İngiliz şair Philip Larkin sadece bir bardak suyla yeni bir din kurduğunu hayal ediyor. (Su: sadelikle saflığın bir imgesi; sudan güneş ışığının geçmesi: doğrunun açıklığının bir resmi.) Bana kalırsa bir fincan Türk kahvesiyle başlanmalı. (İyi bir garson "Kahvenizi nasıl istersiniz?" diye sorarsa, "Sade tabii ki," derim, "Tıpkı hakikat gibi".) Yanına o bir bardak suyu yerleştiririm.
Kahvenin ve suyun böyle beraber yan yana sunulması bana bir ayinin özü gibi görünüyor: sert, kesin, ciddi, hatta dogmatik bir düzen.
Tıpkı çok kutsal ayinlerdeki gibi, bu birliğin içinde en medenileşmiş niteliklerin kavgaya tutuştuğu en ilkel şeylerin izleri keşfedilir. Karanlık çamurlu kahvenin içinde özlü bir nitelik var. Ne sıvı, ne katı bu madde bize toprağı, çok yağmurlu bir sabahtan sonraki ağır ve nemli verimli toprağı hatırlatıyor.
***
Bu yoğun ve yapışkan, ne sıvı ne katı olan madde, her sıradan lokantada özsüz, tatsız ve sulu sunulan Amerikan kahvesiyle karşılaştırılmalı. Türk kahvesinin değerli bir malzemeymişçesine küçücük porselen bir fincanda sunulması, onun, özlü ve nihai kalitesinin yoğunluk olduğuna işaret ediyor. Amerikan kahvesi ise seramikten kocaman ve sonsuza kadar doldurulabilecek bir bardakta içiliyor; onu tanımlayan nitelik genleşme ya da genliktir.
(Amerikan kahvesi sınırsız bir miktar olarak anlaşılıyor, ama bu miktar bir 'hiç' miktarıdır. Ülkelerin çoğunda Türkiye'deki gibi, "bir kahve" tek ve ayrı bir şeydir, bir adettir; bir kahve daha istediğinizde parasını ödemeye mecbur kalırsınız. Pek çok Amerikan lokantasındaysa, "bir kahve" değil, "kahve" ısmarlarsınız, demek ki kahvenin sonsuz bir miktarının hakkına sahip oluyorsunuz. Hatta bazen yemek listesinde "dipsiz bir fincan kahve", ("bottomless cup") yazılır... Tıpkı Türk meyhanelerindeki "sınırsız içki" menüsü gibi...
Türk kahvesinin hazırlanma yöntemi de bunu doğruluyor. Bu maddenin çok değerli olduğu; köpüğünün bir kere değil, iki kere kabartılmasından belli oluyor. Herhangi bir maddeden çekilip çıkarılmak zorunda olan değerli bir şey olduğunu kanıtlıyor. Türk kahvesinin, takdir edilen bir şey,çok yüksek değeri bir yoğunlaşmadan, bir derişimden, bir tasfiyeden ortaya çıkar (kahve köpüğünü rafine etme sürecinin görünebilir işaretidir.). Bunları Türk kahvesinin "Amerikan kahvesi"nden daha iyi olduğunu göstermek için değil, Türk kahvesinin kutsal tarafına değinebilmek için söylüyorum.
Homeros'un tanrıları "nektar" içer. Acaba Türk kahvesi Türk Toprak Tanrılarının nektarı olabilir mi? Her içtiğimiz bir fincan kahve bu gizemli Toprak Tanrılarına verdiğimiz küçük bir kurbandır. Bunu içmek bir şeyle kavgaya tutuşmak demektir; içerken, dudaklarımızın yandığını hissedip, dilimize telve parçacıklarının dokunduğunu fark ediyoruz. Sanki içtiğimiz şey, toprağın özünün ta kendisidir...
Her kurban tanrılara verilen bir hediyedir; bizim kahve içtikten sonra fincanın dibine bıraktığımız telve de, en eski ve özlü Yunan trajedi yazarı Aeschylus'un oyunlarındaki simsiyah "Erinyes"lere, (Erinyes: "Öfkeliler") yani, kana susamış, intikam arayan yeryüzünün Toprak Tanrılarına verdiğimiz bedeldir.
Ama, ağzımızda toprağa benzeyen tadıyla Türk kahvesi içerken, Toprakaltı Tanrılarının karnı memnuniyetle homurdanırken, henüz tatmin olmamış başka aç ya da daha doğrusu susamış tanrılar bizi bekliyor.
Bu başka tanrılara sunduğumuz ise bir bardak su... Bu tanrılar Hava ve Su Tanrılarıdır çünkü... Bu kara ve ağır ve yoğun toprakla başlayan törensi havanın hafifliği suyun berraklığıyla bitiyor. (Aeschylus'un Oresteia adlı trilogyasının sonunda onlara önce karşı olan "Öfkeliler", yüksek Olimpos Dağı'nda yaşayan genç tanrılarla iyi geçinmeye karar veriyor. İki taraf da dünyada tayin edilen yerlerini buluyor.) Bir ikili gaz ("binary gas") gibi bu törenin etkili olması için, iki unsuru olması şart; ikisinden biri eksilirse, ritüelin gücü kayboluverir.
Yalnızca tek bir elemanın olmamasının anlamını sakın küçümsemeyin. Siz sık sık Türk kahvesi içen talihliler, ne dediğimi bilirsiniz: iki eleman arasında bir tür diyalogun olduğunu hissedersiniz; suyun kahveyle mi, kahvenin suyla mı sohbet ettiğini, birbirlerine ne söylediklerini bile sezersiniz.
Bu kahve sadece kahve değildir; bu kahve kahvedir, çünkü yanındaki su, kahve değildir. Bu su, sadece su değildir; bu su sudur, çünkü yanındaki kahve, su değildir. Yani, yanındaki su olduğu için, bu kahve, "su olmayan" olmuştur; yanındaki kahve olduğu için, bu su "kahve olmayan" olmuştur.
Ayinin gücü şöyle anlaşılabilir: ne kahvenin içinde, ne suyun içinde ama ikisinin arasında bulunur; gözümüz, ağzımız gibi birinden öbürüne ve öbüründen birine gezer. Yani Türk kahvesinin bir biçimi var, bir de ritmi.
Ama son zamanlarda şöyle bir durumla karşılaşılıyor: Susuz bir Türk kahvesi! Garson yanında su getirmeden size Türk kahvesi sunuyor. Ne biçim bir Türk kahvesi bu?! Hayret bir şey, değil mi?Önünüzde duruyor kahveniz: yalnız, çıplak, savunmasız, terk edilmiş. Türkiye değişiyor, eski usuller unutuluyor, ulvi tanrıları bırakıp, onların yerine sahte putlara tapıyoruz. Bu sahte tanrılar yabancı, tuhaf isimli yaratıklardır:
"Red Bull","Fanta" ve "Coca-Cola."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder