VII
Otelin kapısından çıkar çıkmaz, Peygamber'in gözleri karardı, düşmemek için duvara yaslanıp öylece dikildi bir süre. Ama, hem düşündüğünü bir kez daha saniyesinde uygulamaya koymuş olmanın, hem de yaşamının en büyük eyleminin eşiğinde bulunmanın bilinci, havanın olağandışı soğuğuyla birleşerek, acılığı ölçüsünde keskin bir ilaç gibi, beklenmedik bir güçle doldurdu benliğini. Lenin kasketini alnının üstüne biraz daha indirdi, yağmurluğunun yakasını kaldırdı, bir eli cebinde, bir eli Samsonit'inin kayışında, kararlı adımlarla caddeye doğru yürüdü. Cadde başka zamanlara göre nerdeyse ıssızdı: arada bir, adam boyu kirli sular kaldırarak, bir araba geçiyordu; kaldırımlarda insanlar, karlar üzerinde, duvarlara tutunarak ya da bastonlara dayanarak güçlükle yürüyorlardı. Peygamber, beklenmedik bir güçle, hiçbir şeye tutunmadan, hızlı adımlarla ilerledi. Yanlarından geçtiği atkılı, eldivenli, kalın paltolu insanlara horgörüyle baktı, "Kenterler!" dedi dişlerinin arasından. Bu ayakta durmakta zorluk çeken yaratıklardan bir an önce uzaklaşmak, karısına, torununa, şiirine, kavgasına yakışan yerlerde olmak istedi. Tam bir taksi çevirmek üzereyken, şu son günlerde kenterler gibi taksiden inmediğini, devrim parasını hep şoförlere verdiğini anımsadı. "Kavgaya da taksiyle mi gideceğiz?" diye söylendi. "Hayır, kavgamız halkın kavgası, halk hangi araçlara biniyorsa, biz de o araçlara bineceğiz." Gözlerini yola dikti bir süre, "Tuhaf şey! ne tramvay geçtiği var, ne otobüs," diye mırıldandı, gene yürümeye başladı. Ortalıkta tek tramvay görünmemesi Taksim'de de şaşırttı onu, ama art arda dizilmiş otobüsler içini rahatlattı. Durağa gitti. Önüne ilk gelen otobüsün üzerinde Eminönü yazısını okudu, "Tamam, oldu," dedi kendi kendine: Eminönü, yanında halkı, karşısında kenterleri bulacağı bir yerdi: hiç duralamadan bindi otobüse, burnuna vuran ağır ve ekşi kokuya aldırmadan, basamağı çıkıp arkaya doğru ilerlemeye çalıştı. Yanlamasına yerleştirilmiş koltuklardan birinde oturan kasketli bir delikanlı kolundan çekti, "Buyur, otur, dayı," diyerek yerinden kalktı. Peygamber yaşamında böyle bir olayla ilk kez karşılaşıyormuş gibi, şaşkın şaşkın süzdü delikanlıyı, sapsarı yüzü, incecik boynu, sönmüş gözleriyle kendisinden daha yorgun, daha güçsüz, hatta daha yaşlıymış gibi bir duyguya kapıldı, "Oturun, siz oturun!" dedi, ama delikanlı yanıt bile vermeden yürüyüp gidince, ister istemez oturdu. Kapıda burnunu sızlatan koku daha da yoğunlaştı; şimdi, oturduktan sonra, yalnızca bir koku olarak soluğunu kesmekle kalmıyor, yapışkan bir nesne gibi yanaklarına, burnuna, çenesine sıvandıktan sonra, boynundan aşağılara doğru sızarak bedeninin her yanına sıvanıyor, ılıklığı ve kayganlığıyla midesini bulandırıyordu. Kulak verse, sesini de duyardı belki. Gözlerini yumup dinledi: yıllanıp kat kat katlanmış, sonra otobüsün ıslak ve sıcak havasında erimeye başlamış bir ter kokusu olmalıydı. Ne olursa olsun, devrim öncesinin