Muzaffer Buyrukçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Muzaffer Buyrukçu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2011 Pazar

Sıcak İlişkiler / Muzaffer Buyrukçu 04.01.1968



...*
Birlikte çıktık dışarıya. O, Beyazıt Postanesi’ne gitmek üzere ayrıldı yanımdan. Arabaları kollayarak karşıya geçtim. Nuruosmaniye’ye doğru yürümeye başladım. Aaa, ne arıyor­lar burada? Orhan Kemal’le Edip Cansever Atasaray’ın kapı­sında konuşuyorlar. Orhan Kemal, May Yayınları’ndan çıkarken Edip’le karşılaşmış gibi sanki. Edip dışarda, Orhan Kemal hanın içinde duruyor. Beni görünce önce birbirlerine baktılar, sonra güldüler. “Al işte,” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e, “Bir öke daha geldi, nerededir diye soruyordun demin. Söyleyeyim mi onun için söylediklerini?”
“Ya senin söylediklerin?” dedi Edip.
"ikinizin de ne söyleyeceğini biliyorum,” dedim, Orhan Kemal’e baktım doğrudan doğruya. “Ayıp değil mi lan, niye sahneye çıktın?”
,“Ne olmuş?” dedi. “Maçanı sıkıp sen de çıksana. Sanat­kâr dediğin komple olmalı.”
“Moliere gibi desene. Nasıl oldu peki?”
“O rolü oynayacak aktör Kadıköy’de oturuyordu. Lodostan gelemedi, beni çıkardılar sahneye. Fene da oynama­dım.” Gözleri sirke bidonuna takıldı. “Bu ne lan böyle? Şu kıyafetine bak Edip, hiç yazar hali var mı?”
Edip Cansever beyaz ve ipiri dişlerini göstere göstere güldü.
“Ne var lan o bidonda? Gaz mı?” dedi Orhan Kemal.
“Sirke,” dedim.
“Sirke mi? Edip şu zevksizliğe bak. Hadi lan açsana ağzını tam senlik malzeme,” dedi Orhan Kemal Edip’i dirseğiyle kışkırtırcasına dürttü.
“At şunu!” dedi Edip Cansever, elimden almak istedi bidonu.
“Doğru dur, başlarım istavrozundan!”
iğrenir gibi buruşturdu yüzünü, “Ne olacak, Yenikapı serserisi!” dedi.
“Yenikapılı olmakla iftihar ediyorum, Yenikapı’dan şimdiye kadar iki meşhur çıktı. Biri ben, biri Şükran özer.”
Edip koluma girdi. “Formunda bu akşam bu. Bir yere gidelim, bir kahve falan yok mu buralarda?” dedi.
“Et lokantasının karşısında temiz ve aydınlık bir kahve var. O kadar aydınlık ki sen sütle bira içebilirsin,” dedim.
Kolumu çimdirdi Edip.
“Yapma lan leblebici, çürüteceksin!” dedim.
“Sütle bira ne oluyor, onun hesabını ver bakalım!” dedi Orhan Kemal, Edip Cansever’e.
“Hiç, saçmalıyor!” dedi Edip Cansever.
“işine gelmiyor değil mi? Bak dinle,” dedim Orhan Kemal’e. “Bu dâhi var ya, toplumsal şiirden bireyci şiire geçtiği sıralarda şiirini değiştirdi diye nerdeyse deri de değişecekti. Her şeyi değiştirmek, herkesi şaşırtmak istiyordu. Sözgelimi, reçelle salata yemek gibi. Bir gün Beyoğlu’nda bir meyhaneye gittik. Degüstasyon muydu, yoksa başka bir yer mi, iyice hatırlamıyorum. Bu, ne içeceğimizi soran garsona, sütle bira getirir misiniz, dedi. Ben delirmiş mi diye yüzüne baktım. Oralı olmadı. Garson da oralı olmadı ve sütle birayı getirmedi.”
‘‘öyle mi lan öke?” dedi Orhan Kemal, eğilip alttan yüzüne baktı.
“Hatırlamıyorum, önemli değil benim için böyle şeyler,” dedi Edip, göğsünü şişirdi. Sonra birden, “Doğru, sütü ona birayı kendime söyledim,” diye ekledi.
Orhan Kemal attığı kahkahayla ortalığı çınlattı, “Bu güzel kaçtı işte. Ulan buyruk, geneyuttun zokayı!” dedi.
“Zekâ tabii... Zekâ evrenimin milyonlarca kıvılcımının en küçüğünü ve en cılızını kullandım. Bu ona yeter!” dedi Edip, Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Ne demiş Voltaire: ‘‘Alay zekânın en tabii hakkıdır. zeki adam alay eder,” dedi Orhan Kemal.
“Bu zekânın küçük bir kısmını da şiirin için kullansan iyi olur,” dedim.
“Tamam! ” dedi Orhan Kemal, ellerini vurdu birbirine bir çocuk gibi, “İşler kızışıyor!” Edip Cansever’in ensesini sıktı iki parmağıyla, Edip omuzlarını büzdü, eğildi!
Ne zaman bir araya gelsek yaptığımız bu şakaları tekrarlardık. Edip’i zayıf ve solgun gördüm. O pembe beyaz ve diri yüzü gerginliğini yitirmiş, sarkmıştı. “Şu surata bak, gebereceksin ulan,” dedim. “Aldırma,” der gibi güldü ama kendinde bir şeyin aksadığını yüzüne karşı söylediler mi o anda karşılık verip durumu açıklamasa da, söylenenler kuşku içinde tutan ve tedirgin eden bir gerçeği belirtmişse, o sözler varlığına akar ve yaralardı onu. “Gözlerinin altındaki torba­larda rakı mı biriktiriyorsun, ilerde parasız kaldığın zaman içmek için,” dedim. Gülümsedi, “Dün bir büyük şişe rakı içtim,” dedi.
“Bir büyük şişe rakı mı? Aferin sana, aferin! Çık kolum­dan!” dedim. Daha sıkı tuttu kolumu. “Bir sürü obur var yeryüzünde. Sen de alkolobursun. Doymayacaksın hiç. Her şeyin alkolden olmalıydı senin. Elbiselerin, gözlerin, beynin. Hatta uykun. Alkolden bir uykunun içinde mırıldanırdın şiirlerini.”
“Sen dinliyor musun? Ben dinlemiyorum, ne kadar saç­ma sapan şeyler.” dedi Orhan Kemal’e bakarak.
“İmam formunda!” dedi Orhan Kemal, beni çenesiyle göstererek. Ayakkabılarımı beğenmez, elbiselerimi, paltomu beğenmezdi ve çoğu zaman sakallı gezdiğim, saçlarımı da ta enseme kadar “Yeşil Hoca” gibi uzattığım için “imam” derdi. Bidona baktı. Ciddi ciddi. “Vücudun sirkeye ihtiyacı var. Damar tıkanıklığını önler. Herkes de sirke zararlı, limon iyi diye limana ilgi gösteriyor.”
“Eh Edip’çim, görüyor musun Bay Üstat Orhan Ke­mal’i, ihtiyarlık şarkılarına başladı,” dedim.
“Sen de geleceksin oğlum benim yaşıma, hep böyle par­lak kalacak değilsin ya. Zaten saçların boku yedi, bembeyaz. Benim yaşıma geldiğin zaman bakalım benim kadar dinç olacak mısın? Var mısın Divanyolu’na doğru bir yarış ede­lim."
"Varım!” dedim mahsustan. “Edip, gözkulak ol sirke bidonuna da ihtiyarın ifadesini alayım.”
Hazırlandı gerçekten de, “Beni geçersen bu akşamki içki paraları benden,” dedi.
"Sen geçersin beni,” dedim.
"Karanfilin sıkmadı değil mi?” dedi.
"Sıkmaz tabii. Sen eski futbolcusun ve sen Yüksekkaldırım Yokuşu’nu bir solukta çıkmış adamsın,” dedim.
" Hakikaten be, ulan bizde de ne kafa varmış. Edip, din­le... Bir akşam çekmişiz kafaları, Karaköy’deyiz. Bu, Arap, ben,üçümü,Var mısınız dedim bunlara Yüksekkaldırım’ı koşarak çıkmaya. Varız dediler... Koştuk. Ben en önde. Benim çok gerimde Arap, en arkada da bu. Sarhoşluk işte. İnsanın kalbi o anda duruverir.”
“Sende bir şey var,” dedi Edip. “Bazı şeyleri ispat etmek istiyorsun. Hiç gereği yok.”
"Kes lan!" dedi Orhan Kemal, elini Edip’in burnuna doğru salladı.
"Bunun koşusunu görmek isterdim,” dedi Edip, bana baktı. “Tombul tombul!”
“Sen de iyi boks bilirsin, değil mi?” dedim Edip’e güle­rek ve Orhan Kemal’e göz kırparak.
“Bilirim tabii, ne sandın!”
“Dâhi, o zamanlar dâhi değil tabii, çıtkırıldım bir muhal­lebi çocuğu. Kadıköy’de şoförler bunu kıstırmışlar bir köşeye. Ama aslan bir nara atmış ve teker teker hepsini birer yumrukta yere yıkmış,” dedim.
“Sus be, amma da geveze olmuşsun ben görmeyeli. Şuna bir şeyler söylesene Orhan Kemal.”
“Ben halimden memnunum. Yiyin birbirinizi!” dedi Orhan Kemal gülerek.
Edip’in gözleri sirke bidonuna ilişti. “Ben de sirkeyi çok severim.” dedi, “siyah mercimek çorbası pişirttim dün sabah. Bol sirke döktüm, ohhh, ayılıverdim birden ve gördüm. ” “Neyi, Beyazıt Kulesi’ni mi?”
“Şiirin gizlendiği yeri,” dedi Edip ciddi ciddi.
“Kes!” dedi Orhan Kemal. “İstediğin kadar uğraş, yutturamazsın kendini bize şair diye.”
“Ne o?” dedim, “Mehmet Fuat, Yıllığında senin adından hiç söz etmiyor.”
“Kızdım,” dedi. “Yılın en iyi şiirî olarak Ülkü Tamer’ in şiirini seçmiş. Oysa benim ‘Yengeç’ şiirini okudun sen. Kendisi de dilden dile dolaşan şiir diye tanıttı. Tutumunu bir türlü anlayamadım. Mektup yazdım dergiyi bundan böyle eve göndermesi için.”
“Boşver, küçük şeyler bunlar, ” dedi Orhan Kemal. “Küçük ama üzücü, daha doğrusu küçük değil,” dedi Edip Cansever.
Kahve sıcak ve tenhaydı; daha girer girmez bir ılıklık sardı her yanımı. Aydınlığın vurduğu ön masalardan birine oturduk. Ben gazoz söyledim. Orhan Kemal de gazoz söyledi. “Bana bir çay getirin,” dedi Edip Cansever. Yorgun ve dal­gındı. Dalgınlığında, içini oyan sıkıntıyı gördüm.
“Her zaman burda mısınız?” dedi.
“Ben hemen hemen her gün geliyorum, dedi Orhan Ke­mal. “Ama bu seyrek geliyor.” Çenesiyle beni gösterdi ve bu gösterişte bir sitem, tatlı bir öfke gizliydi.
“Tam Adana kebap havası. Ama aksilik, saat beşte bir sözüm var,” dedi Edip Cansever; saatine bakmak için eğdi başını, sonra gözlerini bana dikti.
“ ‘Değerli şair’ diye yazmışsın kitabına.”
“Ya ne yazacaktım?” dedim. “ ‘Büyük şair’ mi?”
“ ‘Büyükşair’ tabii,” dedi, gülümsedi.
“Onu da yazmayacaktım ama dua et eski arkadaşız, bu kadar yemiş içmişliğimiz var.”
Kolumu sıktı, güçlükle kurtardım ve kolumdaki acıdan bir süre sıyrılamadım.
“Oğlum Buyruk,” dedi Orhan Kemal,"Sende de hiç kafa yok be. ‘Değerli şair’ diye yazılır mı? Şairlerin Allahı Edip Cansever’e diye yazacaktın, ya da öke şair Edip Cansever’e.” Edip güldü ve “Vazifeniz,” dedi. “Doğrusu bu.”
“Ya!” dedi Orhan Kemal, “Gördün mü yediğimiz haltı. Allah dedik diye ister misin oğlan bu lafa inansın da kendini öyle sanmaya başlasın.”
“Sanmıyorum, öyleyim Bay Orhan Kemal,” dedi Edip, tekrar saatine baktı, “Çok iyi olurdu Adana Kebab evi’ne gidip bir iki kadeh atsaydık.”
“Mademki söz vermişsin, sözünü tut. Söz vermek, şey vermeye benzemez,” dedim.
“Sus ulan Yenikapı serserisi, duyacaklar,” dedi; utancın kızarttığı bir yüzle baktı çevreye, dinleyen var mı yok mu diye ve enseme vuracakmış gibi yumruğunu kaldırdı. Eğildim, yanağından öptüm. “Sende iş yok. Artık eskisi gibi sevmiyor­sun beni,” dedim. “Niye aramıyorsun lan?”
“Sen niye aramıyorsun LANNNN!” dedi beni taklit ederek.
“Birkaç kere aradım. Edip şimdi çıktı, Edip yemeğe git­ti, Edip bugün gelmedi, Edip bilmem ne... Eeee, sizin Edip’ inize de dedim, aramadım”.,
“ Anlatsana şu aktörlüğünü,” dedi Orhan Kemal’e. “Karıyla gittik tiyatroya. Demin anlattım ya lan, ne oluyor, matrak mı geçiyorsunuz?” dedi Orhan Kemal, Edip’le beni süzdü, sanki gizli bir anlaşma yapmışız da o anlaşma gereğince hareket ediyormuşuz gibi. Ama Edip’in tek başına hareket ettiğini, bir oyun peşinde olmadığımızı anladı, “Lo­dostan aktör gelemedi. Kadıköy’de oturuyor. Beş dakika var oyunun başlamasına. Ulvi Uraz dört dönüyor ortalıkta; sıkın­tıdan çatlayacak, ‘Ne yapacağız Orancım işler kötü, geleme­yecek galiba bu adam; dedi. ‘Sen oynaşana’ dedim. ‘Güzel söylersin, Orancım, ama ben oynarsam seyirci alışacak, sonra her akşam beni görmek isteyecek karşısında. Tiyatronun da bu numarası var. Sen oynaşana. Piyesin yazarısın. Daha iyi bilirsin. Rol de pek ağır bir rol değil’ dedi. Ulan oynayabilir miyim? İşin içinde madara olmak da var. ‘Oynarım be,’ dedim, iki kadeh atmıştım zaten, kafam da kıyaktı. ‘Peki,’ dedim, ‘madem iş başa düştü, oynayalım.’ Hemen makyaj odasına girdim, gazetelerde gördüğünüz o takma bıyığı taktım, kulağımın arkasına da kırmızı karanfili iliştirdim, bo­yacı sandığını omuzladığım gibi fırladım sahneye. Kimse tanıyamadı beni. Orhan Kemal kim? Hiç, Yalova Kaymaka­mı... Islıklamadıklarına göre fena oynamamışım demek ki...”
“Zor,” dedi Edip Cansever. “Ben oynayamam!” Ayağa kalktı.
“Tabii oynayamazsın, mangal gibi yürek ister,” dedi Orhan Kemal.
“O kumda çelik oynar,” dedim Orhan Kemal’e.
“Eyvallah,” dedi Edip.
“Yarın uğra ha, ben sabahtan burdayım,” dedi Orhan Kemal.
“Bir yerde sızmazsam uğrarım” dedi Edip Cansever ve gitti.
Edip Cansever gittikten beş dakika sonra Talat geldi.
“ Adana’da iki tane atalım mı, Buyruk?” dedi Orhan Ke­mal.
“Atalım ama bu meretleri ne yapacağız?” dedim, şemsi­yeyi, sirke bidonunu gösterdim. “Al yanına, burada bırakamazsın ya,” dedi.


Kalktık. Bir dolmuşa atladık. Sabah ve akşam İkbal Kahvesi’nin önünden geçerken gözlerini bana diken Laz suratlı, Laz burunlu ve Laz gözlü, büyük kalçalı, büyük göğüslü kız, şoförün yanında oturuyordu. Ve ben konuştukça kulak kabartıyordu. Talat, kızla uzaktan uzağa süren ve aradaki uzaklığın ne zaman kaldırılacağı bilinmeyen bu ilişki­mizin farkındaydı. Hem ben söylemiştim, hem de kendi gözle­riyle tanık olmuştu. Kızın ağzını sulandırmak için, “Ne var o bidonda?” dedi.

“Sirke!” dedim.
Kız önce gülümsedi, sonra başım çevirip “sirke” diyenin ben olduğumu görünce ters ters baktı, suratını astı, Sultanah­met’te indi, kapıyı drang diye vurarak uzaklaştı.
“Oha!” diye bağırdı şoför arkasından.
Başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi oldum, omu­zundan tuttum, “Ne yapıyorsunuz? Bir kadının arkasından böyle bağırılır mı?” dedim.
“Ama beyefendi, kapıyı nasıl kapadığını gördünüz,” dedi şoför.
“Gördüm. Bir şeye kızdı herhalde. Kim bilir... İnsan kafası binlerce meseleyle dolu.”
“Kapıyıyavaş kapamayıp vurdular mı anama avradıma sövülmüş gibi içerliyorum” dedi şoför.
"Zor iş,” dedi Orhan Kemal.

*Not: 04.01.1968 başlıklı günlükten bir bölüm aktarılmıştır.

23 Eylül 2011 Cuma

Sıcak İlişkiler / Muzaffer Buyrukçu 26.08.1961



Sanki birisine sözümüz varmış gibi hızlı bir yürüyüşle indik Babıali yokuşunu. Kimseyle selâmlaşmadığımız, ayak­üstü gevezeliklerindeki “Görüşemiyoruz. Nerdesiniz yahu? Bir şeyler yazıyor musunuz? Kitabınız ne zaman çıkıyor?” gibi havaya giden soruların karşılığını verirken enerjilerimizi boşa harcamadığımız için sevinçliydik. Evet, rastlantıların bizi tedirgin etmediği şanlı bir gününüzdeydik.
Alnım boncuklaşmış, koltuk altlarım ıslanmıştı, terden sırılsıklamdım. Ceketini sağ kolunda taşıyan Orhan Kemal, boyuna yüzünü, ensesini siliyordu mendiliyle.
Rüzgârın sürekli olarak eseceği, saçlarımızı dağıtacağı, küçük dokunuşlarla kulaklarımızda uğuldayacağı, tenlerimizi serinleteceği deniz kıyısındaki meyhanelerden birine gitmekti amacımız. Çırpıntılı suları, mavnaları, sandalları, gemileri seyredecek, içimizdeki sıkıntıların tırmalayıcılığını çağrışım­lar, hayaller ve anılarla bastıracaktık ama paramız yeterli değildi.
Sirkeci İstasyonu’nun kalabalıkları yutan ve kusan kocaman ağzından girdik, yankılanan seslere samsalı zemine sürtünen ayak seslerimizi kattık, tırtılı andıran banliyö trenlerine koşanları izledik, anonsları dinledik ve saat dört buçukta o hangar gibi yerin kapısından içeriye süzüldük.
Yapıldığından beri doğru dürüst havalandırılmadığından kokunun her çeşidi ağdalanmış ve oranın özelliklerinden biri haline gelmiş soğuk suratlı meyhanenin dip masalarında birkaç erkenci müşteriyle eşyalarını gümrükten çekme yollarını arayanlar vardı. Amerikan filmlerinin etkisi altında kaldığımızdan mıdır, yoksa taklit duygumuza boyun eğdiğimizden midir nedir, yüksek ayaklı taburelere tünedik, dirseklerimizi çinko kaplı tezgâha dayadık. Ortalıktaki tenhalığı beğenen Orhan Kemal, “Oh be!" dedi. “Müzahrefat takımından kimse yok'.’Vitrinli dolaba bir kayık tabağı dolusu patlıcan, biber kızartmasını koymak üzere eğilen yüzü yamalı genç garsona seslendi: “Bakar mısınız!” Garson bizimle konuşmayı gereksiz buluyormuş, böyle seslenmelerin arkasından başka bir şey çıkmayacağını biliyormuş gibi bir tavırla parmak izleri ayan beyan iki bardağı sürdü önümüze, köpeğe kemik atarcasına. Sinirlendim. “Bardakları yıkar mısınız?”
Garsonun bakışları düşmanlaştı, “çattık belaya" dercesine başını salladı, bardakları öfkeyle aldı, itin dereden geçmesi gibi basınçlı suya tuttu, damlaları silkeleye silkeleye getirdi.
“Bir şişe yeni rakı, kavun, beyaz peynir, cacık, buz,” dedi Orhan Kemal.
“Kapalı şişe istiyoruz! dedim, “Su da getirin!”
Beni defterden silen ve içinden mutlaka küfür eden garson, Orhan Kemal’e dikti gözlerini, “Arnavut ciğeri taze,” dedi.
“Rica edelim,” dedi Orhan Kemal; garson uzaklaşınca bana döndü: “Niye kızıyorsun lan?”
"Nasıl kızmayayım... insan bir ‘hoş geldiniz’ der, biraz gülümser. Bedava içmeyeceğiz ya!” dedim.
“Belki bir derdi vardır fıkaranın,” dedi Orhan Kemal koruyuru bir sesle!
"Benim de derdim var. Hizmet ederken derdini unutmak zorundadır.”
"Unutulmayan dertler de vardır, oğlum. Biz birileriyle ilgilenirken içimizde olup bitenleri, gizli kalması gerekenleri bakışlarımızla dışarıya sızdırmıyor muyuz?” dedi Orhan Kemal..
Sızdırıyoruz elbet. Hatta bazen isteyerek yapıyoruz bunu çevremizdekiler yakınlık göstersin diye.”
“Ya o da aynı durumdaysa?”
Görevini aksatmadan sürdürsün sonra itiraf faslını kurcalasın
"Kes lan, başlarım istavrozundan.”
"Talat burda olsaydı, ‘Raşit, uçarım ha’ derdi ve kollarını kanatlaştırırdı,” dedim.
"Bırak şimdi Talat’ı, ağzımızın tadını bozma,” dedi. "Bırakamam," dedim,” bizim canımız, ciğerimizdir.” “Ben öyle canlı, ciğerli, kebaplı bir zatı tanımıyorum, Bay Buyruk.”
“Şimdi kapıdan içeriye girse de, “Lan dellekler, bensiz mi yutturuyonuz?’ dese ve boyunlarımıza sarılsa ne yaparsın?”
“Derhal birleşip sana karşı cephe alırız,” dedi Orhan Kemal, güldü. “Kışkırtırım, ‘Sen bu Buyruğu arkadaş belliyon ya nafile, hep senin aleyhinde konuşuyor, benden söylemesi’ derim.”
“Ciddi mi?” dedim.
“Heye.”
“Senden korkulur arkadaş,” dedim, kalktım. “Elimi yüzümü bir yıkayayım.”
Tangolar çalınıyordu radyoda. Salonlarda dans eden çiftlerin arasındaydım, dönerken döndürüyordum kollarımdakini. Bütün duygularımı uyarmış­tı müzik... Müthiş seviyordum müziği. Ruhuma yapışan kirleri, çer çöpü temizliyordu, anıların deliğine çomak sokuyordu. Evet, yaşadığım andan önceki hayat olan anıları debreştiriyor, hareketlendiriyordu; başıyla, ortasıyla, sonuy­la geride bıraktığım yaşantıların bütününü canlandırıyor, damarlarından gürleyerek akan taze bir kanla sürekli kılıyordu. Kayıplarımı kazanca dönüştüren bir sihirbazdı. Tangoları dinlerken beynim fokurduyor.kenarları kaşınıyordu. Ve duygularım sel sularının yüklendiği bir ırmak gibi kabarıyordu. Lavaboda başımı ıslattım, tarandım, döndüm, “Dünya varmış!” dedim.
Orhan Kemal, kahkahayla güldü. “Gene boruda delik keşfettin, dünya kalubeladan beri var, evladım.”
“Var da ferahlamanın dilidir bu.”
“Ukalalık yapma lan. Marifet o dünyayı değiştirmek.” “Değiştireceğiz,” dedim, “Dünyayı ve üstündeki hayatı.”
“Kıyakız!” dedi Orhan Kemal, şişeden bardaklara göz kararıyla birer duble koydu, kendisininkine su ekledi, kalıp buzundan biçimsiz iki üç parça attı ve sisli rakıyı ağzına götürmeden önce bardağının dibini bardağıma dokundurdu. Talat Kılıç, bir hafta önce Kozan’a gitmişti, ordan da Bürücek Yaylası’na göçeceklerdi ailecek. Yaylada her sabah kesilen keçilerin ciğerlerini, böbreklerini, yüreklerini, dalaklarını, yumurtalıklarını yiyecek, iyice semirecekti. Ayrıca kahvaltısı­nı bahçeden eliyle koparttığı taş gibi domateslerle, çiçeği burnunda kütür kütür hıyarlarla, gevrek biberlerle ve de yörüklerin getirdikleri halis tereyağı ile yapacaktı. “Talat’ın şerefine!”
“Artık dört ayağını gererek yatar,” dedi, güldü “kafasını anasının dizine dayar, bitlerini gevdirir.”
“Hadi, bir mektup yazalım, çatlatalım,” dedim.
Sol elini kaldırdı, cümle tedirginliklerden arınmış ve şakayla renklendirilmiş bir sesle, “Lütfen ot taifesini anıp şu çatlı dakikalarımızın canına okuma,” dedi, çatalını batırdığı kavun dilimini çiğnerken güldü. “Ense nah böyle, kilise direği gibi. Surat desen çürük lacivert ve de kahverengi karışığı mor... Bir de kudretten kara ki gecenin yarısını yüzünde taşıyor.”
“Arkadaşımı yeme, Raşit, duman ederim seni ha! Bunları bir bir iletecem,” dedim.
“Derhal ve derakap ilet. Bir daha İstanbul vilayetine ayak basmamasını da tenbihle... Uğursuz mudur, nedir, o İstanbul’dayken rızkımız şıp diye kesiliyor, gidince de açılıyor.”
Peynir kireç gibiydi.
Orhan Kemal, gömleğinin düğmelerini çözdü, çemirlendi, her harfin tepesinde yüzlerce dinamitin patladığı bir sesle, “Bu ne lan, Buyruk, Çukurova'nın sarı sıcağını da geçti,” dedi, nüfus cüzdanını yelpaze gibi kullanmaya başladı. “Gerçekten çok mu sıcak oluyor Çukurova?”
“Sıcak da laf mı? Yakar, kavurur, soluk aldırmaz, iflahını keser insanın. Kuşlar pat pat düşer... Köpeklerin dili bir karış dışarda, girer çıkar boyuna ağızlarına.Güneş sanki Çukurovalıyı cezalandırmak için mahsustan alçalır, adamın tebdilini şaşırtır.”
“Peki nasıl çalışır ırgatlar o havada?”
“Düşe kalka, yuvarlana yuvarlana... Bayılırlar, başları­na güneş geçer, sıtmalanırlar... Felaket!”
“Cehennem denen yer Çukurova olmasın?” dedim.
“Ne demek olmasın? Çukurova’dır elbet... Aynı zamanda da bereketiyle cennettir. İnsan, durduğu yerde üzerine tuz dökülmüş sümüklüböcek gibi erir, akar... akar ki ne akar, ırmaklaşır...” dedi öfkeyle. “Tokan hele!”
Birer yudum aldık.
“Hanımın Çiftliği' ni okudun mu?” dedi.
Hanımın Çiftliği romanı (Esat Mahmut Karakurt hariç) hiçbir yazara nasip olmayan, dostları sevindiren, düşmanları daha da düşmanlaştırıp saldırılarını zehirle lav karışımı bir şeye dönüştüren muazzam bir reklam kampanyasından sonra yayımlanmıştı Vatan gazetesinde. Yol ağızlarında, köşelerde saçtan panolar dikilmişti. Sık sık panoların dikildiği yerlere gider, “Hanımın Çiftliği, yazan Orhan Kemal” yazılarını sevinçle, gururla ve de yanımızdan yöremizden geçenlerin dikkatlerini çekmek isteğiyle seslerimizi yükselterek okurduk. "Tefrika edilirken heyecanla izlemiştim,” dedim. “İmzalayıp verdiğimi okumadın mı?” dedi.
"Okudum.”
“Adaşın Muzaffer Bey nasıl?”
“Harika! Uçkuruna fazlaca düşkün bir feodal.” “ötekiler?”
“Sen edebiyatımızın en iyi tip çizen yazarısın,” dedim, “Yasin Ağa, Kabak Hafız, Zaloğlu Ramazan, Gülizar, yaşıyor.”
Çağlayanlaşmaya elverişli bir gülmeyle, “Zaloğlu’na ne dersin?” dedi.
“Murtaza’nın onursuzu,” dedim. “Zavallıyı öyle bir rezil etmişsin ki o kadar olur.”
“Ben değil, şartlar onu rezil ediyor. Gücünün üstünde şeylerin peşinde serseri... Sahip olmadığına, olamayacağına sahipmiş gibi caka satıyor. Ezilmeye, alay edilmeye mahkûmdur bu et beyinliler,” dedi gülüşünü dağıtmadan.
“Erkekliğinin, yiğitliğinin timsali bıyıklarını kazıttı­rıyorsun Muzaffer Bey’e.”
“Ne yapayım, o da çizmeden yukarı çıkmasaydı, Allah Allah!”
“Beğendiğim sahnelerden biri de Zaloğlu’nun Muzaffer Bey tarafından tekme tokat kovulması; şaşkın, kararsız dolaşması. Romandaki mizahın can damarı Zaloğlu. Kabak Hafız’la Yasin Ağa da o can damarı besleyen kaynaklar, yani Zaloğlu’nun uyduları.”
Sevindi. “Mizahın dozu iyi mi?”
“îyi. Sulandırmıyorsun.”
“Yaşa lan Buyruk, bu tesbitin hoşuma gitti. Benim hikâyelerimdeki, romanlarımdaki mizah hagaragort mizah değildir, beşeri mizahtır, Çehov’un mizahı gibi seviyelidir. Arap Talat, bunlardan çakar mı?”
“Araba ilişme, o şimdi ormanda kırmızı yaprak topluyor,” dedim.
“Hatıra defterinin arasına koyacak, sonra da bize, ‘Efendi fi tarihinde ben yayladayken...’ diyecek. Neyse, arabı sokmayalım aramıza,” dedi.
“Sen istediğin kadar sokma, o bizden uzaklaşmış değil ki. Bütün saniyelerimizde, saliselerimizde bıyık buruyor.”
“Doğru. Şurda, birlikte içseydik lafımız daha bir şirelenecekti,” dedi Orhan Kemal, dalgınlaştı. Derken toparlandı. Hanımın Çiftliği'ni nerdeyse elle tutulacak somutluktaki bir heyecanla anlatmaya koyuldu. Şiveleriyle, esprileriyle, kurnazlıklarıyla, ilkel davranışlarıyla, bilgisizlik­leriyle oluşan bir ilişki karmaşasında çırpınmalarını sergiledi kişilerin. Sanki romandakiler ahbapları, arkadaşları, akraba­ları, tanıdıklarıymış gibi ilgileniyor, eleştiriyor, sövüyor, övüyor, sevgiyle yüceltiyordu. Aslında korkağın korkağı olan ama çevresindekilere kendisini bir “kahraman” gibi yuttur­maya çalışan Zaloğlu’nu yerin dibine batırdı. Anımsadığı ilginç noktaları savurduğu dipdiri, hayat fışkıran kahkaha­larla sararttı. ‘Bereketli Toprak Üzerinde’ki Pehlivan Ali’yi yatırdı bıçağın altına; saflığında, lekelenmemişliğinde binbir delik açtı, kesti, biçti, çizdi, kanattı ama daha fazla harcamaya gönlü elvermedi, büyük bir heykelini yonttu, anıtlaştırdı. Vukuat Var'ın Cemşir Ağa’sını Adem Baba gibi çamurdan yarattı, güldü, beş altı tane, hem Cemşir Ağa’ya bağlı, hem de Cemşir Ağa’ya yabancı portreyi sıraladı. Alasonya göçmeni Murtaza’ya sıçradı. (Orhan Kemal, Murtaza’ya “macir” der.) Murtaza’nın kendine özgü konuşmalarına, kraldan çok kralcılığına, despotça disiplin anlayışına; olaylarına, başından geçen serüvenlerine tekrar tekrar değindi. Murtaza, kaleminden doğan biri değil de kadeh tokuşturduğu, koluna girdiği bir dostuydu. En az karısını, çocuklarını, Talat Kılıç’la beni sevdiği gibi seviyordu onu da. Günün her saatinde birlikteydi. “Murtaza bu durumda şöyle yapar,” derdi. Murtaza, hem koşullarca yönetilen, hem de koşulları yönlendiren biriydi. Murtaza’nın benzeri ama yaşlısı Ali Çavuş’un hikâyesini eşeledi. (Yıllardır beyninin hücrelerinde karnını doyurduğu Ali Çavuş’u, bazı eksiklikleri­ni gideremediğinden ötürü kâğıda dökemedi.) Ali Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nda Milli Mücalede’de çarpışmış, yaralanmış, madalya almış ama huzur, refah sağlayan bir iş kuramamıştı. Gelgeç işlerle, yaltakçılıklarla, ikiyüzlülüklerle nafakasını doğrultuyordu. Efe, şakşakçı, tek ayak üstünde kırk yalan kıvıran hayali geniş bir ruh hastasıydı. Adana’nın düşman işgalinden kurtulduğu gün düzenlenen görkemli törene, Cumhuriyet’in kuruluşuyla ilgili bütün bayramlara öteki gazilerle birlikte katılırdı. Kalpağını başına geçirir, nefti asker giysilerine bürünür, çengelli iğneyle göğsüne iliştirdiği madalyasını sık sık parlatır, fişeklikleri çaprazlaşmasına takardı. Kamaları, bombaları palaskasının arasına sıkıştırır, çakaralmaz tüfeğini omuzuna asar ve kendisi gibi yaşlı, kadidi çıkmış, kaburga kemikleri sayılan lagar beygire binerdi. Çalımla bakardı sağa sola. Halkın zihninde yaşattığı bir gösterinin başlatıcısı, hikâyelerini kuşaktan kuşağa aktara­cakları bir dönemin simgesiydi. Ali Çavuş belirdi mi seyircilerde bir dalgalanma olurdu, uğultu gürültüye dönüşürdü. Delikanlılar, kızlar, kadınlar, avuçlarını patlatırcasına alkışlarlar, bir yandan da “Atıyın guyruğu düşüyo çavışaa!” diye bağırırlardı. Sinirlenirdi güya Ali Çavuş. Kaşları inip kalkardı, kalpağını eğerdi ve Vali’ye öteki zevata işittirmek amacıyla, “...mmıza gorun ha arvatlar...” karşılığını verirdi. “Yuuu”lar, göz yaşartıcı kahkahalar birden yoğunlaşırdı. Ve Ali Çavuş, tören sona erince kendisine ‘Yu’, çeken, alkışlayanlara (onlar orda yokmuş gibi) seyircilerin gösterdiği ilgiyi ballandıra ballandıra anlatır, acıyıp da iki buçuk liraları yelek cebine atanların ellerini öperdi.
İçtik. “Yaz o delleğe bir an evvel gelecekse gelsin, gelmezse orda vefat etsin,'- dedi Orhan Kemal.
“ölürse hemen bir ceviz ağacının altına gömerler,” dedim. “Bir yıla kalmadan da evliya olur çıkar.”
“Valla çıkar,”dedi.“Çaput maput bağlarlar, mum diker­ler, helva falan getirirler.”
“Helvanın getirildiğini anladı mı mezardan kalkar, yer gene yatar,” dedim.
“Yer Allahıma!” dedi Orhan Kemal, duygulandı, bardağını kaldırdı. “Hadi çürük mor ve de lacivert Arap için.” “Arap yiğit adamdır,” dedim.
“Heyeyiğittir... özledim,” dedi.
“Ben de...” dedim.
“Hani onun dilinden düşürmediği bir şarkısı vardı,
neydi o? dedi Orhan Kemal, anımsamasına yardım edecekmişçesine gözlerime baktı.
Şey mi? Yine hazan mevsimi geldi’mi?”
Tamam, tamam... Mırıldansana şunu.”
Boğazımdaki gıcığı temizledim, sesimi ayarladım ve başladım.

28 Nisan 2011 Perşembe

Buyrukçu İle Her Pazartesi / Necati Güngör


Muzaffer Buyrukçu bu yaz İstanbul'da. Gölgede bile sıcaklığın kırk dereceye vardığı, kaldırım taşlarının adeta alev alev yandığı günlerde, her Pazartesi, o her köşesinde yüzlerce anısının donup kaldığı Babıâli'ye iniyor yine. Seksenli yıllar boyunca Cemal Süreya böyle Pazartesileri Babıâli'ye inip Gazeteci­ler Cemiyeti Lokali'nde rakı sofrasına otururdu ya, Buyrukçu, aziz ve kadim dostunun o geleneğini sürdürmek amacıyla, bu ölümcül yaz sıcaklarında bile üşenmeden Yokuş'u tırmanıp anı­ların çağrısına uyuyor...
Herkesten erken geliyor lokale Buyrukçu... Onu Halil İbrahim Bahar izliyor müebbet perhizli olmasına karşın! Kimi günler, onarım görmüş yüreğinin sesine kulak vermeyi yeğle­yen Melisa Gürpınar katılıyor sofra­ya. Kâh, Babıâli sokaklarında çocuklu­ğunu yitirmiş olan Yılmaz Öztürk, kâh karikatür dünyasının acar çocuğu Semih Poroy boy gösteriyor...
Buyrukçu, her zamanki taşkın ne­şesi, tumturaklı sözler söyleme tutku­su, Yenikapılı külhani halleri ve yet­mişini geride bırakmış delikanlı hava­sıyla muhabbete istim veriyor. Saat on ikiyi vurunca rakı kadehlerle buluşu yor, çıtırdak buz parçaları rakının içi­ne ince bir duman salıyor, soğutulmuş su süt beyazı bir renk veriyor ve ilk yudumlar, artık yaşamasalar da ara­mızda varlıklarını sürdüren Cemal Sü­reya, Necdet Ökmen gibi dostlar için çekiliyor...
Buyrukçu sigara içmiyor artık. Yıllar yılı tüttürdüğü Birinci sigarasını unutalı hayli zaman oldu. Akciğerleri ona izin vermiyor sigara konusunda; o da çevresine izin vermiyor... Bun­dan birkaç yıl önce Cerrahpaşa Hastanesi'nde gördüğü tedaviden sonra, si­gara sözcüğünü, sözlüğünden çıkarıp atmıştı Buyrukçu... İran Konsolosluğu binasına tepeden bakan pencere önün­de oturup İstanbul limanının kirli, kı­pırtısız mavi sularını uzaktan seyre­derken, süt beyazı rakıyla tütsülenmiş esprilerini peş peşe patlatıyor ve dara­lan soluğunu ağzına sıktığı ilaçla aç­maya çalışıyor arada bir.
Aşağıda kaldırım taşlan yanmayı sürdürüyor; caddelerden dakikada bin araba geçiyor, kimileri iniyor yokuş­tan, kimileri çıkıyor. İnip çıkanlar arasında tamdık yüzler öylesine az ki, insan kendini tümüyle yabancı bir kentte sanıyor. Gazeteler, basımevleri, yayınevleri, dergi yazıhaneleri Babıâli'den kovulalı beri, ıssız, yaban bir yer haline dönüştü buralar. Muzaffer Buyrukçu'nun her Pazartesi öğlen sa­atlerinde gelip de burada inatla otur­ması, yakın dostlarını, söyleşmeye ça­ğırması bir direniş anlamım taşıyor. "Hayır, biz buradayız, bir yerlere git­medik, yüzlerce yazarın, ozanın, yazı emekçilerinin, gazetecilerin anayurdu­nu kimselere bırakmayız!" demeye ge­tiriyor.
Kim, haksız diyebilir ki Buyrukçu'ya? Elli beş yıldan beri, Babıâli'ye kök salmış bir çınar. On yedi yaşın­dayken, babasının çalıştığı "Son Telg­raf" gazetesinde yayımladığı hikâye­lerle adını edebiyat kütüğüne yazdır­mış biri. Bugün kültür ve edebiyata yabancı olan Cağaloğlu'nun bahçe içindeki konaklarını, doktor muaye­nehanelerini, kıraathanelerini, pasta­nelerini, içkievlerini tanımış; önceleri, uzaktan gördüğü üstatlara özenerek kaleme aldığı hikâyelerle kendini var etmiş... 1946'da, "Tanin" gazetesinin açtığı hikâye yarışmasını kazanmış; bu başarısını, "Akın", "Gece Postası", "Son Havadis", "Yeni Sabah" gazetele­rinde yayımlanan hikayeleriyle per­çinlemiş.
Eleştirmen Asım Bezirci'ye göre, Buyrukçu'nun ilk hikâyeleri, "hikâ­yeyle şiir arasında dalgalanan küçük, savruk yazılardı. Bu durumlarıyla, Halit Ziya Uşaklıgil’in 'mensur şiir' tanımına pek uygun düşüyorlardı."
Ancak Buyrukçu'nun hikâyecilik alanında kendine özgü bir yer edinişindeki başarıyı görebilmek için onun yazmaya başladığı döneme bir göz at­mak gerekir. Hikâyemizin 1950 kuşa­ğının işaret fişeğini patlattığı o dönem­de eski ustaların hemen tümü hayat­taydı ve en verimli çağlarındaydılar. Kimlerdi onlar? Halikarnas Balıkçısı, Sait Faik, Abdülhak Şinasi, İlhan Tarus, F. Celalettin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bekir Sıtkı Kunt, Samet Ağaoğlu, Ziya Osman, Orhan Kemal, Üm­ran Nazif, Haldun Taner, Samim Kocagöz, Tarık Buğra, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Vüs'at O. Bener, Zeyyat Selimoğlu, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Naim Tirali. Bu yazarların yanı sı­ra Buyrukçu'nun kuşaktaşları da önemli hikayecilerdir! Nezihe Meriç, Tarık Dursun K.,Tahsin Yücel, Meh­met Şeyda, Yusuf Atılgan, Bilge Kara­su, vd.
Muzaffer Buyrukçu'nun bu tablo içinden sıyrılıp kendi özgün alanını yaratması elbette kolay elde edilir bir başarı değildir. Hikâye malzemesi ba­kımından çarpıcı zenginlikte bir hayat macerasının içinden gelen Buyrukçu, yarışmak durumunda olduğu kalem­lerden birçoğunun aksine, düzenli bir eğitim görme olanağı bulamamış ve yabancı   dil   öğrenme   şansından   da yoksun kalmıştır. En önemli sermaye­si, yazgılarını paylaştığı yoksul insan­ların çileli yaşamı ve tertemiz bir İs­tanbul Türkçesi'dir.
Buyrukçu, ilk hikâye denemeleri­nin ardından tanıdığı, dünya edebiya­tının gerçekçi yazarlarıyla birlikte yö­nünü bulmakta gecikmedi. Istrati, Gorki, Çehov, Jack London, Stein-beck gibi ustalarla kendi arasındaki kan bağını keşfedince, kendi dünyası­nın küçük insanlarının hayatla olan kavgasını, umutlu ya da umutsuz çır­pınışlarını kavramakta güçlük çekme­di. Bir yandan gerçekçi yazarların izinden yürürken, bir yandan da ken­di gerçeğinin hikâyesini arıyordu Buy­rukçu. Köy edebiyatı / kent edebiyatı tartışmalarının da uç verdiği bir süreç­te Katran, Acı, Korkunun Parmakları adlı kitaplarda topladı hikâyelerini. Bu üç kitap, onun kendi özgün alanı­na doğru atılmış iri adımlardı. 1961 yı­lında Düşün Yayınevi tarafından ya­yımlanan Bulanık Resimler ise, hem Buyrukçu'nun adeta petrole ulaştığı noktayı imler; hem de gerçekçi yazar­ları "istihza" ile izleyen ve çağdaşlık iddiasında olan çevrelere verilmiş bir yanıt niteliği taşır...
İnsanı kuşatan dış koşulların yanı sıra içsel gerçekliğe de önem veren bir yazar olarak belirıyordu artık Muzaf­fer Buyrukçu Bulanık Resimler''de: "Onların dış savaşlarıyla birlikte iç sa­vaşlarını vermek gerekiyordu...
Bizden çok şeyler alıp götüren ya da çok şeyler veren olaylarla boğuşan 3 insanları bütünüyle vermek gereğini duydum... Onun düşlerini, cinsel so­runlarını, iş ilişkilerinden doğan çatış­malarını, düzenin pisliğini, korkuları­nı, tutsaklığını, bilinçaltında, toplum­sal olayların baskısıyla meydana gel­miş karanlık evreni yansıtmayı başara­cak bir hikâye düzeni kurdum... Geç­miş, şimdi, gelecek arasında yürüyüp duran insanı, onda hep yaşayan, hiç kaybolmayan değerleri en küçük ay­rıntısına kadar hikâyeme yerleştirme­ye çalışıyorum."
Yayımlandığı yıl hakkında otuz­dan fazla yazı yazılan Bulanık Resim­ler Türk Dil Kurumu'nca da ödüllen­dirilmişti.
Bulanık Resimler çok kişili bir uzun hikâye. Mekân bir devlet dairesi; hikâyenin kişileri de devlet memurla­rı... Yazarın anlattıklarını buzlu bir camın ardından izler okur sanki. Bula­nık resimler gibidir kişiler gerçekten. Buna karşın, anlattığı kişilerin içsel yapısına çok kestirme yollardan götü­rür bizi Buyrukçu. Memurun dar dünyası, kısır çekişmeleri, eziklik için­deki psikolojisi usta bir ressam fırça­sıyla resmedilir.
Öte yandan Muzaffer Buyrukçu, "memur"u anlatan son yazardır. Çün­kü kendisi de memur yazarlar kuşağı­nın son temsilcisidir. Onunla birlikte artık memur kesimi, edebiyatın son durağında treni terk etmiştir. Çünkü yeni yetişen yazar kuşağı içinde me­murluğa gönül indirecek kimseleri bulmak  güçtür  artık.  Dar  gelirliliği simgeleyen memur, toplumun gözün­de saygınlığını çoktan yitirmiştir! Do­layısıyla bu kesimin o küçük insanla­rı, kendilerinden bir yazarın, Muzaf­fer Buyrukçu'nun hikâyelerinde son kez soluk alıp verirler...
1968'de Kavga adlı hikâye kitabıy­la da Sait Faik Ödülü'nü alan Buyruk­çu, bir ayrıntı ustası olarak seçkinleş-miştir. İnsanı kuşatan ve insanın iç dünyasına ait olan hiçbir ayrıntı ona yabancı değildir..Bununla birlikte, ay­rıntı düşkünlüğü Buyrukçu'nun hikâ­yesini 'gereksiz uzatma' tuzağına dü­şüremez. Tıpkı bir mıknatısın değişik maddeler içinde yalnızca demiri ken­dine çekmesi gibi, ancak hikâyesinde yapı malzemesi olacak ayrıntıları ayıklayıp seçer... Ayrıntılar, hikâye­nin dokusuna 'sıkılık' kazandırır. Ya­zarın üslubuna şiirsel bir tat kazandı­rır. Anlattığı kişilerin canlı kanlı, inandırıcı olmasının altında da bu ay­rıntı yakalama becerisi yatar.
Günümüzde, hikâye türünde dire­nen az sayıdaki ustalardan biri olan Buyrukçu'nun günlükleri de hikâyele­ri kadar ilgi yaratmış, dahası edebiyat­çıların kitaplar üzerindeki donuk fo­toğrafların ötesinde insan kimlikleriy­le tanınmasına yardımcı olmuştur. Buyrukçu'nun günlüklerinde, şairler, hikayeciler, romancılar, çevirmenler, eleştirmenler, ressamlar, sinemacılar, gazetecilerden oluşan o görkemli Ba­bıâli ailesinin bireyleri, önemlerine göre, yazara olan yakınlıklarına göre boy gösterirler. Günlükler genellikle, günlük sahibinin kişisel dünyasına ay­na tutar; ama Buyrukçu'nun günlüğü bunun tam tersini gerçekleştirerek, bu alana bir yenilik getirmiştir. Buyruk­çu yanında adeta bir kamerayla dola­şır: Caddeler, sokaklar, değişen İstan­bul, meyhaneler, yayınevleri, dergi yazıhaneleri, günün konuşulan konu­ları, iklim koşulları, kitaplar, dergiler, ödüller, gazeteler, ölenler kalanlar, kı­sacası, edebiyatla, kültürle, basınla il­gili herkes ve her şey, üstadın günlük­lerinde yer alır. Olaylar, gelişmeler, durumlar, konuşmalar, hikâye tadında anlatıldığı için keyifle ve ilgiyle oku­nur...
Hikâyeden sonra Buyrukçu'nun büyük bir sabırla ve tükenmez bir is­tekle sürdürdüğü günlüklerinin tümü­nü iki cilt halinde Kültür Bakanlığı yayımladı. Değişik yayınevlerinde, da­ğınık halde bulunan günlükler böylece —Kültür Bakanlığı'nın şanına yaraşır biçimde— derlenip bir araya getirilmiş oldu.
Gazeteciler Cemiyeti Lokali'nde, güneş Marmara'nın kirli ve durgun sularına gömülüp de ortalığa akşam serinliği çökünce, (elâlemin tersine) kadehteki son rakı damlalarını yu­dumlayarak kendini yola vuruyor Buyrukçu. Eskiden olsa, Nuruosmaniye, Kapalıçarşı, Sahaflar üzerinden Vezneciler'e ulaşır, orada Taşlıtarla, pardon, Gaziosmanpaşa'ya sefer eyle­yen mavi minibüslerden birine atardı kapağı...
Ama şimdilerde gönül indirmiyor minibüs, otobüs gibi 'kitle' ulaşım araçlarına... İtilip kakılmalar, ter ko­kuları, kavga gürültü, yarım yüzyılı aşkın bir süredir katlandığı rezalet sahnelerini artık çekemiyor Buyruk­çu...
Cemiyet binasının çaprazına düşen köşeden bir taksiye biniyor; karşıya geçecek olan arkadaşlarını Eminönü'ndeki iskelelere bırakıyor ve Gazi­osmanpaşa Güllü Sokak'taki daktilo­sunun başına dönüyor...
Tabii Gaziosmanpaşa, onun genç­lik yıllarını törpüleyen yolsuz, susuz, elektriksiz Taşlıtarla değil. Yolları be­tondan, kaldırımları ışıklı vitrinlerle dolu; kuyumcular, şarküteriler, bira­haneler, bilardo salonları, barlar, pav­yonlar, ünlü giyim firmalarının şubeleri gırla gidiyor...
Dünün işsiz kalabalıkları, altların­daki yabancı marka arabaları görme­mişliğin kural tanımazlığıyla sürüp ge­çiyorlar. Açlıktan soluğu kokanlar, dolar mark üzerinden alışveriş yapı­yorlar artık...
Dışarıdaki tüketici dünyanın ina­dına, Buyrukçu mütevazı masasının başında, emektar Erica daktilosunun başına geçerek; insanlara umudu ve sevgiyi aşılayan hikâyeler yazmaya de­vam ediyor...
Ha, bilgisayara da geçmedi o hâlâ; daktiloya takılı ak kâğıda kara harfler düşürüyor ve kargacık burgacık el yazısıyla düzeltmeler yapıyor üzerinde...

Varlık Dergisi Eylül 1999 sayı 1104'de yayınlanmıştır.

2 Ekim 2010 Cumartesi

İlişkiler Arasında Bir Gezinti 06.05.1970 / Muzaffer Buyrukçu



Gündüz ortalığı toza toprağa bulayan, çiçek ve açılmış saçılmış, ergen kız, olgun kadın ve dişilik kokan bahar rüzgârı, akşama doğru hafiflemiş, okşayıcı bir esintiye dö­nüşmüştü.
Gençlerin sesleri coşkuluydu; sevinç doluydu, hayal doluydu! kışın uyuşukluğunu, kirini, sisini atan gözleri çakmak çakmaktı.
Hızır ile İlyas peygamberin buluştuğu ve yazı başlattığı bugün, 'Hıdrellez' şenliklerini İstanbul'da sürdürmeye ka­rarlı köylü toplulukları kırlara gitmişlerdi akın akın yiye­cek paketleriyle, torbalarıyla. Bugün kimi aşklar doğacak, eskiyen, yıpranan aşklar ölecekti. Ve karanlık bastırınca kanlan kaynayan yeni yetme kızlar, erkeğin büyüsünü ve sırrını bedenlerinde taşıyan körpe gelinler, yaktıkları ateş­lerin üstünden -alevlerin dilleri baldırlarını yalayacaktı-atlayacaklardı.
1 Mayıs İşçi Bayramı'nı genellikle nezarethanelerde geçiren 'eski tüfekler' ormanlık bir bölgede ya da pınl pırıl bir derenin kenarında, birbirilerine sosyalizm propagan­dası yapacak, devrimci şarkılar söyleyecek, içki içeceklerdi.
Ağaçların yapraklarındaki yeşil dipdiriydi.
Edip Cansever, ben, 'edebiyatımızın kayın biraderi 'Bıyık's Talât (Talât Kılıç) Taksimdeki 'Mutfak' meyhanesin-deydik. Bu açık hava içki evine, bu harika bahçeli lokan­taya sık sık gelirdik Edip Cansever'le, Metin Eloğlu'yla, Hü­samettin Bozok'la, Nevzat Üstün'le, Hamit Akınlı'yla, Alp Kuran la, Recep Bilginer'le. Can eriği, göbeğe yakın kütür kütür yapraklan limonlu suya batırılmış Yedikule marulu, iyice dövülüp pişirilmiş ve lif lif ayrılmış, dereotu ve sirkeye yatırılmış çiroz yerdik rakıyla. Şimdi, güneşten kurtulmaya ve gümüşi rengi çoğaltmaya çabalayan aydınlığı, çevreyi, devinenleri seyrediyor bu doğaya bir şeyler aktaran, bu do­ğadan bir şeyler devşiren üretici anların sihri bozulmasın diye susuyorduk. İçimizden, içimizdeki gizli dille konuşu­yorduk... Sözcüklerimiz yumuşaktı, barışçıydı, güzellikleri yakalamak için çırpınan uçan halılardı, ama hiçbir sihir sürekli değildi, birtakım öğeler, kıpırtılar yırtardı onun es­tetikle dokunan zarını. Caddedeki taşıtların gürültüleri kulaklarımıza saldırınca rakılarımızı yudumlamaya koyul­duk. Tahir Alangu, medreseli bir molla yürüyüşüyle geçti yanımızdan selâm vererek, arkalardaki bir masaya oturdu. Ayak
Bacak Fabrikası'nın yazarı Sermet Çağan uğradı, di­linin ucunda hazır bekleyen bir espriyi, onun uzantısı güldürüyü kısık sesiyle iletti bize, ellerinin ayalarını ma­saya dayadı, gövdesinin ağırlığını verdi ellerine. Esmer yu­varlak yüzü, kıvırcık siyah saçlarıyla Mısırlı bir arabı andı­rıyordu. Bir de lâz fıkrası anlattı ve gitti. (Öldüğü ağustos ayına kadar burda, Cağaloğlu'nda, Sirkeci istasyon mey­hanesinde altı yedi kez karşılaşmış, rakı içmiştik.) Bir si­gara yaktım.
"Bugünlerde çok heyecanlıyım, sanki bir şeyler ola­cakmış, bir şeylerle
karşılaşacakmışım da üzülecekmişim gibi." dedi Edip Cansever. "Ayrıca kulaklarım da uğulduyor, çınlıyor... Her an adım çağrılıyormuş gibi acayip sesler du­yuyorum."
"Tansiyon yükselmesidir bu... Bir de bahardandır." dedi Talât Kılıç. "Baharda kan basıncı artar."
"Nerden biliyorsun sen bunları?" dedi Edip Cansever onun böyle şeyleri bilemeyeceğini vurgulamak istercesine.
"Öğrenciyken bir sevgilisi vardı, doktordu." dedim. "Ec­zanede de kalfalık yapmıştır."
"Öyle miii?" dedi Edip Cansever kuşkuyla. "Sanki se­nin bir sevgilin olamazmış gibi geliyor bana!"
Talât Kılıç bıyıklarını sıvazladı, "Sana gelen doğru de­ğildir, tevatürdür. (Bana baktı) Nasıl yeğenim?" dedi.
"İyi... Edib'i yedin " dedim. "Edipsiz şiir, şiirsiz Edip olamayacağı gibi sen de sevgüisiz olamazsın."
Edip Cansever incecik gülümsedi. "Geçenlerde Şişli'de yürüyordum, ansızın 'Edip, Edip, Edip' diye seslendiklerini işitim, döndüm, tanıdık kimseyi göremedim." "Kadın sesi miydi, erkek sesi miydi?" dedim. "Alay eder gibisin." dedi Edip Cansever. "Hayır, ciddi söylüyorum." dedim. "Seçemedim. Belki de o ses yıldırım gibi içimden yük­seldi." dedi Edip Cansever.
"Öyleyse şiirin sesidir... sana bugünlerde şiir dalgalar halinde geliyor, bu, verimde yükselişin bir belirtisidir." de­dim.
"Bunlar sanatsal benzetmeler." dedi Talât Kılıç, "Bence Metin Özek'e görünsen iyi olur."
"Hiç kimsenin bana 'beni anlatmasına' katlanamam." dedi. Edip Cansever.
"Hem eksik anlatırlar... ikide bir sö­zünü kesip araya gireceğim, 'öyle değil, yanılıyorsun' diye­ceğim yanlışlarını düzelteceğim."
"Sen zaten şimdi o işle uğraşmıyor musun?" dedim. 'Yani?" dedi Edip Cansever.
"Yazdığın şiirlerde kendini kendine anlatmıyor mu­sun? Senin şiirlerinde üç temel öğe var. Birisi saptamalar, ikincisi yansıtmalar, üçüncüsü itiraflar." dedim.
"Hm, şiirden anlıyorsun sen, aferin!" dedi Edip Cansever. "Ama ben yalnız kendimi değil başkalarını da, o baş­kalarının bulunduğu nesneler dünyasını da anlatıyorum." "En çok gezip dolaştığın alan da mutsuzluk alanıdır, bunaltı alanıdır... benim gibi tedirginliklerin de kaynakla­rına iniyorsun zaman zaman." dedim.
"Bu, bana kalırsa içki yorgunluğudur." dedi Talât Kılıç. "Biraz dinlenirsen hiçbir şeyin kalmaz, uğultular kesilir."
Edip Cansever rakısını yudumladı, yeşille san arası kı­rış kırış, gevrek bir marulu tuzladı, ısırdı; kıtırtılı sesler yayıldı ağzından. "Bu havada rakı içmeyeceğiz de ne za­man içeceğiz Talât? Dinlenmek demek, o süre içinde, bu gül mevsiminde, hayatın dışında kalmak demektir." "İç yeğenim iç, iç bade sev güzel..." dedi Talât Kılıç. Edip Cansever, önemsediği bu durumla yakından, iç­tenlikle ilgilenmemizi, beklediği yanıtları aşacak düzeyde yanıtlar vermemizi istiyor gibiydi. Aslında ne dersek diyelim onu sevindiremeyecektik. En güzel şiirlerinin bulunduğu "Kirli Ağustos"un aldığı olumlu tepkiler her an arttığı halde bir türlü yakındığı 'eksikliğin giderildiği' düşüncesine ulaşamadığı için tedirgindi. Evet, 'gövdesinden daha bü­yük ve akşama doğru görünmekte olan bir sıkıntısı vardı ve giderdi alkollere bir mektup gibi, alkollerden gelirdi bir mektup gibi'. Son dönemde çok içiyordu. Böyle davran­masının nedenleri arasında neler saklıydı? Sorulsa kendisi de açıklayamazdı ya da birkaç etkeni ileri sürerdi. Ama onun durgunluğunda da, hareketliliğinde de adını koya­madığım bir şeylerin kıpırdadığını seziyordum. İnsanın in sana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır' diyordu bir şi­irinde, belki de bu yalnızlığın dibinden fışkıran gürültüler yükleniyordu kulaklarına. Zihnim, Edip Cansever'in so­runlarının özüne sızmaya çalışırken onun dışındaki başka düşünceleri de olgunlaştırarak sunuyordu bana.
...Üzüntüsünü tek başına yaşamak için ayrıldı onlar­dan.
Onun değerine inananlar, yalnızlıktan kurtarmak için sevgilerini çoğaltıyorlardı...
Yudumladım rakımı, çiroz salatasından aldım çatalın ucuyla.
Not defterine bir şeyler karalayan ve dudaklarının arasına kıstırdığı sigarayı unutan Edip Cansever'e 'Yaka­yım mı Edip yeğenim?" dedi Talât Kılıç.
Edip Cansever başını eğdi.
Yaktı sigarasını Talât Kılıç çakmağıyla. "Lan yeğenim bu avratlar gözlerimizi oyacaklar, napsak, bir iş falan mı tutsak?"
"Oysunlar da kör kalalım." dedim.
"Biz eski zampiklerdenik, el yordamıyla buluruz onla­rın tepelerini düzlüklerini." dedi Talât Kılıç.
"Sus oğlum üstad çalışıyor." dedim.
Turgut Uyar'la Tomris Uyar, bir çocuk arabasını iterek girdiler bahçeye. Edip Cansever, "Reis!" diye seslendi. Geldiler. Yer açtık. Tomris Uyar, "Buyrukçu, oğlum Turgut'u gördün mü?" dedi. Kalktım, temiz örtülerin arasında uslu uslu duran çocuğa doğru eğildim, gözlerimi gözlerine diktim. Yabancı yabancı baktı bana. Sağlıklıydı. Topuz gibiydi. "Mutlu olmasını dilerim!"

Turgut Uyarla Tomris Uyar votka içeceklerdi.
Naci Çelik abartılı bir saygıyla selâmladı hepimizi ve üç metre ötedeki bir iskemleye ilişti, yüzünü masamıza çe­virdi, az sonra Selim İleri de gelecekti.
Edip Cansever, Naci Çelik'i süzdü tepeden tırnağa olumsuz bakışlarla, külünü silkti işaret parmağıyla siga­ranın beline dokunarak ve gökgürültüsü gibi kükredi. "Kimsin ulan sen?"
Naci Çelik apışıp kaldı, sarardı, soldu, benden, Turgut­'tan, Tomris'ten, Talât'tan yardım istercesine kıvrandı.
"Kimin ajanısın ulan sen? Şiiri ne zaman öğrendin de boyundan büyük lâflar ediyorsun." dedi Edip Cansever.
Naci Çelik, sözlerin kendisini fazla etkilememesini, ya­ralamamasını sağlamak amacıyla bir tenhalığın uzak bir köşesine çekilmiş gibi hiç yanıtlamadan dinledi Edip Cansever'i bir saat kadar, sonra kalktığını hissettirmek istemi­yormuş gibi kalktı usulca, kayboldu ortalıktan. Ne olursa olsun gözlerimizin önünde azarlamamalıydı çocuğu, o daha çok gençti... çabuk kırılırdı; söyleyeceği bir şey varsa biz yokken ya da bir yana çeker konuşurdu. Bana çata­cak, öfkesini benden alacak korkusuyla zihnimin dışına taşırmadım bunları.
Bardakları tokuşturduk.
Edip Cansever'in Naci Çelik'e duyduğu kızgınlık azal­mıştı. Gülümsüyordu. Tomris Uyar ve Turgut Uyar'la bir­likte geçirdikleri ve o geceyi unutulmaz kılan birtakım sivri ve yayvan olaylardan söz ediyorlardı. Birden bana baktı, "Biliyor musun Turgut, Muzaffer senin şiirlerini beğenmi­yor " dedi. Kıpkırmızı oldum, kulaklarım yandı tutuştu. Çıldırmış mıydı bu? Yoksa bizler tartışırken, sürtüşürken doğacak gergin ortamdan sıkıntılarını giderecek bir zevk mi alacaktı? Bizlerin acıları, onun ağzının tadını çoğaltan ballar mı üretecekti? Bu soruların karşılığı olumluysa Edip Cansever bir depresyon geçiriyor demekti ve tedavisi şarttı.
Turgut Uyar bu 'emrivaki' karşısında biraz sarsıldı ama hemen toparlandı, efendice gülümsedi. "Olabilir, beğenme­yebilir."
"Edip, ne oluyor? Niye suyu bulandırıyorsun?" dedim sertçe.
'Yalan mı? Beğeniyor musun?" dedi Edip Cansever.
"O benim bileceğim iş... beğenirim beğenmem, ama bu düşünce bana aittir ve gerektiğinde ancak ben açıklarım." dedim.
"Kimse kimsenin şiirini, hikâyesini sevmek zorunda değildir." dedi Turgut Uyar yumuşak bir sesle.
"Doğaldır bu "dedim. 'Turgut'un şiirini asıl beğenme­yen, asıl sevmeyen ama beğeniyormuş gibi, seviyormuş gibi davranan sensin!"
Bozulma sırası Edip Cansever'deydi. "Hayır, ben Tur­gut'u severim".
"En azından yüz kere Turgut Uyar beni taklit ediyor, birçok şiirinde benden etkiler vardır diyen sen değil misin" dedim.
Şaşırdı Edip Cansever, rakı bardağını ağzına götürür­ken eli titredi. "Sen yanlış anlamışsın, ben öyle bir şey de­medim."
"Kıvırma!" dedim. "Senin gibi bir sanatçıya ikiyüzlü davranmak yakışmıyor. Mademki konu açıldı, herkes eteğindeki taşlan döksün."
'Turgut önemli şairdir." dedi Edip Cansever bir robot sesiyle.
"Başka şeyler konuşsak." dedi Tomris Uyar. "Surda iki dirhem rakı içeceğiz onu da burnumuzdan getiriyorsun. Bir daha seninle oturmayacağım; rahatsızsın sen!" dedim.
"Doğru, herkesi kızdırır." dedi Edip Cansever. "Doğru, yalan söyleyeni kızdırmalı." dedim. "Ben Turgut'un şiiri kötüdür demedim." dedi Edip Cansever boşluğa bakarak.
"Belki 'kötüdür' demedin ama 'beni taklit ediyor, benim etkim altındadır' dedin. İnkâr etme!" dedim. "Marul çok taze!" dedi Turgut Uyar. Utandım böyle, kişiliği zedelemeye yönelik bir tartış­manın içinde bulunduğum için.
Bir süre konuşmadık. Ben, Turgut Uyar'la Tomris Uyar'ın yüzlerine bakarak başımı salladım Edip Cansever'i suçlarcasına. Turgut Uyar, 'aldırma' dercesine gülümsedi. Tomris Uyar, "Sizin orası şimdi çok güzeldir." dedi.
"Hem de nasıl! Hanımelleri, yediveren gülleri açtı, erik­ler meyve tuttu. Gelsenize bir gün, masayı asmanın altına kurarız." dedim.
"Nar ağacınız da var mı?" dedi Turgut Uyar. "Var." dedim. "Ben her sabah ve akşam Havva'yı cennet­ten kovduran yılanı o ağaca sarılmış görüyorum." "Gündüzden geliriz." dedi Tomris Uyar. "İyi olur, o gece de bizde kalırsınız." dedim. "Biz birkaç kere gittik." dedi Edip Cansever. "Bunun bir oğlu var, saçları kıvır kıvır, Cezayirli'ye benziyor... Tahir Alangu, Hüsamettin Bozok, Orhan Kemal, Fahir Aksoy da birlikteydi bizimle."

"Fahir Aksoy, çoğunuzu sigortalamaya kalkmıştı." de­dim.
"Orhan Kemal'i etmişti." dedi Edip Cansever.
Votkalarını bitirince Tomris Uyar'la Turgut Uyar kalktılar, geldikleri gibi sessizce gittiler... Tomris Uyar, ço­cuk arabasını sürüyordu genç bir annenin onuruyla, mutluluğuyla.
"Berbat ettin bir çuval inciri." dedim, "Dört nala koşan bir ata köstek taktın, devirdin. "Kaşlarımı çattım, yüzümü astım.
"Somurtma!" dedi Edip Cansever.
"Neşelenecek hal mi bıraktın?" dedim. "Hem Turgut'u, hem beni üzdün."
"Ben üzmek istemedim ki..." dedi Edip Cansever. "Peki niye söyledin?" dedim.
"Hiiç, öyle... O düşünce beni tedirgin etti, edince de at­tım dışarıya, bir gizliliği açıklığa kavuşturdum." dedi Edip Cansever.
"Benim gerçeğim bu. Sen niye kendi gerçeğine maske taktın da beni cepheye sürdün? Yoksa bu durumun aracı­lığıyla Turgut'taki güç odaklarını parçalamak, onu çö­kertmek mi istedin?" dedim.
"Ukalâlık yapma! Neler söylüyorsun? Benim öyle bir amacım yok." dedi Edip Cansever.
"Var," dedim. "Sen Cemal Süreya'yı da, Turgut Uyar'ı da indine rakip olarak gördüğün için kıskanıyorsun, onları ekarte edip yalnız kalmak, tek olmak istiyorsun. Hepsinin üstünde olmak istiyorsun."
"Ben zaten tekim." dedi Edip Cansever.
"Sen de Orhan Kemal gibi insanları kapıştırmaktan, birbirine düşürmekten hoşlanıyorsun, bayılıyorsun." de­dim.
"Ne zaman geliyor o?" dedi Edip Cansever.
"Bilmiyorum." dedim soğuk bir sesle.
'Temmuz'da." dedi Talât Kılıç.
"Gelsin de..." dedi Edip Cansever alaycı ve ilerde ola­cakları sezdiren bir sesle.
"Ben ikinizden de uzak duracağım bundan sonra." dedim. 'Tahrip ediyorsunuz beni."
"Korkuyorsun değil mi?" dedi Edip Cansever.
"Korkuyorum." dedim. "Senden de, ondan da... İkiniz de sadistsiniz, en yakınlarınızın acılar içinde kıvranma­sından zevk alıyorsunuz ve onların kıvranmaları için de ellerinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz."
"Sen zevk almıyor musun?" dedi Edip Cansever.
"Almıyorum elbet. Şimdiye kadar sana, Orhan Kemal'e, Talat'a acı çektirdim mi?" dedim.
"Yeğenim bir denedir, melek gibi bir yüreği vardır." dedi Talât Kılıç.
"Durup dururken Turgut'u bana düşman ettin." de­dim.
"Hadi içelim!" dedi Edip Cansever. Hem insani anlam­ların hem de saldırganlık parıltılarının yoğunlaştığı gözle­rini üzerimizde dolaştırdı.
"Lâfı çevirme!" dedim.
"Bak, bak, bak Atillâ Tokatlı nasıl da gülüyor." dedi Cansever.
Baktım. Selâhattin Hilâv'ın anlattıklarına kahkahayla gülüyordu Atillâ Tokatlı.
Akşamın gümüşi aydınlığı etkisini azaltıyor, gücünü yitiriyor, alaca bir karanlığın egemenliği altına giriyordu. Ve bir tek rakıyı bitirme süresi tamamlanırken gece indi ansızın ve günün bu bölümünü bütünüyle ele geçirdi,se­kiz on saat tutacak saltanatının koca gövdesiyle ezdi ve kıyıda köşede kalmış, unutulmuş gün kalıntılarını emdi, karanlığın ruhuna sığınan elektriğin sarı ışıklan, insanları da, nesneleri de değişik bir kimliğe sokan bölümün kapı­larını açtı. Çevremizdeki binaların, caddedeki beyaz camlı sokak lâmbalarının, yolu bir saniye boş bırakmayan oto­mobillerin, otobüslerin, Taksim'deki ampullerin ışıkları yandı. "Mutfak"taki devinim, gel-git, deplasmanlar, trans­ferler, ziyaretler artmıştı. İçkicilerin tükettikleri alkol, tü­kettikleri konuşma, tükettikleri kahkaha, tükettikleri ba­kış ve el kol hareketleriyle çizdikleri resimler de çoğalmıştı. Meyhane tıklım tıklımdı. Kişiler yaşamın yüzeylerinde ve derinliklerinde lâbirentlerinde ve düzlüklerinde geziniyor, bir şeyler kapıyor, bir şeyler savuruyor, bir şeyleri çiğniyor, bir şeyleri okşuyordu. Kimi topluluklar, hesaplarını ödeyip kalkmak üzere olanların başuclarında bekliyorlardı sabır­sızlıkla onların boşaltacağı masalara oturmak için.
Gece de, insanlar da hızla ilerliyorlardı yükleriyle ağır­lıklarıyla.
Biz ikinci Altınbaş'ı ısmarlamıştık.
Rakı, beynimdeki altın madenlerinin saklandığı da­marları bir kuyumcu titizliğiyle işliyor, yaratıcılığımın her anını zenginleştiriyordu. Ayrıca ruhumdaki sertlikleri yu­muşatmıştı ama Edip Cansever'in Naci Çelik'e, Turgut Uyar'a, bana yaptıkları aklıma gelince iğneli fıçılara yuvar­lanıyor, kanımın bin bir delikten akışını seyrediyordum ve hemen kaçmak istiyordum her şeyi, dostluğumu, arkadaş­lığımı, anılarımı bir yana iterek... 1968 yılındaki o büyük 'kavga'dan bu yana ikinci kez kırıyordu Edip Cansever beni ve ona beslediğim sevgiyi azaltıyordu. Önleyemediği bir takım duyguların, yönlendiren bir takım olumsuzluk­ların ve tepkilerin tutsağı mıydı? Cansever'le arkadaş ol­mak demek Himalâyalara tırmanmak, burdan Amerika'ya yüzmeyi göze almak, timsahlarla dolu bir göle düşmek de­mekti. Bardağını bardağıma dokundurdu. "Dargın mısın hâlâ?"
"Evet, dargın değilim dememi bekliyorsun ama dargı­nım." dedim.
"Ben değilim." dedi Edip Cansever. "Sen nasıl dargın olabilirsin ki? Sen zafer kazanmış bir kumandansın." dedim,
"Ben büyük bir şairim." dedi Edip Cansever. "Şiirlerin büyük ama senin için aynı şeyi söyleyemeye­ceğim, kusura bakma!" dedim.
"Ben hep doğruyu söylerim, doğrunun egemen olma­sını isterim." dedi Edip Cansever.
"Doğruyu söylerken yanlış yapıyorsun ama." dedim. "Turgut hakkında düşündüklerimi belki de hiç açıklama­yacaktım, dostluğumuz sürüp gidecekti. Hem beni hem onu zor durumda bıraktın. Nasıl yüzüne bakacağım Tur­gut'un?"
"Bakmaktan utandığına göre suçlusun." dedi Edip Cansever. "İkiyüzlülükler ortadan kalkmayınca acılar öl­meyecektir..."
"Ama sen benden daha hırpalayıcı olanı söylediğin halde yüzüne bakacaksın Turgut'un, görüşeceksin, içki içeceksin." dedim. "İkili oynuyorsun. Onu aydınlatırken beni karartıyorsun."
"Ben direkt bir adamım." dedi Edip Cansever. "Şiirlerim de insan dünyasının içine eğilir ve o uçsuz bucaksız dün­yadaki hareketleri, anlamların yuvalandığı noktalara sü­rer."
"Biraz da kendi içine eğil, kedini gör!" dedim. Gülümsedi, tatlılaştırdı sesini. " Yeter Muzaffercim, ye­ter, eleştirme artık!" Ve sigara dumanını üfledi yüzüme.
           "Eleştirecek bir şey bulamayacağım güne kadar eleştireceğim seni." dedim.
Dalgınlaştı, gözlerini yumdu Edip Cansever ve mırıl­dandı. "Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla/Düşer elle­rim bir çağın artıklarına/Çatalımda kemikler, ölü gözleri ve iniltiler,  çığlıklar..."

"İşte bu şiirin güzelliğini, tutarlılığını görmek istiyorum sende, senin davranışlarında..." dedim.
"Büyük bir şairim ben!" dedi Edip Cansever, bardağını ağzına yaklaştırdı. "Ben şiirimde bir miti işliyorum, ayrıca şiirimde kolay anlaşılmayan, derinliği sezilen ama derinli­ğine inilmeyen  bir giz olsun istiyorum."
"İstediğini gerçekleştiriyorsun zaten." dedim. "Ben büyüğüm değil mi?" dedi Edip Cansever. "Cemal, sen, ikiniz..." dedim. "Turgut'u saymıyorsun." dedi Edip Cansever "Onu sen sayarsın bundan böyle." dedim. "Hah şöyle, yumuşa biraz." dedi Cansever. "Ben sert değilim ama zorunluluklar... yalnız kırdığın Pot yenir, yutulur cinsten değil." dedim.
"Rakılarınızı bitirin de kalkalım burdan. Sıkıldım." dedi Edip Cansever. "Sizi hiç bilmediğiniz bir yere götürecem."
"Gece Kulübü mü?" dedim.
"Evet. Lüks bir yer... sakın hır çıkarmayın!" dedi Can­sever.
Sesimi yükselttim. "Ne zaman çıkardık ki... Her yerde hır çıkaran, onu bunu yaralayan., arkasında kalpleri kı­rılmışlar, onurlan zedelenmişler ordusu bırakan sensin..."
"Bu akşam çok coşkulusun." dedi Edip Cansever.
 Ve caddenin öte yanına geçtik hafifçe sallanarak. Ta­limhane tarafında dışı da içi de göz boyayan süslerle kaplı, loş, kasvetli, yalnızlık ve intihar kokan bir salona girdik. Yarımay biçimindeki tezgâhın çevresinde sıralandık uzun bacaklı taburelere tüneyerek. Solumuzda, ilerimizde dört genç, özgür, serbest yaşamakta mutluluk arayan kadın, bacak bacak üstüne atmışlardı ve dolgun bacakları dibe doğru kalınlaşıyor, gizemli bir çekicilik yaratıyordu ve kilotlarından el kadar yerler görünüyordu. O kilotların arkalarını hayal ettim ama hayilimi renklendiren resimleri sevmedim, iğrenç buldum. Pasaklıydılar. Ya sevgililerini ya da birkaç kadeh bir şey ısmarladıktan sonra yataklarına sürükleyecek hovardaları bekliyorlardı Ve konyak, votka, cin, tekila içiyorlardı; boyalı ağızlarında sigaralar tütüyordu.
Birer konyak ve kuru yemiş istedik... konyaklarla bir­likte fındık, fıstık, leblebi, badem kâsesi geldi. İtalyan tipli barmen, kendini beğenmiş soğuk nevale­nin biriydi. Kırkbeş yaşlarındaydı, yanık tenliydi; iri yan, pehlivan yapılıydı, geniş omuzlan vardı ve adaleli kollan dövmeliydi. Boynundan karnına doğru zincirli bir kolye sarkıyordu. Bileklerindeki gümüş bileklikler, parmaklann-daki taşlı taşsız yüzükler modern biri olduğunu koyu­yordu ortaya. Talât'la bana domuza bakar gibi bakıyordu it herif! Edip Cansever'in onun yanını tutmayacağını bil­seydim "Niye öyle bakıyorsun ulan hıyar?" diye bağıracak­tım. Bastırdım kızgınlığımı. Kadınlara saygıyla yaklaşıyor, masaların arasında bir 'baba hindi' edasıyla dolaşıyordu. Ötekilerden daha içtenlikli olduğu kadınla konuşurken kasıldıkça kasılıyor, pozdan poza geçiyordu. Ve o kadının kulağına sık sık bir şeyler fısıldıyor, saçlarını karıştırıyor, alnından öpüyordu.
"Ben her gece bir iki konyak içer, öyle giderim eve." dedi Cansever. "Beğendin mi?"
"Hayır, boğucu," dedim. "Şu salatalık da çok itici, megoleman biri."
"Kadınlar bayılıyor ona." dedi Edip Cansever. "Hangi kadınlar ama? Yoldan çıkanlar, orospular." dedim. "Bu iğrenç suratına nasıl katlanıyorsun?"
"Edebiyatsever o... öyle göründüğüne bakma. Kültür­lüdür." dedi Edip Cansever. "Kafka okuyor."
Gülümsedim. "Gösteriştir. Okusa bile bi bok anlamaz o."
"Peşin yargılısın..." dedi Edip Cansever. "İğrenirim bu üç kâatçı tiplerden." dedim. "Benim şiirimi seviyor." dedi Edip Cansever." ...Belli bir zaman dilimini kımıldatıp içinden sayısız durumlann geç­tiği Gökanlam'lan ezbere biliyor. Çağırayım, okusun!" "Aman aman!... yeni yeni kendime geliyorum." dedim. "Aydın bir barmen bu." dedi Edip Cansever.
"Sen yalnızlığı yazıyorsun ama yalnızlığı sevmiyorsun ve uğradığın, birkaç saat kaldığın yerlerde dayanaklar arı­yorsun kendine." dedim. "Bu da onlardan biri işte..."
"Bu ne yapıyor böyle?" dedi Edip Cansever, Talât Kılıç'ı işaret etti başıyla ve tiksinmiş gibi yüzünü buruşturdu. Talât, konyağı bitirmeden başını tezgâha dayamış, uyuk­luyordu. Sarstım. "Uyuma, gideceğiz..."
"Hm, ne diyon yeğenim?" dedi Talât.
"Uyuma! Ayıptır!... Edip'i düşün! " dedim. Dürttüm. Kımıldamadı. "Gidelim. Ya da biz gidelim sen otur, sızdı bu serseri!" Alttan aldım, üste çıktım, yalvardım, yakardım, uyandırdım, omuzlarından kavradım ama ayakta duramı-yordu; dizleri bükülüyor, gövdesinin ağırlığını aşağıya veri­yordu yerçekiminden kurtulmuş gibi. Nitekim boş bulun­duğum bir anda yere attı kendini, boylu boyunca uzandı. Barmen -haklı olarak-küçümseme anlamı taşıyan bir sesle "Edip Bey, rica ederim bir daha böylelerini getirmeyin!... buranın şerefi var." dedi.
Parladım. "Sen ne demek istiyorsun lan hırbo? Biz şe­refsiz miyiz? Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?"
"Ne olduğunuzu gördüm." dedi barmen.
Üzerine atılacaktım. Edip Cansever önledi. "Sus!"
"Beni değil, onu sustur!" dedim "Meyhaneyi mi dağıt­tık, sağa sola mı saldırdık, ne yaptık?"
"Buraya ağızlarıyla içmesini bilenler gelir!" dedi barmen.
"Sen kaşınıyorsun ama dua et arkadaşımın böyle olu­şuna, yoksa seni kızılderililer gibi dans ettirirdim." dedim.
"Uzatma!" dedi Edip Cansever. "Tut şunu!"
Karga tulumba taşıdık dışarıya. Başından aşağı bir şişe su döktüm açılması için... sıçradı birden, ürperdi, he­men toparlandı ama bu kez kaldırımın kenarına parkedilen bir otomobilin arka sağ lâstiğine kustu.
"Gece böyle bilmemeliydi." dedi Edip Cansever. "Bilmemeliydi ama..." dedim.
Talât Kılıç midesindekileri boşaltınca rahatladı, doğ­ruldu, bir şişe buz gibi suyla da yüzünü yıkadı. "Temiz ha­vadan sonra buraya gelince çarpıldım, özür dilerim Edipçim."
"Çok karışık yedin de ondan" dedi Cansever. "Benim burdaki saygınlığımı..."
"Bir garson parçası bizden daha mı değerli?" dedim.
"Değil ama orada böyle çirkin şeyler olmaz, nezih bir kulüptür." dedi Edip Cansever.
"Bu akşam sende bir şeyler var... bizi kıran, dışlayan hareketler yapıyorsun. İlişkini kesmek istiyorsan söyle!" dedim.
"Saçmalama! Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor mu­sun?" dedi Edip Cansever.
'Yürü lan Adana ayısı!" dedim, ensesinden ittim Talât Kılıç'ı. "Gittiğimiz her yerde başımı belâya sokuyorsun. Senden... Edip'ten, Orhan Kemal'den korkuyorum. Sen­den 'aman bu bir haltlar karıştırmasın, canımı sıkmasın, beni utandırmasın1 diye korkuyorum. Edip'ten de, Orhan Kemal'den de 'ne vakit ters bir şeyler söyleyecekler, ne vakit beni kıracaklar' diye korkuyorum. Hiç böyle arkadaşlık olur mu?"
Sululaştı Talât Kılıç. "Bişi mi dedin?"
"Ciğeri beş para etmeyen bir dangalak senin yüzünden hakaret etti bize. Farkında mısın? Ama nasıl farkında ola­caksın ki... uçuyorsun, pilotsun." dedim.
"Kim o? Nerde?" dedi Talât Kılıç, (ayık olsaydı atılırdı adamın üzerine, döverdi) sağa sola baktı, hakaret edeni aradı. "Göster de duman edeyim!"
"Hadi, bırak palavrayı da doğru dürüst yürü!" dedim, bir taksiye işaret ettim.
"Gene görüşelim Muzaffercim!" dedi Cansever.
"Belki..." dedim küskün bir sesle.
'Yarın arayacam seni, Boğaz'a gideriz." dedi Cansever.
'Yarın işim var." dedim; Talât Kılıç'ı taksinin arka bö­lümüne soktum, oturttum, ben de yanına oturdum. Ba­şını omuzuma dayadı, hemen horlamaya başladı.


Fotoğraf Muzaaffer Buyrukçu'nun oğlu Erdem Buyukçu'nun blogundan alınmıştır.
Adresi : http://erdembuyrukcu.blogcu.com/