18 Eylül 2011 Pazar

İntihar Fikri Sayesinde Hayatta Kaldım / E.M.Cioran

Fritz J. Raddatz'ın yaptığı ve Alman haftalık dergisi Die Zeit'm 4 Nisan 1986 tarihli 15. sayısında "Tiefseetaucher des Schreckens" başlığıyla çıkan söyle­şi. Almancadan çeviren Jean Launay.

FRITZ J. RADDATZ: İlk olarak tarih anlayışınızdan söz etmek ister­dim. Yazdıklarınız arasında, alıntı yapılabilecek ve birbiriyle çelişik görünen birçok formül var: Kötülük tarihi olarak dünya tarihi, ya da: "Tarihe olan tukum, felaketlere düşkünlüğümden gelir", ya da: "Tarih, bir deliler tarihidir". Aynı zamanda Susan Sontag sizin tarih tasavvurunuzu Nietzsche’ninkine yaklaştırıyor. Doğru mu bu?

CIORAN: Hayır. Nietzsche ile benim aramda, tabir caizse bir mizaç benzerliği var: O da ben de uyku uyuyamayanlardanız. Bu bir suç ortaklığı yaratıyor. Ama benim tarih anlayışım, biraz önce alıntıladı­ğınız formüllerde bulunuyor. Benim konumum, duygum bu.

Nietzsche'ye dönelim. Susan Sontag diyor ki: Nietzsche tarih düşün­cesini yanlış olduğu için reddetmez, aksine onu doğru olduğu için reddetmek gerektiğini düşünür. Sizin anlayışınızın da bu olduğunu söylüyor Sontag. Ama göründüğü kadarıyla farklı galiba.

Farklı. Benim konumumun kökeninde kadercilik felsefesi var. Temel savım, insanın güçsüzlüğüdür. İnsan tarihin sadece nesnesidir, özne­si değil. Tarihten nefret ediyorum, tarihî süreçten nefret ediyorum.

İlerlemeyi inkâr mı ediyorsunuz?

İlerlemeyi inkâr ediyorum. Size anekdottan daha fazla bir şey olan bir anekdot anlatacağım. Burada, evimin fazla uzağında değil, iler­leme üzerine ilk ve en iyi kitap yazıldı. Terör dönemi sırasında Condorcet buraya saklanmıştı ve ilerlemenin teorisi olan, ilerleme fikri­nin ilk açık ve militan teorisi olan insan Zihninin ilerlemesi Üzerine Tarihî Bir Tablo Taslağı'nı yazdı; 1794'te oldu bu. Arandığını bili­yordu, aile pansiyonundan ayrıldı ve Paris'in bir kenar mahallesine sığındı. Oturduğu bir meyhanede insanlar onu tanıyarak ihbar ettiler - ve intihar etti. Bu kitap iyimserliğin İncilidir.

Bu bir anekdot. Ama siz eleştirinizi dile getirmediniz. Her tür tarihî süreç hakikaten ve genel bir biçimde inkâr edilebilir mi? Böyle bir sürecin içindeki ilerleme inkâr edilebilir mi?

Bunu inkâr edemem. Ama benim için her kazanç aynı zamanda bir kayıptır. Böylelikle de ilerleme kendini iptal eder. İnsan, her ileri adım atışında bir şey yitirir.

Bir örnek verir misiniz?

Bilimi alın; ilaçları, tıbbi teknikleri, yaşamı uzatma makinalarını. Şöyle diyebilirim: Vaktiyle insanlar kendi ölümleriyle ölüyorlardı; onların alınyazısıydı bu; bakım görmeden ölüyorlardı. Şimdi ilaçlar sayesinde insan sahte bir yaşam sürüyor, yapay biçimde uzatılmış bir yaşam. Artık kendi alınyazısını yaşamıyor.

Ama Sayın Cioran, demin bana radyoskopik tahlil sonuçlarınızın iyi çıktığını söylerken mutlu ve yatışmış bir haliniz vardı. Bunun için Bay Röntgenin bir gün keşfini yapması gerekmişti. Bu bir ilerleme değil miydi?

Evet, ama kendi ölümümle ölsem daha iyi olurdu.

Ama siz de ondan kaçıyorsunuz.

Doğru, ben de herkes gibiyim; bu çılgınlık bende de var. Başka tür­lü yapamıyorum. Metroya da biniyorum. Ötekilerin yaptığı her şeyi yapıyorum.

Kınadığınız uygarlıktan siz de istifade ediyorsunuz. Telefonunuz var, uçağa biniyorsunuz.

Bugün düşünüyorum da, geldiğim ufak köyde kalsam ve orada hay­van gütsem çok daha iyi olurmuş. Esasla ilgili şeyleri orada da bura­daki kadar anlamış olurdum. Orada hakikate daha yakın olurdum.

Kültürünüzün hakikati görmenizi engellediğini mi düşünüyorsunuz?

Hayvanlarla, yalın insanlarla, özellikle de çobanlarla bir arada yaşa­mak çok daha iyi olurdu. Tamamen ilkel yerlere, mesela İspanya'ya ya da İtalya'ya gittiğimde ve tamamıyla sade insanlarla konuştuğum­da, hakikatin bu insanlarda bulunduğu izlenimine kapılıyorum.

Bir marjinal gibi konuşuyorsunuz, "yeşiller" gibi biraz: Tabiata dö­nüş filan.

Esas itibariyle kültür, uygarlık elzem şeyler değil. Tabiatı ve hayatı anlamak için kültürlü olmaya ihtiyacımız yok. Bağışlayın ama bir anekdot daha anlatacağım. Çocukluğumda mezarlığın yakınında bir bahçemiz vardı, mezar kazıcıyla dost olmuştum; ben ufak bir çocuk­tum, o da elli yaşlarında olmalıydı. Mezarlığa yakın yaşadığım bu ilk yılların üzerimde etkisi olduğuna eminim; bilinçdışı bir biçimde. Ölümle kurulan bu doğrudan ilişki, ben bilincinde olmasam da mu­hakkak ki büyük ölçüde etkilemiştir beni
.
Bu kişisel felsefeden bir felsefe sesine (philosopheme) varılabilir mi? Sizin yazdıklarınız hususunda kendime sorduğum soru bu. Çok ufak yaştan beri ölümün yakınında yaşamış olmanıza pekâlâ. Ama şu aşağıdaki gibi felsefi bakışları haklı çıkarır mı bu: "Dün, bugün, yarın, uşakların kullanımına yönelik kategorilerdir," ya da "Vardım, varım, olacağım, bu dilbilgisinin alanına girer, varoluşun değil"?

Hayattaki büyük soruların kültürle hiçbir alakaları yoktur. Sade in­sanlarda çoğu zaman bir filozofta bulunmayacak önseziler vardır. Zira çıkış noktası yaşanmış olandır, teori değil. Bir hayvan bile bir filozoftan derin olabilir, yani hayat hakkında daha derin bir anlam sahibi olabilir demek istiyorum.

Aksini söylemiyorum, ama aklıma başka bir şey geliyor: Düşüncele­rinizi ifade ettiğinize göre, kendinizden başkalarına da bir tür yol gösteriyorsunuz, ifade ettiğiniz bu düşünceler sadece sofrada edilen sözler değil, bunları yayımlıyorsunuz. Yayımlamak zaten öğretmek­tir. Dolayısıyla insanları, tarihin bir felaket olduğunu, ilerleme diye bir şeyin olmadığını düşünmeye yönlendiriyorsunuz. Bu gibi şeyler bu kadar dobra bir biçimde yapılabilir mi gerçekten?

Çözüm olduğunu sanmıyorum.

Bir şey yayımlayan her yazarın düşüncesinin bir parçasını oluşturan şeye de inanmıyorsunuz. Yani insan türünün insanileşmesine. Sizin için tahayyül edilemez bir şey mi bu?

Hayır, gerçekten tahayyül edilemez bu. Zaman zaman tarihin akışı bi­raz değiştirilebilir, ama derininde, özünde, hiçbir şey değiştirilemez.
İnsanın tabiatı mı değişmez ve kötü?

Kötü değil: Lanetlenmiş. İnsan kötüdür, buna seve seve inanırım, ama neredeyse bir ayrıntı bu. İnsan alınyazısından kurtulamaz.

İnsanın ve tarihin bu kadar iç karartıcı sunuluşu karşısında, içimden size şunu sormak geliyor: Peki niçin yayımlıyorsunuz? Ne yapmak için? Kim için?

Bu itirazı getirmekte katiyetle haklısınız. Tasvir ettiğim şeyin bir ör­neğiyim. Bir istisna değilim, aksine. Çelişkilerle doluyum. Bilgelik yeteneğinden mahrumum, halbuki büyük bir bilgelik arzum var.

Ama bir kere şöyle demiştiniz: "Bilge otan kişi, üretmez." Bilge ol­mamak üretmenin kaynağıdır.

Mutlak bir biçimde düşündüğüm budur. Ama kimse beni izlemek zo­runda değil.

Kimse sizi izlememeli mi?

Eğer izlerse, başına geleni hak etmiştir. Bütün yazdıklarım, hallerdir; ruhun ya da zihnin halleridir, eğer böyle denebilirse. Her halükârda bunları kendimi bir şeyden kurtarmak için yazdım. Dolayısıyla bü­tün yazdıklarımı bir teori gibi görmüyorum, kendi kullanımıma yö­nelik gerçek bir tedavi gibi görüyorum. Kitaplarımdaki tarafgirlik, ancak muayyen bir halde olduğum zaman yazabilmemden gelir. Kendime vurmak yerine yazıyorum...

... kelle uçurmak yerine.

Benim için inanılmaz bir yatışma bu. Sanıyorum ki eğer yazmasaydım, işler benim için iyice sarpa sarabilirdi.

Evet, ama yazmak ve yayımlamak tamamen aynı şey değil. Tedavim yazmak, diyorsunuz. Ama peki neden yayımlıyorsunuz? Yine de diğer insanları etkilemek için.

Hayır, yayımlamak son derece kurtarıcıdır. Bir özgürleşmedir, tıpkı birine tokat atmak gibi. Yazmış olduğunuz bir şeyi yayımladığınız zaman, sizin dışınızdadır, artık size ait değildir.

Yazılarınızın aforizmaya çok yatkın özelliği buna bağlı olabilir mi?

Tamamen, tamamen doğru bu. Yazdığım bütün aforizmalar...

Küçük haplar mı?

Çok iyi söylediniz, kendi kendime edindiğim ve etki eden haplar bunlar.

Ama bu haplarla başkalarım da zehirliyorsunuz. Mesela beni. Bun­dan bahsetmeme izin verirseniz: Söyleşimizi hazırlamak için Alman- cada bulunan bütün yazılarınızı bir kez daha okuduğumda, adeta içime damla damla bir zehir akıyor gibiydi: Kâh eğlendiriyor kâh rahatsız ediyordu bu beni. Kendi kendime, "Haklı, eninde sonunda hiçbir şeyin anlamı yok," diyordum.

Muhakkak doğru bu!

Doğal olarak kitaplarınız için değil, genel olarak diyorum: Dünya­da hiçbir şeyin anlamı yok.

Hiçbir şeyin anlamı olmadığına gerçekten inanıyorum.

İçinizde bir yerlerde gizlenen küçük bir terörist var.

Yok, hayatım boyunca çok mektup aldım. İnsanlar bir özgürleşme hissettiler. Bu kitapları yayımlarken korkuyordum, çünkü zarar ve­receğimi düşünüyordum. Bunun tam tersi oldu.

İntihar etmiş olanların size teşekkür edecek durumda olmadıklarını da belirtmek lazım.

Durum hiç böyle değil.

Ama eğer biri çıkıp da hayat hakkında, benzer birçok cümlenizden birini alırsam, "maddenin zevksizliği" derse, ya da bir çocuğun döl­lenmesi işini "hırıltıların eşlik ettiği gülünç bir jimnastik" diye tarif ederse, ya da "Artık yüzüm kızarmadan 'ben şuyum' diyemiyorum," derse, ötekilerin zihnine kelimenin etkin anlamıyla yılgınlık zehrini zerk etmiş olur. Eğer hakikaten, artık yüzünüz kızarmadan "ben şu­yum" diyemiyorsanız, o zaman ne kadar kaba görünse bile size sor­malıyım: Öyleyse neden varsınız?

Bu şeyler hakiki bir ümitsizlik ânında yazıldılar. Ama bu kelimeyi sevmiyorum.

Fazla mı kaygan?

Yazdığım her şey aklıma gece geldi. Gecenin özelliği nedir? Her şe­yin varoluşu durmuştur. Artık sadece siz, sessizlik ve hiçlik vardır. Katiyetle hiçbir şey düşünülmez, ancak Tanrı'nın olabileceği gibi yalnız olunur. Ve mümin olmamama rağmen -belki de hiçbir şeye inanmıyorum- bu mutlak yalnızlık bir muhatap ister; ve Tann'dan söz ettiğim zaman, ancak gecenin ortasında bir muhatap gibidir bu.

Ama sizin işaret ettiğiniz, genellikle dinlerin tasvir ettiği Tanrı değil.

Hayır, en son sınır. İhtiyaç duyduğumuz geçici bir muhatap. Tanrı hakkındaki fikrim bu. Oysa gecenin ortasında şu veya bu formülün tehlikeli olup olmadığını sormayız. Zira hiçbir şey yoktur. Ne gele­cek ne de ertesi gün vardır. İnsanları etkilemek, onlar üzerinde nüfuz kurmak düşünülmez; gecenin ortasında nüfuz söz konusu değildir. Tarih yoktur, her şey durmuştur. Formülleştirme de zamanın elinden kurtulur; tarihin elinden kurtulur; tarihin ötesindedir.

Ama yine de gündüz vakti yazmaya devam ediyorsunuz değil mi? Ve o anda yazmış olduklarınızı okuyor musunuz?

Evet, ama genellikle bütün bunlar gece formülleşiyor. Gerçekten de başka bir şey bu. "Dünyaya bakışım" değil, bütünüyle başka bir eği­lim bu: Yazarken kendime bunun bir etkisi olup olmadığını, tehlike­li olup olmadığını sormuyorum; mutlak bir bakış açısı bu. Uykusuz­luğun ne olduğunu biraz biliyorsunuzdur; başka bir insansınızdır, hatta bir insan bile değilsinizdir, bir yaratık bile değilsinizdir, her şey durmuştur ve anlam sözcüğünün katiyetle bir anlamı yoktur, artık bu soru sorulmaz bile.

Sadece, "ben şuyum" demenin gecenin ortasında bile hâlâ bir anla­mı vardır, zira gecenin ortasında bile, yalnızlığın karanlığı içinde, gerileyen bu sınırla, Tanrı'yla, doğal olarak ne olduğunuzu bilirsi­niz, fiziksel olarak olduğunuzu bilirsiniz. Eğer o sırada da "Artık yü­züm kızarmadan 'ben şuyum' diyemiyorum," diyorsanız, kendinizden nefret ediyorsunuz o zaman. Sizde kendinize karşı bir nefret mi var?

Elbette. Yazdığım her şeye az ya da çok daima bu nefret duygusunun karıştığı açık. Bu nefret duygusunun nereden geldiğini bilmiyorum. Birçok sebebi olabilir; bunun sonuçlarına katlanmayı kabullenememiş de olabilirim; mümkündür.

İntihardan mı söz ediyorsunuz?

Evet.

Bir kere şöyle yazmıştınız: "Bütün kitaplarını başarısız intiharlardır."

Evet.

Ama birisi intihar, nefret ve kendinden tiksinme sınırına bu kadar ya­kın yaşadığında, ne kadar yakışıksız da olsa bir sorunun sorulması mümkün: Neden Cioran kendini öldürmedi?

Bunun cevabı Burukluk adlı kitabımda bulunuyor: İntihar fikri olma­sa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum. Konumumun anahtarı burada.

Yani gerçekliği, intiharın mümkün gerçekliğini hesaba katmıyorsu­nuz. Bunu düşündüğünüz ölçüde, bir gerçeklik olarak ortadan yok oluyor.

Evet. Mesele de bu. Gençliğimden bugüne kadar her gün bu fikirle, intihar fikriyle yaşadım. Daha sonra da, şimdiye kadar, ama belki de aynı yoğunlukla değil. Ve eğer hâlâ hayattaysam, bu fikir sayesinde­dir. Hayata ancak bu fikir sayesinde tahammül edebildim, benim desteğimdi: "Hayatın senin elinde, istediğin zaman kendini öldürebilir­sin"; bütün çılgınlıklarıma, bütün aşırılıklarıma da böyle katlanabil­dim. Ve yavaş yavaş bu fikir bir Hıristiyan için Tanrı ne ise benim için o hale geldi, bir destek; hayatta sabit bir noktam var.

Hayattaki sabit noktanız intihar mı?

Evet, bütün ömrüm boyunca bana eşlik etti, hem de başarıyla.

Gördüğümüz gibi.

Tersten bir din bu, bir nevi yolundan saptırılmış din.

Aynı zamanda bir ritüelleştirme de. Şimdiye kadar yazdığınız her şey gösteriyor ki, düşünme ve yazma çabalarınız eninde sonunda bir su­ikast ritüeli.

Evet, bu çok doğru.

Şimdi itirazım, ya da sorum şu: Eğer şeyler böyle ise, sizin eserini­zin zayıf noktasının da bu olduğu söylenemez mi? Gerçekliği yazı yo­luyla bertaraf etmeniz; tıpkı yazarak ve düşünerek intihardan kaçın­dığınız gibi, gerçekliği de yazı yoluyla, yazıyla reddetmeniz.

Bunun basit bir nedeni var, o da etkin biri olmamam. Öyle olsaydım intihar ederdim. Edilgen biriyim, müdahale etmekten acizim, aynı zamanda sorumsuzum da, her tür sorumluluk biçiminden korkarım. Sorumluluk fikri bile beni hasta eder.

Bu arada belki de bunun için irrasyonalizmin bir nevi sözcüsü hali­ne geldiniz.

İrrasyonalizmin Almanya'da buradakinden bambaşka bir karakteri var.

Acaba Alman şair Gottfried Benn'i biliyor musunuz?

Benn'i dört ya da beş yıl önce keşfettim. Ama benim üzerimde hiç­bir etkisi olmamıştır, zira önceden bilmiyordum onu.

Ama ona çok yakın bulmuyor musunuz kendinizi?

Belki, kısmen.

Olağanüstü bir biçimde yakın. Sözlerinizin çoğu - "Aslında bir taş olmak isterdim", "Bir hayvan olsaydım", "Hayvanların yanında bit­li ve neşeli kalsak ne olurdu sanki"- Benn'in mısraları gibi okunu­yor; onun o ünlü "Atalarımızın ataları olabilseydik keşke. Bataklık­ların ılıklığında bir kil yığını"nı hatırlatıyor.

Katiyetle doğru bu.

Benn'den söz etmemin nedeni irrasyonalizme gelmemiz, irratio'ya. Gottfried Benn de irratio'nun sözcülerinden biri oldu ve bu nerede bitti? Şimdi size Cioran'dan bir cümle okuyorum: "Zaten vuku bul­muş olan bir ilk cennete puta tapar gibi tapılması, gerici düşünce­nin, ya da tercih edilirse muhafazakâr düşüncenin özel belirtisidir." Durağana tapması ve tarihi reddetmesi Benn'i faşizmin kıyısına gö­türdü. Peki ya Cioran'daki aynı cümleler? Bunlar da dosdoğru geri­ci tutumlara götürmezler mi?

Duruma bağlı. Ama biliyor musunuz, benim için köken gibi, tarihön­cesi ya da tarih olmayan gibi kavramlar başka bir düzeydedirler. Ge­ricilik mi? Belki. Ama bence, tutumuma siyasiden ziyade felsefi bir açıklama bulmanız daha doğru olur.

Ama tarih içinde yaşadığımız da bir vakıa, siz bu fikri reddetseniz bi­le. Stalin tarihtir, Flitler tarihtir. Yine Cioran'dan bir cümle okuyo­rum: "Barbarlık özlemi her uygarlığın son sözüdür." Sizde de bu barbarlık özleminden bir parça var. O ilk balçığın özleminden bir parça. Sarkıtların ve mağaraların...

Tamamen doğru bu, buna itiraz etmem. Kendimi siyasetin üzerinde konumlandırmıyorum, burada haklısınız. Ama çok daha derin, siya­setin ötesinde, tabiatımda var bu; gençliğimden beri bu yadsıma eği­limi, hayır deme eğilimi, hayır demekten zevk alış vardı bende.

Bilinçli yaşamınız sadece yadsıma yoluyla mı ifadesini buluyor?

Çok derinlerimde bu.

Fakat mutlak hayır, pekâlâ kötü bir evete dönüşebilir.

Olabilir.

Gençliğinizde Rumen faşizmine yakın olduğunuz doğru mu?

Evet. Ama beni ilgilendiren fikirleri değildi, daha ziyade coşkusuydu. Bu kimselerle benim aramda bir tür bağ kuruyordu bu. Eninde sonunda marazi bir hikâye. Zira kültür ve kavrayış itibariyle onlar­dan bütünüyle farklıydım.

Çok önemli ve nihai bir nokta: yadsıma, yazı yoluyla gerçekliğin tas­fiyesi, koyu bir irratio eğilimi ve nihayet bunca korkunç düşüşler... Burada mantıksal bir devamlılık var mı?

Hiç yok, zira aynı zamanda bir papaz çocuğu olan ben, Bükreş'teki Dünya Yahudiler Kongresi'nin bütün oturumlarına katıldım; tek Ya­hudi olmayan bendim. Ve bundan büyülendim. Bu da tabiatımın öte­ki veçhesi.

Aydınlanmacılar'ın bir rakibi misiniz?

Aydınlanma Yüzyılı'nı Fransa'da yıllar boyunca araştırdım. Bu beni çekiyordu çünkü bu da benim için aşırı bir şeydi. Sanırım böyle söy­lemek gerekir. Aşırı olan her şey beni daima büyülemiştir. Mesela Marksizm beni hiçbir zaman çekmemiştir. Çünkü fazla sistematiktir, fazla ciddi, katı ve dogmatiktir ve çok az bireyseldir. Marksizm’de fantezi yoktur, teorik fantezi yoktur.

Peki faşizm, tam olarak da Nazi faşizmi sizin üzerinizde aynı büyü­leyici etkiyi yarattı mı?

Hayır.

Naziler üzerine sizden bir cümle: "Oysa istediği kadar kabaca komik olsun, bu çılgınlık Almanların lehine tanıklık etmektedir. Batı'da bir tek onların bazı tazelik ve barbarlık kırıntılarını hâlâ muhafaza etti­ğini göstermiyor muydu?" Tazelik ve barbarlık: Sizde olumlu olan iki kavram bunlar. Ve şöyle devam ediyor: "Ve de hâlâ büyük bir maksat ya da muazzam bir çılgınlık yeteneğinde olduklarını."

Burada beni ilgilendiren Alınanlardır, Naziler değil. Öte yandan ta­rih bir değer sistemi değildir. Bir Alman olarak şeyleri başka türlü görememeniz muhtemeldir, bunu gayet iyi anlıyorum. Ama benim bakış açım daima siyasi değil estetik olmuştur. Demin fanteziden bahsettim. Benim bakış açım bu, Almanlarınki bu değil. Almanlarda ilke çılgınlığı var, şüphe konusunda yetenekli değiller. Bu felaketi yaşamış olmaları bundandır. Nüanslardan hiç anlamazlar, trajedileri de budur. Demin zikrettiğiniz bölümde biraz kinik bir şey var, ama ben şeyleri, ister soldan olun ister sağdan, sizin kadar ciddiye almı­yorum. Tarihte çok mızıkçılık yaptınız.

Tamam, ama salt estetik tutumun da doğal olarak sınırları var; oyu­nun sınırları var. Sadece bir şey söylemek istiyorum: Daima ve sade­ce bu şekilde hayır demek bir boşluk yaratmaz mı? Bir beyin boşlu­ğu; boşluğun doğası uyarınca aniden ve kötü bir şekilde doldurula­bilecek bir ahlak boşluğu yaratmaz mı? Sürekli "Kendimi hayır diye­rek tanımlarım", "bilincim hayır demekten doğar" diye tekrarlayan kişi, kötü bir evet içinde yolunu şaşırma tehlikesiyle karşı karşıya.

Hayır, çünkü gerçekten asla hiçbir şeye inanmadım. Benimle düştü­ğünüz hata bu. Ne olursa olsun hiçbir şeye asla gerçekten inanma­dım. Bu çok önemli. Ciddiye almış olduğum hiçbir şey yok. Tek cid­diye aldığım şey, dünyayla olan çatışmamdır. Artakalanı benim için bir bahanedir ancak.

Peki dünyayla bu çatışma da ne?

Çok basit. Varoluş içindeki rahatsızlık; sadece kültür içinde değil, genel olarak varoluş içinde. Temel olgu budur. "Sorumluluk duy- gum"a gelince, bunu sadece gündelik yaşantıda hissediyorum -in­sanlara karşı insani bir tutumum var- ama yazdığımda değil; o za­man insan benim için adeta düşünülemez bir şey oluyor. O zaman da bir cümlenin, bir aforizmanın muhtemel sonuçlarını dert etmiyorum; her tür ahlak kategorisi nazarında kendimi özgür hissediyorum. İn­san da dahil olmak üzere bütün varlıklara karşı yoğun bir acıma, ma- razi bir acıma hissediyorum ve onu özlemle arayalım diye ortadan yokolması vaktinin gelip de geçtiğini düşünüyorum. Aramızdaki yanlış anlama, sizin geleceğe, genel bir biçimde mümküne inanma­nızdan; benim ise bildiğim tek bir şey var: Hepimiz buradayız ve sonsuz yanılsamalarla birbirimize ıstırap veriyoruz.

Hayatınızda bazen sizi cinayetten ayıran sının bile aşabileceğiniz duygusuna kapıldınız mı?

Eğer şeytan ya da Tanrı olsaydım, sanırım insanlığın hesabını şimdi­ye kadar görmüş olurdum. Bundan neredeyse eminim. Ama günde­lik yaşamda merhamet doluyum. Hayatımda birçok insana moral verdim; savaş sırasında da birçok insan Paris'teki odama sığındı. Ama soyut açıdan bir iblis olabilirdim. Eğer elimde dünyayı yok et­me imkânım olsaydı, yapardım bunu.

Ama insanlar belki de yaşamı seviyorlardır. Ve siz onların hepsini yok mu edeceksiniz? Günümüzde bu artık düşünülebilir bir şey, tek bir füze atmak yeterdi. Sayın Cioran füzesini Moskova'ya yollardı, Ruslar misillemede bulunurdu ve iki dakikada dünya çökerdi; iblis işini yapardı.

Bunu iblis olarak yapabilirdim, ama birey olarak değil.

Derin sularda seyrediyoruz. Bu dediğiniz epey korkunç. Siz "Yaşam­dan nefret ediyorum," yada "Hayat bir sahtekârlıktır," gibi şeyler his­sediyorsunuz diye bütün insanların ölmesi gerekecek. Hangi hakla...

Zaman zaman bu duyguya kapılıyorum. Eğer her şeyi yok etme im­kânım olsaydı, yapardım bunu. Herkesin hissedebileceği içsel bir şey bu.

Herkes mi? Gerçekten mi? Bense daha ziyade bunu az sayıda insan hisseder derdim.

Zannettiğinizden de kötü. İnsanlar derinlemesine bir biçimde potan­siyel canilerdir. Kesinlikle böyle bu.

Bu tezleri daha önce Fransa'daki başka yazarlarla tartıştınız mı?

Yok, hiç tartışmadım. Fransa’da röportaj yapmıyorum.

Röportajdan değil tartışmadan bahsediyorum. Paris'te kimlerle, hangi yazarlarla ilişkidesiniz?

Michaux ile birbirimize çok bağlıydık. Beckett de iyi dostlarım ara­sındadır.

Beckett ile aranızda muhakkak anlaşmazlık çıkmıyordun

Çıkmıyor. Ama Beckett bu kadar genel konularda söyleşi yapmak is­temez; ona sadece somut sorular sorulabilir.

Paris'teki edebiyat yaşamına az katılıyorsunuz değil mi?

Çok az.

Ya Sartre ve Camus?

Savaşın son yılında, 1944'te, her sabah sekizde memur gibi Saint- Germain-des-Pres'deki Cafe de Flore'a gidiyordum. Sekizden öğlene kadar, sonra ikiden sekize, sonra da dokuzdan onbire. Çoğu zaman Sartre da orada, bana pek uzak olmayan bir yerde oturuyor olurdu. Ama o sırada hiç tanınmayan biriydim.

Fakat 1944'te Sartre da tanınmıyordu değil mi?

Yok, o daha o zamandan tanınıyordu; ama tabii daha sonra olacağı kadar meşhur değildi. Birlikte hiç konuşmadık, onu bu kadar tanı­yordum. Camus'yü ise tek bir kere gördüm ve hoşuma gitmedi. İlk kitabım Çürümenin Kitabım yayımladığım zaman bana münasebet­siz bir şey söyledi: "Artık gerçekten entelektüel şeylerin alanına gir­melisiniz," dedi. Bunu inanılmaz bir küstahlıkta buldum. Camus'de bir taşralı kültürü vardı, sadece Fransız edebiyatını biliyordu. Belki Çürümenin Kitabı iyi bir kitap değildir, ama yine de muayyen bir se­viyede olduğu görülür. Üstelik bana sanki bir talebeymişim gibi hi­tap etmesi. Onu bir daha hiç görmedim.

Celine'i tanıyor muydunuz?

Hayır. Ben Celan'la yakındım.

Peki ya Paris'teki diğer Rumen olan Ionesco?

Onu çok iyi tanıyorum.

Görüştüğünüzde Rumence mi Fransızca mı konuşuyorsunuz?

Fransızca. Artık kimseyle Rumence konuşmuyorum. İstemiyorum bunu.

Ama isteseniz konuşabilirsiniz değil mi?

Hiç sorunsuz, elbette. Ama Rumence benim için çok tehlikeli, çün­kü ilk dilim o. Bir çekiciliği var ve yaşla birlikte yeniden beliriyor. Korkutuyor bu beni. Rüyalarımı Fransızca görüyorum, ama eğer ile­ride Rumence rüya görmeye başlarsam, Fransızca yazarlığım biter.

Fransızca yazdığınız ilk kitabınız için ne kadar zaman çalıştınız?

Çok uzun zaman değil, ama geceli gündüzlü üç yıl sürdü.

Dil değiştirildiğinde ne kaybedilir?

Kanı çekilmiş bir nesirle yazıyorum, doğrudan bir dil değil bu. Bir roman ya da yaşanmış bir şey asla yazamazdım. Fransız dilinin be­nim hoşuma gitmesi de hukukçulara ve mantıkçılara göre bir dil ol­masından. Beni çeken, bu dilin soyut tarafı oldu; bundan istifade edebilirim. Ama mesela bu öğleden sonrayı tasvir edemezdim; im­kânsız olurdu bu. Ben sadece sonuçları ifade edebiliyorum. Aforizmalarım gerçek aforizmalar değil, her biri bütün bir sayfanın sonu­cu; ufak bir sara krizinin son noktası.

Öncesindeki her şeyi atıyor musunuz?

Hepsini atıyorum ve sadece sonucu veriyorum; mahkemedeki gibi, sonunda sadece hüküm oluyor: İdam. Düşüncenin aktığı güzergâh olmadan, sadece sonuç. Benim usulüm, formülüm bu. Fransız ahlak­çılarıyla karşılaştırılmış olmam bundandır; hiç nedensiz değildir bu, zira bir tek sonuç önemlidir.


Bu da size saldırılmasına yol açıyor.

Elbette. Sadece zehri veriyorum, nereden çıkardığımı belirtmiyo­rum.

Söyleşimizin çemberi kapanıyor. Sizin gibi bir insan nasıl yaşar? Nasıl sevebilir, eğlenebilir, sinemaya gidebilir, yiyip içebilir?

Size cevap vereyim. Her günkü düşünceler vardır. Bir de sadece şim­şek gibi çakarak gelen düşünceler vardır. Söyledim ya, benim sıra­dan duygum acımadır: Ötekilerin mutsuzluğuna çok duyarlıyım. Fa­kat gençliğimde büyüklük çılgınlığına kapılmıştım.

Bundan bir şeyler kalmış mı? Cioran hâlâ büyüklük çılgınlığına ka­pılıyor mu?

Sadece arada sırada çakan şimşekler halinde.

Sivriliklerinden hiçbir şey kaybetmemişler.

Ama yoğunlukları azaldı. Can sıkıntısı arttı, o dipsiz sıkıntı. Bir pa­paz eşi olan annem, asla unutamayacağım şu sözü söylemişti bana: "Bu ıstırapları çekeceğini bilseydim, seni dünyaya getirmezdim." Ve bu bana çok iyi gelmişti.

Size iyi mi gelmişti?

Kendi kendime, "Bir tesadüfün ürünüsün. Hiçbir şey değilsin," de­miştim.

Hangi çocuğa annesi "Keşke seni dünyaya getirmeseydim," dese, donup kalırdı, acı çekerdi; siz ise "Bana iyi geldi" mi diyorsunuz?

Bir tesadüfün ürünü olduğum, hiçbir şey olmadığım yolundaki fikri­mi teyit ediyordu. Gerçek bir yazar gibi eserler verememem de bun­dandır. Sanki her şeyi anlamışım gibi yaşamama ve yazmama engel olmadı bu ve böyle bitireceğim. Büyük filozoflar da dahil olmak üzere diğerleri bana az ya da çok sınırlı, çocuksu, safdil, dehalarının kurbanı ve esiri gibi geliyorlardı. Toplumu sevmeme rağmen, kendi­mi daima yalnız hissettim; kendimi horgörme ve kendime hayran ol­ma arasında sıkışmış hissettim. Gerçekten iyi anlaştığım varlıklar eser bırakmadılar. Şansları ya da şanssızlıkları, yazar olmamalarıydi. Fazladan bir şey vardı onlarda: Tiksinti ustalarıydılar. İçlerinden biri ilahiyat okumuştu ve papaz olacaktı, ama olmadı. Elli yıl önce onunla Transilvanya'daki Kronstadt’ta bütün bir gece süren baş dön­dürücü konuşmamızı asla unutmayacağım, asla. Bu söyleşi sonrasın­da yaşamak da ölmek de bana aynı derecede lüzumsuz şeyler gibi geliyorlardı. Eğer içimizde çözülmezlik tutkusu yoksa, yadsımanın getirebileceği aşırılıkları tahayyül edemeyiz; yadsımadaki acımasız basiretin...

12 Eylül 2011 Pazartesi

Kafka İle Söyleşiler / Gustav Janouch


1920 yılı Mart ayının sonuna doğruydu, bir akşam ye­mekte oturuyorduk, babam ertesi gün öğleden önce bürosuna uğramamı söyledi.
«Okulu sık sık asıp kitaplığa gittiğini biliyorum», dedi. «Yarın bana geleceksin.Gelirken efendi gibi giyin­meyi de unutma. Seninle birini görmeye gideceğiz.» 
Ben: «Kim bu görmeye gideceğimiz?» diye sordum. Merakım babamı eğlendirmişe benziyordu. Ama bir açıklamada da bulunmadı.
«Sorma», diye yanıtladı. «Merakını yen, bir sürpriz ol­sun senin için.»
Ertesi gün babama yollandım, öğleden az önceydi. İşçi-Kaza Sigortası’nın üçüncü katındaki bürosuna girdiğimi görünce beni tepeden tırnağa bir iyice süzdü, masasındaki gözlerden ortadakini açıp yeşil bir dosya çıkardı, üzerinde süslü bir yazıyla Gustav ismi oku­nuyordu. Dosyayı önüne koyup uzun uzun bana baktı. Bir süre sonra:
«Ne dikiliyorsun öyle? Otursana!» de­di.
Yüzümdeki sabırsız ifadeyi görünce babamın gözkapakları muziplik taşan bir ifadeyle hafifçecik kısıl­mıştı.
«Korkman gereksiz, seni paylayıp azarlayacak değilim», diye söze başladı dostça. «Seninle bir arka­daş gibi konuşacağım. Baban olduğumu unut, kulak ver şimdi söylediklerime. Sen şiir yazıyorsun.» Bunu söylerken sanki önüme bir fatura çıkarıp koyacakmış gibi beni süzdü. Ben kekeleyerek: «Nereden biliyor­sun?» diye sordum.
«Nasıl öğrendin?»
«Basit», diye yanıtladı babam. «Her ayın sonunda ge­len elektrik faturasına bakıyorum, yüklü mü yüklü. Evde nasıl bu kadar çok elektrik harcanıyor, bir araştı­rayım dedim. Gördüm ki senin odanda gece geç vakit­lere kadar ışık yanıyor. Acaba ne yapıyor bu çocuk böyle diye merak edip izledim seni. Baktım habire bir şeyler yazıyor, sonra yazdıklarını yırtıp atıyor ya da utanıp sıkılmış gibi piyanonun içine saklıyorsun. Bir gün öğleden önce sen okuldayken, hele bir göz atayım şunlara dedim.
«Ne oldu sonra?»
 Yutkundum.
«Ne olacak» dedi babam. Elime siyah bir defter geçti, üzerinde Yaşantılar Kitabı yazıyordu. İlgimi çekti, ama bunun senin günlük olduğunu anlayınca yine bıraktım elimden. Ruhunu yağmalamak istemedim.»
«Ama şiirleri okudun.»
«Evet, okudum. Koyu renk bir dosyanın içindeydi hepsi, dosyanın üzerinde de Güzellikler Kitabı yazıyor­du. Çoğunu anlamadım. Bazısını da aptalca bulduğu­mu belirtmeliyim.»
«Peki, niçin okudun şiirlerimi?»
On yedisindeydim o zamanlar, en ufak şeyden guru­rum fena halde inciniyordu.
«Neden okumayacakmışım?» diye yanıtladı babam. «Sanatsal çalışmalarından niçin haberim olmasın? Şiir­lerinden birkaçı hoşuma bile gitti. Uzman bir kişinin bu konuda ne diyeceğini merak ettim. Onun için ste­noyla kopya ettim şiirleri, burada da daktiloyla yeni­den yazdım.»
«Hangilerini?»
«Hepsini», diye yanıtladı babam. «Yalnızca kendi an­ladıklarına değer veren biri değilim ben. Amacım ken­di beğenimin değil, senin çalışmalarının değeri konu­sunda bir fikir edinmekti. Dolayısıyla, bütün şiirlerini kopya edip görüşünü almak üzere Dr. Kafka’ya ver­dim.»
«Kimdir bu Dr. Kafka? Şimdiye kadar kendisinden hiç söz etmedin.»
«Max Brod’un yakın bir dostu», diye açıkladı babam. 
«Max Brod, Tycho Brahe’nin Tanrı Yolu isimli kitabını ona ithaf etti.»
«Değişim'in yazarı yani», diye haykırdım ben. «Harika bir öykü! Demek kendisini tanıyorsun?»
Babam, başını sallayarak onayladı sorumu.
«Bizim hukuk servisinde çalışıyor.»
«Peki, ne dedi şiirler için?»
«Övdü. Ben bunu öylesine yapıyor sandım. Ama sonra seninle tanışmak istediğini belirtti. Ben de senin bu­gün büroya geleceğini söyledim.» «Demek görmeye gideceğimiz kimse bu.» «İyi bildin, şair bozuntusu!» Bunun üzerine babam beni alıp ikinci kata indirdi. İyi döşenmiş oldukça geniş bir bürodan içeri girdik.
Yan yana duran iki masanın birinde ince, uzun boylu biri oturuyordu. Arkaya taranmış siyah saçları, kemer bir burnu, dikkati çekecek kadar dar bir alın altında olağanüstü gri mavi gözleri ve acımsı-tatlı gülümseyen dudakları vardı.
Selam yerine: «Bu seninki olacak galiba», dedi.
Babam da: «Evet, o», diye yanıtladı.
Dr. Kafka toka için elini uzattı.
«Benden utanıp sıkılmanız için neden yok. Ken­dim de elektrik için kabarık faturalar ödeyen bi­riyim.»
Dr. Kafka güldü, o gülünce benim de sıkılganlığım git­ti üzerimden.
«Demek o esrarengiz böcek Samsa’nın yazarı bu», de­dim kendi kendime; karşımda normal, nazik bir adam görmek beni adeta düş kırıklığına uğratmıştı.
Babam bizi yalnız bırakarak odadan çıkıp gitti derken. «Şiirlerinizde henüz çok gürültü var», diyerek söze başladı Kafka. «Bu da gençliğin bir belirtisi; yaşam­sal güçlerin bolluğunu gösteriyor. Diyeceğim, gürül­tünün kendisi güzel, ama sanatla bir ilişkisi yok. Hat­ta tersine, üslubu olumsuz yönde etkiliyor. Ne var ki, eleştirmen değilim ben. Öyle çarçabuk bir başka kimliğe bürünüp sonra yine kendime dönemem ve ge­reken uzaklığı tam olarak belirleyemem. Dediğim gibi, eleştirmen değilim. Yalnızca yargılanan biriyim ve bir seyirciyim.»
«Peki yargıç kim?» diye sordum ben.
Kafka, ne diyeceğini şaşırmış, gülümsedi.
«Gerçi aynı zamanda mahkemede mübaşir de sayı­lırım, ama yargıçları tanımam. Kim bilir, belki de pek sıradan bir mübaşir yardımcısıyım. Yani kesin­likle şuyum ya da buyum diyemem.» Kafka güldü. Söy­lediklerini anlamadımsa da ben de katıldım gül­meye.
«Kesin bir şey varsa, o da acıdır», dedi Kafka ciddi bir edayla. «Ne zamanları yazıyorsunuz?»
Hiç beklemediğim bir soruydu bu, dolayısıyla hemen yanıtladım: «Akşamları, geceleyin. Gündüz pek sey­rek. Gündüzleri pek başaramıyorum yazmayı.»
«Büyük bir büyü saklıdır gündüzlerde.»
«Gündüzün ışık beni rahatsız ediyor; fabrika, karşıdaki evler, pencereler sonra. Ama en çok ışıktan rahatsız oluyorum. Işık dikkatimi dağıtıyor.»
«Belki de dikkatin içteki karanlık üzerinde yoğunlaştı­rılmasını önlüyor. Işığın insanı yenilgiye uğratması iyi­dir. O dehşet verici uykusuz geceler olmasaydı, ben hiçbir şey yazamazdım. Ama işte bu geceler karanlık hücre hapsimin dönüp dolaşıp bilincine varmamı sa­ğlıyor.»
’Bu adamın kendisi Değişim'deki o zavallı böceğe benzemiyor mu?’ diye kafamdan bir düşünce geçti an­sızın
O anda kapının açılıp babamın içeri girmesine sevin­dim.
Siyah ve gür kaşlarının altında gri renkte iri gözleri var Kafka’nın. Esmer yüzü büyük bir devingenlik içinde. Kafka yüzüyle konuşuyor.
Söylemek istediği sözün yerine yüz kaslarının bir devi­nimini geçirebilecek oldu mu, hemen yapıyor bunu. Bir gülümseme, kaşların bir çatılışı, dar alında beliren kırışıklıklar, dudakların sarkıtılması ya da sivriltilmesi -bütün bunlar konuşulacak cümlelerin yerini tutan de­vinimleri oluşturmakta.
Kafka jestleri seviyor, dolayısıyla tutumlu kullanıyor onları. Kafka’nın jestleri ağızdan çıkan sözcüklerin konuşmaya eşlik eden yinelenişleri değil, adeta de­vinimlerde sürdürülen bağımsız bir konuşmanın söz­cükleridir, bir anlaşma aracıdır, yani asla pasif bir refleks değil, belli bir amaca yönelik dışavurumlar­dır.
Ellerin kavuşturulması, el ayalarının masadaki yazı alt­lığının üzerine bütün genişliğiyle konuluşu, sandalyede vücudun belden yukarısıyla rahat, ama yine de gergin bir durumda arkaya yaslanışı, omuzlar kaldırılarak başın öne eğilişi, ellerin kalbe bastırılışı, bütün bunlar Kafka’nın tutumlu kullandığı dışavurumsal araçların ancak ufak bir bölümü; bağışlanma dileyen bir gülüm­seme söz konusu jestlere eşlik ediyor, bu gülümse­meyle adeta şöyle söylemek istiyor Kafka: ‘Yalan değil, bir oyun oynadığımı itiraf ediyorum. Ama uma­rım oyunum hoşunuza gidiyordur. Ve sonra - sonra böyle yapmamın tek nedeni, pek kısa bir süre bana anlayış göstermenizi sağlamaktır.’
«Dr. Kafka seni pek seviyor», dedim babama. «Nere­den tanışıyorsunuz peki?»
«Daireden», diye yanıtladı babam. «Kartoteklerin sak­lanacağı dolaplarla ilgili olarak bir taslak yapmıştım, bu taslak bizi daha çok yaklaştırdı birbirimize. Hazırla­dığım modeli Kafka çok beğendi. Derken konuşmaya başladık. Kafka, ikindi üzeri dareden çıktıktan sonra Karolinenthal’da Podebrad Sokağı’ndaki Kornhâuscr’e giderek marangozluk dersi aldığını itiraf etti. O günden bu yana sık sık bir araya gelip kişisel sorunlar üzerinde sohbet ettik. Sonra da işte kendisine senin şiirlerini verdim. Böylece yakın bir tanışıklık kuruldu aramızda.»
«Neden dostluk değil?»
Babam başını salladı.
«Dostluk için fazla çekingen ve içine kapanık biri.» Katka’yı bir dahaki görmeye gidişimde sordum:
«Karolinenthal’daki marangoza hâlâ gidiyor musunuz?
«Siz nereden biliyorsunuz bunu?»
«Babam söyledi.»
«Hayır, çoktandır uğradığım yok. Sağlık durumum izin vermiyor artık. Majesteleri sağlık durumum!» «Anlıyorum. Atelyenin tozlu havasında çalışmak hoş bir şey olmasa gerek.»
«Yanılıyorsunuz. Atelyede çalışmayı seviyorum ben. Rendelenen tahtanın kokusu, bıçkıların türküsü, çekiç vuruşları beni hep büyülemiştir. Öğle sonrasının nasıl geçtiğini bilmez, birden akşam olduğunu görünce şaşıp kalırdım.»
«Atelyedeki çalışma herhalde yoruyordu sizi.» «Yoruyordu evet, ama mutlu kılıyordu aynı zamanda. Böyle temiz, böyle elle tutulup gözle görülür ve genellikle yararlı bir işten daha güzel şey yoktur. Ma­rangozluktan önce de tarım ve bahçe işinde ça­lışmıştım. Hepsi de bürodaki bir angarya işten çok da­ha güzel ve değerli uğraşlardı. Büroda güya daha yüce, daha üstün biridir insan; ama sadece bir görünüş bu.
Gerçekten her zamankindan daha yalnız, dolayısıyla daha mutsuzdur, o kadar. Kafayla çalışması toplumdan koparıp alıyor kişiyi. Elle çalışmak ise onu insanlara yaklaştırıyor. Ne yazık ki atelyede ya da bahçe işle­rinde çalışamıyorum artık.»
«Buradaki işinizden ayrılmak istemezdiniz sanı­rım?»
«Neden olmasın? Bir tarım işçisi ya da bir zanaatkâr olarak Filistin’e gitmeyi düşleyip durmuşumdur hep.
«Her şeyi burada bırakıp gidecek miydiniz?»
«Her şeyi. Yeter ki güvenlik ve güzellik içinde an­lamlı bir yaşama kavuşayım. Şair Adler’i tanır mısı­nız?»
«Yalnızca Sihirli Flüt isimli kitabını biliyorum.» «Prag’da yaşar kendisi. Karısı ve çocuklarıyla.»
«Ne iş yapar?»
«İşi falan yoktur, misyonu vardır sadece. Karısı ve çocuklarıyla bir dostundan ötekisine dolaşıp durur. Özgür bir insan ve şairdir. Onun yaşındayken hayatımı böyle büro işinde harcayıp tükettiğim için yanar duru­rum hep.»
1921 Mayısında bir sone yazmıştım ve Ludwig Winder de onu Bohemia'nın pazar ekinde yayınla­mıştı.
Bu soneyle ilgili olarak şöyle dedi Kafka: «Siz şairi ayakları yere basarken başı bulutların içinde gözden kaybolan olağanüstü bir insan gibi tanımlıyorsunuz. Küçük kentsoyluların tasarım geleneğinde kuşkusuz pek alışılmış bir tablo bu. Sadece içteki gizli saklı is­teklerden kaynaklanan bir hayal; gerçekle bağdaşan bir yanı yok. Gerçekte şair toplumdaki sıradan insan­lardan  çok daha küçük ve güçsüzdür. Dolayısıyla, bu yeryüzündeki yaşamın zahmet ve meşakkatini herkes­ten daha yoğun ve güçlü biçimde duyumsar. Ağzından çıkan ezgiler, kendisi için birer çığlıktır yalnız. Sanat sanatçı için bir derttir, yeni bir derde tutulmak için bu dertten kurtarmaya bakar kendini. Sanatçı bir dev değildir, varlığının kafesine kapatılmış az ya da çok renkli bir kuştur sadece.»
«Siz de mi böylesiniz?» diye sordum ben.
«Ben eşine rastlanmamış bir karga - bir kavka’yım. Teinhofdaki kömürcüde bir tane vardı hani. Görmüş müydünüz?»
«Evet. Dükkânın önünde dolaşıp duruyor.»
«Adaşımın durumu benimkinden daha iyi. Doğru, uç­masın diye kanatları kesilmiş. Ama benim durumumda gerekli değildi bu, çünkü benim kanatlarım zaten kö­relmişti. Bu nedenle yüksekler ve uzaklar diye bir şey yok benim için. İnsanların arasında şaşkın şaşkın sekip duruyorum. Herkes kuşkuyla bana bakıyor. Öyle ya, tehlikeli bir kuşum ben, hırsız bir kuş, bir kargayım. Ama bu yalnız görünürde böyle. Gerçekte parlak nes­neleri algılamamı sağlayacak bir duyudan yoksunun. Onun için değil mi pırıl pırıl siyah tüylerim bile bulun­muyor. Kül gibi gridir rengim. Öyle bir karga ki, taşlar kayalar arasında gözden kaybolmak için can atıyor. Bu söylediklerim yalnızca bir şakadır kuşkusuz, bugün ne berbat durumda olduğumu fark etmeyesiniz diye yapıl­mış bir şaka.»
Kafka’nın çalıştığı büroya kaç kez gittiğimi anımsa­mıyorum artık. Ama bir şey var ki, bugünkü gibi bel­leğimde: Mesai saatinin bitiminden yarım ya da bir saat önce İşçi-Kaza Sigortası’nın ikinci katındaki bü­rosunun kapısını açtığım zaman gözüme çarpan Kafka’nın vücut konumu.
Masasının başında, başını arkaya atmış, ayaklarını uzatmış, elleri gevşecik masanın üzerinde, oturuyor olurdu Kâfka. Filla’nın Dostoyevski'nin Okuyucusu is­mindeki tablosunun Kafka’nın vücut konumunu biraz yansıttığı söylenebilir. Filla’nın tablosundaki okuyu­cuyla Kafka’nın vücut konumu arasında hayli benzer­lik vardı. Ama salt dışsal bir benzerlikti bu. Biçimsel benzerliğin gerisinde içsel bakımdan büyük bir farklı­lık saklıydı.
Filla’nın tablosundaki okuyucunun üzerine çullanıp onu altına alan bir şey vardı, oysa Kafka’nın vücut po­zisyonunda istemli, dolayısıyla zafer havası taşıyan bir teslimiyet kendini açığa vuruyordu. İnce dudaklar hafif bir gülümsemeyi çevreliyor, gülümseme Kafka’nın kendine özgü neşesinin belirtisi olmaktan çok, uzak ve yabancı bir sevincin duygulandırıcı bir yansımasını oluşturuyordu. Gözler ise hep biraz alttan bakıyordu insana. Kafka’nın vücut konumumda öyle bir tuhaflık vardı ki, adeta ince ve uzun boylu oluşunu adeta bu yoldan bağışlatmayı amaçlıyordu. Bütün halinde öyle bir ifade okunuyordu ki, sanki «Bendeniz pek, ama pek önemsiz biriyim. Görmeden geçerseniz, hayli se­vindirirsiniz beni», demek ister gibiydi.
Cılız ve buğulu bir bariton sesle konuşuyordu Kafka; sesi öylesine melodikti ki, hayran kalmamak elde değildi; oysa güç ve incelik bakımından orta çizgiyi as­la geçmeyen bir sesti. Ses, jest ve bakış, tümünden de anlamanın ve iyi yürekliliğin dinginliği yansımaktay­dı.
Çekçe ve Almanca konuşuyordu Kafka. Ama da­ha çok Almanca. Almancası, Çeklerin Almancasının belirleyici özelliği olan aksana benzer sert bir aksam içeriyordu. Ama uzaktan ve kesinlikten uzak bir benzeyişti bu. Gerçekte bambaşka bir aksan­dı.
Çeklerin konuştuğu Almanca’nın aksanı kulak tırmalıyıcıdır, konuşma adeta dilim dilim kıyılmış izlenimi uyandırır. Oysa Kafka’nın Almanca’sında böyle bir iz­lenim asla edinmedim. Kafka’nın Almancası içteki ge­rilim dolayısıyla insanda kaba bir izlenim bırakıyordu. Kafka’nın konuşmasındaki kabalık, onun ölçülü biçili ve özenli konuşma isteğinden kaynaklanmaktaydı. Ya­ni edilgen grup özelliklerinin değil, etken kişisel özel­liklerin bir ürünüydü.
Konuştuğu dil de tıpkı ellerine benziyordu. İri ve güçlü elleri, geniş el ayaları, ince ve uzun zarif par­makları vardı Kafka’nın. Tırnaklar yassı ve kürek biçi­mindeydi; boğumları ve eklem yerleriyle belirgin öne çıkıyor, beri yandan enikonu bir zarifliği sergiliyor­du.
Kafka’nın sesini, gülümsemesini ve ellerini ne zaman anımsasam, hep babamın bir sözü gelir aklıma.
Babam şöyle demişti bir gün: «Ürkek bir incelikle bir­leşmiş bir güç; bütün ufak şeyleri alabildiğine güç sayan bir güç.»

3 Eylül 2011 Cumartesi

Cinsellik ve Korku / Pascal Quignard



Cinsellik korkuyla bağlantılıdır. Apuleius'un yazıların­da Psykhe kendine şu soruyu sorar (Metamorphoses, VI, 5): "Hangi gecenin (tenebris) içine saklanabilirim, yüce Ve­nüs'ün {magnae Veneris) kaçınılmaz bakışlarından (inevita-biles oculos) kaçabilmek için?" Lucretius 'kaygılı bir istek'ten, 'korkutucu bir istek'ten (dira cupido) söz eder ve bu isteğin cupiditas'mı, insanların 'gizli yarası' (uolnere caeco) olarak tanımlar. Vergilius, aşkı 'insanı kör ya da gizli bir ateşle yakan eski ve derin bir yara' olarak tanımlar. Catullus'a göre aşk ölümcül bir hastalıktır (Carmina, LXXVI): "Ey tanrı­lar, acımak size özgüyse eğer, ölüm saati geldiğinde insan­lara korkudan başka şeyler de bağışlıyorsanız; bana çevirin gözlerinizi, görün zavallılığımı (me miserum adspicite). Gü­nahsız bir yaşamım oldu benim. Buna karşılık siz de beni esirgeyin. Beni aşk denen o vebadan (pestem) kurtarın; ke­miklerimin içinde donup kalmış, damla damla kanıma ka­rışan, sevinci (laeütia) yüreğimden kovan o zehirden kurta­rın beni."
...................................
Ressam, kesinlikle suskun bir şair değildir; şairin bir söz ressamı olamayacağı gibi. Eskilerin resmi, imge halinde yoğunlaş­mış bir şair anlatışıdır. Simonides şöyle diyordu: "Söz, ey­lemlerin imgesidir. " Etik an, imgenin 'sessiz sö­zü'dür. Bunu Yunanca söyleyecek olursak, zographia (canlı olanın yazıya geçirilmesi), imgenin içinde yoğunlaşan, 'su­sarak' (siöpösan) konuşan, diye ekliyordu Simonides, dü­ğümdür, entrigdir. İmge-eylemler insanların ethos halinde yoğunlaşarak (tanrılaşarak) öteki insanların belleğine gir­mesini sağlar.
Heykeltıraşın kafasındaki güzellik ideali etikti. Din­ginlik ile taşlaşmayı birbirinden ayırmak zordur. Bu, ölüm­süzlerin tranquilla pax'ı, placida pax*ı, summa pax'ıdır. Lucretius'un sanata yüklediği tuhaf amaç bu düşünceden kaynaklanır: 'Bilgelikten yoksun olana bir süre için bilge­nin dinginliğini kazandırmak'. Buysa tanrılaşmadır (tanrı­ya dönüşme): tanrıların bedenini kuşanmak. Dinginliğe erişmiş olanların katına varmak. Bu kişiler sevinci sarsıl­maz olanlardır, acıdan, acımadan, öfkeden, iyilikten, açgöz­lülükten, kıskançlıktan, ölüm korkusundan, aşk duygusun­dan, çalışmanın getirdiği yorgunluktan uzak olanlardır; dünyayı yönetmezler. Bakarlar yalnızca. Bunlar, kendileri­ne özgü ethos'larına göre sitenin ödenek ayırdığı, beslediği ölümsüz tiyatro masklarıdır.
Vergilius'ta, gelecek olan ölüm yüzünden benzi atmış, yanakları titrer, gözlerine kanın gölgesi düşmüş durumda­ki Didon, kendi canına kıydığı anda şöyle der: "Yaşamayı bitirdim. Şimdi, bir büyük imge (magna imago) gibi yerin altına ineceğim."
Güzellikte, devinimsizleşmiş tanrıdan bir şeyler vardır. İnsanlara, yaklaşan ölümün içinde bizi kollayıp bekleyen devinimsizliğin ve sessizliğin daveti­ni sunmaktadır. 'Büyük imge’, mezarın içindeki heykeldir. Resmin sorunu şudur: Sonsuz ânının içine gömülmüş bir tanrının görünüşü gibi bir görüntü nasıl yaratılabilir?
.........................................

1 Eylül 2011 Perşembe

Şiirin Saati / John Berger


Hepimiz biliriz basamakların sayısını,
arkadaşım, hücreden
o odaya kadar.

Eğer yirmi basamak çıkmışsan,
helaya götürmüyorlardır seni.
Kırk beş basamak çıkmışsan,
dışarı çıkarmıyorlardır
hava almaya

Sekseninci basamağı geçmişsen
ve başlamışsan
tökezlemeye merdivenlerde
gözlerin bağlı
ah, eğer geçmişsen sekseninci basamağı
tek yer vardır
seni götürebilecekleri
tek bir yer
tek bir yer
artık yalnız tek yer var
seni götürebilecekleri.

Oturduğum yerin yakınlarındaki gölün kıyısında bir otel var. Son savaş sırasında çevredeki Gestapo örgütü burayı merkez olarak kullanmış. Bu otelde birçok insan sorguya çekilmiş, işkenceden geçmiş. Burası şimdi yeniden otel olarak kullanılıyor. Barda otururken gölü ve uzaklardaki dağları görebilirsiniz. Seyrettiğiniz manzarayı yüzlerce on dokuzuncu yüzyıl ressamı da seyretmiş ve eminim onda tanrısal bir güzellik bulmuştur. İşkence edilenlerin sevdikleri de bu manzara karşısında durmuş­lar, çaresizlik içinde, kendilerinden bir parça olan insanların anlatılmaz acılarla kıvranarak adım adım yaklaşan ölümle baş başa bırakıldıkları bu yapıya gözlerini dikip bakmışlardır. Tanrısal güzellikle kendi gerçekleri arasında acaba o dağlarda ve gölde neler görmüşlerdir?
İnsan yaşantıları arasında belki de en güç tanımlanabilir olanı insanlara düzenli bir biçimde işkence edilmesidir, diyebiliriz. Bunun nedeni yalnızca çekilen acının yoğunluğunda değil, bu tür işkencenin kaynağının bütün dillerin dayandığı noktaya tümüyle ters düşmesindedir. Diller, insanlar arasındaki ayrımlara rağmen, karşılıklı bir anlaşma ortaya çıkacağını varsayar. İşkence ise, her şeyi parçalar: İşkencenin amacı dili sesten, sözcükleri gerçekten koparmaktır. İşkence edilen kişi bilir: Beni parçalıyorlar. Onun orada gösterdiği direniş, benliğinin parçalanmasını sınırlandırma­ya çalışmaktan başka bir şey değildir. Çünkü işkence insanın benliğini parçalar.

İnanma onlara, sana gövdemin resmini
gösterdikleri zaman.
inanma onlara.
İnanma onlara, sana ayın ay olduğunu
söyledikleri zaman,
ayın ay olduğunu,
banddaki sesin benim sesim.
itirafın altındaki imzanın
benim imzam olduğunu söylüyorlarsa,
ağaç ağaçtır diyorlarsa
inanma onlara,
inanma.
Sana ne söylerlerse söylesinler
ne yeminler ederlerse etsinler
ne gösterirlerse göstersinler.
onlara inanma.

İşkencenin çok eski ve yaygın bir tarihi vardır. Eğer insanlar bugün işkencenin bu kadar yaygın olarak yeniden ortaya çıkması­na (hiç ortadan kalkmış mıydı?) şaşıyorlarsa, bu belki de kendilerinin kötülük diye bir şeyin varlığına artık inanmadıkların­dan ileri geliyordur. İşkencenin bu kadar şaşırtıcı olmasının nedeni, az karşılaşılan ya da geçmişte kalan bir şey olmasından kaynaklanmıyor. İşkence insanı soktuğu durum yüzünden irkiltici. İşkencenin karşıtı olarak ilerlemeyi değil, iyiliği düşünmemiz gerekir. (Konu bir yerde Kutsal Kitaba o kadar yakın düşüyor ki, oradaki tanımlar da kullanılabilir.)
İşkencecilerin çoğunluğu ne — klinik anlamda — sadist, ne de kötülük denen şeyin etten kemikten bir örneğidirler. Bunlar, belli bir yöntemi benimsemeye koşullandırılmış, sonra da bunun uygulayıcısı olmuş kişilerdir. Genellikle açıkça ya da gizli olarak devletten yardım gören çeşitli işkence okullarından söz edilebilir. Ama ilk koşullandırma okul öncesinde, bir bölük insanın temelde öbür insanlardan ayrı olduğu ve bu ayrılığın son derecede büyük bir tehlike yarattığı varsayımıyla ideolojik bir tavırla ortaya konur. Böyle bir parçalamayla onlar, biz ve siz'den ayırt edilmiş olur. İşkence konusunda artık okullarda öğretilen ikinci derse göre ise, onların bedenleri yalanın ta kendisidir, çünkü bu bedenler beden olarak pek de başka olmadıkları savındadırlar. İşte işkence bu yalana karşı uygulanan bir cezadır. İşkenceciler eğer bir gün öğrendiklerini tartışmaya kalkarlarsa, daha önce yapmış olduklarından korktukları için, işkence etmeyi sürdürür­ler: Artık kendi işkence görmemiş bedenlerini korumak için işkence yapıyorlardır.
Güney Amerika'daki birtakım faşist rejimler — örneğin, Şili'deki Pinochet rejimi — son zamanlarda bu işkence mantığını sistematik olarak geliştirmiş bulunuyorlar. Bunlar kurbanlarının yalnızca gövdelerini parçalamakla kalmıyorlar, adlarını da yok ederek işi onları yeryüzünden silmeye vardırıyorlar. Bu rejimlerin böyle davranmalarının nedenini yaptıklarından utanmalarında görmek doğru olmaz. Bu davranışlarıyla toplumda kahramanların ve azizlerin yaratılmasını önlemeye çalışıyorlar, bir yandan da bu yöntemle halkı en yoğun biçimde sindirmiş oluyorlar.
Bir kadın ya da bir erkek geceyse evinde, gündüzse iş yerinde tutuklanır, bir arabaya bindirilip götürülür. Bu kişiyi kaçıranlar ya da tutuklayanlar günlük giysiler giyerler. Bundan sonra tutukla­nan kişi hakkında hiçbir bilgi edinilemez. Polis, bakanlık, mahkemeler böyle bir kişinin varlığından habersiz olduklarını söylerler. Aylar, yıllar geçer. Onların öldüğüne inanmak, hayat­tan öylece koparılıp götürülmüş olanlara ihanet etmek olur; öte yandan, yaşadıklarına inanmak da, işkence gördüklerini düşün­mek, sonra, genellikle çok sonra, onların ölmüş olduklarını ister istemez kabul etmek anlamına gelir. Ne bir mektup, ne bir iz, nerede oldukları konusunda ne bir bilgi, ne bir sorumlu, ne başvurulabilecek bir kişi, ne de yargının sonuçlanabileceği bek­lentisi vardır; çünkü yargılama yoktur. Genellikle, sessizliği sesin yokluğu olarak tanımlarız. Ama burada sessizlik etkindir ve bir kez daha sistematik olarak bir araca, bu kez yüreğe işkence eden bir araca dönüştürülmüştür. Arada bir cesetler kıyılara vurabilir; bunlardan bazılarının kayıp listelerinde adları geçenler olduğu saptanır. Arada bir, başka kayıplar hakkında bilgileri olan bir iki tutuklu salıverilir. Bu belki de bilinçli olarak yapılıyordur. Böylece binlerce kişinin yüreklerine onlara yeniden işkence çektirecek umut tohumları ekilmiş olur.

Oğlum
geçen yılın
8 Mayıs'ından beri
kayıp.

Sadece birkaç saatliğine
aldılar
söylediklerine göre
sadece
olağan sorgulamalar için.

Araba gittikten sonra,
o plakasız araba,
hiçbir şey
öğrenemedik
onun
hakkında.

Ama şimdi durum değişti.
Duyduk ki bir arkadaştan
yeni çıkan birinden
beş ay sonra
işkence ediyorlarmış ona
Villa Grimaldi'de
Eylül'ün sonunda
sorguya çekiyorlarmış
bir zamanlar Grimaldilerin olan
o kırmızı evde.

Söylediklerine göre
sesinden, çığlıklarından tanımışlar onu
öyle diyorlar.

Kuzum söyleyin bana
ne günlerde yaşıyoruz
bu ne biçim dünya
nasıl bir ülke?

Soruyorum size
nasıl oluyor da
bir babanın
en büyük sevinci
bir ananın
en büyük sevinci
onların
onların hâlâ
işkence ettiklerini
öğrenmek oluyor
oğullarına?
Demek ki
hâlâ yaşıyor
beş ay sonra
ve en büyük umudumuz
gelecek yıl
sekiz ay sonra
ona hâlâ işkence edildiğini düşünmek
kim bilir belki de sağdır yaşıyordur
ölmemiştir diyebilmek.

İnsan bedenine yapılan işkence genellikle cinsel organlara uygulanır. Bunun çeşitli nedenleri vardır: Bu organlar çok duyarlıdır, insan bundan daha fazla aşağılanamaz, kurbanı böyle­ce kısırlaştırma olasılığı da vardır. Sevdikleri alınıp götürülenlerin çektiği işkencede ise bu insanların umutları işkence noktası olarak seçilir. Böylece başka bir düzeyde de olsa, kısırlaştırmayla karşılaştırılabilecek bir yıkım yaratılır.

Ölseydi
bilirdim.
Nasıl diye sormayın
bilirdim.

Kanıtım yok,
ne ipucu, ne yanıt,
ne olumlu, ne olumsuz
bir kanıt.

İşte gökyüzü
her zamanki gibi
gene mavi.

Ama bu bir kanıt sayılmaz.
Sürüp gidiyor canavarlıklar
ve hiç değişmiyor gökyüzü.

Ama bir de çocuklar var.
Bitirdiler oyunlarını.
Şimdi vahşi atlar gibi
su içmeye başlayacaklar.
Bu gece
yastığa değer değmez başları
uykuya dalacaklar.

Ama babalarının ölmediğini
bu nasıl kanıtlar?

Bütün bu uygulamalara ve bunların giderek artmasına, ayrıca, günlük uygulamalara karışmasalar bile, Amerikalı ajanların bu uygulamaların hazırlanmasındaki katkılarına tepki göstermemiz ve direnişe geçmemiz gerekir. (Uluslararası Af Örgütü bu direnişlerden bazılarını yöndendirmektedir.) Ayrıca, Şili'li Ariel Dorfman gibi şairler de bu konularda şiirler yazmayı sürdürecek­ler elbet. (Yukarıdaki bütün şiirler Uluslararası Af Örgütü'nün yayımladığı Dorfman'ın Kayıp adlı kitabından alınmıştır.) Mo­dern diktatörlüklerin güçlerini sergileyen ve sık sık Dante'nin  Cehennem'iyle  karşılaştırılan canavarlık uygulamalarına karşı daha da çok sayıda şiir yazılacaktır.
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda toplumsal haksız­lıklara karşı yazılan yazılar düzyazı olarak kaleme alınmıştı. Bunlar mantıklı bir dille konuyu ortaya koyan ve zamanla insanların akıl yoluyla doğruyu göreceklerine, çünkü tarihin akıldan yana olduğuna inanan yaklaşımlardı. Bugün artık her şey o kadar açık seçik değil. Sonucun ne olacağı hiçbir şekilde denetlenemiyor. Geçmişte ve günümüzde çekilen acıları gelecek­teki evrensel mutluluğun unutturacağı pek düşünülemez. Buna karşılık, kötülük değişmez bir gerçeklik olarak her zaman karşımızda. Bütün bundan da hayata verdiğimiz değere bağlı kalma kararımızı sonuna kadar savunmak zorunda olduğumuz anlamı çıkıyor. İşi geleceğe bırakamayız. Gerçeğin zamanı yaşadı­ğımız an'dır. Giderek de bu gerçeği kavrayan düzyazı değil, şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok işi zamana bırakır: Şiir ise kanayan yaraya seslenir.
Dilin üstünlüğü yumuşaklık değildir. Dil neyi içerirse, kesinlikle ve acımasızlıkla içerir. Sevgiyle ilgili bir sözde bile, sözcük tarafsızdır; asıl anlam bağlamdadır. Dilin üstün yanı içinde bir bütünlüğü, sözcüklerle insan yaşantısının tümünü içinde barındırma gizilgücüne sahip olmasındadır. Olmuş olan ve olabi­lecek olan her şeyi. Sözcüklerle dile getirilemeyecek şeylere bile yer vardır dilde. Bu anlamda, dilin insanın tek sığınağı, insana karşı olmayan tek barınak olduğu söylenebilir. Düzyazıda bu barınak oldukça geniş bir alanı kaplar; bu alanda birçok yollar birbiriyle kesişir, bir anayollar ve ara yollar ağı görülür. Şiirde ise bu barınak tek bir merkezde, tek bir seste yoğunlaşır.
İnsan dile istediğini söyleyebilir. Bu yüzden dil bize herhangi bir sessizlikten ya da tanrıdan daha yakın bir dinleyicidir. Ama bu açıklığı çoğu zaman bir duygusuzluk olarak da görülür. (Dilin duygusuzluğuna bültenlerde, resmi yazılarda, açıklamalarda ve dosyalarda sürekli olarak tanık oluruz.) Şiirin dili ele alışında bu duygusuzluğu giderme, onun yerine bir ilgilenme çabası görülür. Peki, şiir bu ilgilenmeyi nasıl gerçekleştirir? Şiirin bu çabasının işlevi nedir?
Bununla şiir yazarken yapılan işten değil, yazılmış olan şiirin yerine getirmesi gereken işten söz ediyorum. Her özgün şiir, şiir çabasına bir katkıda bulunur. Bu sonu gelmez çabanın işlevi de hayatın ayırdığını ya da işkencenin parçaladığını yeniden bir araya getirmektir. Bedende duyulan acı genellikle belli bir eylemle azaltılabilir ya da sona erdirilebilir. Bunun dışındaki acıların hepsi ise, şu ya da bu şekilde bir ayrılıktan kaynaklanıyordur. İşte burada acıları azaltma işi karmaşıklaşır. Şiir yitirilmiş bir şeyi bize yeniden veremez, ama yitirilen şeyle aramızda oluşan ayrılığa kesinlikle karşı çıkar. Bunu da hayatımızdan koparılan şeyleri sürekli olarak bir araya getirmekle yapar.

Ah sevgilim
ne güzel
inip
havuzda yüzmek
gözlerinin önünde
üstüme yapışan
keten giysimin
bedenimin güzelliğiyle
birleşmesini
seyrettiğini bilmek.
Gel, seyret beni.     "

Yontuya kazılmış şiir. Mısır, İ.Ö. 1500

Şiirin eğretileme kullanma, benzerlikler bulma dürtüsü yal­nızca karşılaştırmalar yapmak için değildir (bu türden karşılaştır­malar bir ast-üst düzeni yansıtır); şiir bunu belli bir olayın özelliklerini azaltmak için de yapmaz. Şiirde eğretileme varoluşun bölünmez bütünlüğünü kanıtlayabilecek karşılıklarını bulma ama­cıyla kullanılır. Şiir varoluşun bu bütünlüğüne bir çağrıdır, bu çağrının da kof duygululukla bir ilişkisi yoktur. Çünkü kof duygululuk her zaman bazı şeylere, bölünebilecek bazı şeylere, ayrıcalık tanır.
Şiir eğretileme yoluyla birleştirmekten başka, varoluşu ulaştı­ğı alana göre de bütünleştirir. Bir duyguya yaklaşımını evrene yaklaşımı ile denkleştirir. Belli bir noktadan sonra sözü edilen aşırılıkların türü önemini yitirir, bunun yerini aşırılığın yoğunluğu alır. Aşırılıklar ancak yoğunluklarıyla bütünleşirler.

Tıpkı senin gibi ben de katlanıyorum
karanlığı bitmeyen ayrılığa.
Neden ağlıyorsun? Ağlayacağına
elini uzat bana,
söz ver yeniden geleceğine bir düşte.
Sen ve ben bir acılar dağıyız.
Sen ve ben bir daha buluşamayacağız
bu yeryüzünde.
Ah, yıldızlarla geceyarısı
bana bir selam gönderebilsen.
Anna Ahmatova

            Burada öznel ile nesnelin birbirine karıştırıldığını öne sürmek günümüzde çekilen acıların kapsamının karşı çıktığı deneyci bir yaklaşıma dönmek olur. Böyle bir tutum ise haksız bir ayrıcalığın savunulması anlamına gelir.
            Şiir her şey arasında yakınlık kurarak dilin yaşantıya ilgi duymasını sağlar. Bu yakınlık şiirin çabasının bir sonucu, şiirin yöneldiği her eylem, ad, olay ve bakış açısını bunlar arasında kurduğu yakınlıkla bir araya getirmesinin bir sonucudur. Çoğu zaman dünyanın acımasızlığına ve umursamazlığına karşı çıkarıla­bilecek şiirin yaşantıya duyduğu bu ilgiden daha dayanıklı bir şey yoktur.

Acı nereden gelir bulur bizi?
Nereden gelir bulur?
Taa ezelden beri düşlerimizin
            kardeşidir o,
dizelerimizin de yol göstericisi
diyor Iraklı şair Nazik al-Mil'ika.
            Olayların sessizliğini kırmak, ne kadar acı ya da gözyaşartıcı olursa olsun, başımızdan geçenlerin sözünü etmek, sözcükler kullanmak, insanda bu sözcüklerin duyulabileceği, duyulduğu zaman da, olayların ona göre yargılanacağı umudunu yaratır. Duaların kökeninde de kuşkusuz bu umut yatmaktadır. Dualar ise, çalışma gibi, dilin kökeninde yatan etkenlerden biridir. İşte dilin kullanımları arasında başlangıcının anısını en katıksız biçim­de koruyan şiirdir.
            Şiir olarak etkin olan her şiir özgündür. Özgün'ün de iki anlamı vardır: Biri öze dönüş, yani türünün ilk örneğine dönüş; öbürü de, kendine özgü, daha önce benzeri olmayan. Şiirde, hem de yalnız şiirde, bu iki anlam birbiriyle çelişmeyen bir biçimde birleşir.
            Bununla birlikte, şiirler basit birer dua değildir. Dinsel bir şiir bile yalnızca ve doğrudan doğruya Tanrı'ya seslenmez. Şiir dilin kendisine seslenir. Eğer bu size yeterince açık gelmiyorsa, bir ağıtı düşünün: Ağıtta sözcükler kendi dillerinden ayrı düşme­nin acısını açıklamazlar mı? İşte şiir de, buna benzer bir biçimde, ama daha geniş bir anlamda dile seslenir.
        Olayları sözcüklerle anlatmak o sözcüklerin duyulacağı ve anlattıkları olayların yargılanacağı umudunu da birlikte getirir. Tanrı tarafından ya da tarih tarafından yargılanacağı umudunu. Her iki durumda da yargı uzak gibi görünür. Oysa hemen yanıbaşımızda olan ve bazen yanlışlıkla yalnızca bir araç sanılan dil, kendisine şiirin seslenmesiyle, inatçı ve gizemli bir biçimde, yargısını verir. Bu yargı herhangi bir ahlak yasasından açıkça farklıdır, ama duydukları karşısında iyilik ve kötülük arasında önemli bir gösterge olur. Öyle ki, şiir yoluyla dilin yalnızca bu ayrımı yapmak ve korumak için yaratıldığını görürüz!
            İşte bu yüzden günümüzde zenginlerin haksız yere elde ettikleri zenginliklerini korumak için yaptıkları korkunç canavar­lıklara karşı dünyada en kesin biçimde karşı duran güç şiirdir. İşte bu yüzden fırınların saati aynı zamanda şiirin de saatidir.