Yazının öyle çok tanımları yapılmış, ne olduğu ya da ne olmadığı konusunda öyle çok görüşler ileri sürülmüştür ki art arda saymaya kalksanız, sayfalar yetmez. Ama bu tanım ve gözlem bolluğu bile bir göstergedir, gene ona ışık tutar: kolay kolay ele gelmeyen bir nesne karşısında bulunduğumuzu, en iyi tanımların bile onu tüm yönleriyle kuşatmaya yetmeyeceğini gösterir. Bu yüzden olacak, yazın söz konusu olunca, tanımları fazla önemsemeyiz hiçbir zaman, usumuzda tutmaya çalışmayız. Hiç kuşkusuz, en sıradanının bile doğru bir yanı vardır, ama göndergesiyle yüzde yüz örtüşmez hiçbir zaman. Bereket, yazım tanımak, hatta değişik belirimlerini birbirinden ayırmak için tanımlara gereksinimimiz yoktur. Roman, öykü, oyun, şiir, deneme, on iki yaşında bir çocuğun önüne yüz kitap koyun, kısa bir sürede yanlışsız olarak ayırıp sınıflandırır bunları size.
Neden? Tür kavramı yazın kavramından daha açık, daha yalın, daha ele gelir olduğu için mi? Pek değil: örneklerini birbirlerinden kolaylıkla ayırabilmemize karşın, tür olgusu yazın olgusundan da karışıktır. Burada, olsa olsa, yazının tanımları arasındaki farklılıkların bu tanımlara girişenlerin öncelikle belli bir türden, belli bir türün özellik ve isterlerinden yola çıkmış olmalarından kaynaklanması olasılığından söz edilebilir. Buna karşılık, değişik türlerde yapıt vermiş ya da değişik türler üzerinde ayrıntılı incelemeler yapmış kişiler için bile bir yazın tanımında tüm yazın türlerinin özelliklerini göz önünde bulundurmak kolay değildir. İster tanım söz konusu olsun, ister başka şey, çoğu yazın adamlarının yazından söz ederken öncelikle kendilerini ilgilendiren türden yola çıktıkları her zaman sık tanık olduğumuz bir şey.
Örneğin Michel Tournier, "Yazar her dokunduğunu yüceltir. Sıradan bir yazarsa, nesnelere ve kişilere özlerine yabancı, üzerlerine yararsız süsler gibi yapışan, yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir. Oysa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçekte. Genel olarak tözün saydamsızlığında boğulmuş ince ve hoş yapıları aydınlığa çıkararak içeriden aydınlatır. Burada tanıma izleğime geliyorum gene. İyi yazarın okuru okuduğunda yeni şeyler bulgulamamalı, varlıklarını öteden beri en azından sezinlediği için inandığı gerçekleri, gerçeklikleri tanımalı, yeniden bulmalıdır. Yazarın ustalıkla sürdürdüğü bir yanılsama mı söz konusudur? Belki de. Belki de en üstün sanat bunlara güven uyandıran ve okurun geçmişinde uzak bir çağrışım yaratan bir eskiden görmüşlük havası vererek yeni şeyler yaratmaktır", derken, ne romandan söz eder, ne romancıdan, ama "yazar" diye nitelediği kişinin öncelikle "romancı", "sanat" diye nitelediği şeyin de öncelikle "roman" olduğunu hemen anlayıveririz. Aynı biçimde, "Yazmak anımsamaktır", derken, Marcel Proust genelin alanında kalır gibi görünür; hiç kuşkusuz onu okuduktan sonra, "Yazmak anımsamaktır. Ama okumak da anımsamaktır", diye ekleyen Françoıs Mauriac da öyle. Ama her ikisi de gerçekte yalnızca romanı, belki romanın da belirli bir türünü düşünür.
Gerçekten de, andığımız gözlemlerin yalnızca anlatıya bağlanması durumunda bile, yüzde yüz doğru olduklarını, tüm anlatı örneklerini kapsadıklarını kim ileri sürebilir? Örneğin Tournier gözleminde ne ölçüde haklıdır? "Sıradan.bir yazarsa, nesnelere ve kişilere özlerine yabancı, üzerlerine yararsız süsler gibi yapışan, yakıştırma nitelikler vererek güzelleştirir!" sözünün gerçekle yüzde yüz örtüştüğü söylenebilir mi? Yazar ya da romancının konumu, gerçekten var olan bir kişiyi giydiren terzinin, gerçekten var olan bir odayı döşeyen bir iç mimarın konumu mudur? Hayır. Nesneleri ve varlıkları da, onları güzelleştirmekte kullandığı süsleri de yazarın kendisi tasarlayıp söze döktüğüne göre, süs mü kişi ve nesnelere yabancıdır, kişi ve nesneler mi süse, nasıl bilebiliriz? Temel işlem gözlemlenmiş ya da tasarlanmış şeylerin söze aktarılması olduğuna göre, sorun öze yabancı kalıp kalmama sorunu değil, birbirleriyle bağdaştırılması gereken öğelerin bağdaştırılıp bağdaştırılamamasıdır. Bu durumda da başka türlü ele alınması yanlış olur.
Kuşkusuz, Michel Tournier, "Oysa iyi yazar hiçbir şey eklemez gerçekte", derken, belirli bir roman, daha genel olarak da belirli bir yazın anlayışını ortaya koyar. Bu anlayışa göre, daha romana ya da şiire dökülmeden önce de var olan bir gerçek vardır, gerçek bir dünya, gerçek nesneler ve gerçek kişiler vardır; iyi yazar, hepsinin derinliklerine inip gizine varmış bir özne olarak, içlerinden, derin ve geçerli özleriyle aydınlatıp gösterir onları bize. Hiç kuşkusuz, bir fotoğrafçı gibi yapmaz bu işi, sanatının gerekleri uyarınca, belli bir oranda dönüştürür; ama, ne olursa olsun, yaptığı şey önceden var olanı görünür ya da anlaşılır kılmaktır. Başlıca işlevi budur, "iyi yazar gerçekten hiçbir şey eklemez!" sözünü başka türlü yorumlamak nerdeyse olanaksızdır.
Bu tanıma uyan iyi yazarlar çoktur; Michel Tournier' nin kendisi de bu tür yazarlar arasında sayılabilir. Ama iyi yazarı yalnızca bu özellikle tanımlamak ne ölçüde sağlıklıdır? Özel olarak romancının, genel olarak yazarın (bu arada, ozanın), daha da genel olarak sanatçının (bu arada, ressam ve bestecinin) hep önceden var olan bir gerçekten yola çıktığını kim ileri sürebilir? Yazarın hep gerçekten, gerçek kişilerden ve gerçek nesnelerden yola çıktığını varsayalım, onların gerçekliklerini bozmak ya da gerçekliklerine bağlı kalırken, onları, belirli bir amaç doğrultusunda, özlerine uymayan, yakıştırma niteliklerle donatmak da iyi bir yazarın gerçekleştirmek isteyeceği bir amaç olamaz mı? Dahası, nesnelerin ve kişilerin ince yapılarını bu yoldan daha iyi ortaya koyabileceğini düşünemez mi? Örneğin Rabelais' nin Gargantua' sı ya da Hugo'nun Notre-Dame de Paris' si böyle bir düşüncenin ürünleri olarak gösterilemez mi? Herhalde gösterilebilir.
"Yazmak anımsamaktır" kesinlemesi de bir gerçeği dile getirmekte. Mauriac' ın kesinlemesine gelince, belirli bir gerçeği dile getirmesi bir yana, hem Tournier' nin gözlemini, hem de, kurgusu, içeriği ve bildirisiyle, Proust'un yapıtını doğrulamakta. Ama "anımsamak" sözcüğüne genellikle verdiğimizden çok daha kapsamlı bir anlam vermek, örneğin, çelişkin gibi görünecek bile olsa, anımsamanın düşlemeyi de kapsadığını benimsemek koşuluyla. Öyle ya, Yitik Zamanın Ardında' nın yalnızca bir anımsama etkinliğinin ürünü olduğunu kim ileri sürebilir? Öte yandan, çok iyi bir bilim-kurgu romanının oluşumunda anımsamanın da büyük bir işlevi bulunabilir, ama böyle bir yapıtın yazarının, hiç kuşkusuz kendi öznel gerçeği doğrultusunda, bambaşka bir evreni, yüzyıllar sonrasının gerçeklikleri fazlasıyla kuşkulu insanlarım ve nesnelerini düşleyerek yazdığı kuşku götürmez. Bu bile yazarlarımızın söylediklerine gölge düşürür.
Ya okumanın da bir anımsama biçiminde tanımlanması ve, Tournier' nin yazdığı gibi, iyi bir yazardan okuduğumuz şeylerin bizim için birer "tanıma" olması, okurun bunlarda "yeni şeyler" bulgulamaktan çok, "varlıklarını öteden beri en azından sezinlediği için inandığı gerçekleri, gerçeklikleri" yeniden bulması? Tournier, "Yazarın ustalıkla sürdürdüğü bir yanılsama mı söz konusu? Belki de. Belki de en üstün sanat ona güven uyandıran ve okurun geçmişinde uzak bir çağrışım yaratan bir eskiden görmüşlük havası vererek yeni şeyler yaratmaktır", derken, bir kuşkuyu dile getirir, ama, dile getirdiği olasılığın benimsenmesi durumunda, sanatı bir tür göz boyayıcılık olarak algılamak gerekeceğine göre, bunu sanatçının anlatım gücünü vurgulayan bir benzetme biçiminde algılamak daha doğru olur. Üstelik, ister göz boyayıcılık, ister başka bir ustalık söz konusu olsun, yaratımın bizde her zaman bir eskiden görmüşlük izlenimi yarattığı çok kuşkulu. Örneğin ben, yaşamımın değişik dönemlerinde, Balzac'ın, Flaubert'in, Dostoyevski'nin, Proust'un ya da Gide'in yapıtlarını yeniden okurken, arada bir kendi deneyimlerimle okuduklarım arasında bir koşutluk ya da yakınlık kurduğum olsa bile, bir "eskiden görmüşlük" ya da eskiden yaşamışlık duygusundan çok güçlü bir katılım duygusuna kapıldım: bir başka deyişle, okuduğumu daha önce kendim de yaşamışım, kendim de duymuşum, düşünmüşüm ya da düşlemişim gibi bir duyguya kapılmaktan çok, yeni bir serüven olarak yaşadım; daha başka ve daha alçakgönüllü bir deyişle, yaşanana, düşünülene, duyulana ve/ya da düşlenene tanıklık etme duygusu içinde sürdürdüm okumamı. Daha ilginci, Balzac'ın Rastignac'ı, Rubempre'si ve daha nice kişisi, Flaubert'in Frederi; Moreau'su, Charles Bovary'si, eczacı Homais'si ve daha nice kişisi, Dostoyevski'nin Muşkin'ı, Nastasia Fılıpovna'sı, Raskolnikov'u ve daha nice kişisi anılarımda hep birer tanıdık olarak kaldı, serüvenleriyle deneyimlerimi, duygularımı ve bilgilerimi zenginleştirdiler. Ama, yazınla uğraşanlar çok iyi bilirler, bu olgunun yüzyıllardır kullanılagelen bir adı vardır: gerçeğe-benzerlik.
Ancak, hemen belirtelim, yüzyıllardır kullanılagelmesine karşın, gerçeğe-benzerlik donmuş bir kavram değildir: tek bir gerçeklik biçimine bağlanmaz, yapıttan yapıta düzlem değiştirir. Böylece, kimi yapıt nesnel, kimi; yapıt tinsel, kimi yapıt konumsal, kimi yapıt mantıksal, kimi yapıt yapısı yönden gerçeğe-benzer olarak algılanır. Ayrıca, zaman içinde, özel olarak yazın, genel olarak sanat anlayışımızla birlikte gelişir. Durum bu olunca, biz: daha önce var olabileceğim usumuzdan bile geçirmediğimiz yüzlerle, nesnelerle, düşünce ve tutumlarla karşı karşıya getiren yapıtları da gerçeğe-benzer bulmamızdan daha doğal bir şey olamaz. Picasso'nun resimleri de, gündelik gerçeğin ötesinde, bağıntılar düzleminde, alıştığımıza benzemeyen, ama onun kadar geçerli bir gerçeğe-benzerlik sunar kuşkusuz.
Şu var ki, bu tür gerçeğe-benzerlikleri algılayabilmek için. Michel Tournier'nin roman okurunda arar göründüğünden çok daha zengin bir donanım gerekir.
Varlık Dergisi 1999 Yılı 1101 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder