Muzaffer Buyrukçu bu yaz İstanbul'da. Gölgede bile sıcaklığın kırk dereceye vardığı, kaldırım taşlarının adeta alev alev yandığı günlerde, her Pazartesi, o her köşesinde yüzlerce anısının donup kaldığı Babıâli'ye iniyor yine. Seksenli yıllar boyunca Cemal Süreya böyle Pazartesileri Babıâli'ye inip Gazeteciler Cemiyeti Lokali'nde rakı sofrasına otururdu ya, Buyrukçu, aziz ve kadim dostunun o geleneğini sürdürmek amacıyla, bu ölümcül yaz sıcaklarında bile üşenmeden Yokuş'u tırmanıp anıların çağrısına uyuyor...
Herkesten erken geliyor lokale Buyrukçu... Onu Halil İbrahim Bahar izliyor müebbet perhizli olmasına karşın! Kimi günler, onarım görmüş yüreğinin sesine kulak vermeyi yeğleyen Melisa Gürpınar katılıyor sofraya. Kâh, Babıâli sokaklarında çocukluğunu yitirmiş olan Yılmaz Öztürk, kâh karikatür dünyasının acar çocuğu Semih Poroy boy gösteriyor...
Buyrukçu, her zamanki taşkın neşesi, tumturaklı sözler söyleme tutkusu, Yenikapılı külhani halleri ve yetmişini geride bırakmış delikanlı havasıyla muhabbete istim veriyor. Saat on ikiyi vurunca rakı kadehlerle buluşu yor, çıtırdak buz parçaları rakının içine ince bir duman salıyor, soğutulmuş su süt beyazı bir renk veriyor ve ilk yudumlar, artık yaşamasalar da aramızda varlıklarını sürdüren Cemal Süreya, Necdet Ökmen gibi dostlar için çekiliyor...
Buyrukçu sigara içmiyor artık. Yıllar yılı tüttürdüğü Birinci sigarasını unutalı hayli zaman oldu. Akciğerleri ona izin vermiyor sigara konusunda; o da çevresine izin vermiyor... Bundan birkaç yıl önce Cerrahpaşa Hastanesi'nde gördüğü tedaviden sonra, sigara sözcüğünü, sözlüğünden çıkarıp atmıştı Buyrukçu... İran Konsolosluğu binasına tepeden bakan pencere önünde oturup İstanbul limanının kirli, kıpırtısız mavi sularını uzaktan seyrederken, süt beyazı rakıyla tütsülenmiş esprilerini peş peşe patlatıyor ve daralan soluğunu ağzına sıktığı ilaçla açmaya çalışıyor arada bir.
Aşağıda kaldırım taşlan yanmayı sürdürüyor; caddelerden dakikada bin araba geçiyor, kimileri iniyor yokuştan, kimileri çıkıyor. İnip çıkanlar arasında tamdık yüzler öylesine az ki, insan kendini tümüyle yabancı bir kentte sanıyor. Gazeteler, basımevleri, yayınevleri, dergi yazıhaneleri Babıâli'den kovulalı beri, ıssız, yaban bir yer haline dönüştü buralar. Muzaffer Buyrukçu'nun her Pazartesi öğlen saatlerinde gelip de burada inatla oturması, yakın dostlarını, söyleşmeye çağırması bir direniş anlamım taşıyor. "Hayır, biz buradayız, bir yerlere gitmedik, yüzlerce yazarın, ozanın, yazı emekçilerinin, gazetecilerin anayurdunu kimselere bırakmayız!" demeye getiriyor.
Kim, haksız diyebilir ki Buyrukçu'ya? Elli beş yıldan beri, Babıâli'ye kök salmış bir çınar. On yedi yaşındayken, babasının çalıştığı "Son Telgraf" gazetesinde yayımladığı hikâyelerle adını edebiyat kütüğüne yazdırmış biri. Bugün kültür ve edebiyata yabancı olan Cağaloğlu'nun bahçe içindeki konaklarını, doktor muayenehanelerini, kıraathanelerini, pastanelerini, içkievlerini tanımış; önceleri, uzaktan gördüğü üstatlara özenerek kaleme aldığı hikâyelerle kendini var etmiş... 1946'da, "Tanin" gazetesinin açtığı hikâye yarışmasını kazanmış; bu başarısını, "Akın", "Gece Postası", "Son Havadis", "Yeni Sabah" gazetelerinde yayımlanan hikayeleriyle perçinlemiş.
Eleştirmen Asım Bezirci'ye göre, Buyrukçu'nun ilk hikâyeleri, "hikâyeyle şiir arasında dalgalanan küçük, savruk yazılardı. Bu durumlarıyla, Halit Ziya Uşaklıgil’in 'mensur şiir' tanımına pek uygun düşüyorlardı."
Ancak Buyrukçu'nun hikâyecilik alanında kendine özgü bir yer edinişindeki başarıyı görebilmek için onun yazmaya başladığı döneme bir göz atmak gerekir. Hikâyemizin 1950 kuşağının işaret fişeğini patlattığı o dönemde eski ustaların hemen tümü hayattaydı ve en verimli çağlarındaydılar. Kimlerdi onlar? Halikarnas Balıkçısı, Sait Faik, Abdülhak Şinasi, İlhan Tarus, F. Celalettin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bekir Sıtkı Kunt, Samet Ağaoğlu, Ziya Osman, Orhan Kemal, Ümran Nazif, Haldun Taner, Samim Kocagöz, Tarık Buğra, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Vüs'at O. Bener, Zeyyat Selimoğlu, Muzaffer Hacıhasanoğlu, Naim Tirali. Bu yazarların yanı sıra Buyrukçu'nun kuşaktaşları da önemli hikayecilerdir! Nezihe Meriç, Tarık Dursun K.,Tahsin Yücel, Mehmet Şeyda, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, vd.
Muzaffer Buyrukçu'nun bu tablo içinden sıyrılıp kendi özgün alanını yaratması elbette kolay elde edilir bir başarı değildir. Hikâye malzemesi bakımından çarpıcı zenginlikte bir hayat macerasının içinden gelen Buyrukçu, yarışmak durumunda olduğu kalemlerden birçoğunun aksine, düzenli bir eğitim görme olanağı bulamamış ve yabancı dil öğrenme şansından da yoksun kalmıştır. En önemli sermayesi, yazgılarını paylaştığı yoksul insanların çileli yaşamı ve tertemiz bir İstanbul Türkçesi'dir.
Buyrukçu, ilk hikâye denemelerinin ardından tanıdığı, dünya edebiyatının gerçekçi yazarlarıyla birlikte yönünü bulmakta gecikmedi. Istrati, Gorki, Çehov, Jack London, Stein-beck gibi ustalarla kendi arasındaki kan bağını keşfedince, kendi dünyasının küçük insanlarının hayatla olan kavgasını, umutlu ya da umutsuz çırpınışlarını kavramakta güçlük çekmedi. Bir yandan gerçekçi yazarların izinden yürürken, bir yandan da kendi gerçeğinin hikâyesini arıyordu Buyrukçu. Köy edebiyatı / kent edebiyatı tartışmalarının da uç verdiği bir süreçte Katran, Acı, Korkunun Parmakları adlı kitaplarda topladı hikâyelerini. Bu üç kitap, onun kendi özgün alanına doğru atılmış iri adımlardı. 1961 yılında Düşün Yayınevi tarafından yayımlanan Bulanık Resimler ise, hem Buyrukçu'nun adeta petrole ulaştığı noktayı imler; hem de gerçekçi yazarları "istihza" ile izleyen ve çağdaşlık iddiasında olan çevrelere verilmiş bir yanıt niteliği taşır...
İnsanı kuşatan dış koşulların yanı sıra içsel gerçekliğe de önem veren bir yazar olarak belirıyordu artık Muzaffer Buyrukçu Bulanık Resimler''de: "Onların dış savaşlarıyla birlikte iç savaşlarını vermek gerekiyordu...
Bizden çok şeyler alıp götüren ya da çok şeyler veren olaylarla boğuşan 3 insanları bütünüyle vermek gereğini duydum... Onun düşlerini, cinsel sorunlarını, iş ilişkilerinden doğan çatışmalarını, düzenin pisliğini, korkularını, tutsaklığını, bilinçaltında, toplumsal olayların baskısıyla meydana gelmiş karanlık evreni yansıtmayı başaracak bir hikâye düzeni kurdum... Geçmiş, şimdi, gelecek arasında yürüyüp duran insanı, onda hep yaşayan, hiç kaybolmayan değerleri en küçük ayrıntısına kadar hikâyeme yerleştirmeye çalışıyorum."
Yayımlandığı yıl hakkında otuzdan fazla yazı yazılan Bulanık Resimler Türk Dil Kurumu'nca da ödüllendirilmişti.
Bulanık Resimler çok kişili bir uzun hikâye. Mekân bir devlet dairesi; hikâyenin kişileri de devlet memurları... Yazarın anlattıklarını buzlu bir camın ardından izler okur sanki. Bulanık resimler gibidir kişiler gerçekten. Buna karşın, anlattığı kişilerin içsel yapısına çok kestirme yollardan götürür bizi Buyrukçu. Memurun dar dünyası, kısır çekişmeleri, eziklik içindeki psikolojisi usta bir ressam fırçasıyla resmedilir.
Öte yandan Muzaffer Buyrukçu, "memur"u anlatan son yazardır. Çünkü kendisi de memur yazarlar kuşağının son temsilcisidir. Onunla birlikte artık memur kesimi, edebiyatın son durağında treni terk etmiştir. Çünkü yeni yetişen yazar kuşağı içinde memurluğa gönül indirecek kimseleri bulmak güçtür artık. Dar gelirliliği simgeleyen memur, toplumun gözünde saygınlığını çoktan yitirmiştir! Dolayısıyla bu kesimin o küçük insanları, kendilerinden bir yazarın, Muzaffer Buyrukçu'nun hikâyelerinde son kez soluk alıp verirler...
1968'de Kavga adlı hikâye kitabıyla da Sait Faik Ödülü'nü alan Buyrukçu, bir ayrıntı ustası olarak seçkinleş-miştir. İnsanı kuşatan ve insanın iç dünyasına ait olan hiçbir ayrıntı ona yabancı değildir..Bununla birlikte, ayrıntı düşkünlüğü Buyrukçu'nun hikâyesini 'gereksiz uzatma' tuzağına düşüremez. Tıpkı bir mıknatısın değişik maddeler içinde yalnızca demiri kendine çekmesi gibi, ancak hikâyesinde yapı malzemesi olacak ayrıntıları ayıklayıp seçer... Ayrıntılar, hikâyenin dokusuna 'sıkılık' kazandırır. Yazarın üslubuna şiirsel bir tat kazandırır. Anlattığı kişilerin canlı kanlı, inandırıcı olmasının altında da bu ayrıntı yakalama becerisi yatar.
Günümüzde, hikâye türünde direnen az sayıdaki ustalardan biri olan Buyrukçu'nun günlükleri de hikâyeleri kadar ilgi yaratmış, dahası edebiyatçıların kitaplar üzerindeki donuk fotoğrafların ötesinde insan kimlikleriyle tanınmasına yardımcı olmuştur. Buyrukçu'nun günlüklerinde, şairler, hikayeciler, romancılar, çevirmenler, eleştirmenler, ressamlar, sinemacılar, gazetecilerden oluşan o görkemli Babıâli ailesinin bireyleri, önemlerine göre, yazara olan yakınlıklarına göre boy gösterirler. Günlükler genellikle, günlük sahibinin kişisel dünyasına ayna tutar; ama Buyrukçu'nun günlüğü bunun tam tersini gerçekleştirerek, bu alana bir yenilik getirmiştir. Buyrukçu yanında adeta bir kamerayla dolaşır: Caddeler, sokaklar, değişen İstanbul, meyhaneler, yayınevleri, dergi yazıhaneleri, günün konuşulan konuları, iklim koşulları, kitaplar, dergiler, ödüller, gazeteler, ölenler kalanlar, kısacası, edebiyatla, kültürle, basınla ilgili herkes ve her şey, üstadın günlüklerinde yer alır. Olaylar, gelişmeler, durumlar, konuşmalar, hikâye tadında anlatıldığı için keyifle ve ilgiyle okunur...
Hikâyeden sonra Buyrukçu'nun büyük bir sabırla ve tükenmez bir istekle sürdürdüğü günlüklerinin tümünü iki cilt halinde Kültür Bakanlığı yayımladı. Değişik yayınevlerinde, dağınık halde bulunan günlükler böylece —Kültür Bakanlığı'nın şanına yaraşır biçimde— derlenip bir araya getirilmiş oldu.
Gazeteciler Cemiyeti Lokali'nde, güneş Marmara'nın kirli ve durgun sularına gömülüp de ortalığa akşam serinliği çökünce, (elâlemin tersine) kadehteki son rakı damlalarını yudumlayarak kendini yola vuruyor Buyrukçu. Eskiden olsa, Nuruosmaniye, Kapalıçarşı, Sahaflar üzerinden Vezneciler'e ulaşır, orada Taşlıtarla, pardon, Gaziosmanpaşa'ya sefer eyleyen mavi minibüslerden birine atardı kapağı...
Ama şimdilerde gönül indirmiyor minibüs, otobüs gibi 'kitle' ulaşım araçlarına... İtilip kakılmalar, ter kokuları, kavga gürültü, yarım yüzyılı aşkın bir süredir katlandığı rezalet sahnelerini artık çekemiyor Buyrukçu...
Cemiyet binasının çaprazına düşen köşeden bir taksiye biniyor; karşıya geçecek olan arkadaşlarını Eminönü'ndeki iskelelere bırakıyor ve Gaziosmanpaşa Güllü Sokak'taki daktilosunun başına dönüyor...
Tabii Gaziosmanpaşa, onun gençlik yıllarını törpüleyen yolsuz, susuz, elektriksiz Taşlıtarla değil. Yolları betondan, kaldırımları ışıklı vitrinlerle dolu; kuyumcular, şarküteriler, birahaneler, bilardo salonları, barlar, pavyonlar, ünlü giyim firmalarının şubeleri gırla gidiyor...
Dünün işsiz kalabalıkları, altlarındaki yabancı marka arabaları görmemişliğin kural tanımazlığıyla sürüp geçiyorlar. Açlıktan soluğu kokanlar, dolar mark üzerinden alışveriş yapıyorlar artık...
Dışarıdaki tüketici dünyanın inadına, Buyrukçu mütevazı masasının başında, emektar Erica daktilosunun başına geçerek; insanlara umudu ve sevgiyi aşılayan hikâyeler yazmaya devam ediyor...
Ha, bilgisayara da geçmedi o hâlâ; daktiloya takılı ak kâğıda kara harfler düşürüyor ve kargacık burgacık el yazısıyla düzeltmeler yapıyor üzerinde...
Varlık Dergisi Eylül 1999 sayı 1104'de yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder