökeni latince moneo fiili, ve "ikaz etmek, uyarmak" anlamına geliyor. Mitoloji'de ucube Harpye, Gargo, Sfenks, Kentauros, Dryad ve Nikessa biçimlerinde karşımıza çıkıyor. Bütün bunlar mucizevi yaratıklardır ve sözcüğün asıl anlamı da budur. Onlar normu, ölçüyü alt üst etmişlerdir. Bu durumun, küçük adamın onlardan korkmasından başka bir sonucu olabilir mi? Korkak ruhlar yollarının önünde sürekli ucubeler, kah Pegasuslar, kah Hitlerciler olarak betimledikleri ucubeler görürler. İnsanın en büyük korkusu, bilincinin genişlemesidir. Mitolojinin bütün o korkunç, dehşetli bölümü bu korkudan kaynaklanır. "Bırakın baş ve uyum içinde yaşayalım!" diye yalvarır küçük adam. Oysa evrenin yasası, baş ve uyuma ancak içsel çatışma yoluyla ulaşılabileceğini emreder. Küçük adam böyle bir barışın, böyle bir uyumun bedelini ödemek istemez; onu satın alınan hazır bir elbise gibi, hazır mamul olarak elde etmek ister.
            Bir şairin tutkun olduğu, sürekli yinelediği sözcükler vardır. Sabırlı biyografi yazarlarının derleyip topladıkları olgulardan daha öğreticilerdir. İşte Rimbaud'nun eserinde karşımıza çıkan bu tür sözcüklerden bazıları: "eternite, injîni, charite, solitude, angoisse, lumee, aube, soleil, amour, beaute, inoui pitie, demon, ange, ivresse, paradis, enfer, ennui... (bengilik, sonsuzluk,  iyi kalplilik,  yalnızlık, korku, ışık, şafak, güneş, aşk, güzellik, işitilmemiş, acıma, şeytan, melek, esriklik, cennet, cehennem, can sıkıntısı...).
            Bu sözcükler onun iç dünyasının nişan ve belirtileridirler; onun masumluğunu, açlığını, haşarılığını, fanatikliğini, sabırsızlığını, ısrarcılığını, anlatırlar. Onun tanrısı, kötülüğün derinliklerini kulaçlamış olan Baudelaire'di. Daha önceki bir paragrafta belirtmiştim, bir kez daha tekrarlamakta yarar var, on dokuzuncu yüzyıl, tanrı sorunu ile cebelleşmiştir. Dışsal olarak maddi ilerlemeye adanmış, tamamı fiziksel dünyaya ait olan bir keşifler ve icatlar yüzyılı görünümü verir. Fakat sanatçıların ve düşünürlerin demir attıkları iç taraflarında derinlere inen bir huzursuzluk gözlemliyoruz. Rimbaud bu çatışkıyı birkaç sayfada özetler. Fakat bu yetmiyormuş gibi, o dönemin karakteristiği olan aynı esrarengiz damgayı kendi yaşamına da vurur. Gerçek anlamda çağın insanıdır, tıpkı Goethe'nin, Shelley'in, Blake'in, Nietzsche'nin, Hegel'in, Marx'ın, Dostoyevski'nin olduklan gibi. Varlığının her alanında tepeden tırnağa bölünmüştür. Sürekli iki yana birden bakar. Zamanın çarklan onu parçalar, ona işkence ederler. O aynı zamanda hem kurban hem cellattır; onun adı anıldığında mekan ve olay bugüne mal olurlar. Artık atomu parçalamak da başarıldığına göre, evren genişleyivermiştir. Şimdi aynı anda her yöne birden bakıyoruz.  Eski tanrıların bile elinin alnda bulunmayan bir güce sahibiz. Şimdi artık cehennemin kapılarının önünde duruyoruz. Kapıla yıkacak, cehenneme atlayacak mıyız? Sanırım bunu yapacağız. Benim anlayışıma göre gelecek, kötünün alanını bir gizem kırıntısı bile kalmayıncaya kadar keşfetmek görevi ile yükümlü olacak. Güzelliğin acı köklerini keşfedeceğiz, kökü ve çiçeği, yaprağı ve tomurcuğu olumlayacağız. Kötünün karşısında daha fazla direnemeyiz: evet demek zorundayız.
            Rimbaud "Zenci kitabı"nı ("Une Saison en Enfer") yazdığında, "kaderim bu kitaba bağlı" diye açıklamış olsa gerek. Bu saptamada yatan derin hakikati Rimbaud'nun kendisi bile göremedi. Yavaş yavaş kendimize özgü trajik sonumuzu anladığımızda, onun ne demek istediğini kavramaya başlıyoruz. O kendi kaderini, bildiğimiz dönemler içinde en belirleyicisi olan döneminin kaderiyle özdeşleştirdi. Ya kültürümüzün bugüne dek temsil ettiği her şeyden vazgeçip, Rimbaud gibi, her şeyi yeni baştan inşa etmeye çalışacağız, ya da kültürü kendi ellerimizle yıkacağız. Eğer şair ayakucunda duruyorsa, dünya gerçekten bozulmuş olmalı. Eğer şair artık toplum adına değil, yalnızca kendisi adına konuşabilirse, son siperde bulunuyoruz demektir. Rimbaud'nun şiirsel cenazesi üstünde bir babil kulesi inşa etmeye başladık.
            Bu, hâlâ şairlerimizin olduğu, ya da bazılarının hâlâ anlaşılır, hâlâ halk tabakasıyla ilişki kurabilecek durumda oldukları anlamına gelmiyor. Şiir sanatı hangi yönü takip ediyor, şairi dinleyicilerle birleştiren bağ nerede? Muştu nerede? Her şeyden önce bu soruyu sormalıyız. Şimdi sözünü geçiren kimin sesi, şairin sesi mi yoksa bilim adamının sesi mi? Ne kadar dokunaklı olsa da hâlâ güzelliği mi düşünüyoruz, yoksa atom enerjisini mi düşünüyoruz? Ve büyük keşifler esas olarak ne gibi duygular uyandırıyorlar? Korku! Bilgimiz var bilgeliksiz, rahatımız var güvenliksiz ve kanaatimiz var inançsız. Yaşamın şiirselliği salt matematiksel, fiziksel, kimyasal kavramlarla dile-getiriliyor. Şair bir parya, bir anormallik. Bir ayağı çukurda. Şairin kendini nasıl bir ucube haline getirmiş olduğuyla artık kim ilgileniyor? Ucube ortalıkta serbestçe dolaşıyor, dünyayı geziyor.   Laboratuvardan dışarı kaçtı; onu çalıştırmaya cesareti olan herkesin hizmetinde. Dünya gerçekten de bir sayıya dönüştü. Tüm bölünmeler gibi o zihinsel bölünme de sona erdi. Bu çağda her şey nehrin akıntısına, rastlantıya bırakıldı; büyük anofor başladı.
            Ve deliler onarımlardan, araştırmalardan, zararın karşılanmasından, uyum sağlamalardan ve koalisyonlardan, serbest ticaretten, ekonominin istikrara kavuşturulmasından ve yeniden yapılanmasından söz ediyorlar. Hiç kimse,  dünyanın  dengesinin yeniden kurulacağına içtenlikle inanmıyor. Herkes o büyük olayı, bizleri gece ve gündüz meşgul eden o biricik olayı: bir sonraki savaşı bekliyor. Her şeyi düzensizliğe soktuk; olayları  nasıl tekrar denetleyebileceğimizi hiç birimiz bilmiyoruz. Frenler hâlâ mevcut, ama bakalım çalışacaklar mı? Çalışmayacaklarını   biliyoruz. Hayır, şeytan   ortalıkta   cirit  atıyor. Elektrik devri, tıpkı taş devri kadar gerimizde  kaldı. Şimdi güç çağında yaşıyoruz, katıksız güç çağında. Şimdi ya cennet ya da cehennem söz konusu; ikisinin arasında bir yer artık mümkün değil. Ve bütün belirtiler cehennemi seçeceğimizi gösteriyor. Şair   bile   kendi cehennemini yaşarsa, normal insan   ondan nasıl kurtulsun? Rimbaud'ya bir dönek mi dedim?   Biz hepimiz dönekiz. Vahşi tarih öncesinden beri dinden dönenleriz. Kader sonunda bize yetişiyor. Hepimiz "cehennemdeki mevsimimizi, "Saison en Enfer"imizi yaşayacağız:   bu kültüre dahil olan her erkek,   her kadın ve   her çocuk. Böyle olmasını kendimiz istedik ve işte zamanı geldi. Bunun karşısında Aden daha rahat bir yer olarak görünecek. Rimbaud'nun zamanında Aden'i bırakıp Harrar'a gitmek henüz mümkündü, fakat elli yıl içerisinde bütün dünya tek bir geniş krater olacak. Bilim adamları buna karşı çıksalar da, şimdi   emrimizin altında   bulunan güç, pratikte radyoaktiftir ve sürekli bir yıkıma neden olmaktadır. Gücün asla iyi olanaklanı değil, hep kötü olanaklarını düşündük. Atom enerjilerinin gizemli bir yanlan yok; gizem insanın kalbinde. Atom enerjisinin keşfedilişi,  artık birbirimize asla güvenemeyece-ğimizin  keşfedilişiyle aynı  zamanda  gerçekleşmiştir. Yazgısal olan burada yatmaktadır: hiç  bir  bombanın  yokedemeyeceği bu yedi başlı korkuda. Gerçek dönek, komşusuna inancını   yitirmiş olan insandır. Günümüzde inanç yitimi genel  bir olgudur.   Bu  durumda tanrının  kendisi de güçsüzdür. İnancımızı bombaya yönelttik ve dualarımıza yanıt verecek olan, bombadır.