Okura verdiği ayrıcalıklı yerle yazın olgusuna bakışımızı derinden derine yenilemiş olan Constance okulunun ünlü ustası Hans Robert Jauss, geçen yılın sonlarında, Le Monde gazetesinde kendisiyle yapılan bir konuşmada, Nazi döneminde ülkesinin insanları arasında çok yinelenen bir sözü anımsatıyordu: "insan hem akıllı, hem de partideyse, içten değildir; hem içten, hem de akıllıysa, partide değildir; hem içten, hem de partideyse, akıllı değildir".
Bu uslamlama ilk bakışta akıl, içtenlik ve "dürüstlük" arasındaki bağıntıyı açıklıkla ortaya koyarmış gibi görünüyor insana; üstelik, her dönemde, her duruma uygulanabilirmiş, dolayısıyla kişilerin davranışlarını değerlendirmemizde güvenilir bir ölçüt işlevi yüklenebilirmiş gibi bir izlenim uyandırıyor. Ama somut durumlara uygulamaya kalktınız mı hiç mi hiç işe yaramadığını görüyorsunuz. Neden derseniz, üç kavram arasındaki ilişkinin belli bir mantığa bağlanabilmesi için birçok koşulun bir araya gelmesi, öncelikle de söz konusu kavramların kişi ve durumla bağıntılı olarak, bağdaşık tanımlara kavuşturulması gerekiyor. Ancak, önce üçünün en belirleyicisi gibi görünen kavram, yani "içtenlik" yan çiziyor buna: içinde bulunduğumuz koşulu doğru yargılamamıza bir katkısı olabilmesi için, sürekli ve saltık bir nitelik taşıması gerekirken, alabildiğine değişken ve görsel bir veri olarak çıkıyor karşımıza. Biliriz, Gide'in ünlü kahramanı Edouard da önemle vurgular bunu, "Şu içtenlik sorunu ne sinirlendirici. İçtenlikmiş!" deyip kavramı aşağıladıktan sonra, "Kendime yöneldiğim zaman, sözcüğün anlamını bile kavrayamaz oluyorum. Hiçbir zaman olduğumu sandığım şey değilim — olduğumu sandığım şey de durmamacasına değişir, öyle ki, çoğu zaman, ben birleştirecek olmasam sabahki varlığım akşamki varlığımı tanımayacak.", diye ekler. Böylece, aynı günün sabahıyla akşamı gibi çok yakın zaman farklarıyla, birbiriyle yüzde yüz çelişen iki değer aynı içtenlikle benimseyip aynı içtenlikle yadsıyabileceğimizi varsayar. Bunun sonucu olarak, en azından kişinin kendi kendisiyle içtenliği sorununun içi boş bir sorun olduğunu esinler. Gerçekten de, kişinin kendi kendini aldatmasının oldukça sık rastlanan bu durum olduğunu kesinleyebilsek bile, bunu içtenlikle mi, yoksa içtensizlikle mi yaptığını sormak saçmadır. Bu durumda, olsa olsa kişinin başkalarıyla ilişkileri düzleminde, belirli bir süre içinde ve belirli bir değer nesnesi karşısında bir içtenlik sorunundan söz edilebilir.
Hans Robert Jauss'un kendi yaşam serüveni de bunu doğrular gibi görünüyor. Genç yaşta, gönüllü olarak SS subayı olmayı seçmiştir, olmuştur da ama, belli koşullar göz önüne alınıp da bakılınca, ne içtensizdır, ne budala: "Benim Waffen-SS'e girmeye karar vermeme neden olan şey gerçekte bir Nazi düşüngüsüne katılma değildi.", der; böylece, daha başlangıçta, içtenliğin (en azından delikanlı Jauss için) "düşünsel", dolayısıyla "akılsal" bir güçbeğenirlik çakışması gerekmediğini sezdirir bize. "Küçük kenter sınıfından bir insan olarak, zamanın havasına uymak isteyen bir delikanlı"dır. Ama pek öyle gözü kapalı bir delikanlı olduğu da söylenemez: Nazilerce yasaklanmış olan bir yazarın; Spengler'in, Batının Çöküşü adlı yapıtını okumuş, "Hitler imparatorluğu"na kuşkulu bir gözle bakmaya başlamıştır. Ancak, daha niceleri gibi, o da "güncelin dışında" kalmak istemez. "Savaşa katılarak ortada, tarihin yapıldığı yerde bulunmak gerekiyordu" diye açıklar. "Bize göre, bunun tersi kaçmak, sınıf arkadaşlarımız canlarını tehlikeye atarken, bir bakıma, estetik bir tutum içine kapanmak olurdu."
Hele bu ortam "Hitler imparatorluğu"nun ortamı olunca, bize sunulan ortama katılmayı yadsımanın "estetik bir tutum" olarak nitelenmesi ilk bakışta insanı ürpertir kuşkusuz. Bu "estetik tutum"un, dönemin nice Alman aydın için, SS subayı ya da sıradan asker olarak savaşa katılmaktan çok daha tehlikeli olduğu da bilinen bir şey. Ama genç Jauss'un seçiminin sözünü ettiği; üç seçenekli uslamlamayı büyük ölçüde geçersiz kıldığı kesin: Jauss hem partidedir, hem akıllıdır, hem de içtendir. Akıllılığını savaştaki başarısıyla da, savaş sonrasında bağlandığı partinin nasıl bir parti olduğunu görüp ondan kopmasıyla da, dünyanın her yanında ilgiyle karşılanan yapıtlarıyla da kanıtlanmıştır. İçtenliğine gelince, Spengler'in kitabı içinde Hitler düzenine karşı bir kuşku uyandırmış olsa bile, nerdeyse tüm bildirileri egemen gücün düşüngüsü doğrultusunda düzenleyen iletişim araçları, öğretim uygulamaları, egemen güce gözle görülür biçimde ayak uydurmuş görünen toplum yanında bu kuşku hiç de ağır çekmez. Jauss'un kendisi de, hiç kuşkusuz içtenlikle, savaş sırasında günlük kaygısının yüzü aşkın askeriyle ayakta kalmak olduğunu, "gerçekten olup bitenler"i, savaştan sonra, "dehşet içinde" Nuremberg Mahkemesi'nde öğrendiğini söyler. Bildirişim kaynaklarının çok daha çeşitli olduğu toplumlarda, diyelim ki bizim toplumumuzda, hem de Hitler ve Mussolini deneyimlerinden sonra, nice gençler benzer yolları seçerken, üstelik gerçekleşmesine katıldığı yüz kızartıcı eylemlerden, diyelim ki adam yakmaktan, onur duyabilirken, onun daha sonra gerçeği benimseyebilmesi de aklının, içtenliğinin, dürüstlüğünün yeni bir kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Buna gülebilirsiniz kuşkusuz, "Çok kıvrak bir akıl doğrusu, çok kolay bir içtenlik, çok kolay bir dürüstlük: hep güçlünün yanında." diyebilirsiniz. Ama genç Jauss'ta ne bir Thomas Mann'ın birikimi yaşamıştır, ne de bir Stefan Zweig'ın birikimi. Buna karşılık, kurulması gereken bir yaşam vardır önünde, o da bu yaşamı ortamın koşullarına göre kurmaya, bunun sonucu olarak da çoğunluğa katılmaya, onun değerlerini paylaşmaya yönelir. Buna "güncele katılmak" gibi parlak bir ad vermenin biraz fazla olduğu düşünülebilir. Ama ünlü kuramcının bunu gerçekten içtenlikle söylediğini sezinleriz. "Cepheden gönderilmiş gençlik mektuplarımı uzun zaman yeniden okuyamadım. En sonunda okuduğum zaman, o çok tuhaf genç adam beni şaşırttı, onda kendimi tanıyamıyordum," derken de hem kendi kendine, hem başkalarına karşı içten olduğunu sezdirir. Ne var ki, o da Kalpazanlar'ın kahramanı gibidir: barıştaki varlığı, savaştaki varlığını tanımaz. Hiç kuşkusuz paylaşılan değerlerin, içinde yer alınan topluluğun büyük bir etkisi vardır bunda. Tüm toplumun ezici çoğunluğunun tek öndere, tek halka, tek ülküye bağlanır göründüğü, görüşüne katılmayanı, hatta kendisiyle birlikte haykırmayanı düşman saydığı bir ortamda yalnızlığı göğüslemek hiç de kolay değildir. Hele on sekiz yaşında!
Geçirdiği nice evrimlerden sonra şimdi bulunduğu konumu kendisinin de doğru dürüst belirleyebileceğini sanmadığım ünlü bir köşe yazarımız yıllar yılı sol düşünceyi, sosyalist düzeni savunup durmuş, hem de "Genç kızların solcuları sevmesi, genç erkeklerin solcu kızlara tapması insanlığın doruğundaki en mutlu randevudur" yada "Solculuk çağımızın altın kesimidir. O kesime ulaşamadınız mı insan dahi sayılmazsınız!" türünden şeyler yazabilecek kadar çocuksu bir coşkuyla yapmıştı bunu. Bu nedenle, 12 Eylül anayasasının oylanmak üzere olduğu günlerde, "Benim oyum evet olacak", dediğini işitince, şaka yaptığını sanarak gülmüştüm. "Hayır, şaka etmiyorum: artık çoğunluğun yanında yer almak istiyorum," demişti. Sanırım, yaptı da dediğini, hatta bu anayasayla gelen iktidarın başındaki kişiye övgüler düzerek arkasını» da getirdi. Gene de, öyle sanıyorum ki, yukarıda andığımız iki tümcesi akıllı bir yazar olduğu konusunda bizi biraz kuşkuya düşürse bile, akıllı, içten ve dürüsttü. Bunun tersini düşünmek çok kolay bir çözüm olur. Birtakım kerliferli adamların bayan Çiller'in ya da Erbakan hocanın haftalardır yineledikleri beylik ve düzeysiz konuşmalarını ağzı açık dinlemelerini, birtakım okumuş, yazmış, gün görmüş, ak saçlı insanların bayan Çiller'in ya da Erbakan hocanın çevresinde çocuklar gibi gülümsemelerini, onların azıcık daha yakınında görünebilmek için itişmelerini kaba, gülünç ya acıklı bulabilirsiniz, ama davranışlarını içtensizlik ya da akılsızlıkla açıklamaya kalkmak fazlasıyla kolay, fazlasıyla yüzeysel bir çözüme yönelmek olur. Hiç kuşkusuz, ille de özdeksel olmayan bir çıkar içgüdüsünden ya da bir tutkudan söz edilebilir. Ama herhalde her şeyden önce genç Jauss'un "güncele katılmak" diye adlandırdığı yönelim yer alır bu tutumun altında, bir başka deyişle, çoğunluğa, en azından belirli bir topluluğa katılma istemi yer alır. Buna içtenliği tartışma konusu olmaktan çıkaracak bir mantıksal temel bulmaya gelince, aramadığınız kadar mantıksal temel bulabilirsiniz.
İşte Jean Genet, Pompes Funebres'inde, en kötüler için bile, ilginç bir mantıksal temel bulur size: "İyilikten uzaklaşmak için bu denli tutku gösteriyorsam iyiliğe tutkuyla bağlı olduğum içindir. Ve kötülük bende böylesine tutku uyandırıyorsa, insan yalnızca iyi, yani canlı olanı sevebildiğine göre, kötülük de bir iyilik olduğu içindir". Herkese kendi mantığı. Bilindiği gibi, Genet tutukevlerinden büyük bir coşkuyla söz eder her zaman, ünlü yapıtı Gülün Mucizesi'nin bıçkın anlatıcısının en güzel düşlerini de azgın suçluların kapatıldığı korkunç tutukevleri süsler. Bir tür aşk düzeyine ulaşan bu zorlu tutkunun dolaylı açıklamasını da Pompes Funebres'de buluruz: "Hırsız ve katil arkadaşlığı ancak hapisanelerin dibinde bulur, değerleri en sonunda burada tanınır, benimsenir, ödüllendirilir, onurlandırılır". Birer hırsız, birer katil olarak, hırsız ve/ya da katil edimleriyle kazandıkları değerleri. Bir başka deyişle, tutukevi kötünün kendi kendinde ve kendi kendisi için yüceltildiği, bu yüceltme ediminde "ben"in "benzerine ulaşıp onunla kaynaşarak bir bakıma aşkın bir paylaşımı gerçekleştirdiği, dolayısıyla yalnızlığı aştığı yerdir. Kimilerimizin kısaca "kötülük" diye adlandıracağı hırsız ve katil değerlerinin yüceltilişinde, paylaşım ve kaynaşımın karşıtla özdeşleşmeye dek götürüldüğü bile olur. Bu da, Jean Genet'ye göre, "milis" dedikleri topluluk içinde, bir başka deyişle, "hırsızla polisin karşılaşıp kaynaştığı ülküsel nokta"da sağlanır. Doğrudur, milis, bir açıdan, hem hırsız, hem de polisle savaşır; bu nedenle, "ülküsel nokta"da buluşmuş kişilerin kendi kendileriyle çelişkiye düştükleri söylenebilir; ama, görünüşe bakılırsa, bu nokta aynı zamanda hırsız, katil ve polisin kendilerini açarak yeni bir kimlik kazandıkları noktadır. Genet, İkinci Dünya Savaşı sonlarında, Gestapo güdümündeki Fransız milis örgütünü şöyle anlatır: "(Milis) polis işlevini ancak aşırılıkla gerçekleştirebilirdi, tam da şu kendisini güzelleştirip yüceltmiş olan aşırılıkla. En sonunda polis olmanın sarhoşluğu içinde, aşırılıkla yaptı yaptıklarını. Bir yasallık ve dürüstlük görüntüsü altında, önce yağmalarını ve kıyalarını maskelemeye çalıştı; ama tehlikesizce çalma sevinci onu alaycı yaptı.
Nasıl bir alaycılıktır bu? Milis kendinden olmayanlarla alay mı eder? Yoksa kimi örneklerini bugün ülkemizde de gördüğümüz gibi, karşımıza çalıp öldürdükleri ölçüde yurtseverlik ve kahramanlık savlarıyla çıkmalarından doğan alay mı söz konusudur? Genet bu konuda bir açıklama getirmez. Ama, ne olursa olsun, gölgede de, ışıkta da hep bir topluluk, varlığımızı kendisiyle özdeşleştirerek rahatladığımız bir topluluk, bizi de içinde barındıran, bizi kurallarını uygulamak için bireysel yaşamımızı indirgediğimiz ölçüde yücelten bir topluluk. Bu topluluk Nazı örgütleri gibi alabildiğine genişleyebilir de, beş on kişiden oluşan bir gizli örgüt de olabilir. Ancak, öyle görünüyor ki, her zaman iki temel dayanağı vardır: herhangi bir düşüngü; herhangi bir düşman.
Jauss, "güncele katılmak"tan söz ederken, onun bu yönü üzerinde pek durmaz. Ama, çevremizde gördüklerimizden biliriz: "ülkesini çok sevme"yi seçeneksiz bir düşüngü gibi sunmayı yalnız kendilerini savunmanın değil, başkalarına saldırmanın da en elverişli yolu durumuna getirmiş olanlar, kendilerinden olmayanlara en azından bu ülkenin kapısını gösterirler. Tutumun derin nedenini gene Jean Genet sezdirir bize: "Yalnız ortak bir kin böyle bir güç verebilir dostluğa. İşte düşmanın işlevi. Bizi aşkla birbirimize bağlar". Bir başka deyişle "milis", polisle haydudu birleştirdiği gibi kinle aşkı da birleştirir. Ancak, en azından burada, bu koşullar içinde, aşkın gözü kördür: "güncel"in içinde kalmak için gönüllü olarak Waffen-SS'e giren Jauss katıldığı savaşın hangi savaş olduğunu çoğu kez her şey olup bittikten sonra, Almanya'da olup bitenleriyse, ta savaşın sonunda, tutukevinde ve uluslararası yargı önünde öğrenir.
Hans Robert Jauss'tan Esat Kıratlıoğlu'ya, nicelerinin başına geldiğine göre insanların değişmez yazgısı mıdır bu? Öyle anlaşılıyor ki, hayır: iki karşıt insan türü olmasa bile, iki karşıt insan tutumu söz konusu burada. Hırsızlar içinde de, katiller içinde de, büyükler arasında da. Genet hırsızlık ve katillikten milisliğe yükselmiş (ya da inmiş) kişilerin "arı kalmış, iliğine dek anarşist serserilerden uzak durduklarını", yalnız başına çalışan hırsızı "düşman" olarak gördüklerini anlatır bize. Düşmansa, hemen her zaman ve uğraşı ne olursa olsun, öteki tutumu, Jauss'un bir zamanlar "estetik" diye nitelediğini benimsemiş olandır. Spengler'dir, Thomas Mann'dır, Stefan Zweig'tır.
Bereket, görünüşte yalnız olmasına karşın, sonunda ayakta kalan hep odur.
Hans Robert Jauss'un insanların dünyasına döndükten sonra oluşturduğu görkemli yapıtın da tanıklık ettiği gibi.
1997 Varlık Dergisi, 1075 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder