Görme Biçimleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Görme Biçimleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2015 Pazartesi

Uzlaşma, İsyan ve Şiddet / Arno Gruen


İnsanın kendi iç yaşamını hiçe sayarak kurumsallaşmış değerlere ve biçimlere uzlaşması, gündelik şiddetin tükenmez kaynağıdır  Başarı, denetim ve hâkimiyet olarak tanımlandıkça ve yine kendilik değerini başarı tanımladıkça toplumsal ya­pının bütün farkları oldukça anlamsızlaşır: Kendilik her ha­lükârda güdük kalır. Politik ideolojilerdeki bir değişme, ne kendiliğin sakatlanmasında, ne de buradan doğan şiddette bir şeyi değiştirir.
Karl Marx, üretim araçlarının el değiştirmesiyle insanın özgürleşeceğine ve yenileneceğine inanıyordu. Marx, Fried­rich Engels’le birlikte kapitalizmin hırsı ve mülkiyeti besle­yen yapısını mükemmel ayrıntılar üzerinden çözümledi. An­cak güçsüzlüğün insanın aşması gereken bir zayıflık oldu­ğundan yola çıktı ve şeylerin ele geçirilmesini -doğa da da­hil olmak üzere— insanın en üstün amacı ilan etti. Ancak böylece, güce yönelik kendilik ideolojisinin yanı sıra, müca­dele etmek istediği toplumsal hastalığı da ölümsüzleştirdi, ik­tidar savaşlarına yeni bir yön verdi, ama nedenlerini değiştir­medi. Daha da kötüsü: insanın olanaklarını -ahlak da dahil olmak üzere- sadece ekonomik bakış açısıyla ele alarak ve başka bir şeye izin vermeyerek iktidar arayışının gerçek kö­kenlerinin görülmesinin yolunu tıkadı.
Ama çaresizlik, iktidarı ele geçirerek ve hükmederek or­tadan kaldırılamaz. Bu yolda giden her kuram, birey olarak insana ve gelişimine şiddet uygular. Gerçi sol görüşlü toplum kuramı, insanı tarihsel süreci içinde açıklama iddiasındadır. Ama bunu, iktidarı sadece iktidar açısından çözümleyerek bireyi gözden çıkarma pahasına yapar. Bu bir yinelemecilik gibi gelebilir, ama bu kuranı, insanın sadece ekonomik güç­lerin iktidarı tarafından belirlendiğine inandığı için belirleyi­ci nokta da buradadır. Rus sosyalizminin eski önde gelen ku­ramcılarından ve propagandacılarından Georg Plechanow, ta­rihsel süreçler üzerine yaptığı araştırmada bireyin rolünü ta­nımladığına inanır, ama aslında bireyin tarihin devamında oynadığı rolü inkâr eder: “insan doğası bugün artık tarihsel ilerlemenin tek ve en kapsayıcı nedeni olarak görülemez: in­san doğası değişmezse tarihin değişimlerle dolu akışını açıklayamaz; ama kendini dönüştürebilir. Bu durumda da bunu sağlayan tarihsel ilerlemenin kendisidir.”
Ama insanın iç dünyasının tarihsel gelişim açısından öne­mini inkâr eden sadece Marksist kuram değildir. Russell Jacoby, iyice yaygınlaşan bellek kaybına insanın iç yaşamında­ki önemi açısından işaret etmiştir. Marksistler en azından tarihsel çözümleme için çaba gösterirken, diğer kuramcıların çoğu insanı tarihsel gelişimi açısından kavramakta bile bir anlam bulamamıştır. Louis Althusser gibi bir Marksist bile ta­rihin araştırılmasının sadece bilimsel olarak değil, politik ola­rak da yararsız olduğunu açıklamıştır. İngiliz sosyalist Ed­ward P. Thompson bu konuda, Althusser’in tarihi reddetme­sinin onu deneyime yaklaşmakta yetersiz kıldığını ifade et­miştir. Ancak insan her zaman tarihsel olan deneyime da­yanamazsa kuramı dayanak noktalarını yitirir.
İktidar ideolojisinin geçerli olduğu yerde kendilik, kendi iç çekirdeğinden ve bununla birlikte de bu ideolojinin ken­dine özgü renginden ve üretim araçlarının buna uygun ör­gütlenmesinden tamamen bağımsız olarak tarihsel deneyi­min köklerinden kopar. Bunun sonucunda ortaya çıkan yı­kıcılık, ifadesini ya uzlaşmacılıkta ya da isyanda bulacaktır.
Görsel:Francis Bacon

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Var Olmanın Gücü / Eckhart Tolle

İNSAN ZİHNİNE SAHİP BİR ÖRDEK
Şimdi’nin Gücü adlı kitabımda, iki ördek kavga ettiğinde – ki hiç uzun sürmez – bir süre sonra ayrıldıklarını ve farklı yönlere doğru uçtuklarını belirtmiştim. Sonra her iki ördek de kanatlarını birkaç kez güçlü bir şekilde çırparlar ve böylece kavga sırasında topladıkları enerjiyi atarlar. Kanatlarını çırptıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi huzurlu bir şekilde süzülürler.
Eğer ördekler insan zihnine sahip olsalardı, kavgayı düşüncelerinde canlı tutar, hikâyeler kurarlardı. Bir ör­değin hikâyesi muhtemelen şöyle olurdu: "Az önce yap­tığı şeye inanamıyorum. On santim yanıma yaklaştı. Sanki gölün sahibi oymuş gibi davranıyor. Özel alanıma hiç saygısı yok. Ona bir daha asla güvenmeyeceğim. Bir daha sefere beni kızdırmak için başka bir şey yapacak. Şimdiden komplo planlamaya başladığından eminim. Ama buna daha fazla izin vermeyeceğim. Bir daha sefe­re ona unutamayacağı bir ders vereceğim." Böylelikle, zihin bir sürü hikâyeler kurup durur ve aradan günler, aylar ve hatta yıllar geçmesine rağmen, öfke ilk günkü gibi devam eder. Vücuda gelince; düşüncelerde kavga hâlâ devam ettiği ve vücut da gerçekle düşünceler ara­sındaki farkı bilemediği için, bütün düşüncelerin yarat­tığı bütün duygulara karşılık enerji üreterek tepki verir ve bu da daha fazla düşünceye yol açar. Bu, egonun duygusal düşünce süreci haline gelir. Bir insan zihni ol­saydı, ördeğin hayatının ne kadar karmaşık bir hal ala­bileceğini görüyor musunuz? Ama ne yazık ki çoğu in­san sürekli bu şekilde yaşıyor. Hiçbir durum ya da olay gerçekten bitmiyor. Zihin ve zihin ürünü "ben ve hikâ­yem" sürekli devam ediyor.
Bizler, yolunu kaybetmiş bir canlı türüyüz. Her do­ğal şeyin, her çiçeğin ya da ağacın ve her hayvanın, bi­ze öğretecek önemli dersleri var. Tek yapmamız gereken, durup bakmak ve dinlemek. Ördeğin bize verdiği ders şudur: Kanatlarını çırp - yani "hikâyeyi bırak" - ve tek güç yerine geri dön: Şimdiye!

GEÇMİŞİ BERABERİNDE TAŞIMAK
İnsan zihninin geçmişi bırakmak konusundaki becerik­sizliği ya da isteksizliği, Tanzan ve Ekido adında, şiddet­li yağmurlardan sonra oldukça çamurlu bir hale gelmiş olan toprak kır yolunda yürüyen iki Zen rahibinin hikâ­yesinde güzel bir şekilde örneklenmektedir. Bir köyün yakınından geçerlerken, yolun karşı tarafına geçmeye çalışan genç bir kadın görürler. Çamur çok derin olduğu için, kadın üzerindeki ipek kimonoyu berbat etmeden karşı tarafa geçemeyecektir. Tanzan hiç tereddüt etme­den kadını kucağına alıp yolun karşı tarafına geçirir.
Sonrasında rahipler sessizce yollarına devam eder­ler. Beş saat sonra, yaşadıkları tapınağa yaklaşırlar­ken, Ekido daha fazla kendini tutamayarak Tanzan'a döner. "Neden kızı yolun karşı tarafına geçirdin?" diye sorar. "Biz rahiplerin bu tür şeyler yapmaması gerekir."
"Ben kızı saatler önce bırakmıştım," der Tanzan. "Sen hâlâ taşıyor musun?"
Şimdi birinin sürekli Ekido gibi hoşuna gitmeyen olay veya durumları zihninde taşıyarak ve düşünce üstüne düşünce biriktirerek yaşadığını düşünürseniz, ge­zegendeki insanların çoğunun nasıl yaşadığıyla ilgili bir fikir edinmiş olursunuz. Zihinlerinde taşıdıkları yükün ağırlığına bakar mısınız?
Geçmiş, anılar olarak içinizde yaşar ama anıların kendileri sorun değildir. Aslını söylemek gerekirse, geç­mişten ve geçmiş hatalarımızdan ancak anılarımızı ha­tırlayarak ders alabiliriz. Ancak anılar, yani geçmişle il­gili düşünceler sizi tamamen ele geçirdikleri ve benlik duygunuzun bir parçası haline geldikleri zaman bir so­run, bir yük oluştururlar. Bu olduğunda, geçmişle şart­lanmış olan kişiliğiniz, hapishaneniz haline gelir. Anıla­rınızda bir benlik duygusu vardır ve hikâyeniz kendini­zi algılama biçiminiz haline gelir. Bu "küçük ben" aslın­da zamana ve biçime bağlı olmayan varlığınız olarak gerçek kimliğinizi gölgeler.
Geçmişinizde sadece zihinsel değil, aynı zamanda duygusal anılar da vardır; eski duygular, sürekli olarak yeniden yaşanır. Hoşnutsuzluğunu beş saat boyunca düşünceleriyle besleyerek taşıyan rahip gibi, çoğu insan büyük miktarda fazladan bagaj taşırlar. Kendilerini kırgınlıklar, pişmanlıklar, düşmanlıklar ve suçluluk duygusuyla sınırlarlar. Duygusal düşünce sistemleri, benliklerinin bir parçası haline gelir ve böylece, kimlik­lerini güçlendirmek için eski duygulara tutunmayı öğ­renirler insan eski duyguları sürdürme eğiliminde olduğun­dan, neredeyse herkes, eski duygusal açılarıyla kendi etrafında bir enerji alanı örer ki ben buna "acı beden diyorum.
Öte yandan, zaten sahip olduğumuz acı bedeni daha da büyütmekten vazgeçebiliriz. Kanatlarımızı çırpar - mecazi anlamda elbette - ve zihinsel olarak geçmişte yaşamaktan vazgeçerek, eski duyguları biriktirmekten ve beraberimizde sürüklemekten kendimizi kurtarabiliriz. Olayları veya durumları zihnimizde canlı tutmamayı, zihinsel film yönetmenliğini sürdürmek yerine dikkatimizi şu ana çevirmeyi öğrenebiliriz. O zaman düşüncelerimiz ve duygularımız yerine, Varlığımız kimliğimiz haline gelir.
         Geçmişte, sizi şimdide yaşamaktan alıkoyabilecek hiçbir şey olmadı; eğer geçmişin sizi şimdide yaşamaktan alıkoyacak gücü yoksa, başka ne gücü olabilir ki?

24 Nisan 2013 Çarşamba

George Bernard Shaw / Osho



Gerçekten, yönetme arzusu karmaşadan kaynaklanır; insanlığın lideri olma arzusu kafanın karışık olmasından kaynaklanır. Başkalarını idare etmeye başladığında kendi keşmekeşini unutursun - bu bir çeşit kaçış, bir hiledir. Sen hastasın, ama eğer birisi hastaysa ve sen o insanın tedavisiyle meşgul olursan, kendi hastalığını unutursun.
George Bernard Shaw doktorunu arar ve “Çok kötüyüm, kalbimin yenik düşeceğini hissediyorum. Hemen gel!” der.
Doktor koşarak gelir. Ter içinde üç kat merdiven tırmanmak zorunda kalır, içeri girer ve hiçbir şey söylemeden bir koltuğa yığılır ve gözlerini kapatır. Bernard Shaw yatağından fırlar ve “Ne oldu?” diye sorar.
“Hiçbir şey söyleme. Galiba ölüyorum. Kalp krizi” der doktor.
Bernard Shaw ona yardım etmeye başlar; bir fincan çay, bir aspirin getirir; elinden geleni yapar. Doktor yarım saat içinde kendine gelir. “Şimdi gitmem lazım, bana ücretimi ver” der.
“Bu gerçekten inanılmaz. Senin bana para vermen lazım! Yarım saattir senin için koşuşturuyorum ve sen benim neyim olduğunu bile sormadın” der Shaw.
“Seni iyileştirdim. Bu bir tedavidir ve sen bana para ödemek zorundasın” der doktor.
Başka birisinin hastalığıyla meşgul olduğunda kendi hasta­lığını unutursun; bu yüzden bir sürü lider, bir sürü guru, bir sürü efendi var. Sana bir meşguliyet sağlıyor. Başka insanlarla meşgul oluyorsan, insanlara hizmet ediyorsan, başkalarına yardım eden bir sosyal hizmet görevlisiysen kendi karmaşanı, kendi telaşını unutacaksın - çok meşgulsün.
Psikiyatrlar asla delirmez - buna karşı bağışık oldukların­dan değil, başka insanların deliliğini tedavi etmekle o kadar meşguldürler ki kendileri de delirebileceklerini tamamen unuturlar.
Sayısız sosyal hizmet görevlisi, lider, politikacı ve guru tanıdım; sırf başkalarıyla ilgilendikleri için sağlıklı kalıyorlar.
Fakat başkalarını yönettiğinde, başkalarına hükmettiğinde, kendi karışıklığın yüzünden onların hayatında da karmaşa yaratacaksın. Bu senin için bir tedavi olabilir, senin için iyi bir kaçış olabilir, ama hastalığın yayılmasına neden olur.
Görsel:Gilbert Garcin

19 Mart 2013 Salı

Osho / Coşku


“Şunu okuyordum:

İhtiyar Ted nehrin kıyısında oltasına tek bir balık vurmadan saatlerdir oturmaktaydı. Şişelerce bira ve sıcak güneşin karışımı uykuya dalmasına neden olmuştu ve güçlü bir balık oltaya takılıp misinaya kuvvetle vurduğunda tamamıyla hazırlıksızdı. Tamamen dengesiz bir şekilde yakalanmıştı ve toparlanamadan kendisini nehirde buluverdi.

Küçük bir çocuk tüm olan biteni büyük bir ilgiyle izlemekteydi. Adam sudan çıkmaya uğraşırken babasına dönüp sordu, "Baba bu adam mı balığı tutuyor yoksa balık mı adamı yakalıyor?"

İnsan tamamen tepetaklak olmuştur. Balık seni tutuyor ve çekiyor; sen balığı tutmuyorsun. Nerede parayı görürsen, artık kendin değilsin. Nerede gücü, prestiji görürsen, artık kendin değilsin. Nerede saygınlığı görürsen, artık kendin değilsin. Aniden her şeyi unutuyorsun. Hayatının özünde taşıdığı değerleri; mutluluğunu, coşkunu, sevincini unutuyorsun. Her zaman dışarıdan bir şeyi seçiyorsun ve içinden bir şeyle onun pazarlığını yapıyorsun. Dıştakini elde edip içtekini kaybediyorsun.

Fakat, ne yapacaksın? Tüm dünyayı ayaklarının altına almış ve kendini kaybetmişsen, dünyanın tüm zenginliklerini fethetmiş ve kendi içsel hazineni kaybetmişsen, zenginliklerinle ne yapacaksın?

Perişanlık budur.”
……

Şayet bir dansçı olacak idiysen, hayat bu kapıdan gelir çünkü hayat şimdiye kadar bir dansçı olmuş olman gerekir diye düşünür. Bu kapıyı çalar ama sen orada değilsin; sen bir bankacısın. Hayatın senin bir bankacı olacağını bilmesi nasıl beklenir? Hayat sana doğanın senin olmanı istediği yoldan gelir; o sadece bu adresi bilir ama sen asla orada bulunmadın, sen başka bir yerdesin, başka birisinin maskesi altında, başka birisinin kıyafetlerine bürünmüş olarak, başka birisinin adı altında gizleniyorsun. Varoluş seni aramaya devam edip duruyor. O senin adını biliyor ama sen bu ismi unutmuş durumdasın. O senin adresini biliyor ama sen bu adreste hiç yaşamadın. Dünyanın aklını çelmesine izin verdin.

"Dün gece rüyamda bir çocuktum," diyordu Joe, Al'a, "ve Disneyland'daki her şey için geçerli olan serbest geçiş kartım vardı. Oğlum öyle güzel vakit geçirdim ki! Hangisine bineceğimi seçmek zorunda değildim; ben de hepsine bindim."

"Bu ilgi çekici," dedi arkadaşı. "Ben de çok canlı bir rüya gördüm dün gece. Rüyamda güzel bir sarışın kapımı çaldı ve arzusuyla beni baştan çıkardı. Sonra tam başlamak üzereydik ki, başka bir ziyaretçi, muhteşem bir vücuda sahip çok çekici bir kumral içeri girdi ve o da beni istedi!"

"Vay be," diye araya girdi Joe. "Oğlum, orada olmak isterdim! Niçin beni çağırmadın?"

"Çağırdım," diye yanıtladı Al. "Ve annen senin Disneyland' da olduğunu söyledi."

19 Şubat 2013 Salı

Osho / Öfke, Sorumluluk, Kendin Üstüne


Herkes kendi varlığından ve davranışlarından sorumludur, tamamıyla sorumlu. Sorumlu olmaktan başlangıçta çok canın sıkılacak çünkü sen her zaman mutlu olmak istiyor olduğunu düşünmüştün; o halde nasıl olur da kendi mutsuzluğundan sorumlu olabilirsin? Her zaman mutluluktan uçmayı arzuluyorsun, nasıl olur da kendi kendine kızabiliyorsun? Ve bu yüzden sorumluluğu başkalarının üzerine atıyorsun.
Eğer sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edecek olursan şunu unutma ki bir köle olarak kalacaksın çünkü hiç kimse başka birisini değiştiremez. Başka birini nasıl değiştirebilirsin? Hiç birisi başka birini değiştirmiş midir? Dünyadaki en az yerine gelmiş dileklerden birisi başka birisinin değişmesini istemektir. Bunu hiç kimse bugüne kadar yapamadı, bu imkansızdır çünkü başka bir insan da kendinden menkul bir varoluş sürer; onu değiştirmezsin. Sorumluluğu başkalarının üzerine atmaya devam edersin ama diğerini değiştiremezsin. Ve sorumluluğu başkalarına attığın için de temel sorumluluğun sana ait olduğunu hiç göremezsin. Temel değişiklik kendi içinde gereklidir.
Tuzağa şu şekilde düşersin: Şayet tüm eylemlerinden, tüm ruh hallerinden sorumlu olduğunu düşünmeye başlarsan başlangıçta depresyona gireceksin. Ama bu depresyonun içinden geçebilirsen hemen sonra ışığı hissedeceksin çünkü artık başkalarından özgürleştin. Artık kendi kendine çalışabilirsin. Özgür olabilirsin, mutlu olabilirsin. Bütün dünya özgür ve mutlu olmasa bile farketmez. Ve ilk özgürlük başkalarına sorumluluğu atmayı bırakmaktır ve ilk özgürlük sorumlu olduğunu bilmektir. O zaman pek çok şey birden mümkün hale gelir.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Onaylanmamaya Karşı Hayatta Kalma Stratejileri / Arno Gruen

 Korku korunmuşluk duygusuna dönüşürse

Eğer bir çocuk aslında kendisini koruması gereken bir ye­tişkin tarafından ruhsal ve/veya bedensel olarak ezilir, sı­ğınacak başka kimse de bulamazsa sınırsız bir korkuya ka­pılır. Çocuk bu muazzam ve felç edici korkudan kurtul­mak için ya ölmek ister -bazı çocuklar bunu yapar da (Gruen, 1993), ya bir psikoz geliştirir (Gruen ve Prekop, 1986) ya da olağandışı bir hayatta kalma stratejisi izler. Ço­cuk bu korkudan ve buna bağlı olan acıdan uzaklaşabil­mek için kendisini ezeni, tacizcisini idealleştirmeye ve öz­deşleşme nesnesi haline getirmeye başlar.
Bu süreci, annesi ne yapacağı kestirilemeyen bir kadın olan hastamın anlattıklarında canlandırabiliriz. Bir kere­sinde elindeki bıçağı kızına fırlattığı bile olmuş. Hastam bir seansta bu olaydan ve benzeri durumlardan söz ettik­ten sonra bir dahaki seansta şunları söyledi: "Son seanstan çıktıktan sonra anneme müthiş bir özlem duydum. Ama aynı zamanda da kendimi bir boşluğun içinde hissettim. Omuzlarım kasılmıştı. Aniden içimden annemi çağırdım. Sanki canlı olan her şeyi benden kopartan kara bir enerji alanı içindeydim. Bu annemle ilişkili bir şeydi. Ama aynı zamanda da onun yanında olsam başıma hiçbir şey gelme­yeceği duygusunu hissediyordum. İçimden ona seslendik­ten sonra kendimi tekrar o kara boşluğun içinde hissettim ve bu bana bir parça korunmuşluk duygusu verdi."
Hastam o ağır dehşetin korunmuşluğa döndüğü anı tekrar yaşamış. Çaresizlik ve terk edilme duygusu katla­nılmaz hale geldiğinde, bir çocuğun duyduğu korku tersi­ne, yani korunmuşluk duygusuna dönebilir.
Sandor Ferenczi korkunun korunmuşluk duygusuna dönüşmesini 1932 yılında tanımlamış ve bu sürecin, yetiş­kinlerin, çocuklarının kendilerine olan bağımlılığını kendi­lik değerlerini yükseltmek için istismar etmelerine izin ve­ren bir toplumsal çevrede köklendiğini göstermişti. "Ço­cuklar kendilerini bedensel ve ruhsal olarak çaresiz hisse­diyorlar, kişilikleri daha düşünce düzeyinde bile protesto edecek kadar sağlamlaşmamış oluyor, yetişkinlerin ezici gücü ve otoritesi onları dilsizleştiriyor, hatta çoğunlukla zihinlerini köreltiyor. Ancak aynı korku doruk noktasına ulaştığında çocuğu otomatik olarak saldırganın iradesine boyun eğmeye, onun bütün isteklerini tahmin etmeye ve yerine getirmeye, kendini tamamen unutmaya ve saldır­ganla tümüyle özdeşleşmeye zorluyor," (1984).
Bu özdeşleşme kurbanın suçluyla ittifakına yol açıyor. Suçlu kurbanın gözünde korunmuşluk duygusu vaat edi­yor. Böylelikle kurban, duyduğu acıyı zayıflık olarak red­dediyor, ancak bunu kendisinden başka bir kurbanda tanı­dığında onu düşman olarak algılıyor. Yani düşman imge­si, saldırganı idealleştirmeye ve onunla özdeşleşmeye da­yalı kişilik yapımızı ayakta tutmamıza yardımcı olduğu için düşmanlara ihtiyaç duyuyoruz. Bu şekilde oluşmuş bir kimliğin var olabilmek için düşmanlara ihtiyacı vardır; düşmanlar olmadan varlığını sürdüremez.
Eğer bir çocuk bu hayatta kalma stratejisini izleyemezse hastalanır veya apatiye düşer. Saldırganlığını dışa yöneltemeyip sadece kendisine çevirebildiği için depresyon ve dış dünyayla her türlü ilişkide donukluk ortaya çıkar. Françoise Dolto (1989) bu konuda şunları yazıyor: "Böyle­likle otizmdekine benzer bir durum oluşuyor. Bu, çocuğun özdeşleşmesine dair bir yüke reaktif uyum süreci, bebeğin annesiyle olan duyumsal, sembolik ilişkisini yitirmesine yol açan veya duygusal yapılanmasını engelleyen travmatize edici bir durum. Bu durum genelde bebeğin dört ila on aylık olduğu dönemde görülüyor." Deneyimli bir çocuk terapisti olan Dolto böylelikle, bir insanın yaşamında te­rörden kaçış yollarının ne kadar erken belirlendiğini de onaylamış oluyor.


Saldırganlık kendiliğe yönelirse

Korkudan bir başka olası "çıkış yolu" da ölüme doğru yö­neliyor. 1988 yılında ani çocuk ölümleri üzerine yaptığım araştırmamda (1993a) bu konu üzerinde ayrıntılı olarak durmuştum. Joachim Stork (1994) altı aylık bir bebekte böyle bir ölüm kalım mücadelesini tespit etmişti; çocuk so­nunda hayatta kaldı. Ama beş ay boyunca bebeğin hayatta kalmasını sağlayan şey sadece, bir monitöre bağlı alarm düzeneğinin bebeğin soluğu veya kalp atışları durmaya peylettiğinde bunu haber vermesiydi. Stork'un gözlemleri öylesine aydınlatıcı ki, burada kısaca değinmek istiyorum.
Caesare, nefes darlığı ve vücudun karbondioksiti bırak­maması nedeniyle bir gözlem monitörüne (EKG soluk mo­nitörü) bağlandığında iki haftalıktı. Evde geçirdiği ikinci ve üçüncü aylar sırasında sekiz kez soluksuz kalma ve kalp atışı yavaşlaması krizi yaşadı. Çocuk üç ay üç gün­lükken temel bir muayeneden geçirildi ve herhangi bir or­ganik bulgu saptanamadı. Bebek altı aylık olduğunda Stork psikoterapiye başlayıncaya kadar on iki kriz daha geçirdi. Şimdi Stork'un baba, anne ve bebekle yaptığı ilk seansla ilgili izlenimlerine bakalım.
Anne, oğlunun geçirdiği krizlerin kendisi için ne kadar korkunç olduğundan; hastanede oğluna baktığında hisset­tiği yabancılık, dehşet ve isteksizlikten söz ediyor ve sonra şunları söylüyor: "Sarışın ve mavi gözlü bir oğlum olması­nı o kadar istemiştim ki. Annem de her zaman oğlanların çoğunlukla anneye çektiğini söylerdi." "Annenin çocuğu­nu dizlerinin üzerine oturtarak bana takdim ediş tarzına çok uyan dehşet verici bir açıklamaydı dinlediğim," diye yazıyor Stork, "çocuğu dizinin tam ucunda tutuyor ve sır­tını kendisine yaslayabilmesine imkân vermeden eğreti bir şekilde sadece sol eliyle kavrıyordu. Sonra şunları söyledi: 'Görüyor musunuz, dizlerimin üzerinde oturan bu çocuk benim istediğim ve bana vaat edilen çocuk değil.'
Stork şöyle devam ediyor: "Bebekle ilgilenmek için an­nenin sözünü kestim. Çocuğun korku dolu, tereddütlü ba­kışlarının bir an babaya kaydığını hissettim. Bebeğe, aşağı doğru bükülmüş ağzıyla bana korku dolu ve aynı zaman­da korkutucu bir Çinli şeytan gibi göründüğünü söyledim.

Aynı zamanda annesinin kucağındaki eğreti duruşuna ve her an düşebileceğine değindim. Sonra ona korkuyla ba­kan gözlerinden ve annesinin farklı hayal etmiş olduğu koyu renk saçlarından ve arzu etmiş olduğundan farklı ol­masının annesini hayal kırıklığına uğrattığından söz ettim. Bunun üzerine anne tasavvurlarından ve korkularından söz etti: 'Nasıl uyuduğunu görünce onu tabutun içinde gö­rür gibi oldum ve ona tabutun içinde güzel görüneceğini söyledim.'"
Yaşanmış duygulara dair gerçeklerden söz edilen bu ilk seanstan sonra Caesare'nin gösterdiği belirtiler değişti. Uyku bozukluğu düzeldi, apne ve bradikardi krizleri -toplam otuz iki seansın on üçüncüsünden sonra geçirdiği bir tane dışında- bitti. On üçüncü seanstan sonra iki alarm sinyali daha geldi, ama bu kez soluğu kesilmedi. Caesa­re'nin tekrar cihaza bağlanması gerekmedi. Profesör Stork, paskalya tatili nedeniyle iki seansı iptal edince anne korku ve öfkeyle tepki göstermişti. Kendisini yalnız bırakılmış hissetmişti. Bunun üzerine Stork, anneye Ceasare'nin onun korkularıyla ne kadar derinden özdeşleştiğini anlat­maya çalıştı. Anne onu şaşırtarak, oğluyla bütünleşme ge­rekliliği duyduğunu ve böyle bir bütünlük sağlamak için de olağanüstü çaba gösterdiğini söyledi. Bunu ifade etmek annenin kendisini korkuttu, çünkü ani bir yüzleşme yaşa­mıştı, ama şimdi bağlantıları daha iyi anlayabildiği için ay­nı zamanda rahatlamıştı da.
Otuzuncu seanstan sonra monitör kapatıldı. Caesare on dört buçuk aylık olmuştu. Soluk alma kapasitesi daha ilk haftalarda yüzde elli düzelmişti ve artık ölüme mahkûm değildi.
Caesare'nin hikâyesinde, bir çocuğun duygularının ve algılayışlarının, sınırlarının zedelenmesi anlamına gelen dikkate alınmayışının varlığının inkârıyla aynı anlama geldiği görülüyor. Bu, sadece çocuğun kendiliğini geri pla­na itmekle kalmıyor, aynı zamanda da çocukta sınırlarının ihlaline karşı gelişen saldırganca tepkileri de boğuyor. Bu vakada saldırganlık içe dönmüş durumda. İlk terapi sean­sında aile içinde kanıtlanabilir bir rahatlama sağlanıyor, bu nedenle de Caesare, öfkesini ilk kez dışa yöneltebiliyor. Stork, annenin ikinci seansın başında şunları anlattığını aktarıyor: "(...) Caesare dün çok itici bir şekilde ağlamaya başladı, her zamanki gibi göz yaşlarıyla değil, güçlü bir öf­keyle. Şimdiye kadar onda böyle bir şeyi hiç görmemiştim. (...) Gece de uykusunda her zamanki gibi yakınarak ağla­madı, sadece birkaç kez korkarak uyandı, ama yine sakinleşti." Çocuğun saldırgan duygularını açıkça ifade edebil­mesi, annesinin de onun varlığını kabul etmeye başlaması­nı sağladı. Anne gözünde oğlunun daha "büyük" ve daha "önemli" görünmeye başladığını söyledi.

Onaylanmamaya karşı hayatta kalma stratejileri

Saldırganın idealleştirilmesi ve onunla özdeşleşme, çare­sizlikten, umutsuzluktan ve onaylanmamanın yarattığı dehşetten kaçmak için bir stratejidir. Ölmek istemek ve uç bir durum olarak ölüm başka bir şeydir. Amerikalı nöro­log Walter B. Cannon (1942), "Voodo-ölümü"ne ilişkin çı­ğır açıcı araştırmalarında da ölümü çaresizliğe dayandır­mıştır. İnsanlar ve hayvanlardaki açıklanamayan ölüm olaylarını araştıran Curt Richter (1965) de, zor durumlar­dan ne mücadeleyle ne de kaçarak kurtulabilen Norveç fa­relerinin de kelimenin tam anlamıyla "yaşamlarım gözden çıkarttıklarını" ortaya koydu.
William James (1950), 1905 yılında yayımlanan psikolo­ji klasiğinde, bir insanın varlığının onaylanmamasının var olmamakla aynı anlama geldiğini yazıyor. Böyle bir yaşan­tı uç bir travmayla, sonucunda insanın kendisini algılaya­maz hale geldiği ve felçleştirici bir çaresizliğe düştüğü in­sanlık dışı bir cezalandırmayla karşılaştırılabilir. Çocukla­rın, yaşamlarında merkezi rol oynayan yakın kişiler var­lıklarına karşılık vermediklerinde yaşadıkları da aynen budur. Bunun sonucunda ortaya çıkan umutsuzluk ölüm­cül olabilir.
Dolto (1988), şunları yazıyor: "Takdir görmek, bakışla ve dinleyerek ilişki kurmak besin almaktan daha temel bir ihtiyaçtır ve uykunun bir süre sonra korku verici bir uyku­suzluğa dönüşmesi, dış dünyayla ruhsal ve özsel ilişkiler­den artık umut kesildiğinde ortaya çıkan bir içe kaçışın ifa­desidir. Eğer uzun süre canlandırıcı bir etkileşim oluşmaz­sa, çocuk dış dünyayla ilişki arayışından vazgeçer, kendi­ni ölüme götürebilecek fizyolojik bir uykuya dalar." Ben­zer bir tanımlamayı "Der frühe Abschied"de (Erken Veda, 1993a) ben de yaptım. Ruanda'da benzer şekilde tanımla­nan bebek ölümleri üzücü bir gündelik gerçek. Anne-babalarını aniden kaybeden bebekler, onların duygusal ola­rak uyarıcı rollerini kimse üstlenmeyince karşılık bulma beklentilerinden vazgeçip ölüyorlar. Margaret Ribble, bu hayat verici alışverişin gerekliliğini daha kırklı yıllarda saptamıştı.
M. Lewis'in (1992) raporu da, sonuçlan daha az travmatize edici olmakla birlikte, aynı süreci ortaya koyuyor. Lewis, saldırganından kaçabilmek için suçluluk duygula­rına sığınan üç buçuk yaşındaki Rebecca'nın durumunu anlatıyor. Kendisini suçlu hissetmek, bu küçük kızın çaresizliğiyle başa çıkmak için geliştirdiği bir strateji. Suçluluk duygusu, çocuğun duygusal bakımdan ölümcül bir izolas­yona girmesini önleyip dış dünyayla alışverişini sağladı­ğından hayatta kalmasını mümkün kılıyor. Raporda Re­becca'nın annesinden kızıyla birlikte değil, ona karşı hareket eden duygusuz bir kadın olarak söz ediliyor.
Lewis'in araştırma projesinde Rebecca'nın oynarken gi­derek dağılacak şekilde yapılmış bir bebekle oynaması ge­rekiyor. Önce annesi bebeği Rebecca'ya veriyor. Üç dakika sonra bebeğin bir bacağı düşüyor. Rebecca omuzlarını kı­sıp sandalyesinin üstünde çöküp kaldığı için annesi "Ne oldu?" diye soruyor. Rebecca annesine bakmıyor. Bir süre sonra bebeği ve kopan bacağını tekrar rafa kaldırdıktan sonra rasgele bir yerlere bakarak diğer oyuncakların önün­de kıpırdamadan oturuyor. Deneyi yapanın değerlendir­mesi şöyle: "Kız, kimse bir şey söylemese de bebeği kendi­sinin kırdığını düşünüyor ve çöküntü içinde geri çekiliyor. Annesi ne olduğunu sorduğunda Rebecca cevap vermiyor. Çocuk kendisini suçlu hissetmeye önceden hazır." Annesi­nin kendisine tepki veremeyişinden, ilgi göstermek yerine sadece araştırma sorularıyla yetinişinden doğan boşluğu suçluluk duygusuyla dolduruyor. Bu kız suçluluk duygu­su sayesinde kendisini hayatta tutuyor.
Çaresizlik karşısında başka ve yaygın bir tepkiyi de psikanalist W. V. Silverberg (1947), Rilke'nin "Die Weise von Liebe und Tod des Cornets Christoph Rilke" (Cornet Christoph Rilke'nin Sevme ve Ölüm Biçimi) adlı şiirini yo­rumlayarak gösteriyor. Burada kaçınılmaz çaresizliğin hissedilişi, onu yaratan dünyayı inkâr etmeye ve aynı zaman­da idealleştirerek içselleştirmeye götürüyor. İdealleştirme burada sadece fantezi veya halüsinasyon düzeyinde de ol­sa varoluş garantisi yerine geçiyor.
Rilke'nin şiirinin kahramanı kendini sınırlamak ve ölüm korkusuna bırakmak yerine düşmanla bütünleşiyor. Böylece, düşmanlar etrafını sarmışken, salladıkları kılıçlar üzerinde kıvılcımlanırken, bunları çağıldayan bir çeşme­den üzerine serpilen su olarak görüyor. Silverberg bunu, Rilke'nin şiirinde, bir insanın varoluşunu her şeyi kapsa­yıp dönüştüren bir ruh hali ile onaylamasını canlandırdığı şeklinde yorumluyor. Rilke, insanın kendisine eziyet ve tehdit edenleri tam tersine dönüştürdüğü bu ânı tespit edi­yor. Kurbana düşmanının yanında yer alarak ruhsal ola­rak hayatta kalma şansı vermek için gerçeği tersine çeviri­yor. Şair böylelikle, insanın kendi kurban durumunda olu­şunun ve dolayısıyla kendiliğinin de silinmesini şiirsel bir şekilde ifade ediyor.
Varlığımızın onay bulmayışı ölçüsünde kendiliğimizin kayboluşunu hepimiz bir şekilde yaşamışızdır. Kurban durumuna geçenlerin sayısını, -kurban durumuna girmek bizi genelde utandırdığı için- başkalarının kurban hali yü­zünden kendilerini taciz edilmiş hissedenlerin sayısında görmek mümkündür. Utancımız, bizi kurban durumuna sokanların, kurban durumunda oluşumuzu inkâr etmele­riyle başlar. Bu inkâr, saldırganın tarafına geçişimizin ger­çekleştiği sürecin bir parçasıdır. Bu utanç -ya da Rebecca'nın durumunda olduğu gibi suçluluk- kurban olma du­rumuyla birlikte bilincine varılmadan kuşaktan kuşağa ak­tarılır. Böylece güç, varlığımızın temel ilkesi olarak sürek­li biçimde yerleşikleşir.

Empatinin Yitimi
Resim:Egon Schiele

7 Ocak 2013 Pazartesi

Oblomov / Ivan Goncarov


— Toplum düzenimizin işleyişini olduğu gibi ortaya koyuyor, hem de şiirli bir biçim içinde. Toplumun bütün güçlerine değiniyor. Toplumsal merdivenin bütün basamaklarını ele alıyor. Yazar bu eserde zayıf, kötü ruhlu devlet adamını, çevresindeki dalkavuk rüşvetçileri, ahlaksızlığa düşmüş Fransız, Alman, Fin ve daha başka uluslardan kadınları sanki bir mahkeme önüne çıkarıyor. Her şeyi öyle yaman, öyle yürek paralayan bir gerçekçilikle anlatmış ki... Bazı parçalarını dinledim. Büyük yazar: Kâh Dante'yi kâh Shakespeare'i andırıyor...
         Oblomov hayretle doğrularak:
— Amma da yaptın ha! dedi.
Penkin hemen, gerçekten çok ileri gittiğini anlayarak durdu, daha az taşkınlıkla:
— Oku da bak, dedi; değerini kendin daha iyi anlarsın.
— Hayır, Penkin, okuyamam.
— Peki ama niçin? Olay yaratacak bir eser; daha şimdiden herkes ondan söz ediyor.
— Bırak söz etsinler! Birtakım adamların işi gücü bu!
— Merak edip okuyuver canım.
— Nesini merak edeyim? Ne diye yazı yazar bu adamlar? Gönül eğlendirmek için herhalde.
— Haksızlık ediyorsun. Hayata o kadar yakın ki, o kadar yaşıyor ki bunlar. Portreler canlı gibi. Tüccar, memur, subay, jandarma, hepsi. Tıpkı yaşayan insanlar gibi.
— Evet, bütün yaptıkları bu kadar. Bir insan alıp kopyasını çıkarıyorlar. Gerçeğe uygun oluyor diye övünüyorlar. Ama, hayat ne oluyor? Eserlerinde o yok işte, dünyayı kavrayış, insanlığı gerçekten anlayış yok. Boş şeylerle övünüyorlar. Hırsızları, düşkün kızları, yolda yakalayıp hapse atar gibi edebiyata sokuyorlar! Nerede sanatkârın "gizli gözyaşları";' sadece kaba, zalim, alaycı bir gülüş!
— İyi söyledin. Bu coşup taşan öfke, bu kötülüklere amansızca saldırış, alçalmış insanları kepaze ediş, işte asıl edebiyat budur.
Oblomov birden parladı:
— Hayır, hiç de değil! Hırsızı, düşmüş kadını, aldatılmış bir budalayı anlatın, anlatın ama insanı da unutmayın. Sizin için insan diye bir şey yok mu? Yalnız kafanızla yazmak istiyorsunuz. Düşünmek için kalpsiz olmak gerekir, sanıyorsunuz. Hayır, düşünmeyi besleyen sevgidir. Düşen adama el uzatın, mahvolan bir adamın haline ağlayın, onunla alay etmeyin. Sevin onu! Onda kendinizi görün ve ona kendinizmiş gibi bakın.
Oblomov, tekrar kanepeye sakin sakin uzandı:
— İşte o zaman yazdıklarınızı okurum, önünüzde eğilirim. Hırsızı, düşmüş kadını anlatıyorlar da insanı unutuyor veya anlatmıyorlar. Bu mudur sanat, bu mudur bulduğunuz büyük edebiyat? Kötülüğü, çamuru gösterin ama, rica ederim, buna edebiyat demeyin.
— Ya! Demek hatırınız için tabiat tasvirleri yapalım, gülden, bülbülden, bir kış sabahının güzelliğinden söz edelim öyle mi? Çevremizde uğuldayan, kaynaşan hayatı görmeyelim... Biz yalnız toplumun fizyolojisini arıyoruz; şiirle, şarkı ile işimiz yok...
— İnsanı, yalnız insanı anlatın bana, insanı sevin. Penkin coştu:
— Faizciyi sevelim, softayı sevelim, budala veya hırsız memuru sevelim, değil mi? Laf mı bu? Edebiyatla uğraşma dığın belli! Hayır, bu adamları cezalandırmalı, toplumdan kovmalı...
Penkin'in önünde ayağa kalkan Oblomov birdenbire bir peygamber tavrıyla:
— Toplumdan kovmalı ha? dedi. Bu bozulmuş çamurda yüksek bir prensip olduğunu, bu düşmüş insanın gene de insan, yani kendin olduğunu, unutuyor musun? Onu kovmalı mı eledin? Ama ne yapsan, onu insanlıktan, tabiattan, Tan rının rahmetinden dışarı kovabilir misin?
Oblomov bu sözleri söylerken gözleri parlıyordu. Şaşıran Penkin:
— Amma da coştun! dedi.
Oblomov gerçekten pek ileri gittiğini gördü. Birdenbire sustu, bir dakika kadar ayakta durdu, esnedi ve yavaş yavaş kanepeye uzandı.
İkisi de bir süre sustular, Penkin:
— Sen neler okuyorsun? diye sordu.
— Ben mi... Daha çok yolculuk üstüne yazılmış kitapları.
Tekrar sustular. Penkin:
— Dediğim kitap çıkınca okuyacaksın değil mi? İstersen getireyim sana. dedi.
Oblomov başıyla istemem der gibi bir işaret yaptı.
— Öyle ise sana hikâyemi göndereyim...
Oblomov başıyla peki, dedi.
— Matbaaya gidiyorum, geç kaldım. Bak sana niçin geldiğimi söylemeyi unuttum. Ekaterinenhov'a gidelim diyecektim. Arabam var. Bugünkü şenlik için bir makale yazmam gerekiyor. Birlikte bakarız. Benim görmediğim şeyleri sen görür bana söylersin, iyi olur, gidelim...
Oblomov yüzünü buruşturup üstüne örtüleri çekerek:
— Hayır, biraz rahatsızım, dedi. Rutubet dokunuyor, güneş henüz etrafı iyice kızdırmadı. Ama sen bana yemeğe gel; konuşuruz; öyle iki dert var ki başımda...
— Hayır, bizim yazar arkadaşlarla Sen-Georgi lokantasında toplanıyoruz; oradan Ekaterinenhov'a gideceğiz. Bütün gece de çalışacağım; gün doğarken makalem matbaada olmalı. Hoşça kal.
— Güle güle, Penkin.
Oblomov yine düşünmeye daldı:
"Bütün gece çalışacak! Hiç uyumayacak! Herhalde yılda en az beş bin ruble kazanır. Fena para değil; ama yazı yazmak, boşuna kafamızı, ruhumuzu harcamak, hayallerimizi, düşüncelerimizi satmak, tabiatımızı zorlamak, durup dinlenmeden hareket içinde olmak, hep bir amaç peşinde koşmak... Sonra da yazmak, yazmak, dönen bir tekerlek gibi, bir makine gibi yazmak! Yarın, öbür gün, daha öbür gün hep yazmak! Tatil yok! Bayram yok! Ne zaman duracak, ne zaman dinlenecek bu adam? Vah zavallı!"

Resim:Anastasia R. Simes

23 Aralık 2012 Pazar

Sonsöz / Arno Gruen



George Orwell, bir keresinde bir çocuğa umutsuzluk ve çaresizlik hissettiren bir olay anlatmıştı. O çocuk kendisiydi ve yatılı okulun müdüründen dayak yemiş­ti: "Kesinlikle acıdığı için ağlamıyordum, ikinci dayak pek acıtmamıştı bile. Korku ve utanç beni uyuşturmuş­tu sanki. Ağlıyordum, biraz benden ağlamamı bekle­diklerini hissettiğim için, biraz da gerçekten pişmanlık duyduğum için, ama biraz da çocuklara mahsus ve ko­layca açıklanamayan daha derin bir kederden dolayı: Sefil bir yalnızlık ve çaresizlik duygusu; düşmanca bir dün­ya içinde hapsolmuşluktan değil, daha çok kuralları benim onlara uymamı gerçekten imkânsız kılan bir iyi ve kötü dün­yası yüzünden." (Such, Such Were The Joys, 1968)
Bu çaresizlik, insanın kendi iç dünyasına yabancılaş­masına neden olur, kişilik gelişiminin "normlara" uy­ması veya başkaldırması önemli değildir. Hemen şekil­ciliğe tutunuruz, bunların toplumsal veya toplum kar­şıtı ideolojilere uyup uymadıkları fark etmez. Kendi iç dünyamızdan yabancılaştırıldığımız için, iç dünyamız bize anlamsız ve dağınık görünür, bu yüzden de onu bir tehdit olarak algılayarak, kendi kimliğimizin anla­mım devam ettirmek için görüntülere tutunuruz.
Franz Kafka, nafile olan bu tutunmayı çok duyarlı bir biçimde anlatmıştır. Dava adlı romanında, Joseph K. bir bisikletçi kimlik belgesiyle kim olduğunu kanıtla maya çalışır! Kafka'nın kahramanları acı çekmektedir, çünkü sadece görüntüden ibaret olan eksik kimliklere boşuna inanmışlardır. Bütünlüklerini "babacan" ka­nunlarla elde etmeye çalışarak, özlerinin sözde şekilsizliği içinde çözünmekten korunmaktadırlar. Traven' in romanlarındaki kahramanlar ise çok farklıdır. Örneğin Ölü Gemi adlı romanında Koslowski zorla kabul ettiri­len her türlü kimliğe karşı sonuna kadar mücadele et­mektedir.
Başkaldırı ve uyum arasındaki fark esaslıdır. Sadece başkaldırı doğruluğundan şüphe edilmeyen bir kendiliği mümkün kılar, ama insanlarla bütünleşmeye götürmek koşuluyla. Eğer başkaldırı sadece bir şeye karşı koymak amacı taşıyorsa, yani sadece başkaldırmak adına "başkaldırıyorsak, kendi önemimizi azaltmış oluruz. Gerçek bir kendilik için yapılan mücadele bu şekilde suya düşer, böyle bir gelişim kalbi olmayan bir kendilik getirir. Bu yolda karşımıza çıkan asıl tehlike dış tehlike­ler değildir, aynı zamanda yalnızlığın, kaosun ve delili­ğin teröründen duyulan korkudur.
Eğer dışa yönelik başkaldırı içimizde de bir şeyleri değiştiremezse, böyle bir başkaldırının gelişimi uyu­mun gelişimiyle aynı olur. Kendisi de büyük bir asi olan Henry Miller, Rimbaud' nun bir başkaldıran olarak başarısızlığını anlatmıştı. Daha önce de bahsettiğim bu esere tekrar değinmek istiyorum.
Rimbaud'nun kısa ama ateşli hayatı (en büyük eseri olan Un Saison En Enfer'i on sekizinde bitirmişti) uyum ve duygusuzlaşmaya karşı başkaldıran, "özgürlüğünü ve bilincini geliştirmek için kendisini zorla kabul ettir­dikten sonra fikir değiştirip maddi güvence arayışına giren" bir adamın hikâyesidir. Bu adam "dünyanın ha­rikalarını" incelemek gibi alışılmadık bir istekten yola çıkarak hayatı bütün yönleriyle tecrübe etmek üzere genç bir delikanlıyken, arkadaşlarından ve akrabaların­dan ayrılır. Ama henüz gençken "aklının karışıklığını kutsal" olarak gören bu adam, birdenbire hayatının bu tek meydan okumasından vazgeçer. Doğruluk arayışı durma noktasına gelir, sendeler ve o andan itibaren tam tersi yöne gitmeye başlar. Nefret ettiği düşmanla özdeşleşir.
Miller'e göre Rimbaud, baba evinin çekilmez taşralı havasından kurtulmak için evden kaçar. Sonra ise, terör veya delilik korkusundan kendisini dünyaya hükme­den güçlerin eline teslim ettiğinde altın, silah ve köle ti­careti yapmaya başlar. Miller'a göre "hâzinesini" teslim eder, sanki "omuzundaki yükü buymuş gibi..."
" 'Cehennemdeki gece sırasında', ruhsal vaftizinin kölesi olduğunu anladığında şöyle haykırır: 'Ah, An­ne, Baba, hem benim mutsuzluğuma hem de kendi mutsuzluğunuza neden oldunuz'... Kendini yaşadığı zamana ve doğduğu ülkeye bağlayan her şeyden kopa­rarak şöyle der: 'Kusursuzluğa hazırım.' Belli bir an­lamda öyledir de. Kendi dini törenini hazırlamış, yeni­den içinden doğduğu gecenin karanlığına batmak için korkunç ateş sınavını vermişti. Sanatın ötesinde bir ba­samak olduğunu anlamıştı; panik bir dehşet içinde ve­ya delilik korkusu yüzünden geri çekmek üzere ayağı­nı bu kapının eşiğinden atmıştı... İnsan, kendi gücünün sınırlarına dayanmalı, hangi alanda olursa olsun, kur­tuluşun hasretini çekmek için önce bir köle olduğunu anlamalıdır. Anne ve baba tarafından aşılanan sahte ve olumsuz irade aşılmalıdır, bu irade ancak o zaman olumlu hale gelebilir, kalbimiz ve aklımızla reddedile­bilir. Oğul tahta oturacaksa, baba tahttan indirilmelidir... Baba sert bir terbiyecidir, kanunun ölü harfidir, yasak işaretidir. Biz de sahte bir güç duygusu ve şımarık bir gurur içinde cinnet geçirir ve gemiyi azıya alırız. Sonra da yıkılırız ve aslında bizim olmayan kendilik pes eder. Ama Rimbaud yıkılmadı O babasını tahtından indirmedi, onunla özdeşleşti... Karşı tarafa geçerek nefret ettiği düşmanının yerini aldı... Kimliğini öylesine temelden değiştirdi ki, kendini yolda görse tanıyamazdı. Bu belki de deliliği kandırmak için girişilen son ve umutsuz çabadır, bu şekilde ruhen öyle sağlıklı ha­le geliyoruz ki, delirmiş olduğumuzu bilmemize gerek kalmıyor." Hayatının sonlarına doğru "cimri annesinin çiftliğinde acılar içinde sürünerek sonunu beklerken", geçmişteki büyük başarılarını soran bir adama terslenir: "Lütfen bırakın bunları! Bütün bu pisliği arkamda bıraktım." (Mathieu, 1979). Sanki nefret edilen asi kendiliğinin sınırlarından vazgeçmeye çalışır gibi bir hali vardı.
En derin nefretin sığınağına dönüşebilecek yer olan ruhsal sağlık çılgınlığına getirilen böylesine iyi anlayış, aynı zamanda özerkliği olmayan bir kendiliğin esasını da tarif etmektedir. Bir zamanlar ister başkaldırmış, is­ter uzlaşmış olsun, burada en başından beri söz konusu olan boyunduruk altına giren her insanın kendinden duyduğu nefrettir. Bu boyunduruk beraberinde daima kendi gerçeğimizin inkârını da getirir ve ahlâk böyle in­sanların elinde sapkınlaştırılmaktadır. Böyle bir gelişim içindeki insan kendi uyarımlarından korkmaya başlar, böylece Tanrı yerine konan kişiler tarafından onaylan­mak isteği merkeze yerleşir. Bizden bekleneni yaparak kabul görmek, iç huzursuzluğumuzdan kaçma meka­nizması haline gelir. Onaylanmayı, kendiliğimizin amacı haline getirerek, olduğumuz gibi sevilme olana ğından vazgeçmiş oluruz. O andan itibaren böyle bir sevgiye duyulan özlem, kendimizi küçük görmemizin kaynağı haline gelir. Çünkü kendi duyarlılığımız için sevilmek, zayıf biri olduğumuz anlamına gelirdi. Daha önce de defalarca tekrarlanmış olan bu şartlar altındaki bir çocuk, aslında sadece uyumlu olduğunda kendisine sevgi verildiğini öğrenir. Ama, bununla yetinmeyi öğ­renirken, anne ve babasını da içten içe küçük görecek­tir. Kendisi ve sevgi gereksinimiyle baş edebilmek için, samimi sevgiyi hatırlatan her şeyden olduğu gibi ken­dinden de nefret etmek zorundadır. Acımasızlığın asıl kaynağı bu olsa gerek. Neal Ascherson (1983), Jean Moulin'i işkenceyle öldüren, Lyon'un Gestapo şefi Klaus Barbie'nin bir söyleşide şunları söylediğini yazmıştı: "Jean Moulin'i sorgularken, onun ben olduğunu hisset­tim." Bunun anlamı şudur: Moulin'de ne kadar kendi­ni, yani kenara ittiği parçasını gördüyse, kendin­den/ ondan o kadar nefret etmeliydi ve kendini/onu öldürmeliydi.
İnsan bu şekilde insan olmaktan çıkmaktadır. Ken­dilik nefreti onu öyle parçalayabilir ki, durum tam ter­sine dönebilir: Yeni ve aynı şekilde özerk olmayan ben­lik, önceki uysal benlikten bir çırpıda nefret edebilir. Bu süreç, kökleri olmayan bir kimliğin özerk benlik ge­lişiminin, sadece içerideki kaosu örten sözlü soyutla­malar sisteminden oluştuğunu göstermektedir.
Bu tür insanlar, kitabın birinci bölümünde anlatıldı­ğı gibi, acı ve merhametin bir zayıflık olduğu efsanesi­ni uydurmuş ve kabul etmiş olabilir. Ama tam da bu in­sanları acı çekmedikleri için güçlü olarak görürüz! Oy­sa bu "güçlüler" acıya katlanacak güçleri olmadığı için duygularından sıyrılmış insanlardır. Gerçeğin bu ters döngüsünü anlamak çoğu zaman kolay değildir, çünkü "güçlüler" iktidarda olmayı amaç edindikleri için, toplumsal "gerçeği" belirlemektedirler.
Böyle bir "gerçeğin" kurumsallaşması sonucu bir in­san aslında iyi olan, ama "gerçeğin" dayatması sonucu zayıflıkla özdeşleştirdiği tarafından nefret ettiği için bir başkasını öldürecektir. Milovan Djilas'ın otobiyografik anlatılarında (1958), gerçekten güzel ve tatmin edici bir tanışma yaşadığı bir Türk'ü öldüren bir Karadağlı'nın hikâyesi anlatılmaktadır. Burada esiri olduğu şeref ve erkeklik gibi soyut kavramlar adına öfkesini açığa vu­ran bir adam görmekteyiz. Cinayet tam olarak Türk'ün kendini bu beraberlikte güvende hissettiği anda işlenir, Türk'e kendini aynı şekilde yakın hisseden Karadağlı bu hislerinin farkına varır ve "içinde tutamayacağı bir şeyler koptuğundan" onu öldürür.
İşte bu şekilde iktidarda olanlar, iç dünyalarındaki boşluk nedeniyle koskoca ulusları yönlendirebilmekte­dirler. İnsanlar, soyutlamalarla dolu bir batağın içine gittikçe batmaktadır ve bu batak hem ezenleri hem de ezilenleri boğmaktadır. Toplumsal yöntemlerin ipliği­ni pazara çıkaran biri karşısında irkilen bir toplum, "iradesini üyelerine zorla kabul ettirmeye çalışan, öz­gürlük duygusunu çoktan kaybetmiş, mutlakçılık yo­lunda bir toplumdur." Böyle bir toplum uyguladığı şiddeti anlaşılmaz kılmaya çalışacaktır, tıpkı Soljenitsin'in şu unutulmaz kelimelerle anlattığı gibi: "Şidde­tin ayrı bir varlığı olmadığını asla unutmamalıyız... Şiddet daima riyakârlıkla iç içedir... Şiddetin tek sığı­nağı riyakârlık, riyakârlığın tek desteği de şiddettir. Şiddeti bir kez olsun yöntem olarak seçen bir adam, ri­yakârlığı da prensibi olarak seçmek zorundadır." (Soljenitsin, 1972)
Özerk olamamanın sonuçları hepimiz için korkunç­tur. Özerk olmamak, güç peşinde koşarak içimizdeki kaosu ve ruhsal hastalık tehdidini geri püskürtme hali­dir İç dünyamızı ve daima pusuda yatan iktidarsızlığı kabul etmeyerek, güç hırsının pençesinde kendimizi daha da çok reddederek, içimizdeki boşluktan duydu­ğumuz korkuyu kendi ellerimizle derinleştirerek, aslın­da geriye gücün peşinde koşmaktan başka bir seçenek bırakmıyoruz. Bu şekilde genel iktidar hem hedef, hem de kişisel bütünlüğün desteği haline gelmektedir. Böy­le bir gelişimin dinamiği başka insanlarla gerçek anlaş­mazlıkları asla kabul etmez; uzlaşan insan zayıf insan olarak görülür. Eşitlik yoktur, insan ya hükmeder ya da hükmedilir. Böyle insanların çocukluklarındaki tecrü­beler yaşamlarının ana dersi olmuştur. Artık acı ruhun efendisidir, bu yüzden geçerli olan tek şey güçtür. Da­ha ötesini itiraf edemezler, yoksa acının boyunduruğu altına girdikleri için korkak olduklarını kabullenmek zorunda kalırlar. Ama bize sürekli gerçekçi olarak sunu­lan insanlar bu insanlardır. Oysa varlıkları sadece ölüme adanmıştır, çünkü canlı olan onlar için tehlike demektir. Bu yüzden özgürlüğün beraberinde sınırsız bir ken­dilik onayı getirdiği, yani tehlikeli olduğu düşüncesini desteklerler. Gerçekten de, bu şiddete karşı başkaldıranlar, özgürlüğü sınırsız kendilik onayıyla eş tutarlar! Bu da yine şiddet biçimlerinde kimlik arayanların kor­kularını onaylamaktadır.
Bu "gerçekçilik" insan olmanın asıl düşmanıdır. İn­sanlığımızı korumak için, onu olduğu gibi görmek zo­rundayız: Henry Miller'in Rimbaud vakasında anlattığı gibi, ruh sağlığına kaçış, deliliğin yeni (yoksa çok mu eski?) bir biçimi olarak görmeliyiz. Bize gerçekçilik ola­rak sunulan güç politikaları her geçen gün dünyayı uçuruma daha da yaklaştırmaktadır. Bu eskiden beri böyleydi, ama güçlülerin elinde hiç bu kadar büyük imha araçları olmamıştı. Ne yazık ki eskiden olduğu gibi bugün de bu ölümcül son ve ölümcül amaç, gerçek kis­vesi altında örtbas edilmektedir, iktidarda olanlar hiç­bir çıkar gözetmeksizin bizi korumak istediklerini iddia ederler. Ama Friedrich Nietzsche'nin İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde filozoflar hakkında söylediği gi­bi, "kişisel olmayan hiçbir şey yoktur." Eğer devlet adamları kendiliklerinden uzaklaşmışlarsa, sürekli ya­lanla yaşamak zorunda kalırlar. Bize sundukları hiçbir şey insani yapıda olamaz. Ancak kendimiz tanrılar ara­maktan vazgeçersek bunu anlayabiliriz. Bunun için bi­zi, tanrısal olanı kendi dışımızda aramaya iten korku­lardan sıyrılmalıyız. Eğer bunu başaramazsak başkaldı­rı, yeni kilise için eskisini yıkmakla sınırlı kalır. Henry Miller' ın da dediği gibi, güçler ve etkileri devam eder. Bu şartlar altında ancak zorbalığın yeni şekilleri türeye­bilir.
Gerçek bir kendiliğe dönüşümü mümkün kılan sev­gi ve duygudaşlıktır. Henry Miller bunu şiirsel bir bi­çimde kâğıda dökmüştür: "'Bize öğretilen her şey yan­lıştır', diye itiraz etti Rimbaud gençliğinde. Haklıydı, tamamen haklı. Ama görevimiz içimizdeki doğruyu açığa çıkararak yanlış öğretilerle savaşmaktır... Bütün insanları karşılıklı anlayış yoluyla birleştirmektir... Ve bunun anahtarı da merhamettir..." (1956)
Kendiliğimizi kazandırmaya yarayan bir yöntem ve­ya teknik yoktur. Böyle bir çözüm beklentisi, insanın tıpkı bir makina gibi düğmesine basılınca çalıştığını zanneden bir benliğin düşüncesidir. Zihin özerkliğin anahtarıdır. Sevgi ve duygudaşlığımızı diğer insanlara hissettirirsek, aynı şekilde karşılık görürüz. Özerkliğe giden yollar ne kadar çeşitliyse, birey de bu yolda o ka­dar yalnızdır. Refakat ve arkadaşlar gereklidir, ama se­çeceğimiz yolun sorumluluğu kendimize ait olmalıdır. bu yolda kimse bizi kollamaz; bize engel olan korku ha­yaletlerinin aslında etkisiz olduğunu görmek için ken­diliğimizi uyandırma cesaretini göstermeliyiz.
Hiçbir zaman başkaldırma şansımız olmamışsa, asla kendiliğimize sahip olamamanın anlamsızlığını yaşa­mak kaderimizdir. On altıncı yüzyılda yaşamış olan mutasavvıf ve ilahiyatçı Jakob Böhme şöyle demişti: "Ölmeden önce ölen, öldüğünde çürür." Ama sadece başkaldırmak insan olmaya yetmez. Başkaldırı, özgür­lük korkusunu aşmaya, kendiliğe ve insani bir kalbe sa­hip olmaya giden uzun, zorlu ve asla sonu gelmeyecek yolun sadece ilk adımıdır.


Kendine İhanet / Çitlembik Yayınları

18 Aralık 2012 Salı

Parmak İzi / Arno Gruen


20. yüzyılın tarihi muazzam bir acının ve bu acının inkarının tarihidir. Sevmenin imkansızlığı da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü sevgi olmadan acı, acı olmadan da sevgi olamaz. Bu ikisi, insan oluşumuzu belirleyen ve mümkün kılan empati yetimiz vasıtasıyla etkileşim içerisinde birbirine bağlıdır. Ben de burada, hala kulak vermek isteyenlere, hala incinebilir olanlara, acılarını bastırmayı henüz alışkanlık haline getirmemiş olan ve bu sayede acıyı taşıyabilenlere sesleniyorum. Umudumuz onlardadır. Kendilerini ve böylelikle dünyayı kurtarabilecek gerçek gücün potansiyeline onlar sahiptir.

Fotoğraf: Carl Mydans

10 Aralık 2012 Pazartesi

Hayranlık / Arno Gruen


    Hayranlık bağımlılığı, yani insanın kendisine hayran olunmasına duyduğu büyük ihtiyaç, o çok özlenen "gü­cü" vaat eder gibi gözükür. Erkek "güçlü" olduğu için etrafındaki insanların ona hayran olmasını ister. Bu hayranlığa da sevgi denir, oysa sadece gerçek sevgiyi boğmaya yarar. Bilinçli olarak amaçlanan çoğunlukla bu olmamakla birlikte, etkisi hep aynıdır.
Başarılarımız ve kahramanlıklarımız için, ki bunla­rın temelinde gerçekten zayıf olabileceğimiz korkusu yatar, sevilmek istediğimizde, aslında hem kendimizi hem de bizi bunlar için "sevenleri" aşağılamış oluruz. Kendi şüphelerimizi örtbas etmek için de daha çok hay­ran olunmak ve sevilmek isteriz. Ama, aslında hepimi­zin istediği gerçek sevgi elimizden kaçmaktadır. Dü­rüstlük ve gerçek duygular gerektirdiği için korktuğu­muz, ama eksikliğini duymadan da edemediğimiz iç­tenlik de öyle. "Erkek" metafiziği yalanında hapsolmuş bazı erkekler, içtenlik ile karşılaştıklarında dahi kendi­lerini bulmayı asla başaramazlar. Böylece kendileri ol­mamaya devam ederler. Bir erkeğe veya bir kadına, al­tında kendini kandırış yatan bir şey için nasıl hayranlık duyulabilir? Bunun arkasında, kendimize itiraf edeme­diğimiz çaresizlik korkusu olduğu sürece, hayranlık duyan kişi kendi çaresizliğini inkâr etmek zorundadır.
Ama bunu yaptığında kendiliğini kaybetmiş olur. Geri­ye belki sadece içlen pazarlık ve islediğini yaptırma ka­lır, ki bunlar da sahteliktir, insan bunlarda ne kadar ba­şarılı olursa olsun, bu davranış sevgiye aykırıdır!
Kadın hastalarımdan biri, hayranlığın bu türü hak­kında fikir edinmemi sağladı. Bir seans sırasında şöyle haykırdı: "Başvurduğum son çare, annemin bir parçası olmak, tıpkı ona benzemekti. Ne kandırmaca! Ona öyle hayrandım ki, o artık beni bulamıyordu. Ben artık yok­tum!" Bu dikkate değer bir tespittir. Kendimizi, kusur­suz bulduğumuz güçlü bir insanla özdeşleştirdiğimiz­de hiç kimse bizi bulamaz. Çünkü yok oluruz! Hepimi­zin ödediği bedel, kendiliğimizin ve bunun sonucu ola­rak birbirimize olan yakınlığımızın kaybıdır.
Hayranlığın son derece karışık bir yönü daha vardır: Hayranlık duyan kişi, hayranlık duyulan kişi üstünde iktidarını kurabilir! Bu gücü ona, hayranlık duyulmak isteyen kişi verir. Bu bir çelişki gibi görünse de, değil­dir! Hayranlığı ve putlaştırmayı, kusursuz bulduğu­muz kişileri alaşağı etmek için kullanırız. Bu ezilenin intikamıdır: "Vaat ettiğin gibi değilsin!" O âna kadar inandığımız, desteklediğimiz birini bir çırpıda devirip yok edebiliriz. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur. Peki, o kişiye neden inandık?
İnsanlar, yeterli zekâ ve bilgiye sahip değil midir? Bu olayı böyle açıklamak, bence bazı şeyleri örtbas et­mek olur. Böyle bir yaklaşım, kendiliğimizi kaybetmek için bizi ezenlere teslim olduğumuz ve günün birinde intikamımızı acı bir şekilde alabilmek için, gizlice onla­rı iddia ettikleri tanrısal görüntüde sabitlediğimiz ger­çeğinden bizi uzaklaştırmaktadır. Söz konusu zorbalar ve diktatörler olunca, bunu ancak devrilmek üzere ol­duklarında itiraf ederiz. Ama, daha az tehlikeli insan­larla ilişkilerimizde bunu her gün uygulamaklayız. Eşimizi veya sevgilimizi ilahlaştırırız. Böylece, karşımızdaki gerçek insana asla yaklaşmak zorunda kalmayız, yaklaştığımız sadece hayalimizdeki görüntüsüdür. Bir gün hayranlığımızı kaybettiğimizde şöyle deriz: "Beni hayal kırıklığına uğrattı." Bu asla sıkı bir bağ kurmamak için, çocukluğumuzda öğrendiğimiz bir kandırmacadır. O zamanlar çaresizliğimizi kabul etmekten korkmazdık, ama başkaları bu yönümüzden istifade ederdi. Sevgi ve yakınlığa duyduğumuz gerçek ihtiyaçtan kaçmamızın nedeni, bu tecrübenin sebep olduğu acı ve açtığı yaradır. Bunun bilincine varmamız, güce kitlenmiş kendiliğimizle karşı karşıya gelmemiz demek olurdu. Bunun yerine, karşımızdakini ilahlaştırarak, bize besle­diği hayranlık ve sözde sevgiyle avunur, böylece kendimizi ondan uzak tutarız.
Başkalarının bize hayranlık duymasına izin verdiğimiz ölçüde onların üzerimizde güç kullanmasına izin vermiş oluruz. Kadınlar erkeklerle, erkekler de kadınlarla işte böyle oynamaktadır. Herkes karşısındakinin gücünün hakemi haline gelmektedir. Herkes, kendini kendi hayatını yaşamaktan aciz hissettiği halde, güç sahibidir. Karşımızdaki görüntü, hayali bir gücü ele geçir­mek adına kadınların erkeklerin, erkeklerin de kadınların peşinde koştuğu bir av sahnesidir. Herkes kendini diğerinin egemenliği altında hissettiği için de herkes birbirinden nefret etmektedir.

Kendine İhanet / Arno Gruen Kitabından alıntıdır.
Resim: Echo and Narcissus
J. W. Waterhouse 1903