28 Ağustos 2012 Salı
Parmak İzi / Jiddu Krishnamurti
İnsanın içinde bütün dünya vardır ve eğer nasıl bakman ve öğrenmen gerektiğini bilirsen, kapı orada ve anahtar elindedir.
Yeryüzünde senden başka hiç kimse ne sana o anahtarı verebilir ne de o kapıyı açabilir.
22 Ağustos 2012 Çarşamba
Z / Cemil Yüksel
Zeynep için...
durdum en güzelinde çeşmelerin
durdum en güzelinde çeşmelerin
soluksuz
akan bir dağ çeşmesi
senin
olan onca şeyi akar buldum
nasıl
gelmişse bir araya öyle
sabah en
sade yeridir sevişmenin
buldum saçlarını dünyayı döndüren kıvrımda
sırtına doğru gövdeleştikçe uzunluğu
kömürlerden ışıldayarak çıkarırdı siyahını
sırtına doğru gövdeleştikçe uzunluğu
kömürlerden ışıldayarak çıkarırdı siyahını
bir fotoğraf gibi yeterdi her şeye ve
orda kocaman dururdu neyi çağrıştırdığı
orda kocaman dururdu neyi çağrıştırdığı
yenilenmiş
ve ip atlamayı
öğrendiğin
bir sevinçle sokaklarda
unutan
öğlenleri akşamları da unutan
bir balığın gözlerinin dolması sanki denizde
avuçlarım
konumunu almayı bilen
bir
gökyüzü gibi hazır
iştahla
doyurmaya yönelmiş bir anne gibi
doldur ağzımı, sesimi dağınık
kılan kelimeleri
ayıkla siyah taşlarından
ayıkla siyah taşlarından
hem söyle
sevmemiş miydim tekrarları
aynı
elbiseyi günlerce giymeyi ve
kullanmayı durmadan
kullanmayı durmadan
içimdeki
biçimsiz anahtarları
durdum!
en
güzelinde çeşmelerin,
soluksuz
akan bir dağ çeşmesi
yüzüme
sık sık çarptım, kesilene kadar
uyandır
diye korulara tünemiş o sevgiyi.
10 Ağustos 2012 Cuma
Arno Gruen / Normalliğin Deliliği
Gerçeklik Adına Gerçekliğin Reddi
İnsanın
kendi benliği için sorumluluk alması çelişik bir süreçtir. Zamansal dizilişin
basit kavramlarıyla düşünen biri buradaki etki mekanizmasını hiçbir zaman
anlayamaz. Dıştan gelen etkiler olmaksızın gelişim asla olası değildir. Hepimizin
ailesi, içimizde etkili olmayı sürdüren bir annesi veya babası var. Ancak
insan ruhunun içlerinde oluşan zıtlıklar kendi dinamiklerini geliştirir.
Böylece, görünüşte dış olayların neden olduğu, ama aslında bunlarla hiç ilgisi
olmayan veya çok az ilgili olan davranışlar ortaya çıkar.
Çünkü
büyümek isteyen küçük kendiliği etkileyen sadece çevre değildir. Çocuğun bu iz
bırakıcı etkiler karşısındaki tepkisi de çevreye geri döner. Yani sürekli bir
karşılıklı etkileşim söz konusudur. Anne ve baba çocuğa kendi iradelerini
dayatabilirler, ancak eğitici etkilerinin biçimi ve yoğunluğunu çocuğun
tepkileri de belirler.
Anne
baba ve çocuk arasındaki bu karşılıklı oyunun karmaşıklığı; bir yandan
özerklik alternatifinin temeli, oluşan kendilik ve çevresi arasındaki
etkileşimde atılırken, diğer yandan bunun çocuğun kendi sorumluluğunu ne ölçüde
üstlenebileceğinde belirleyici olmasından kaynaklanır. Çocuğun sosyal alan
içinde gelecekteki ilişkilerinin tümü buna bağlıdır. Esas olarak sorumluluk
iki yönde gelişebilir: Oluşmakta olan kendilik, ya özgür ve açık olarak kendi
sorumluluğu içinde şekillenir ya da kendisini edilgence diğerlerinin şekillendirici
etkisine bırakır. Böylece gerçek
sorumluluğun yükümlülüklerinden kaçmış olur.
Bu
süreçte, sorumluluktan kaçış bilinçten atılır. Bunun böyle olması
gerekmektedir, çünkü yabancı bir iradeye tabi olarak özerklikten vazgeçmek,
asli bir iktidar oyununu devreye sokar : “Benim sorumluluğumu üstlenmen için
senin istediğin gibi olacağım. Şu andan itibaren, sana tabi oluşum,
sorumluluğumu üstlenmen için senin üzerinde uygulayacağım iktidar olacaktır.”
Kendini-bağımlı kılmak, böylece tabi oluşun öcü haline gelir. Bu durum pek çok
şey içerir, ilk olarak çocuk, anne babanın değer yargılarını devralır. Yani
içselleştirme dediğimiz durum, tabi oluş yoluyla gerçekleşen işbirliği
sürecidir, ikinci olarak bu, çocuğun kendi içindeki her şeyden nefret etmeye
başlaması anlamına gelir, ki bu da anne babanın beklentileriyle çelişebilir.
Üçüncü olarak bu kendilik nefreti, giderek derinleşen bir tabi oluş eğilimi
gelişmesine neden olur. Böylece bir kısırdöngü oluşur: Tabi oluş ve kendini
küçük görme, karşılıklı etkileşime girer. Ancak özellikle kendini küçük görme,
katlanılmaz bir durum olduğundan hissedilmemelidir. Bu yüzden bütün bu süreç
bilinçdışında kalmalıdır; bu süreç bastırılır ve reddedilir, böylece kişi
iktidar oyununun giderek daha derinlerine doğru körlemesine dalar.
Kendisini
bir başkasına teslim eden kişinin sürekli şikâyeti de bu sürece bağlı olarak
şudur: “Benim için yeterince şey yapmadın.” Bu, iktidar ve tabi oluş üzerine kurulu
her sözleşmenin temelinde bulunan karşı güç olma hayalinin bir ifadesidir. Bu
iktidar oyunu, gizli tutulanın içinde serbestçe etkisini gösterir ve memedeki
çocukta konuşma öncesi duyguların akışı içinde başlar. Karşı güç oluşturma
niyetini saklamak için bu iktidar oyunu gizli tutulmak zorundadır. Karşı güç
oluşturma yanılsaması, kendini tabi kılan için bunu kendi isteğiyle yaptığının
gizlenmesine yarar. Bu çifte bir yenilgi getirir: Tabi oluş devam eder ve
intikam duyguları kendine zarar vermeye dönüşür. Sürekli olarak kendilik
nefretinden beslenen intikam ihtiyacı, kişinin ruh durumunu belirleyen,
bilinmeyen ve itiraf edilmeyen bir kaynak ve yönlendirici haline gelir.
Eğer
kişinin gelişimini kendi tabi oluşunda işbirliği belirliyorsa ortaya çıkan
tablo budur. Kişi kendisini tabi kıldığının farkında değilse yarılmış ben,
yaşamın sonraki yıllarında da bütünlenemez. Bunun doğurduğu kendilik nefreti,
ruhsal dengesizliği ödünleme girişimi olarak gelecekteki tüm edimleri
besleyecektir. Aslında kendilik nefreti duyguları içinde bir yaşam mümkün
değildir. Ancak kişi, tabi olmaya o denli hazır olan kendi benliğine karşı
durabilirse —acı çekme pahasına da olsa— kendilik nefreti azaltabilir. Fakat bu
karşılaşma, nefreti yaratan tabi oluşu kabul etme anlamına gelir.
Oysa
bir çocuk bunu göremez ve kendi benliği içinde kabul görmemenin,
onaylanmamanın yarattığı acıya katlanamadığını itiraf edemez. Bir başkasının
sevgisiyle kendini onaylanmış hissetmek insani gelişimin temel koşuludur. Friedrich Hebbel, bunu bir şiirle ifade etmiştir.
Gözlerinin
içinde öyle bir mucize var ki,
Orada
oluştuğumu görüyorum.
Kabul
görmemekten duyulan acı büyük bir ihtimalle bazı çocuklar için ani çocuk ölümü
olarak adlandırılan durumun nedeni oluyor. Çocuk, kendisini ezen iktidardan pay
alabilmek için çoğunlukla kendisini tabi kılar. Görülen o ki, otistik çocuklar
bu acıyla başka türlü başa çıkıyorlar, acıyı yadsımaya yanaşmıyorlar.
Bu
ağır bir ikilem: insan, ona karşı bir şey yapmadan kendilik nefreti duyguları
içinde yaşayamaz. Kendilik nefretiyle yüzleşirse de kendi kendisine ihanet
edişinin acısıyla karşı karşıya gelecektir. Bu durumda kendilik nefreti
yadsınır, insanın kendi kendisine saygı duyma ihtiyacıyla, boyun eğerek
iktidarla işbirliği yapma eğilimi arasındaki çelişki, bu nedenle insan
ruhundaki en temel ve belki de ilk yarılmadır. Bu yalnızca bir bastırma değil,
aksine kökten bir bölünmedir; kendinden vazgeçmiş olmayı bilmek ve bundan doğan
kendilik nefreti arasında bölünme. Bu bütün bir yaşamın esası haline gelir. Bu
yarılma içselleşmiştir ve itaatle sorumluluğu özdeşleştiren toplumsal ideoloji
tarafından desteklenir: itaat etmek iyi olmak demektir, iyi olmak da sorumluluk
sahibi olmak demektir. Buna karşın özgür olmak itaatsizliktir, itaatsiz olan
hoşnutsuzluk yaratır ve güçlülerin himayesini, dolayısıyla iktidarlarından pay
alma şansını riske atar.
Bu
noktada insan oluşun sosyolojik görünümü üzerine bir şeyler söylemek gerekiyor.
Örneğin suç, yoksulluğun bir sonucu olarak değerlendirilir. Ancak bu görüş
çoğunluğun niçin suç işlemediğini açıklamaz. Bununla birlikte yoksullukla suç
arasında hiçbir ilişki olmadığını da söyleyemeyiz. İnsan bazı şeyleri
ayırmaktan kaçınamaz. Eğer aç biri çalıyorsa bunun nedeni açgözlülük değildir
ve eğer bunu yaparken istemeden birini öldürüyorsa bu kasti bir cinayet
değildir. Diğer yandan varsıllar ve güçlüler, toplumun savaşları çıkartan, diğer
insanların yaşam temellerini yıkıma uğratan, doğayı ve insanı zehirleyen
kesimidir. Ancak hapishanelere atılan onlar değildir. Suç istatistiklerine
geçenlerin varsıllardan çok yoksulların olmasının nedeni, bu tür
istatistiklerin varsılların ve güçlülerin denetiminde olması ve yıkıcılığın
bütün biçimlerini hesaba katmamasıdır.
Uygarlık
ve onun itaat talep eden normları kendilik nefretinin oluşumunda belirleyici
etkenlerdir. Hoşnutsuzluğun ve mutsuzluğun nedeni budur. İktidar kültünü ayakta
tutan ideolojiler adına gerçek görmezlikten gelindiği sürece toplumun ekonomik
ve politik çizgisi ne olursa olsun insanın mutsuzluğu yaşamımızın sürekli
özelliği haline gelecektir.
Bunun
en açık belirtisi, ister kapitalist, ister komünist bir ülkede yaşıyor olsunlar
pek çok insanda gözlenen intikamcı ve suçlayıcı tutumdur. Çünkü intikam ve
suçlama —özgürlük değil— onların yaşam amacı haline gelmiştir ve böylece bağımlılıklarına
giderek daha fazla saplanırlar ve iktidarın tüm sorunlara çare olduğunu sanma
deliliğine kapılırlar. Bunun sonucu olarak pek çok insan, sağlam bir duruşları
olduğu ve yaşamlarını kendilerinin belirlediği yalanına sarılır. Bütün iktidar
oyunlarının, art niyetliliğin ve kendini kandırmanın belirlemesinin temelinde
de bu vardır. Bir anne, az önce altını değiştirdiği için ellerini bir daha
kirletmesine gerek olmadığını düşündüğünden çocuğunun çağrısına cevap
vermeyebilir. Bebeğinin çaresizliğini hissetmek yerine, kendi kendisine
acımaktadır o an.
Ruhsal
değişimler ancak insanın kendi hikâyesini anlamasıyla mümkün olabilir. Her
psikoterapi veya psikanalizde çocukluk dönemi yaşantılarının ve etkilerinin iç
içe geçmiş zaman dizimini çözmek gerçek değişimleri sağlamaya yetmez. Hasta
ancak, bir zamanlar iktidara boyun eğme kararını kendisinin verdiği konusunda
sorumluluğu üstlenirse değişme sürecine girebilir. Çünkü özerk güçlerini
sakatlayan ve ruhsal deformasyonuna neden olan bu boyun eğiştir.
Yapıtlarını
ne kadar önemli ve kapsamlı bulsam da Alice Miller’in bakış açısını bu noktada
eleştiriyorum. Miller, belirleyici olan etkiler karşısında anlayış göstermenin
iyileşme için yeterli olacağını öne sürer. Aslında bu sadece, hastanın
kendisini değiştirmek zorunda kalmaksızın terapide gördüğü anlayışın aynasında
büyük bir iştahla keyif çatmasına yol açar. Ayrıca, terapist de kendisini iyi
anne konumunda hissettiği için hastayı kendisine bağımlı hale getirdiğini
görmezden gelir. Yani böylece güçlü ve bağımlı arasındaki, “iyi anne” ve onun
sayesinde büyümek zorunda kalmayan müteşekkir çocuğu arasındaki, sonsuz oyun
tekrarlanmayı sürdürür. Terapistin böylece içselleştirilmesi — ki bu asıl
aranan kendi kimliğine ulaşmanın zıddıdır— yanlış bir biçimde değerlendirilerek
yetişkinleşmek olarak adlandırılır.
Sakatlanmanın
bir diğer biçimi de özerkliğini koruyabilmek için sadece görünüşte boyun
eğmektir. Bu, en azından özerklik yeteneğini korumak için çelişik bir
olasılıktır.
Gerçek
özerkleşme için ve dolayısıyla değişim cesareti göstermek için tek bir yol
vardır: Kendi kendine ihanetten duyulacak acıyı göze almak. Daha önce de
değinildiği gibi, insanın kendi hikâyesini anlaması yeterli değildir, ama aynı
şekilde bireyin gelişimi üzerinde etkili olan toplumsal şiddeti “anlamak” da
yeterli değildir. Sadece bununla bir insanın nasıl katil olduğunu açıklayamayız.
Kişi tabi oluşuyla yüzleşmelidir; bir insanın kendisinden nefret etmesine ve
sonra kendisine ne yaptığını hatırlattığı için çevresindeki tüm yaşamdan
nefret etmesine neden olan, bu tabi oluştur. Kötülük, yıkıcılık, insaniyetsizlik
— bütün bunların kökleri, insanın doğumla hak ettiği kendisi olma hakkından
vazgeçişine dair yaptığı çok gerilerde kalmış tercihin sorumluluğunu üstlenemeyişindedir.
Elbette kötülük ve insaniyetsizlik, tabi oluşu ve bağımlılığı gizleyen ve boyun
eğişi “sorumlu” davranışla aynı gören toplumsal yapıların ve kuramların desteği
olmadan mümkün değildir. Ancak Hitler gibi bir kişiliğin, “normal” » veya
"ruh hastası” olma cinsinden sıradan bir kavram İkilisiyle anlaşılabilir
olduğunu düşündüğümüz sürece onun gibi birinin iktidara gelmesinin o dönemde ne
anlam taşımış olduğunu ve bugün bizim için hâlâ ne anlam taşıdığını kavrayacak durumda
değiliz demektir.
Şu
noktaya kadar söylenenlerin ışığında, ruh hastalığı için niçin daha
genişletilmiş bir kavramı gerekli gördüğümün anlaşıldığım sanıyorum. Ancak
böyle bir kavram genişletmesi, insanı ve yaşayabileceği ruhsal karmaşaları daha
kapsamlı bir biçimde anlamayı gerektirir. Psikiyatri ve psikolojinin ruh
hastalığı olarak kabul ettiği durum, ruh hastalarında artan bir gerçeklik
yitiminin söz konusu olduğuna inanan görüşe bağlanmaktadır. Gerçeklikle
ilişkinin daha az ya da daha çok oluşu: tüm insani davranışlar buna göre
sınıflandırılmaktadır. "Gerçeklik” burada yalnızca dış gerçeklik olarak
anlaşılmakladır.
Aslında
gerçekle ilişki -dış gerçeğe bağlılığın derecesi veya hiç olmayışı- insanları
içinde düzenleyebileceğimiz ve hastalıklı davranıştan nevroza ve normalliğe
kadar uzanan bir sınıflandırmaya sokabileceğimiz bir temel örgüdür. Ancak böyle
bir şema, gerçeklik yitimiyle tanımlanandan çok daha tehlikeli başka tür bir
hastalık daha olduğunu gizler.
Hastalığın
bu başka türünü görebilmek, bakış açısını değiştirmeyi ve alışılmış kategorilerden
uzaklaşmayı gerektirir. O zaman, genel olarak sağlıklılık kriteri olarak kabul
edilen “gerçeğe” uygun davranışın ardında daha derin ve daha az dikkat çeken
başka bir patolojinin gizlendiği görülür: “normal” davranışın patolojisi;
kendinden vazgeçişin sonucu olarak uzlaşmanın patolojisi.
Bu
patoloji daha yakından incelendiğinde hedefi delilik üretmek değil, deliliği
“hileyle bertaraf etmek” olan bir hastalığın söz konusu olduğu görülür. Bir
hastalığın “hedefi” ile kastettiğim, örneğin birisinin dikkati kendi acısına
çekmek için çabalarken tuhaf davranışlara başvurmasında kendini gösterir.
Bunlar çoğunlukla öylesine örtük yardım çağrılarıdır ki hem yardıma çağrılanı
hem de yardım isteyeni gerçekten çaresiz bırakır. Deliliği hileyle bertaraf
eden normalliğin patolojisinin belirleyici özelliğiyse bundan farklı olarak
acıdan kaçmaktır. Üstelik bu yoğunlaştırılmış bir biçimde yapılır. Söz konusu
olan sadece ruhsal acıdan kaçış değildir, bu tür bir kişilik yapısının
kendisini sürekli olarak tehdidi altında hissettiği dağılmanın karşısında
duyulan korku söz konusudur aynı zamanda.
Araştırılması
algılamalarımızın bloke edilmesiyle engellendiği için bu süreci gözle görülür
hale getirmek kolay değildir. Acıya katlanamadığımız için belli algılar
karşısında duyarsız oluşumuz gibi. Örneğin iç huzursuzluğunu fark etmekte zorlanırız,
çünkü bunu göz ardı edebilmek için dikkatimizi dış gerçeğe vermeyi
öğrenmişizdir. Tam da bu nedenle yukarıda açıkladıklarımı genelde görme
yeteneğinden yoksunuz. Dolayısıyla benim projem de zor bir proje: Hepimiz,
bize içteki kaosun acısından kaçmayı zorla kabul ettiren uygarlığımız tarafından
şekillendirildik. Korkunun üstü örtülmelidir, korkunun yüzüne bakmamak
gerekir. “Sağlıklı olmak” böylelikle, karmaşık bir içyaşamın hastalığını
gizlemek üzere çok etkin bir şaşırtmaca oyunu haline gelir. Sonunda kişi hasta
mı yoksa çaresiz mi olduğunu kendisi bile bilemez olur.
Asıl
hastalığımızı sürekli olarak maharetle gizleyişimiz, çağımız yaşamını da
insanlık tarihinde daha önce görülmemiş ölçüde tanımlıyor. Bugün insanlık
tarihinin devamını öncelikle tehdit eden süreç budur. Bu, Henry Miller’in bir
zamanlar şu ifadeyle tanımlamış olduğu türden bir “sağlıklılık”: Öylesine
“sağlıklı”yız ki, sokakta kendimize rastlasak tanıyamayacağız, çünkü karşımıza
çıkacak olan, bize korku veren bir benlik olacak. Kendimize ve başkalarına
karşı sevgi ilişkisi içinde olmadığımızdan sürekli olarak kendi içimizdeki
çölden, kendi boşluğumuzdan ve dolayısıyla kendi geçmişimizden kaçıyoruz.
Eğer
yarılma henüz etkisini göstermemişse yaptıklarımız ya da başımıza gelenler
karşısında acı, çaresizlik veya sevinç ve merak duygularıyla tepki veriyoruz.
Bu tepkiler, yaşam deneyimimizin bir parçası halinde sürekli olarak iç yaşamımıza
işleyip orada etkisini göstermeye devam ediyor. Dışarıdan içimize işleyen her
şey karşısındaki duyarlılığımızı şekillendirdiği için yaratıcı varlığımıza
enerji sağlayan bu duygusal tepkilerdir. Ancak bu duyguların değerinin
yadsındığı ölçüde de yaratıcılığımız azalmaktadır. İnsan kendi iç yaşamından
kopmuşsa artık sadece önceden belirlenmiş ve dikte edilmiş düşünceler ve
tasarımlarla tepki verir. Bundan sonra bir robota dönüşmesine az kalmış
demektir.
Eğer
acı, kaygı ve çaresizlik, bir zayıflık olarak görüldüğünden; hatta kadınsı
kabul edilen duygusal gevşemenin erkeğe yakışmayan bir ifadesi olarak
görüldüğünden ve güçlü erkek anlayışına göre (aynı şey, erkeği örnek alarak
güçlülük iddiasında bulunan kadınlar için de geçerlidir) uygunsuz sayıldığından
yadsınırsa o zaman iç dünya devre dışı kalır ve gündelik hayatın dişlileri
tarafından yalıtılır. İç dünya böylece bilinçdışında giderek daha derinlere
gömülür. Ama görülemez hale gelse de davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve
duygularımızın motoru olarak kalır.
Yani
temelden farklı iki değişik ruhsal durum vardır: İç dünyanın ulaşılabilir
olduğu durumda insan, dışarıdan içine işleyen çekimler karşısında yaratıcı
tepkiler verme yetisine sahiptir. İç dünya tekrar geri çağrılabilir durumda
olduğu sürece bilinçdışında olmasının önemi yoktur. İçyaşam, büyük bir tepki
yetisine sahip son derece hareketli bir varlıktır.
Karşıt tip
değişiktir: Hisseden iç, kilitlenmişse kişinin dış dünyayla etkileşim akışıyla
temas edemez. Dolayısıyla, daha açık bir ifadeyle, gerçek bir etkileşim zaten
oluşmaz. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan iç yalıtımın ölçüsü kendilik nefretiyle
doğrudan bir ilişki içindedir. Bu kendilik nefreti, özerk duyguların
yalanlanmasını talep eden bir “gerçeklik”in diktesine tabi oluşa etkin biçimde
katılım sonucu oluşur.
Nefreti sürekli
besleyen bu kaynak sadece iç yalıtımı değil, aynı zamanda iç dünyayla dış
dünya arasında bağlantı olmayışının sonucunda ortaya çıkan karmaşayı da
güçlendirir. Bütün bunlar insanın kendi içinden ve onunla bir kez daha
karşılaşmaktan duyduğu korkuyu büyütür. Yarılma yarılmayı güçlendirir. Böylece
yıkımdan duyulan korku, insana iktidar ve güce boyun eğen bir dünyada yerini
sağlamlaştırmasını öğreten dış dünyaya dalışı hızlandırır.
İçerinin kapatılması,
yani dış dünyanın onaylayıcı temasından yalıtılması, yapılanma ve bütünlenme
kaybına yol açar. Baskın unsurları yıkım dürtüsü ve kendilik nefretine
dönüştüğünden iç dünya korku verir.
Kendilik yapılanması
olmadan içerisi sürekli bir isyan ve karmaşa konumunda kalır. Bu rüyalarla
ilişkide kendisini gösterir: Rüya görmenin temel mekanizması, bunlar istekler
veya giderilmemiş gereksinimler olsun, duygusal anlam taşıyan yitirilmiş
şeylerin yeniden üretimi çevresinde döner. Ama böyle insanlarda bunlar
bozulmuş, hatta yalanlanmıştır. Şizofrenlerden farklı olmakla birlikte kendi
benlerinden kopmuş oldukları için rüyalarından söz edemeyen hastalar olduğunu
klinik deneyimlerden biliyoruz.
Bütünlenme eksikliği,
olası dağıtıcı gücü nedeniyle, ama daha çok insan doğumundan itibaren
bütünlenmeye dönük olduğu için korku verir. Eric Alonson ve Shelley Rosenblo’un
bebeklerin daha otuz günlükken, anneye dair bütünleyici algının kesintiye
uğraması durumunda acı ve huzursuzluk belirtileri gösterdiğini kanıtlamıştır.
Bütünleşmiş bir insani varoluş için önkoşul, çok yönlü olarak uyarılabilen ve
dış dünyayla tamamlayıcı bir alışveriş içinde gelişebilen bir içya- şamdır. Bu,
“insani” bir insan olmanın da önkoşuludur. Bu aynı zamanda, kötünün
önkoşulunun, kendiliğin yadsınması ve tahribine dayanan çok daha karmaşık bir
gelişme olmasının da nedenidir.

Tümüyle gerçeğin
üstünde durduğu düşünülen insanların ayırt edici özelliği ise, çaresizliklerini
ve iç dengesizliklerini bastırmaları, yani kendi içyaşamlarından kopmuş olmalarıdır.
Bu değerlendirmenin temelinde, “gerçeklik” anlayışımızın tamamen bu tipe göre
şekillendirilmiş olması vardır ve böylelikle görünürde sürekli onaylanır. Bu
nedenle de kaderimiz üzerinde belirleyici olma iktidarı, asla bu sorumluluğu
taşıyacak güçte olmamalarına rağmen tam da böyle insanlara teslim edilir. Ama
bunun nedeni aynı zamanda bu insanların, gerçekçiliğe ve güce dair kendi
fantezilerimizi temsil etmeleridir.
Bu nedenle bu kitabın
konusu, gerçek bir benin eksikliğini gizleyen ve aynı zamanda bu eksikliğin
sonucu olan iç karmaşadan kaçış için bir araç işlevi gören bir “sağlıklılığın”
sinsiliğidir. İnsanın kendi içinden kopuşu, gerçek bir benin gelişmesini olanaksız
kılar.
Kendisini
normallik olarak maskeleyen delilik, alışılmış olarak delilik olarak tanımlanan
durumdan temel farklılıklar gösterir. Bu nedenle deliliğe dair tasarımımızı
daha farklı biçimde ifade etmeliyiz. Şizofreni — “tanınabilir” delilik— tamamen
başka bir bakış açısından görülmelidir: Şizofreni, sonuçları çok daha zengin
bir delilikle, yani normallik olarak görünen delilikle boğuşmaktır. Bu noktada
benim görüşümün içerdiği zorluk da belirginleşiyor: Kendimiz de aldığımız eğitimin
baskısı altında bu görüntünün ardında gizlenenle temasımızı yitirdiğimiz için
hepimiz normalliğin dış görünümüne kapılıyoruz.
Günümüz
psikopatolojisindeki çelişkili yan, kendi duygu dünyalarıyla olan bağlarından
kurtulmaya çalışan insanların değil de, aslında tüm çabaları bu bağı korumak
olan insanların hasta olarak sınıflandırılmasındadır. Duygu dünyalarıyla bağlarını
korumaya çalışanların hastalığı çoğunlukla, deneyimlerimizin dünyasındaki
çelişkileri ve yarılmaları fark etmelerini olanaksız kılan baskı karşısında gösterdikleri
tepkidir. Dikkatimizi sadece şizofrenlerin “delice” davranışlarına odakladığımızdan
göremediğimiz daha derindeki hastalıksa, toplumdaki çelişkiler ve yalanlar
yüzünden insanların iç bütünlüklerini koruma gücünü yitirmesinden kaynaklanır.
Bu nedenle de açıkça direniş gösteremezler ya da başkaldıramazlar.
Deneyimlerimizin
gerçek anlamda bütünlenmesi çelişkileri de içermesini gerektirir. İkiyüzlülük,
ikiyüzlülük olarak tanınmalıdır. Örneğin sadece başkalarını bağımlı kılmak ve
onları hâkimiyeti altına almak için gösterilen bir ilgiyi “sevecen” ilgi olarak
kabul etmekten vazgeçmeliyiz. Ama çoğumuz böyle bir ilgiyi sevecen ilgi kabul
ederiz! Bir şizofrenin, ahlaki bakımdan inanç duymaya değer bulmadığı,
ikiyüzlü bir dünyayla özdeşleşememesinin nedeni tam da budur. Başka türlü
olmak, onun için insaniyetsiz bulduğu şeylere, yani sevgi olarak gösterilen
nefret, baskı ve denetime boyun eğmek anlamına geleceği için duygusu ve
düşüncesi yarılmıştır.
Şizofrendeki
yarılma, duygu bütünlüğünü, yani iç dünyasıyla temasını koruma çabasıdır. Onun
“deliliği”, aslında bütünlük olmayan dayatılmış ve ısmarlanmış bir “bütünlüğe”
karşı çıkıştır. Örneğin bir başkasına acımak, kendini üstün hissetmek veya
karşısındakini aşağılamak için duygudaşlık kullanıldığında şizofren bunun
karşısında herhangi bir duygu uyumu göstermez. Biz uzlaşanların, kaygı veya
sevecenlik belirten, bir tepki beklediğimiz yerde şizofren gülecektir. Bu
nedenle şizofrene, gerçeklikle ilişkisi olmadığı ve yarılmış olduğu tanısı
konur.
Şizofrenin
bir iç alana geri çekildiği doğrudur. Ama bunu yapmasının nedeni, gerçekçiliğin
yadsıdığı sahici duyguların gerçekliği içinde bulunabildiği tek yerin orası
olmasıdır. Şizofrenin kendisini dış dünyadan kopartarak bütünlüğünü koruma
çabası, ne yazık ki kendi yaşamının indirgenmesine ve ruhsal ölümüne yol açar.
Böyle bir insan, bir özdeşleşmeme süreciyle boş ve yanlış bulduğu bir dünyadan
uzaklaşmaya çalışır. Böylece şizofrenin vardığı nokta, bizim gerçekliğimizin
içinde yaşamaması olur.
Ama
buraya varana kadar şizofrenlerin, bütün zıtlıklarıyla birlikte bu gerçekliği
bizim yaşadığımızdan daha da acıtıcı bir şekilde yaşamış olmaları gerekir. Bu
insanlar gerçekliği başından beri yanlış algılamış değillerdir -başlangıçta
gerçeğe ilişkin her şeyi bilmiş olmaları gerekir— daha çok tam da gerçeğe
fazla yakın oldukları için sözde bir insani bütünlenme aldatmacasına katılmak
ellerinden gelmemektedir. Ancak kendi iç yaşamlarıyla bağlantı içinde kalma
çabaları sonucu hastalanırlar. Kendi içlerindekini algılamak zorunda kalmamak
için gerçekliğe kaçan diğerleridir; “sağlıklı” olanlardır. Daha derin bir
anlamda, şizofren bütünlüğünü koruma ihtiyacıyla hareket ederken, “normal”
olanın ihtiyacı yarılmadır.
Bize
dayatılan gerçeklikle kendi iç dünyaları arasındaki zıtlıkların gerilimini
kaldıramadıkları için “normal” davranışın görüntüsü arkasına saklanan
insanların bir süre sonra gerçek duyguları kalmaz. Bunun yerine duyguların ne
olduğuna dair düşüncelerle donanırlar, duygularla deneyimleri gerçekleşmez.
Kendi duygularının yerine yapıştırma duygular sergilerler ve kendi gerçek
duygularını terk ederler. Varsaydıkları kimliklerinin görüntüsü ne kadar
“sağlıklı”ysa bu manevrayı gerçekleştirmekte o kadar başarılı olurlar.
Amaçları kendi benlerini ifade etmek değil de, başkalarını davranışlarında,
düşüncelerinde ve hissettiklerinde tutarlı olduklarına inandırmak olduğu için
bu bir manevradır. Benim aramızdaki gerçek deliler olarak göstereceğim
insanlar böyleleridir.
Bu
insanlar, kendi içlerindeki karmaşa, öfke ve boşlukla yüzleşemediklerinden
hepimiz için tehlike yaratırlar. Şizofren, kendisi için çelişkili ve acı
verici yaşantılarla dolu bir dünyada, gerçek sevginin geçerliliğine dayanan
odaksal duygu çekirdeğini korurken deliliği gizleyenler için, ezici iç karmaşalarına
ve iç yıkımlarına karşı tek direniş yolu iktidar peşinde koşmaktır. Boşluğun
kendi iç boşlukları olduğunu kabul etmek zorunda kalmamak için çevrelerinde
boşluk ve yıkımı yaratırlar. Şizofrenin ikilemi, kendi iç çekirdeğini saklayarak
korumaya çalışmasındadır. Benlik, ancak canlı bir alışveriş içinde
yaşayabileceğinden bu başarısızlığa uğramaya mahkûmdur ve bu yüzden şizofren,
bu girişiminin bedelini çoğunlukla akıl, mantık ve iletişimini tümüyle
yitirerek öder. Dünyanın ona yaptığını kendi kendine yapar. Çevresindeki
insanları kendi durumundan dolayı suçluluk duymaktan korumak için artık
sevilesi biri olmak istemez. Kendi iç durumlarına dair bilgiden kaçmak
isteyenler ise, çevrelerindekileri de kendi “düzen”lerine ve dolayısıyla kendi
kendileriyle ilişki kurma biçimlerine uymaya zorlarlar.
Şizofrenler,
keşfedilmekten korunmak için kendilerini azaltırken diğerleri bunun tersi bir
yöntem uygularlar: kendilerini değil, gerçekliğin yarattığı çelişkileri ve
korkuları yalanlayarak gerçekliği azaltırlar. Yaşama biçimlerinin temelini bu
azaltmayı savunmak ve iç korkularını inkâr etmek oluşturur. Bu azaltılmış
gerçekliğe sarılırlar ve bunun yaşantının tümünü temsil ettiği düşüncesinde
direnirler. Buna bağlı olarak kendilikleri, varlığımızı öncel olarak
belirleyen düşünceleri gönüllü olarak izler ve gerçek varoluşla bizi
sarmalayan dış dünya arasındaki etkileşimlere yaslanmaz. Böylece bilinci de bireyin
dış gerçeklikle bütünleşmesini değil, bu gerçekliği ele geçirme ihtiyacını
yansıtır.
Bu
durumda sadece düşüncelere itaat eden, dolayısıyla sevinç ve acının
yaşanmasıyla oluşan duyguların açık oyununu tanımayan bir bilincin köleleşmesi
ve yıkıcılaşması gerçekleşir. Kendimizi düşüncelere teslim ederek, aslında
sadece hissetmemiz gerektiğini düşündüklerimizi duygu sanırız. Aynı şekilde,
düşündüğümüzü sanırken aslında düşüncelerimiz, intikamcı ve yıkıcı duyguların
kılık değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Sakatların “yaşanmaya
değmez yaşamları” üzerine III. Reich döneminde geliştirilen “bilimsel” kuramlar
bunun uç bir örneğidir.
Bu
ikilem, hepimizin ortak yanı olan gelişimin içinde temellendiği, düşünceleri ve
duyguları birbirinden ayırt etme olanağıyla sıkı bir bağ içindedir. Aslında
yaptığımız, duygularımızın devinimiyle düşüncelerimizin devinimini birbirlerinin
yerine geçirmek oluyor.
Eğer
öncelikle duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmaya, yani duygularımızın
kökeninden uzaklaşmaya eğilim gösteriyorsak bu süreci artık görecek durumda
olmamanın zorluğunu yaşayacağızdır. Gelişimimize bağlı olarak kendimizi
olduğumuz gibi değil, görünmemiz gerektiğini düşündüğümüz gibi görme çabasına
gireriz. Dış görünüm ve gerçek varoluş eşbiçimli olmayacağından birbirlerine
denk düşmezler. Ve birbirlerine denk düşmediklerinde iç gerçekliğin bu çelişkisi,
sürekli bir korku kaynağı oluşturur. Korku da bu kopmayı bir kez daha
pekiştirir. Bir örnek: Güçlülük imajı, bir başkasının acısı karşısında
gösterdiğimiz duygudaşlıkla çelişiktir, çünkü duygudaşlık zayıflıkla
özdeşleştirilir. Bu çelişki bir çöküntü tehdidi oluşturur, bundan duyduğumuz
korku da bizi duygularımızdan “vazgeçmeye” zorlar.
Bu
süreci başka bir biçimde de tanımlayabiliriz: Hâkimiyetin güçlülük,
çaresizliğin zayıflık olduğu inanışı dağılımda farklılıklar göstermekle birlikte
hepimizin derinliklerine yerleşmiştir. Bunu doğamızın temel bir unsuru kabul
ederiz. Ancak hâkimiyete ve çaresizliğe ilişkin bu duygularımız, erken
çocukluk yıllarımızda annemizin koruyucu kolları arasındayken ve onun
tarafından beslenirken duyduğumuz doğal duygularla örtüşmez. Daha sonraları
hâkimiyeti ve çaresizliği güçlülük ve zayıflık olarak hissetmeye
başladığımızda söz konusu olan, temelde düşünce süreçlerinin ürünü olan
duygulardır, asıl doğamızın ve deneyimlerimizin ürünleri değil. Bu düşünce
süreçleri, duygulara katlanamamanın belirlediği azaltılmış bir gerçekliğin
içinde ortaya çıkar. Yani
yine
içinde yarılma barındıran bir süreç.
Duyguların
taşınamaması ilk olarak düşünceyi duygudan kopartır. Bu, şizofrenik davranışın
özelliklerinden biri olarak kabul edilse de, şizofrenlerin değil, biz
“normallerin” gerçeğidir. Şizofren için yarılma, yapıştırma ve ikiyüzlü
duygular göstermeyi reddetmesinin bir ifadesidir. Çünkü şizofren, acı, kaygı,
çaresizlik ve sevinç gibi gerçek duyguları tanımıyor değildir. Ancak bunların
şekilsizleşmesini kabullenerek yaşamayı reddeder. Ama “normal” insanlar
çaresizliği kaldıramadıklarında, böyle bir yaşantıyı küçümseyen ve çaresizlik
yaşamanın, içinde gerçek güce götüren bir kuvvet barındırdığını inkâr eden bir
“gerçeklik” tarafından bu yükün üstlerinden alınmasına ihtiyaç duyarlar.
Bu
gerçeklik kaçınılmaz biçimde, güçlülüğün belirtisi olarak, kişinin kendiliğinin
sınırları dışındakinin ele geçirilmesine özel bir önem verir. Böylece insanın
kendi ruhunu yanıltıcı bir şekilde zaptı söz konusu olur. Bir keresinde Eu-
gene O’Neill, ABD’nin kendi ruhuna sahip olabilmek için sürekli kendi dışında
bir şeyleri ele geçirmeye çabalaması yüzünden başarısızlığa uğradığını ve bu
yüzden hem ruhunu, hem de ele geçirdiklerini yitireceğini söylemişti. Martti
Siirala, uzlaşmacı insanın temel deneyimi olarak “gerçekliğin yanıltıcı
mülkiyeti”nden söz ederken aynı süreci bireysel düzlemde tanımlamıştır.
Kişi,
ele geçirme ve iktidar vasıtasıyla kendi duygularını yaşadığını kendine karşı
onaylar. Ancak iktidar ve ona bağlı olarak oluşan her şey, canlı olma duygusunu
verir görünmekle kalmaz, insan doğasına dair de yanlış bir kavram aktarır ve
kendisi de yine değişir, insan, “düşünce”si yoluyla ve düşüncenin talimatlarına
itaat edişiyle (gerçek duygu ve yaşantılarla bağ kopuksa düşüncenin iç mantığı
hiçbir düzeltmeye izin vermez) kendi içinden kopuk kaldığı sürece sadece
sürekli olarak özerkliğinin zedelenmesiyle kalmaz, aynı zamanda da öfke ve
şiddet duyguları oluşturur. Böyle bir sahte hissediş durumunda sahici olan tek
şey öfkedir. Ama sahiciliğin mümkün kılacağı şey —gerçek duygular- , tasarlanmış
duyguların ideolojisini tehdit edeceği için bu inkâr edilir ve örtülür.
Bilincin
yarılmasının pek çok ruhsal yapının merkezi örgütleyicisi olduğu açık, insanın
ilk deneyimlerinin kopması, sadece iç bütünlüğü yaşamayı imkânsız kılmakla
kalmıyor, aynı zamanda çaresizlik ve zayıflık gibi duygularla başa çıkmayı
sağlayan modelden de vazgeçmek anlamına geliyor. Eğer insan kendi acısının
anlamını kavrayamaz duruma gelmişse o zaman çaresizlikle, zayıflıkla baş
etmede deneyim eksikliği var demektir. Çaresizlik bu yüzden insanın, iktidar
sahibi olarak karşısında kendini savunma ihtiyacı duyduğu bir durum haline
gelir. Bu başarılamazsa çaresizlik deneyimi hızla bir yanılsamaya dönüştürülür
ve bu neden olarak gösterilir. Görünürde her zaman gayet normal olan insanlar
çok şaşırtıcı bir biçimde kör bir yıkıcılıkla tepki veriyorlarsa, bunun
nedeni kendilik değeri duygularının zedelenmesinin böyle bir süreci harekete
geçirmesidir; savaşta ve mesleki başarısızlık alanında bunun sayısız örneği
vardır.
İnsan
güven duymadan yaşayamaz. Güveni de sevecen bir ilgi yoluyla kazanır. Bebekler
ve küçük çocuklar ilgisiz kalırlarsa duygu yitimine uğrayabilirler,
hastalanabilirler, hatta ölebilirler. Sevilme yaşantısı —hangi biçimde olursa
olsun— bir kez dahi gerçekleşmiş olsa, hayal gücümüzün doğasına uygun olarak,
ardından gelecek bir boşluğu, hayati önem taşıyan anneyle bağ içinde olma duygusunu
korumak amacıyla kendi kendimize doldurabilmemizi sağlıyor. Ama böyle hayaller
eğer acıya ilişkin deneyimlerin dışlanması üzerine kuruluyorsa o zaman
kendilik, iktidar ve indirgenmiş bir ruhsal zemin üzerinde temellenir.
ABD’li
psikiyatr Harry Stack Sullivan, insanın sadece yapılacak “doğru şeyi bulması
gerektiğine, o zaman istenilen deneyimin tekrarlanacağına ikna olması için tek
bir olumlu deneyim yaşamasının yeterli olduğuna işaret etmişti. Elbette burada
hayal gücü belirleyici bir rol oynuyor: Artık gerçeklik içinde yaratılamayan
yaşamsal bir teselli sağlıyor. Bu, insanın çıkmazını “atlatabildiği” yollardan
biridir. Sevgiden yoksun yaşamak zorunda kalmak bir insanın en derin
çaresizliklerinden biridir. Çocuklar, ihtiyaçlarının veya algılarının reddedildiğinin
ya da yalanlandığının bilinci içinde yaşayamazlar, eğer ki ruhsal yapıları
sonunda gerçek ihtiyaçlarını inkâr edecek kadar değişmemişse.
Çocuğun
içsel ihtiyaçlarını inkâr etmesi için bunları kısmen veya tamamen koparıp
ayırmış olması gerekir. Bu esaslı bir altüst oluşu içerir. Anne ve babanın
kendisine acı verdiğini ve çaresizliğe düşürdüğünü algılamak zorunda kalmamak
için çocuk nedeni kendi içinde arar. Çocuğun tabi oluşuna yol açan trajedi,
sadece kendi iç dünyasını kopartmasında değildir. Çocuk bunun da ötesinde,
yaşamasını sağlayan anne ve babayla ilişkisini koruyabilmek için sevgi
eksikliğini kendi içindeki bir bozukluktan gelen bir şey gibi algılamak zorunda
kalacaktır. Anne babasının “fikrini değiştirmek” için çırpınacaktır ve bunu
yaparken hatayı hep kendinde bulmaya çalışacaktır. Böylece çocuk hissettiği
sevgi eksikliğinin farazi suçunu kendi üstlenecek ve bu “hata”dan
kurtulabilmek için, iktidar ihtiyacını besleyen bir düşler ve fanteziler
yaşantısı oluşturacaktır.
Eğer
bir çocuk, anne baba iradesinin kendisi için belirlediği çerçeveye —çerçeveyi
belirleyen anne babanın çocuğu nasıl gördüğüdür— uzlaşma sağlayabilirse bu
uzlaşma, bir hayatta kalma stratejisi olma anlamı taşır. Çocuk, kendi iç süreçlerini
bir yana itecektir; kendi ihtiyaçlarını, beklentilerini ve algılayışlarını yok
sayacaktır ve yaşamını kendi benliğinin dışındaki bir şeyin üzerine kuracaktır.
Bu süreçte gerçekliğin görüntüsü de, sahici olmayan bir duygular dünyasının
sözde bütünlüğüne uzlaşmaya dönüşecektir. Bu nedenle çocuğun kendiliği acı ve
ölümü algılamadan gelişir ve ama aynı zamanda kendini bunun bilincine varmadan
acı ve ölüme adar.
/....................
Ressam:Francis Bacon
Ressam:Francis Bacon
3 Ağustos 2012 Cuma
Ercüment Uçarı / UT
Ben yaşarsam utlar gibi yaşarım
Eski zamanlarda gül bahçelerinde
Bir orman aydınlığını getirir meyvaların
Aşkın eğilmiş mor ağzından
Ben gözlerini severim ceylanların
Kalbimi duyarım balıklar soluyunca mavilerde
Hanımelleri mantarlar kuzukulakları
Unutulmuş aşkları kırların
Ben ellerimi severim sabahleyin uyanınca
Büyülü masallar limanında
En erken kalkan gemi benim
Rüzgârımda deniz kızları
Rüzgârımda deniz kızları
2 Ağustos 2012 Perşembe
Yirmidokuz / Cemil Yüksel
tutup her şeyi yerleştirmek ister gibisin boşluğa
duruşunda eyvallahlıktır
asker kızı dersin uzaktan
anısını bırakamadığın kim bilir neleri
az da olsa bildiğini bilen o tebessümü de dahil.
ince bir belin vardır senin
köprülerden geçilir gibidir de
anlaşılır bir gidip gelen sarsılmandan.
ne çiçekleri bekle dur
ne Ankaralı o hovardalığı
aç kapıları gir odalara dinle ağrını
akşam kendini buyur etti
anlatılası bir şey bulsak
açtırsak mı mutsuzluğumuzu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)