Gündüz Vassaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gündüz Vassaf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Hayata Karşı Amaçlar / Gündüz Vassaf


"Ay'a sordular:
'Neyi isterdin en çok?'
Cevap verdi:
'Güneş'in kaybolmasını, ve ebediyen bulutlarla örtülü kalmasını.’"
Feridüddin Attar

I
"Hayatını planla. Amaçlarını gerçekleştir. Hayattan ne bek­lediğini bil. Hiçbir şey seni yolundan alıkoymasın. Azim ve di­siplin sayesinde yapamayacağın şey yoktur. Bunu başaracak ye­teneğe kesinlikle sahipsin."
Bu sözler böyle sürüp gider. Analar babalar, hocalar, psi­kologlar, en iyi arkadaşlar, hepsi bunları söyler ve sen de bun­ları tekrarlar ve hepsine de inanırsın. Bütün bunların ne kadar saçma olduğu, bir gün şu ilanı okuduğum zaman kafama dank etti: Yüzünde kararlı bir ifade okunan eli yüzü düzgün orta yaşlı bir kadın fotoğrafının altında, "Bu kadının belirli amaçları var," diye yazıyordu "Ve biz de onu oraya ulaştıracağız." Borç vermek isteyen bir bankanın ilanıydı bu.
Bankalar, hükümetler, şirketler, meslek kuruluşları, top­lumun yapısını planlayan ve yürüten bütün kurum ve insanlar, bizim birtakım amaçlara sahip olmamızı isterler. Ayrıca, bu amaçları gerçekleştirme yolunda kararlı olmamızı ve böylelikle davranışlarımızın da önceden kestirilebilir olmasını isterler. Amaçlarımız aracılığıyla da üzerimizde totaliter bir denetim kurarlar.

II
Davranışları anla, önceden kestir ve denetle. Yirminci yüzyıl bi­liminin, özellikle de bir davranış bilimi olarak psikolojinin slo­ganı budur. Psikolojinin hedefi budur. Peki bu hedef kimlerin çıkarlarına hizmet eder? Davranışlarımıza ilişkin toplu bilgi, endüstri sonrası (post-modern) düzen(ler)in gücünün da­yanağıdır. Davranışlarımıza ilişkin bilgi, bu düzenlerin top­lumu denetlemesini, "yurttaşlarını" denetlemesini ve bizleri de­netleyip sömürmesini sağlar. Bilgi güç demektir. Örneğin, kimi İskandinav ülkelerinde ve Almanya'da ülke çapında bir sayıma halkın karşı çıkması, işte bu yüzdendir.
Bilgi toplama, bizimle ilgili olarak öğrenilebilecek ne varsa hepsini titizlikle tasnif eden ve bunları birbirleriyle paylaşan şirketlerin başlıca faaliyet alanlarından biridir. Ne zaman bir anket formu doldursak, ne zaman bir banka kartı için baş­vuruda bulunsak, ne zaman bir kitap kulübüne üye olsak, on­lara bilgi sunmuş oluruz. Üzerinde hiçbir fikir yürütemeyeceğimiz herhangi bir konu yok mu? Kurulu düzen, bizim için-planladığı her şey hakkında bir fikir sahibi olmaya yöneltir bizi. Şunu ya da bunu ötekine tercih etmek yerine "bir fikrim yok” diyenlerin çoğunlukta olduğunu gösteren bir ka­muoyu yoklamasına neden rastlamadık şimdiye dek?
Yönetenler sürprizlerden hoşlanmazlar. Yirminci yüzyıl in­sanında sürpriz öğesi hızla ortadan kalkmaktadır. Sürprizler, yöneteni şoke eder. Sürprizler hem bizim planlarımızı hem de onların planlarını bozar. Sürprizler, amaçların ve hedeflerin önünde duran birer engeldir. Düzen, önümüzdeki yıl neye kaç para harcayacağımızı, kimin, nerede, ne kadar süre tatil ya­pacağını, hatta tatildeyken kaç kişinin boşanmak için avukat hizmeti talep edeceğini bilir.
Pazar araştırmacıları, psikologlar, sosyologlar, hakkımızda topladıkları bilgilerin ışığında insan davranış ve amaçlarını anlayıp bunları önceden kestirmeye ça­lışırlar. Sonra da toplumsal mühendisliğin ve kamuoyu yö­netiminin çeşitli yöntemleriyle insan davranışlarını de­netlemeye ve etkilemeye çalışırlar. Belirli bir davranış kalıbı saptayıp tipik bir davranış biçimini öngördükten sonra, bundan yarar sağlayabilmek için o davranışı güçlendirmeye uğraşırlar. Çikolatadan tavaya, prezervatiften mayoya kadar akla ge­lebilecek her şeyin üretimi, düzen tarafından bize empoze edil­miş olan ve önceden kestirilebilir davranışlarımıza dayandırılır. Bir zamanlar son derece yaratıcı sayılan davranış tiplerimiz bile önceden kestirilebiliyor artık. Örneğin, suçlarımız öylesine sı­radan, şaşırtıcı olmaktan öylesine uzak, plan, hedef ve yöntem bakımından öylesine kabaca tahmin edilebilir hale gelmiştir ki polis hangi türden suç işleneceğini ve bunları önlemek için hangi donanımlara ihtiyaç duyacağını yıllar öncesinden bil­mektedir.
Özgürlüğümüz, davranışlarımızın önceden kestirilemezliğine bağlı. Batı ülkelerinde, özgürlüğün üzerinde dolaşan kocaman soru işareti işte tam da bu noktadan, yani düzenin, kendi yurttaşlarının davranışlarını kitlesel olarak önceden kestirebilme beklentisinden kaynaklanıyor. Örneğin İsveç'te, kitle davranış analizlerine ve istatistiksel tahmin raporlarına dayanarak hü­kümetler sonsuza dek toplum mühendisliği ve gelecek plan­laması konularıyla meşgul olmaktadırlar. Burada hiçbir şey rastlantıya bırakılmaz. (Kimi kamu helalarında, duvar yazıları için özel yerler ayrılmış, kalemler bırakılmıştır.)
Kendi bireysel amaçlarımızı koyup bunlara ulaşmak için çır­pındığımızı sanabiliriz, ama aslında bu amaçlar, çoğu kez, mev­cut düzen tarafından önceden belirlenmiş, o düzen içindeki ye­rimiz de önceden ayrılmıştır.
Giysi"lerimiz genellikle önceden biçilmiş, hazır giyim olarak tasarlanmıştır.CIA gibi haber alma teşkilatları, yabancı ajanlara, düş­manlara, potansiyel teröristlere -ve onların hareket ve amaç­larına, sevdikleri ve sevmedikleri şeylere, zaaflarına vb- ilişkin psikolojik profilleri çoktan hazırlamışlardır. Ancak hepimiz fiş­lenmiş durumdayız. Polis, suçu önleme adına bilgi toplar. Si­yasal partiler, kamuoyu yoklamaları aracılığıyla inanç ve dav­ranışlarımızı etkilerler. Şirketler, tüketim davranış kalıplarımızı ve zevklerimizi tahlil ederler. Bütün bunların hepsi, dav­ranışlarımızı, planlarımızı, amaçlarımızı bilmek ve manipüle etmek ister. Tam bir gözetim altındayız. Ve böylece kurulu dü­zenin modeline başarıyla sokulduktan sonra, biz beklenen ve is­tenen şeylerle tam bir uyum halinde olan tutkularımızı, di­leklerimizi, arzularımızı ve -hepsinden önemlisi- amaçlarımızı sergileyebiliriz artık.
Keyif, aşk, inanç ve Nâzım Hikmet'in dediği gibi "Bir çocuk gibi şaşarcasına bakarak yaşamak" - Nasıl amaçlanır ki?

III

Özgürlük ve yaratıcılığın kaynağında yatan şey, amaç ya da he­defler değil, inançtır. Ne var ki toplum, amaçlarımızı plan­lamamıza yardımcı olmak ve bu amaçlara erişmemizde bizi desteklemekle özel olarak görevlendirilmiş bir hiyerarşik grup­la örgütlenmektedir giderek.
İnsanın kendi hayatı için "doğru amacı" seçmesi öylesine büyük önem kazanmıştır ki, bu yüzyılda, kişinin hangi mesleğe uygun olduğunu belirleyecek "bilimsel" yöntemler bile ge­liştirilmiştir. Psikologlar tarafından geliştirilen çeşitli araçlar, bir gencin örneğin papaz mı yoksa müzisyen mi olma eğiliminde olduğunu saptama iddiasındadır. Bu gibi kişilik envanterleri, özellikle ABD liselerinde ve ABD'de belirlenen standartları iz­leyen ülkelerde çok yaygın. Tıpkı bir makinenin özel bir parçası gibi, insanoğlunun da verili toplum düzenince saptanmış mes­leklerden birine "uyması" öngörülüyor. Amaç/hedef ile kişi bir kez birbirine uyduktan sonra meslekle kişi de birçok bakımdan birbiriyle kaynaşıyor.
İnsan insana ilişki kurmak yerine, giderek, amaçlarımız, mesleki etiketlerimiz ve profesyonel kişiliklerimiz aracılığıyla ilişki kuruyoruz birbirimizle. Bu ilişkinin niteliğini belirleyen temel, (esasen mesleki özdeşleştirme ile bastırılmış olan) bi­reysel kişilikler değil, karşılıklı çıkar ve mevcut toplum düzeni içindeki değerler, çıkarlar ve güç dengesi tarafından belirlenmiş "amaçlarımız" arasındaki yakınlıktır. İnsanlarla tanışıp kar­şılaşmaktan çok, iş görüşmeleri yapıyoruz. Daha "merhaba" de­diğimiz anda, "Bu ilişkiden ne gibi bir fayda sağlayabilirim acaba?" düşüncesi geçer kafamızdan. İlişkiler, insanın evrensel "birlikteliği" üzerine kurulmaktan çok, kesin amaçlar üzerine inşa edilir.
Hepimiz birçok amaç ve hedef peşinde koştuğumuz için, aynı anda birçok farklı kimliğe de sahip oluruz. Ama her du­rumda sonuç ya da amaç, kişiden daha büyüktür. Amaç ya da sonuç, kişiler arasındaki ilişkilere de hükmeder ve bu ilişkinin niteliğini belirler.
İdeolojik inançlar da amaç peşinde koşma davranışının bir başka örneğidir. Kendimizi belli bir ideoloji ile özdeşleştirdikten sonra, o ideolojinin imajına, o ideolojiyi savunanların imajına, onun kahramanlarına göre "büyümeye" ve kendimizi bi­çimlendirmeye başlarız. Böyle durumlarda çoğu kez kendi sağ­duyumuza ve deneyimlerimize karşı çıkarız. Çoğu kez, gör­düğümüzü ve duyduğumuzu algılayamaz hale geliriz. Giderek, kendimizi hem fiziki görünüş hem de zihni paradigma ba­kımından o ideolojinin imajına göre yoğurur, kalıba dökeriz. So­nunda öyle bir noktaya geliriz ki ideoloji yaşamın kendisinden bile daha önemli olur. Din de tarih boyunca buna benzer bir rol oynamıştır.

IV

Amaç peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar totaliterdir. Psikologlar fareler üzerinde birçok mahrumiyet deneyi yaparak açlık, susuzluk, cinsellik, ebeveynlik içgüdüsü (yalnızca dişi fare için!) gibi bazı temel amaç gerçekleştirme dürtülerinin gü­cünü ölçmeye çalışmışlardır. Burada ölçülmek istenen, farenin labirentin öteki ucunda yoksun bırakıldığı şeyi bulmayı ne kadar kısa sürede öğreneceğidir. Amaca ne kadar çabuk ula­şılırsa, dürtünün de o kadar güçlü olduğu söylenmektedir. Yer­leşik psikoloji kurumlan, bizim de dürtülerimizin bir fonk­siyonu olarak amaca yönelik davranışlar gösterdiğimizi söylüyor. Yine bu kuramların ileri sürdüğüne göre, ancak bu türden temel dürtülerin doyuma ulaştırılmasından sonradır ki insan daha yüksek düzeyde amaçlar peşinde koşabilir. (Birinci düzey: Beslenme, giyinme, barınma; ondan sonraki düzey: Sevgi, güvenlik; en yüksek düzey: Kendini bulma). Tüm dav­ranışlarımızın, gereksinmelerimizi azaltma temeline da­yandığını söylüyor bu kuramlar. Sözü geçen gereksinimleri azaltmak için insanın harekete geçtiği, belirli amaçlara erişme doğrultusunda şunu ya da bunu yapmaya itildiği belirtiliyor. Yirminci yüzyılda çok yaygın olan bu teori, insanın intihar, di­ğerkâmlık (altrüizm) ve gönüllü olarak değiştirilen bilinç du­rumları gibi bazı temel davranış özellikleri gözönüne alındığı zaman, anlamsızlaşıyor.
Amaç peşinde koşma yönündeki tüm davranışlar to­taliterdir; çünkü biz, davranışlarımızın çevre ile diyalektik bir ilişki içinde kendiliğinden evrimleşip yepyeni ve beklenmedik davranışlara yol açmasını beklemek yerine, davranışlarımızın niteliğini amaçlarımızın belirlemesine izin veriyoruz. İnsanın belirgin amaçlar peşinde koşup koşmaması, askeri bando mı­zıkaya ayak uydurarak yürümekle doğaçlama bir caz seansına katılmak arasındaki farka benzetilebilir.

V

Kendiliğinden olanı önceden kestirmek olanaksızdır. Homo sapiens'in "gizem"i, insanı öteki canlılardan ayıran bir özelliği, onun eylemlerinin önceden kestirilebilir olmayışıdır. Bitkilerin yaşamı büyük ölçüde önceden belirlenmiştir. Hayvanlar da et­nologların türlere özgü davranış ya da sabit hareket biçimleri diye adlandırdıkları davranış kurallarına tabidirler ki bunlar da önceden kestirilebilir davranışlardır. Ancak en son evrimleşmiş türe, yani homo sapiens'e geldiğimiz zaman herhangi bir spesifik çevresel dürtüye bağlı olmadan ortaya çıkan dav­ranış biçimleriyle karşılaşıyoruz. Filozoflar "özgür irade" öğe­sini yalnızca insana yakıştırıyorlar. Ama buna rağmen kendi kendimizin tutsağı olduk: İnsanlık mozaiğinin kimi kırıntıları birtakım toplumsal kodlara ve beklentilere dönüşüyor, ondan sonra da belirgin hedeflerimiz ve amaçlarımız haline geliyor. Bunlara ulaşılması, yaşantılarımıza yön ve çoğu kez anlam ve­riyor. Böyle belirlenmiş ve sabit amaçlar peşinde koşarken, taklit etmeye başlıyoruz. Her Allah'ın günü kendimizi ve baş­kalarını taklit ediyoruz. Daha az taklit edip daha çok kendimiz olacak yerde, taklit ettikçe kendimiz olmaktan uzaklaşıyoruz.
Amaca yönelik maksatlı faaliyet, diken sırtlı balığın çift­leşmesi, ördek yavrularının davranışları, sombalıklarının yu­murtlamak için akıntıdan yukarı doğru çıkarak doğdukları yere dönüp yumurtalarını oraya bırakmaları gibi, türlere özgü spe­sifik davranışın çok karakteristik bir özelliğidir. Biz belirli amaçları izlemek, sabit hareketlerde bulunmak üzere ya­ratılmadık. Sabit hareketlerimizin ya da spesifik amaçlara yö­nelik davranışımızın kaynaklarını yalnızca zihni pa­radigmalarımızda, zihnimizdeki yerleşik dizilerde, kendi kendimize inşa ettiğimiz hapishanelerde aramak gerekir.

VI

Amaca yönelik davranışlar, onlarla el ele giden güvenlik ve de­netim duygularıyla birlikte bizi yalancı bir kavrama, kendi ya­şantımızı kendimiz yönettiğimiz, kendi gemimizin kaptanı ol­duğumuz şeklinde bir anlayışa götürür. Evet, hayatımızı yaşıyoruz. Ama, onu yönettiğimiz doğru değil! Bir dakika sonra hayatta olup olmayacağımızı etkileyen binlerce insan, binlerce rastlantı var. Yaşantımızın şu andaki durumunu, ulaş­mış olduğumuz bir nokta olarak düşünme eğiliminde ol­duğumuzdan, o noktaya kadar bir ilerleme olduğunu da dü­şünme eğilimi gösteririz. Geçmişe bugünden baktığımızda, bulunduğumuz yer bize son derece makul ve mantıklı görünür; sanki biz onu önceden planlamışız, ya da bu yer önceden be­lirlenmiş gibi. Mantıklı bir kalıba ya da modele uygun bir ge­lişme gibi gelir bu bize, çünkü yaşantımızda bugün varmış ol­duğumuz konumun göstergesi olan olayları, koşulları ve edimleri seçmişiz gibi gelir bize. Oysa bulunduğumuz yerde neden bulunmamamız gerektiğini açıklayacak milyonlarca sebep de bulabilirdik. Ne var ki temel çabamız hep doğ­rulamak, hep olayları gizemli olmaktan çok anlamlı gösteren anlaşılabilir bir model bulmaya çalışmaktır; çünkü bu model, evrenin uçsuz bucaksızlığı ile yekvücut olmak yerine, belirli (sabit) bir zaman ve mekân içinde bir denetleme duygusu verir bize.

VII

Amaca yönelik faaliyet, bireysel olarak girişikliğinde, kişiyi ya­şamda yer alan başka süreçlerden kopardığı için, ben- merkezciliği içerir. Öte yandan amaca yönelik faaliyet, ortak bir süreç olduğu takdirde, isteklerin ve çıkarların stan­dartlaştırılmasını içerir ve böylece çoğunluğa stan­dardizasyonun korunması için gerekli gücü verir; bu da ortak yarara uygun bir şey sanılır.
Örneğin, ilkokul eğitiminde öğrencilere kendi bireysel gün­lük amaçlarını seçme olanağı verilmesi ile öğrencilerin bir araya gelip sınıf adına ortak bir amaç seçmeleri arasındaki tar­tışmanın seçenekleri, ya katı bir bencilliğe ya da grup baskısına yol açar. Burada önemli olan ne (klasik totaliter rejimlerde ol­duğu gibi) amacı kimin belirleyeceği, ne de (günümüz de­mokrasilerinde olduğu gibi) amaçların hangi süreçlerle be­lirlenip gerçekleştirildiğidir. Önemli olan, amacın ta kendisidir. Bireyin elini kolunu bağlayan, onu boğan ve hapseden amaç.
İnsan amacını -ne pahasına olursa olsun, kendini adayarak azim ve özveriyle gerçekleştirmek istediği amacını- bir kez sap­tadı mı artık onun boyunduruğu altına girmiş demektir; ha­yatın kendisi bu amacın boyunduruğu altındadır artık. Böylece, başka, bambaşka şeyler yapabilme olasılığına da sırt çevirmiş oluruz. Oysa, değişiklik tohumunu, bambaşka bir şey yapma potansiyelini içimizde sürekli taşırız. Irmağı geçerken bile at değiştirebilmeliyiz pekâlâ; düzen böyle yapılmaz diyor diye bun­dan çekinmemeliyiz. Daima bu olasılığa açık tutmalıyız ken­dimizi; böyle bir olasılığın varlığına karşı uyanık olmalıyız.
Ömür boyu belirli türde bir faaliyette bulunabiliriz tabii. Ama bunu sabit bir hedef olarak seçmemeliyiz. Ne yaşamda, ne de sevgide belirli amaçlar ya da sabit hedefler vardır. Amaçlar birer sözleşme değildir. Giriştiğimiz faaliyetler hayata açılan yollardır sadece; hayatın güzelliği ve gizemi ile ilgili de­neylerdir.

VIII

Sevgiden vazgeçerek, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sa­dece ikmal yapmak için duraklayan bir yarış arabası gibi hayatı yaşamadan tüketmek pahasına hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de.
Çok amaçlı 20. yüzyıl insanında dürtü var, ama derinlik ve yoğunluk yok. Şunu satın almak, bunu gerçekleştirmek, yeni bir deneyden geçmek gibi hedeflerimiz var. Hedef ve amaç­larımız yüzünden, hayatı yaşamak yerine onu tüketiyoruz. Ha­yatla yekvücut değiliz artık. Hayatlarını belirli, sabit amaçlara indirgeyenler, hayatla yekvücut olmadan, onun yüzeyine tu­tunma çabasındalar.
Duygu ve düşüncelerimizle kendimizi hayatın akışına bı­rakarak kendimizi "bulabiliriz" ancak. Bu, kendini kaderin rüzgârına ya da kısmetin eline bırakmak demek değildir. Asla. Yola çıkmadan önce ihtiyar denizcilerle konuşur, rüzgârlara kulak verip onları tanır, yelkenle tekneyi hazırlarız. Sonra da engin deniz. Ama o zaman bile başka düşlere, değişikliklere ve koşullara açık tutarız rotamızı. Oysa, kendimizi ömür boyu sabit hedeflerle sınırlayarak sadece limandaki küçük vapurlara binmeyi ve bilinen iki iskele arasında yolculuk yapmayı yeğ­liyoruz. Bu yolculuğu ilginç kılmak için hava raporlarını dik­katle inceliyor, tek sayılı günlerde iskele tarafında, çift sayılı günlerde sancak tarafında oturuyor, her beş saatte bir çay içi­yor, gözlüklü yolcularla hiç konuşmuyor, yeşil giyenlere daima tebessüm ediyor ve tabii günün birinde vapur de­ğiştirebileceğimize ilişkin minik bir rüyayı da kendimizden esirgemiyoruz. C'est la vie? Şu önceden kestirilebilir totaliter yaşamlarımız insan ruhuna bir hakaret değilse nedir?
7 Mart 1987, Marburg


Görsel: Gilbert Garcin

4 Mayıs 2012 Cuma

Yaşasın Anlaşmazlık / Gündüz Vassaf


Karşısındakini kendinden daha yüksek bir mevkide sanan iki adamın karşılaşması. Paul Klee 1903

"Herkes aynı yöne çekseydi, dünya alabora olurdu.
Yidiş atasözü

I

Düşüncelerimizin, fikirlerimizin, zevklerimizin, deneyimlerimizin doğrulanmasına ihtiyaç duyarız. Bu, bizim hem birey olarak hem de birbirimizle olan ilişkilerimizde kendimizi güven içinde hissetmemizi sağlar. Uyuşma ihtiyacı, gerçekliğe hükmeder. Güvenlik uğruna mutabık kalırız ve gerçeği feda ederiz. Uyuşmaya varmakla, toplu olarak her şeyi paylaşmış ve doğrulamış oluruz. Üzerinde uyuşmaya varamadığımız şeyler, soyutlanmış olarak kalır ve unutulur; bunların ortak kültür ve uy garlığımızın bir parçası haline gelmesi pek enderdir. Gündelik hayatımızın akışı içinde uyuşmayı bir rahatlık sayarız. Bir tartışma günün düzenini bozacaksa, uyuşmazlık çıkarmanın pek bir anlamı yoktur. Anlaşma, totaliterdir.

II

Sırf günü huzurlu geçirmek için sık sık "evet" der, ama aslında "hayır"ı kastederiz. Uyuşmak suretiyle başkalarıyla aramızda bağ kurarız. Anlaştığımız insanları sever, uyuşmadıklarımızdan hoşlanmayız. Genellikle uyuşmamaktan çok uyuşmaya vakit ayırırız. Mutlu evliliklerin, uzun süreli arkadaşlıkların, olumlu iş atmosferlerinin, yönetenlerle yönetilenler arasındaki iliş­kilerin kalıcı olabilmesi, ancak uyuşma olduğu takdirde müm­kündür. Bir şey ters gittiğinde danışmanın, öğretmenin, endüstri psikologunun, halkla ilişkiler uzmanının görevi, taraflar arasında yeniden uyuşma sağlamaktır. İnsanlarda yapısal değişiklik eğilimi genellikle azdır. Yeryüzündeki bütün sefalete, adaletsizliğe ve mutsuzluğa rağmen, kendi kendimizi ve öteki türleri yok ettiğimiz bir dünyada yaşıyor olmamıza rağmen, kurulu düzenle, kitaplarla ve birbirimizle uyuşmayı sür­dürürüz. Hep birlikte uyum içinde yaşamaya devam ederiz. Anlaşmanın getirdiği yalancı uyum duygusu statükoyu, fe­lakete götüren rayları sağlamlaştırır. Yine de, anlaşmazlık çı­kartarak sevimsiz olmak istemeyiz. Birbirimizle ve yetkililerle uyuşma halinde olma eğilimini sürdürürüz, ta ki, sonunda her­kes birbirini boğazlama noktasına gelene dek. Uyuşma, uyuş­mazlıkla değil, tam bir kargaşa ile sonuçlanır. Ama o ana dek, olumsuz beyanlarda bulunmaya cesaret edemeyiz. Kendi kur­duğumuz hapishanelerde kendi kendimizin sansürcüsü oluruz.

III

Uyuşma, hiyerarşik totaliter toplumda zaten bize önceden verilmiş olan düzeni taklit edip kendi içimize soktuğumuz bir sü­reçtir. Yetişkinliğe giden yolda hepimizin içinden geçtiği top­lumsallaşma süreci, bize uyuşmanın öğretildiği bir süreçtir. En basit çocuk oyunlarındaki kurallardan, kurulu düzenin ya­salarına varıncaya dek, tüm kurallara uymayı öğreniriz. Top­lumsallaşma sürecinde uyuşmazlığın yeri ve tek bir örneği dahi yoktur. Uyuşmak, dostça bir hareket sayılır. Aile içinde, okulda, dinde ya da hükümette uyuşmazlık çıkarmak, kötü, nazik ol­mayan, tehlikeli bir eylemdir.
Uyuşmazlıkta bile, uyuşmama konusunda uyuşmaya va­rırız. Saygın düşünürler, akademisyenler ve kurulu düzenin bil­geleri uyuşmama konusunda uyuşmaya vararak, kendilerini yalancı bir güvenlik duygusuyla donatırlar ve böylece ciddi bir eleştiri ya da aforoz edilme kaygısına düşmeden çalışmalarını sürdürürler. Uyuşmama konusunda vardıkları bu uyuşma, kendi çalışmalarından ve başkalarının çalışmalarından büyük bir gönül rahatlığı duymalarını ve bu konularda kendilerine hemen hiçbir temel eleştiri yöneltilmemesini sağlar. Hakikat paylaşılabilir mi? Hakikat üzerinde uyuşmaya varılabilir mi?

IV

Son tahlilde birbirimizle paylaşabileceğimiz tek şey, hepimizin kafasında belirli sorular olduğudur. Bu sorulara yanıt arama sü­reci içinde yollarımız kesişebilir. Sorgulamaktan ve yanıt ara­maktan gelen o "bakış'ı birbirimizin gözünde görebiliriz. Ne var ki, o bakışla bir bağ kurduğumuz anda, o bağ, arayış de­neyiminden ağır bastığı anda, o bağ, arayışın serbest akışını en­gellediği anda, erişilmezin peşinde koşmak için gerekli olan tüm özgürlüğü de yitirmiş oluruz. Artık özgür değilizdir. Ait olma konusunda uyuşmaya varırız. Uyuşma konusunda yekvücut oluruz. O zaman da, yalnızca aynı soruları sormaya baş­lamakla kalmayız, aynı zamanda sorularımız da yanıtlanabilir hale gelmiş olur. Kutsal kitaplarda ve ders kitaplarında, ana­yasalarda ve evrensel bildirgelerde yanıtlar kaydedilmiş, kod­lanmış ve böylece kutsal, dokunulmaz, sorgulanmaz hale gel­miştir. Bunlara getirilecek ilave sorular, kâfirlerden, halk düşmanlarından, cahillerden, gerçekçi olmayan kişilerden ya da delilerden gelmiş sayılır.

V

Çoğu durumlarda anlaşma, bir yalandan, bir güvensizlik gös­tergesinden ibarettir. Sohbetlerde çoğu kez karşımızdakini ger­çekten dinlemeden onu onayladığımızı belirtir, evet evet evet der ve başımızı sallarız ki, bir an önce konuşma sırası bize gel­sin ve biz de meramımızı anlatabilelim. Bu tür gündelik soh­betlerde anlaşma, insanın sırf karşısındakini susturup kendi fi­kirlerini söyleyebilmek için başvurduğu bir kılıftır. Savaşan ülkeler, işverenlerle işçi sendikaları, evsahipleriyle kiracılar ara­sındaki bütün görüşmeler, anlaşmayla sonuçlanır. Böyle du­rumlarda anlaşma, çoğunlukla güçlülerin görüş ve şartlarını za­yıfların kabul etmesi anlamına gelir aslında. İktidar ve güç peşinde koşmayanlar, birbirleriyle mücadele içinde olmayanlar, nadiren uyuşma ihtiyacı duyarlar. Onlar daha ziyade, tek bir ağaçtan düşen yapraklar gibi, uyum halinde oracıkta ken­diliğinden geliştirilmiş ilişkiler içinde bir arada süzülüp du­rurlar. Evlenmek üzere anlaşan gençler, o anda birbirlerine öyle şeyler vaat ederler ki, bunlar bağlanma ruhunu olumsuzlar, inkâr eder. Evlilik yemini, sevginin doğrulanmasından çok, öz­gürlükten feragat edilmesi anlamına gelir. Karşılıklı ödevler ko­nusunda bir anlaşmadır bu ve aşka eşlik eden altrüizm duy­gusuna hepten ters düşer. İnsan, arkadaş ya da sevgili olma konusunda nasıl anlaşmaya varabilir? Bu gibi şeyler ken­diliğinden olur. Arkadaş ya da sevgili oluruz. Ama bir kez olduk mu da, aramızda bir bağ kurmuş, yazılı olmayan iki kop­yalı bir sözleşme yapmışız demektir. Ne var ki, her iki kopya, çekici bir dille de olsa, farklı dillerde farklı şeyler söy­lemektedir.

VI

İnsanın karşısındakine duyduğu güven, güvence ve inancın eşlik ettiği bir uyuşmazlık neden olamasın? Görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar neden karşısındakini reddetme anlamına gelsin? Yıllar yılı hemen hemen her konuda anlaşan iki insanın belirli bir konuda şiddetli bir uyuşmazlığa düşmesi neden bir felaket sayılsın ve bu durum neden onların birbirlerini hiç tanımamış olduklarının belirtisi sayılsın? Ya da, birbirinden farklı iki in­sanın, zevklerden ideolojilere varıncaya kadar pek çok konuda uyuşmadan birlikteliği nasıl mümkün olabilir? Birlikte olmak neden birbiriyle anlaşmak anlamına gelsin? Sağlam bir ilişkiye neden bir anlaşma ilişkisi gözüyle bakılsın? Atomun pozitif protonu ile negatif elektronunu ele alalım: Bunlar arasında ahenkli bir ilişki yok mu? Hele bir de, ancak madde ile birlikle varolabilen anti-madde düşünülecek olursa.
Özgürlük, uyuşmazlığın bir fonksiyonudur. Hiçbir zaman uyuşma zorunda kalmama sürecidir özgürlük. Özgürlüğün doğrulanması, anlaşma peşinde koşmamakla sağlanır.
Anlaşma bir süreci durdurur. Şeyleri dondurur. Yaratıcılığı durduran bir frendir o. Eleştirel düşünce, uyuşmazlığı kö­rüklemek demektir, Anlaşmazlık yerine anlaşmayı teşvik et­tiğimizde, totaliterce ve kendimize karşı saygısızca davranmış oluruz. Doğa, çatışma içinde ve çatışma sayesinde ahengini sürdürebiliyorsa, biz de anlaşmayabiliriz. Kendi kendimize böyle bir borcumuz var. Anlaşmamak suretiyle yalancılıktan kurtulur, özgürleşiriz.

16 Şubat 1987, Marburg