büyük çelişkileri içinde bile, dünyanın en üstün yaratığı olduğu söylenen insanın böylesine iğrenç bir şeyin kaynağı olması korkunçtu. İçgüdüyle geriye, pencereye doğru çevirdi başını, gözkapaklarını araladı, korkunç kokunun kirli bir su biçiminde, yukarıdan aşağıya doğru yol yol indiğini gördü, umutsuzca içini çekerek gene önüne döndü. Şimdi otobüs daha da dolmuştu. Ne kadar toplanırsa toplansın, ayaklarını ne kadar geriye çekerse çeksin, ilerlemeye ya da yerleşmeye çalışan insanlar, Nazım'ın incecik mokasenlerini çamurlu pabuçlarıyla çiğnemenin bir yolunu buluyorlardı. Bile bile yapıyorlardı sanki. "Ne tuhaf insanlar bunlar!" diye düşündü. Kimileri palto, kimileri ceket, kimileri mont giymişti, ama, önceden sözleşmişçesine, hiçbiri önünü iliklememişti. Bu nedenle, giysilerinin uçları sürekli yüzüne sürtünüyor, soluğunu kesen korkunç kokuyu büsbütün yoğunlaştırıyordu. Biraz daha toplanmaya çalıştı, başını önüne eğdi, yüzüne sürtünen bu giysileri elinin tersiyle itti, ama bu insanlar bu kirli giysileri durmamacasına yüzüne sürtmekle görevlendirilmiş gibiydiler, ne yapsa boşunaydı. En sonunda, direnmeyi bıraktı, silahlı devrimle kurtarmaya hazırlandığı bu insanları incelemeye girişti. Ütüsüz, kirli, çamurlu pantolonlarının fermuarları özel olarak böyle üretilmiş gibi hep açıktaydı, çokları da yarı yarıya kapanmıştı ancak, aralarından kirli donlar görünüyordu. "Ne tuhaf insanlar bunlar!" diye düşündü, gözlerini yukarıya doğru kaldırdı. Ufak tefek, eğri büğrü, kavruk bedenler, incecik boyunlar üzerinde, sakalları, bıyıkları uzamış, soluk, donuk, çarpık, hasta yüzler gördü, iliklerine dek ürperdi: kokuyu, kiri, çirkinliği ve düşkünlüğü tek bir görüntüde birleştiren maskeler geçirmişlerdi sanki insanların üzerine. Onlar da, maskelerin altında, büyük bir yıkımdan, örneğin bir zelzeleden çıkmış gibi bir izlenim uyandırıyorlardı. Ne olursa olsun, yalnızca birer maske değillerse, kötü bir oyuna getirilmişlerdi. Peygamber, göğsüne bir sancı saplanmış gibi dişlerini sıktı. "Alçaklar, utanmaz herifler! bir de bu ülkeyi yönettiklerini, hatta kurtardıklarını söylüyorlar! Alçaklar, aşağılık yalancılar!" diye söylendi. Bu düşkün insan görüntülerine daha fazla bakamadı, gözlerini yumdu. Ayaklarına bastılar, dizlerine, başına, omzuna çarptılar, gene de gözlerini açmamakta direndi, burnu avcunun içinde, öylece durdu. Sonra deviniler çoğaldı, bacaklarından yukarı buz gibi bir soğuk vurdu, birinin "Geldik, beybaba: son durak!" diye bağırdığını duydu, ister istemez açtı gözlerini. Otobüsün şoförünün birkaç adım öteden alaylı alaylı kendisine baktığını gördü. Onunla konuşrnak zorunda kalmamak için hemen toparlanıp indi. Ama inince neye uğradığını bilemedi: karları kamçı gibi insanın yüzüne çarpan, buz gibi soğuk bir yelin Lenin kasketini uçurmasına ramak kalması bir yana, yaşamında ilk kez gördüğü bir yerdeydi: "Ne oluyor? Düş mü görüyorum?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder