14 Şubat 2012 Salı

A / Metin Eloğlu


                                                             Edip Cansever’e
Şu yabanıl hergeleler var ya;
— hergele, yabanıl at anlamındadır zaten —
Diyeceğim, dündüyse bir güzelim taya bindim;
Ne koşum, ne gem, dizgin, yular, üzengi, eğer de ne?
Hergele koşuntusunun kıtlığına kıran mı girdi; afallamaktır işim.

At nemize? diyeceksiniz;
At-mat değil ki söz konusu ettiğim, çağ şimdilerinde;
İnsanoğlu basbayağ.

Yumuşak G’yi — uyakça ola — ilk Dıranas değerlendirmişti;
O çoğumuzun pek sevdiği yapayalnız şiirinde.

12 Şubat 2012 Pazar

Tuvaldeki Başyapıt:San Romano Savaşı / Paolo Uccello

Paolo Uccello (1397-1475)
Yapıtları geç gotik üslupla erken Rönesans arasında köprü oluşturan Floransalı ressam. Titiz ve incelikli perspektif çalışmalarıyla tanınır.
On yaşındayken, o sırada Floransa Vaftiz hanesi’nin ünlü tunç kapılan üzerinde çalışan heykelci Lorenzo Ghiberti’nin atölyesinde çıraklık yapıyordu. 1414’te Aziz Luka Loncası’na, ertesi yıl da ressamların bağlı olduğu Hekim ve Eczacılar Loncası’na girdi. Bu yıllarda artık bağımsız bir ressam olduğu düşünülürse de o dönemden günümüze ulaşmış yapıtı yoktur. Bilinen en eski tarihli yapıtları Sta. Maria Novella Kilisesi’nin Chiostro Verde diye tanınan arkadli avlusundaki yaratılış konulu freskleridir. Geç gotik üsluptaki bu fresklerde zarif çizgisel biçimler ve stilize manzara öğeleri öne çıkar.
1425-31 arasında Uccello mozaik ustası olarak Venedik’te çalıştı. (Buradaki çalışmalarından da hiçbiri günümüze ulaşmamıştır.) Daha sonra San Miniato al Monte Kilisesi’nin arkadlı avlusundaki freskleri yapmak üzere yeniden Floransa’ya döndü. Figürlerinin ele alınışı bakımından Sta. Maria Novella Kilisesi’ndekilerle büyük benzerlikler taşıyan bu fresklerde Venedik’te bulunduğu yıllarda Floransa’da ortaya çıkan yeni perspektif şemalarını kullandı, figürleri ise Donatello ile Nanni di Banco’nun en son heykellerini anımsatacak gibi, yalın ve anıtsal bir biçimde işledi.
Uccello 1436’da Floransa Katedrali için, 14. yüzyıl sonunda Floransa birliklerine komuta etmiş olan İngiliz paralı asker Sir John Hawkwood’u at üstünde gösteren tek renk fr büyük bir fresk yaptı. Bu yapıtında tek kaçış noktalı perspektif uygulayarak, heykeli andıran biçimler kullanarak ve figürde de netim altında tutulan bir güç etkisi yarata rak erken Rönesans üslubunu özümsemeye yöneldi.
1447’de kısa bir süre Padova’da kaldıktan sonra yeniden Sta. Maria Novella’ya dönerek Chiostro Verde’de Tufan’ı ve suların çekilmesini betimleyen freski yaptı. Bu yapıtında, Donatello’nun aynı sıralarda Padova’da gerçekleştirdiği kabartmalardan etkilendiği açıkça belli olan bir biçimde, iki ayrı sahneyi abartılı bir perspektifle birleştirdi.
“Tufan” geç gotik üslubun bezemesel tarzıyla erken Rönesans’ın görkemli üslubunu birleştirmede dönemin bütün ressamlarının karşılaştığı güçlükleri ortaya koyar. Uccello’nun en ünlü yapıtı San Romano bozgununu konu alan üç panosudur (Louvre Müzesi, Paris; Ulusal Galeri, Londra; Uffizi Galerisi, Floransa) 

11 Şubat 2012 Cumartesi

Örnek 3 / Cemil Yüksel


sahil kasabasından geçen
bir minibüsün huzurlu geçişi gibi
kapkara adamların taşıdığı şekilsiz yolların
sarsıntıları içinde üç kere öptüm seni.
durmadan açılması gibi bir bahçe kapısının
gündüzle gecenin ayrımını bağıran bir bahçe kapısının
gidip gelmelerinin yarattığı ürpertiyle

hiç mi hiç eksilmedi
kıyıya değip geri çekilen su tabiatı
bulandım yeryüzü sertliğinde
kaynağına görünümlerin, yaygın tenine.
telaşsız güçlü istekler üstünde hem de
dağıtılmış kağıtlar gibi
sırası ve konumunu değiştirerek
ağzımı denedim ağzında üç kere

üç deniz ve iç deniz birden dışlıyor
suda sessizce toplaşan balıkları
gözlerinden görülür üçle uçun akrabalığı
üçün ilkel bir tarafı var ilişkilerde
seni üç kere öptüm soluksuz
bütün kusurları düzelten bir şeydi bu
alnımı yasladım her aralığa
her şeyi unuttun hatırlatmadıkça üç kere.

 Görsel: Picasso / The Kiss

7 Şubat 2012 Salı

Genç Şaire Mektuplar / Rainer Maria Rilke


Paris, 17 Şubat 1903

Sayın Herr Kappus,

Mektubunuz ancak birkaç gün önce elime geçti. Gös­termiş olduğunuz büyük ve içten güveninize var olun de­mek isterim; daha çoğu da elimden gelmez. Dizeleriniz üzerinde duramayacağım; çünkü eleştirmek, benim işim değil. Sanat eserlerini eleştirmeye kalkınca da birçok an­laşmazlıklar doğar. İç olaylar, çoğunlukla bizi inandırmaya çalıştıkları halde, elle tutulup sözle söylenemiyor, çoğu da anlatılamıyor. Bunlar, sözcüğün hiç giremediği yerde olu­yorlar, ölümlü hayatınız yanında ölümsüzlük kazanan bü­yülü varlıklarıyla sanat eserleri açıklanamıyor.
Öncelikle bunu belirttikten sonra, size, sadece, dizele­rinizin kendine özgü bir biçimi olmadığını, ama kişiliğini­zi bulma yolunda sessiz, gizli ipuçları verdiğini söyleyebi­lirim. Bunu en belirgin şekilde "Ruhum" adını verdiğiniz son şiirinizde sezdim. Burada dile gelmek isteyen bir özel­lik göze çarpıyor. "Leopardi'ye" adlı güzel yazınızda da belki, bu "büyük yalnız" ile bir yakınlığınız olacak. Ama yine de, şiirleriniz, henüz özel, size özgü değil. Sonuncu­su, Leopardi'nin olanı bile değil. Şiirlerinizle birlikte gön­derdiğiniz mektup, dizelerinizi okurken hissettiğim ama söyleyemediğim birçok eksiği açıklıyor.
Dizelerinizin güzel olup olmadığını soruyorsunuz. Bu­nu bana soruyorsunuz, belki benden önce başkalarına da sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz, başka şiirler­le karşılaştırıyorsunuz. Yazı kurumları bu çalışmalarınızı beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (öğüt ver­memi siz istediniz) size yalvarıyorum, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt vermez, hiç kimse bir yardımda bulu­namaz.
Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüreğinizin en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilin­ce, artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da, gecenizin en sessiz bir anında, yazmalı mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin derinliklerinden bir karşılık bulmaya bakın. Eğer bu karşılık "evet" ise, bu ağırbaşlı soruya, bütün gücünüzle, sadece yazmalıyım di­yebiliyorsanız, o zaman yaşamınızı bu gereksiniminize uygun olarak kurun. Yaşamınız en uçarı, en başıboş anı­nıza kadar bu içgüdünüzün bir belirtisi, bir belgesi olmalı. İşte o zaman doğaya yaklaşmış olursunuz. O zaman da ilk insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve yitirdiğinizi söylemeye çalışın.
Aşk şiirleri yazmayın. Her şeyden önce de bilinen, hiç­bir özelliği bulunmayan biçimlerden kaçının. Bunlar en güç olanlardır; çünkü bol bol vardır, sonra da iyileri, hem de çoğu parlak olanların yanında, öz yaratıcılık için bü­yük, olgun bir güç ister. Bunun için genel konulardan ka­çının ve günlük yaşamınızdan gelen konulara sığının. Acı­larınızı, arzularınızı, aklınızdan geçenleri ve her hangi bir güzelliğe karşı olan inancınızı, anlatın bütün bunları, iç­ten, usul usul, alçak gönüllükle, açıkça anlatın; anlatabil­mek için de, çevrenizdeki eşyaları, düşlerinizin görülerini, anılarınızın konularını kullanın.
Günlük yaşamınız size zengin görünmüyorsa, bundan yakınmayın. Kendinizden yakının, zenginliklerinizi göre­cek yeterlikte sanatçı olmadığınızı söyleyin; çünkü yara­tan için yoksulluk olmadığı gibi, yoksul, verimsiz bir yer de yoktur. Duvarları, dünyanın hiçbir gürültüsünü duyur­mayan bir cezaevinde bile olsanız -gene hiç değilse bir ço­cukluğunuz, anılarınızın bu değerli, görkemli zenginliği­niz, bu hazneniz yok mudur? Gözlerinizi oraya çevirin. Bu uzak geçmişin uyumuş duygularını canlandırmaya bakın. O zaman kişiliğiniz oturacak, yalnızlığınız da büyüyecek ve yavaş yavaş aydınlanan, başkalarının gürültüleri de uzaktan, içinde bir yankı bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır. Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmak­tan dizeler doğarsa, o zaman siz, bunların güzel dizeler olup olmadığını sormayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Artık sanat dergilerini de, sizinle ilgilenmeleri için uğraş­tırmazsınız; çünkü siz, onlarda, sevgili ve sizde içkinleşmiş olanları, yaşamınızdan bir parçayı görecek, yaşamı­nızdan bir ezgi duyacaksınız.
Sanat eseri ancak yaratma gereksiniminden doğarsa güzeldir. Onun yargısı, doğuşunun bu türündedir: Bunun bir başka yolu yoktur. Bu yüzden, sayın Herr Kappus, si­ze şundan başka bir öğüt veremeyeceğim: İçinize dönün, yaşamınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kayna­ğında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun karşılığını bulacaksınız. İçinizdeki ezgileri, size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu tanıtlar. Boyun eğin o zaman alınyazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden taşıyın; çünkü yaratan, başlı başına bir dünya olmalı ve her şeyi bağlandığı doğada bulmalı.
Ama belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra ge­ne, şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız dediğim gibi, yazmamak için, insanın yazmadan da yaşayabilece­ğini duyması yeter. O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş boşuna değildir. Yaşamınız, o andan başlayarak öz yollar bulacaktır. Bu yollarında iyi, zengin ve genişli­ğinin sözle ifade edebileceğinden çok olmasını dilerim.
Size daha ne söyleyeyim? Hepsini, değerine göre be­lirttiğimi sanıyorum. Sonunda, gönül hoşluğu içinde, ağır­başlılıkla gelişerek, kendinizi olgunlaşmaya bırakmanız için öğüt vermek istiyordum. Bunu da, soruları, ancak iç­ten, duygularınızın, hem de en sessiz anlarınızda ancak yanıtlayabileceği soruları, dışa bakıp, dıştan yanıtlamasını beklerseniz, kösteklemiş olursunuz. Yazınızda, Profesör Horacek' in adıyla karşılaştığıma çok sevindim. Bu alçak gönüllü bilgine karşı olan büyük saygım, yıllar boyunca da sönmeyen gönül borcumu içimde saklıyorum. Yalvarı­rım, kendisine benim bu duygularımı söyleyin. Onun bu güne kadar beni düşünmesi kendi iyiliğindendir; ben de bunu değerlendirmesini biliyorum.
Dostça inanarak göndermiş olduğunuz dizeleri size ge­ri verirken, bir daha, bu büyük ve içten inancınıza teşek­kür ederim. Açık ve güvendiğim bilgilerime dayanarak, sorularınıza verdiğim bu yanıtımla, belki de kendimi oldu­ğumdan üstün göstermeğe çalışmışımdır. Özür diler, duy­gularınızı paylaşırım.
Rainer Maria Rilke

6 Şubat 2012 Pazartesi

Beş Mevsim / Edip Cansever



Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır
Beş mevsim yaşarım yılda
Bölerim bölerim bir kayısıyı, çıkardığı ses
Bir yakınlık duygusudur yüzümle sakalımla
Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır.

Balıklar dinlenirken sularda, sokak adlarında
Uykulardan geçerim
Ya sabahtır erkendir, ya kimseler rastlamaz bana
Ya alıp başımı gitmek isterim
Bir şiir yazmışımdır da güneyde
Güneyde portakalda.

Ben sanki bir gazetenin hiç okunmayan yerlerindeyim
Kalmışımdır ya da bir kentin varoşlarında
Kendimle konuşurum, çok tuhaf bir noterimdir ben
İmzam bir kıyının kıyı olarak imzasıdır
Olurum böyle işte kumda çakılda.

Ben belki de bir yarış arabasındayımdır kim bilir
Ellerim direksiyonda
Kaplanmıştır soğuğumla her yanım
Hiçbir şey duymuyorumdur hızımla sevişmekten başka
Bir de var her görünüşten tatmışımdır bilirim
Bir kozmonotumdur yani en son dönen dünyaya.

Yaşamım bir şarkıcının iç çekme anıdır
Beş mevsim yaşarım yılda.


 Görsel:Enrique Climent

4 Şubat 2012 Cumartesi

Tuvaldeki Başyapıt: Johannes Vermeer / Resmin Alegorisi


Johannes ya da Jan Vermeer (31 Ekim 1632'de Delft'te Joannis ismiyle vaftiz edildi ve 16 Aralık 1675'te aynı şehirde Jan ismiyle gömüldü), evlerin içindeki gündelik hayatı betimlediği tablolarıyla tanınan Hollandalı Barok ressam. Vermeer yaşamı boyunca başarılı, taşralı bir tür ressamı olarak tanındı. Göreceli olarak çok az tablo ürettiği ve ölümünün ardından eşi ve çocuklarına borç bıraktığı için zengin bir adam olarak anılmamaktadır.
Vermeer, parlak renkler, peygamberçiçeği mavisinden sarıya kadar pahalı boya maddeleri kullandığı resimleri üzerinde son derece dikkatli ve yavaş çalıştı. Tablolarındaki ışık kullanımı ve ustalıklı işleyiş ile ünlendi. Çalışmalarında çoğunlukla açık bir sevgi teması özellikle de aşk hastalığı dikkat çeker. Onun eserlerinde yarattığı dünya yaşadığına göre çok daha kusursuzdu.
Ölümünün ardında bir yüzyıl boyunca unutulan Vermeer, 1866 yılında sanat eleştirmeni Thoré Bürger tarafından tekrar keşfedildi. Bürger, Vermeer'in 66 eseri hakkında bir makale yayınladı (bugüne bu eserlerden 35 tanesinin onun olduğu kabul edilmektedir) O günden itibaren Vermeer'in ünü büyüdü ve Hollanda Altın Çağı'nın en önemli ressamlarından biri kabul edilmeye başlandı.
Vermeer pointillé olarak adlandırılan tekniği kullanıyordu ve resimlerini boyayı tuval üzerine gevşek ve tanecikli katmanlar hâlinde yayarak çiziyordu. Resimlerinde kusursuz yerleşimi yakalayabilmiş olmasına rağmen, tablolarında ön çalışmalara ait izler bulunmaz. Ayrıca, tablolar haricinde hiçbir çizim, kesin olarak Vermeer'e mal edilmemiştir. David Hockney'nin yanı sıra, Hockney-Falco tezini savunan birçok sanat tarihçisine göre, ressam bu kesin yerleşimi elde edebilmek için camera obscura kullanıyordu. Çıplak göz yerine bu tür bir lensin kullanılmasıyla ortaya çıkacak ışık ve perspektif etkilerinin Vermeer'in tablolarında da görülmesi, bu görüşü desteklemektedir. Ancak ressamın camera obscura'yı ne ölçüde kullandığı konusu, tarihçiler arasında tartışmalıdır.
On yedinci yüzyıl ressamları arasında Vermeer kadar müsrif bir şekilde lacivert taşı ya da doğal lacivert gibi pahalı boya maddeleri kullanan yoktur. Vermeer, sadece bu maddeleri kullanarak doğallığı yakalamamış ayrıca amber ve toprak gibi maddelerle iç mekandaki ışıklandırma ve duvara birden çok renk yansıtma konusunda başarılı olmuştur. Vermeer'in bu çalışma metodunda Leonardo’dan esinlendiği düşünülmektedir.
Ressamın, doğal laciverti en etkili kullandığı eserlerinden biri Şarap Bardaklı Kız'dır. Kırmızı saten elbisenin gölgelerinde doğal lacivert görülebilir. Kırmızı ve lacivertin birleşmesi ile yer yer oluşan morlarla eserdeki renk kullanımı çok güçlüdür.
Vermeer finansal olarak zora düştüğü 1672 senesinde bile pahalı boya maddeleri kullanmaya devam etti. Bu sebeple Vermeer'in bu maddeleri bir koleksiyoncudan büyük ihtimalle de patronu Pieter Claesz van Ruijven'den tedarik edildiğine inanılmaktadır.


2 Şubat 2012 Perşembe

T.S Eliot / Poe'dan Valery'ye


Ahmet Kocaman. T. S. Eliot, denemesinde Baudelaire, Mallarme ve daha çok Paul Valery'nin, Edgar Allan Poe' nun şiir ve kuramına gösterdiği tepkiyi çözümlemektedir. Aşağıda yazının İngilizce aslından yapılan çevirisinde Eliot'un eleştirel bakışını toparladığı ve şairsel öz yansıma sorununa karşı tavır aldığı son bölümünü bulacaksınız.

Bütün şiirin insanların kendileriyle, kutsal varlıklarla ve kendilerini çevreleyen evrenle deneyimlerinden kaynaklanan duyguları çıkış noktası olarak ele aldığı söylenebilir; bu nedenle, duyguların ortaya çıkardığı, duyguların kaynağı olan düşünce ve eylemle de ilgilidir şiir. Ancak ne ölçüde ilkel anlatım ve beğeni aşamasında olursa olsun şi­irin işlevi, şairin okurlarında salt aynı duyguları uyandırmak olamaz. Dryden'ın ünlü uzun şiirinde İskender'in ziyafet öyküsünü anım­sarsınız. Asya fatihi, ozan Timotheus’un müziğini ustalıkla değiştire­rek kendisinde uyandırdığı güçlü duygularla gerçekte büyülenmiş olduğunda, Büyük İskender alkol zehirlenmesinin ortaya çıkardığı bir özdevimden (automatism) ıstırap çekmekteydi ve müzik ya da şiir sanatını değerlendiremeyecek durumdaydı. İlk şiirlerde ya da şiirden zevk almanın en temel biçimlerinde dinleyenin dikkati konuya yöneltilir; şiir sanatının etkisi, dinleyici bütünüyle bu sanatın bilin­cine varmaksızın duyumsanır. Dil bilincinin gelişmesiyle başka bir aşamaya ulaşılır; bu aşamada, o zamana değin okur olabilecek olan dinleyici, öykünün kendi içinde ve anlatılma biçiminde iki yanlı bir ilginin bilincine varır: başka bir anlatımla, biçemin ayırdına varır. O zaman, değişik şairlerin aynı konuyu ele alış biçimleri arasındaki ayrımları ayırdetmekten zevk alabiliriz; yalnızca daha iyi ya da daha kötüyü değil, aynı ölçüde hayranlık uyandıran biçemler arasındaki ayrımları değerlendiririz. Gelişmenin üçüncü aşamasında, konu arka planda kalabilir, şiirin amacı olacak yerde salt şiirin gerçekleşmesi için gerekli bir araç olur. Bu aşamada okur ya da dinleyici, ilkel dinle­yici biçeme ne ölçüde kayıtsız idiyse o ölçüde kayıtsız olabilir. Ancak başlangıçta biçeme ya da sonunda konuya bütünüyle bilinçsizlik ya da kayıtsızlık bizi bütün bütün şiirin dışına çıkarabilir; çünkü konu dışındaki her şey konusunda bilinçsizlik, bu dinleyici için şiirin henüz ortaya çıkmadığı anlamına gelir; biçem dışında her şey konusunda bütünüyle bilinçsizlik ise şiirin yokolduğu anlamına gelir.
Bu artan özbilincin, ya da dil bilinci de diyebiliriz, kuramsal ereği, la poesie pure (katışıksız şiir) diyebileceğimiz bir şeydir. Bunun hiçbir zaman erişilemeyecek bir erek olduğuna inanıyorum, çünkü şiir bu anlamda bir ölçüde «katışık» öğeyi bulundurduğu sürece şiirdir ancak; başka bir deyişle, konu, konu olarak değerlendirildiği sürece. Eğer doğru anla­dıysam, Abbe Bremond bir şiiri şiir yapmak için katışıksız şiir öğesi gerekli olmakla birlikte, hiçbir şiirin yalnızca katışıksız şiirden oluşamayacağını ileri sürer. Valery'de ise konuya ilişkin bir tutum değişikliği söz konusudur. Konunun «daha az verimli» olduğunu söylemekten kaçınırken dikkatli olmalıyız. Konu daha değişik bir önem kazanmıştır: araç olarak önemlidir, sonuç ise şiirdir. Konu şiir için vardır, şiir konu için değil. Bir şiir, olanı belli bir biçimde birleş­tirerek birkaç konuyu ele alabilir; bu bakımdan «şiirin konusu nedir?» diye sormak anlamsız olabilir. Birkaç konunun bütünleşmesinden başka bir konu değil, şiir ortaya çıkar.
Bu noktada bir estetikçinin önerdiği şiir kuramı ile bir şairin şiir kuramı arasındaki ayrımı belirtmek istiyorum. Bir şairin, bilmeden şi­iri nasıl yazdığını söylemesi ile şairin kendisinin bilinçli olarak o ku­rama göre yazması ayrı ayrı şeylerdir. Kuram şairin salt yazdığını açıklaması anlamından başka bir şeydir yazmayı etkilerken. Valery gerçekten bilinçle ve özenle yazan bir şairdi; belki de tümüyle kura­mın yönlendirmesi olmadığında en yetkin konumundaydı, ancak ku­ram üzerinde düşünmesi, yazdığı şiirin türünü kuşkusuz etkilemiştir. Şairler içinde özbilinci en üst düzeyde olanıydı.
Valery'nin bu aşırı özbilinçliliğine başka bir şey eklenmeli: aşırı kuşkuculuğu. Şiirin konusu olabilecek hiçbir şeye inanmayan böyle bir kişinin, «sanat sanat içindir» öğretisine sığınacağı düşünülebilir. Ancak Valery sanata bile inanmayacak kadar aşırı kuşkucu biriydi; il­ginçtir yazdıklarını çoğu kez bir karalama, ebauche olarak nitelemiştir. Sonuçlarla ilgilenmeyi bırakmıştı, salt süreçlerle ilgiliydi. Sanki şiir yazarken, salt kendini içe dönük biçimde gözlemek için şiir yazmayı sürdürüyordu: kişinin gözlemlerini anlattığı denemelerini (bunlar kimi zaman şiirlerinden daha coşkuludur, çünkü bunları yazarken daha çok coşku duyduğundan kuşku duyuyor insan) okuması yeter. Denemelerini topladığı son kitabı olan Variete V’te bunu ortaya koyan bir görüş vardır: «Bana gelince, itiraf etmeliyim, sanat yapıt­larının biçimlenmesi ve oluşumu ile yapıtların kendilerinden daha çok ilgiliyim»; daha sonra şunları ekliyor: «Görüşüme göre en gerçekçi felsefe, düşünce nesnelerinden çok, düşüncenin kendisinde ve yönlendirilmesindedir.»
Burada Valery’nin en üst düzeye taşıdığı, Poe’ya değin götürülebilecek bir kavram var elimizde. İlk olarak Baudelaire'in Poe' dan çıkardığı, daha önce sözünü ettiğim öğreti var; «Şiirin önünde şi­irin kendisinden başka bir şey olmamalıdır»; ikinci olarak şiirin kom­pozisyonu olabildiğince bilinçli ve amaçlı olmalı, şair yazma eylemi sırasında kendisini gözlemeli ve bu, Valery gibi kuşkucu bir kişide, aykırı biçimde tutarsız bir sonuca, kompozisyonun, onun sonucu olan şiirden daha ilginç olduğu sonucuna götürüyor.
Önce, Poe'nun şiirinin «katışıksızlığı» konusu var. «Dilin katışıksızlığı» anlamında düşündüğümüzde, Poe'nun şiiri katışıksız olmaktan çok uzaktır, çünkü Poe'nun sözcük kullanımındaki özensiz­likten ve savrukluktan sözetmiştim. Ancak katışıksız şiir anlamındaki katışıksızlık Poe'ya kolayca ulaşmıştır. Konu önemsizdir, işleyiş her şeydir. Katışıksızlığı arılaştırma işlemi yoluyla elde etmek zorunda değildi, çünkü gereci zaten temelsizdi. İkincisi Poe'da kuramlara inanmaktan çok onları gözönüne almak diye sözünü ettiğim bir kusur var. İşte yine bu noktada Poe ve Valery ile birlikte aşırılıklar bu­luşuyor; olgunlaşmamış zihin inançlar noktasına değin gelişemediği için düşüncelerle oynarken, yetişkin zihin inançları tanıma konusunda çok kuşkucu olduğu için düşüncelerle oynar. Sanırım bu karşıtlık yoluyla Valery'nin Eureka'ya hayranlığını açıklayabiliriz - Poe'nun felsefe, teoloji ya da doğal bilimlerde yeteneksizliğini bildiğimiz için çoğumuz üzerinde hiç derin izler bırakmayan, ama Baudelaire'in ardın­dan Valery'nin «düzyazı-şiir» olarak son derece değer verdiği o evren- bilimsel fantezi. Son olarak, Raven'in kompozisyonunu çözümleme­sine ilişkin Poe'nun şaşırtıcı sonucu var. Kompozisyon felsefesi bir aldatmaca, kendi kendini kandırmaca, ya da şiiri yazarken Poe'nun öngörülenin epeyce doğru bir kaydı olmasının önemi yok; önemli olan, bunun Valery'ye bir yöntem ve uğraşı yazarken kendi kendini gözleme çabasını telkin etmesi. Elbette Poe'dan başkaları da şiirsel süreci incelemişlerdir. Coleridge Biographia Literaria'da kuşkusuz öncelikle Wordsworth'un şiiriyle ilgilidir; felsefe ird­elemeleri ile eşzamanlı olarak şiirin yazılışının peşine düşmez, ama Valery'yi büyüleyen sorunu usa getirir: «Şiir yazarken ne yapıyo­rum?» Ancak Poe'nun The Philosophy of Composition' sorunun mise au point'ıdır (temeli, dayanak noktası), bu ona Valery ile sona eren bu süreç bakımından büyük önem kazandırır. İçebakışın şiirsele kaynaması için, Valery eleştirel etkinliği en uç noktaya, İkincinin (içebakışın) birinciyi yoketmeye başladığı noktaya değin götürür. M. Louis Bolle bu şairi incelerken çok yerinde olarak şu gözlemde bulunur: «yapıtını bütünüyle açıklamasa bile bu aydınca özseverlik (narcissism) şaire yabancı değildir, «bir sanat yapıtı, sanat yapıtının üretimi olarak ne­den düşünülmesin?»
Sanırım, daha önce de işaret ettiğim gibi, başlangıcını Poe'da gördüğümüz ve Valery'nin yapıtında meyvesini veren art poetique (yazınbilim) gideceği yere kadar gitmiştir. Bu estetiğin daha sonra gelecek şairlere bir yararı olacağına inanmıyorum. Yerini neyin alacağını da bilmiyo­rum. Salt buna ters düşen bir estetik de işe yaramaz. Tek önemli şeyin konu olduğunu, şairin doğaçtan, düşünceye yer vermeyen birisi olması gerektiğini, tekniği gözardı edip esine dayanması gerektiğini dirençle savunmak aslında oldukça uygar bir tutumdan barbarca bir tu­tuma düşmek demektir. Poe ve Valery'nin estetiğini kapsayan ve onu aşan bir estetiğe sahip olmamız gerekir. Bu sorun zihnimi çokça uğraştırmıyor, çünkü şairin kuramlarının uygulamalarından çıkması gerektiğini, uygulamalarının kuramından çıkması gerekmediğini düşünüyorum. Ama önce Poe'dan Valery’ye uzanan gelenekte en çok hayranlık duyduğum ve hoşlandığım birtakım çağdaş şiirler var; ikinci olarak, geleneğin kendisinin aynı yüzyılda her yerde şiirsel bilincin en ilginç gelişmesini simgelediğini düşünüyorum ve son olarak, bütün olasılıkların ortaya çıkarılması gerektiğini düşündüğümüzden, kimi şiirsel olasılıkların kendi içinde ortaya çıkarılmalarına değer veriyo­rum. Poe'ya Baudelaire, Mallerme ve hepsinin ötesinde Valery'nin gözleriyle baktığımda önemine, yapıtının bir bütün olarak önemine inanıyorum. Geleceğe gelince: şu savunulabilir, özbilincin gelişmesi, Valery'de gördüğümüz dil konusundaki aşırı bilinç ve duyarlık, eninde sonunda insan zihninin ve sinirlerinin başkaldıracağı bir baskı yüzün­den çöküntüye uğrayacaktır; nasıl ki bilimsel bulgu ve buluşların, siyasal ve toplumsal düzeneğin sınırsız biçimde ayrıntılanması, insan­lığın karşı konulmaz bir tepkisine yol açabilir ve çağdaş uygarlığın yükünü taşımaktansa en ilkel zorlukları kabul etmeye hazır olunacak bir noktaya ulaşabilir. Bu konuda belirli bir düşüncem yok: konuyu size bırakıyorum.
1948
20.Yüzyıl Edebiyat Sanatı / İmge Yayınevi
Görsel: Edvard Munch

30 Ocak 2012 Pazartesi

İlgi / Cemil Yüksel



kendini doyuncaya kadar sevdir ve git
mutlaka çocuk yap o adamdan
bir şeylerin kalıp eskidiği yerden uzak dur
oralara hiç uğrayıp tozlarını sakın alma
bir şiiri anıp ya da bir şarkı sözünün yarattığı
hışırtıyla gözlerine çekme kuyulardan o suları
gökyüzü bir başkasının ağzıdır konuşması büyücek
sen gözlerini kıs sakın çıkmasınlar dışarı
bir kadın sevildiği yerlerinden çiçek açar
bu bahar mutlaka başka karşılanacak

kendini doyuncaya kadar sevdir ve git
bulunmaz bir heyy gibi çağrılmanın
donuk seslerinde gerçekleşen farksın
olmamasında, olamayışında, kendindeki inatla
karıştır yıkılmış bir şeylerden bulmak ister gibi
o korkunun soğuk elleriyle içindeki suları
karıştır öğleden sonraki bütün ertelemeleri
saçları çözülmez bir kadın gibi

anılar ki en uzun saçlarındır senin
bir papatyayla bir kiraz mesafesinde
delice bir ithamla durmadan gösterilişin
her şeyden taşan o biraz fazlalığın
kadınlığın tehlikeli bölgesi ve
şimşek sana söylenmiş en güzel şarkı

bırak bir palto yavaşça kaysın iskemleden
bırak sonra iskemleyi ağacı ve gövdeyi
içindeki bir şey kurtulacak senden

bir sızıntı halinde bulacaklar yolda
çocukların göstere göstere basarak
bir çukurdan sıçrattığı suları

kendini doyuncaya kadar sevdir
ve git.



Resim: Edvard Munch
http://art-ezyen.blogspot.com/2012/01/edvard-munch.html

25 Ocak 2012 Çarşamba

Tuvaldeki Başyapıt: Sandro Botticelli / La Primavera

Rönesans Resmi'nin en önemli temsilcilerinden ve ünlü ressamlarından olan Sandro Botticelli (1444/45 – 1510), genellikle alegorik yapıtlarıyla tanınmıştır. Yüksek Rönesans Resmi'nin ilk öncülerinden biri olarak da dikkati çeken sanatçı­nın, konturlara ağırlık vererek oluşturduğu melankolik tesirler yapan figürleri yu­muşak ve zarif bir çizgiselliğe sahiptir.
Botticelli'nin hem dönemi hem de tüm Rönesans çağı için bir simge olabile­cek nitelikteki yapıtı "İlkbahar Alegorisi" 1478 tarihli olup, ressamın sanat anlayışı­nı ve kişiliğini çok güzel bir şekilde belirtmektedir.

Floransa'da Dük Cosimo'nun villası için yapıldığını bildiğimiz bu tablonun üç­gen bir kuruluş şemasına göre oluşturulduğu açıktır. Yapıtın odağını oluşturan Ve­nüs, tüm kuruluş şemasını belirleyen bu üçgenin üzerinden geçen, tablonun ana ekseninde yer almaktadır. Aşk okları atan Amor ise, bu üçgen in tam üst birleşme noktasında bulunarak, tüm şemanın kilidini oluşturmaktadır. Venüs'ün üzerinden geçen eksenle ikiye ayrılan kuruluş şemasının içinde yer alan figürler, tabiatın çi­çek açmış görünümüyle, arka plandaki ağaçların sınırını tayin ettiği tir mekan içinde yer almıştır.
Sağda üçlü bir gurupla karşılaşılmaktadır. Burada Batı rüzgârı lt pnyros, şef­faf elbiseli Flora (Khloris)'yı kucaklamakta ve ona sahip olmaktadır. Bu birleşme­den sonra Çiçek ve Bahar Tanrıçası Flora tabiatın çiçek açmış örtüsüne bürün­mekte ve böylece ilkbahar mevsimi başlamış olmaktadır.

Solda ise şeffaf elbiselere sarınmış üçlü bir gurup bulunmaktadır. Bunlar yu­nan mitolojisinin Kharitleri'dir. Bu üç güzelin en genci Anglaie'dir ve parlaklığı simgeler. Euphroyne, sevinç ve neşeyi; Thalia ise çiçeklenmeyi temsil eder. Bu üç güzel tanrıça, tanrıların ve insanların yüreğine sevinç ve neşe vererek, güzelli­ği, ışıltıyı ve parlaklığı dile getirirler. Kharitler'in hemen yanında da sahnenin sol kenarında kanatlı sandaletleriyle teşhis edilen Merkür (Hermes) dikkati çekmekte­dir.

Botticelli’nin bu kompozisyonda ilkbahar alegorisiyle birlikte Venüs'ün yaşa­dığı çevreyi ve bu mitolojik kurguyu görselleştirmesinin altında yatan sebep aslın­da sanatçının yapıtın işlevine ve iletilmek istenen mesaja uygun nitelikte bir şema arayışı içinde olmasıdır.


Kompozisyonda Botticelli'yi Floransalı çağdaşlarından ayıran belli başlı nite­liklerle karşılaşmaktayız. Çizgisel ve yüzeysel bir anlayışta kompozisyonda birlik ve bütünlük sağlanmıştır. Çizgilerdeki incelik, zarafet ve uyum dikkati çekmekte­dir. Çok-figürlü tasvir tarzına rağmen grafik düzende bir dengesizliğe meydan ve­rilmemiş olup, biçim ile içerik tam anlamıyla kaynaşmıştır.

İkonoloji: Tablonun ana merkezi ve ekseni üzerinde bulunan Venüs, konu­nun temelini tayin etmektedir. Venüs'ten sonra en dikkat çekici öğe olan Amor, tablonun üçgen kuruluş şemasının kesişim noktasında ve en üstte yer alarak, ya­pıtın içeriği ve ana fikrine de ışık tutmaktadır. Hümanist duyumun tüm noktalarına işlediği yapıt, tamamen insani ve din-dışı görüntüsü altında üstün değerler taşı­yan estetik bir işleve sahip olmuştur.
Işık Tanrıçası olarak, aşk ve güzelliklere hükmeden Venüs aynı zamanda tüm tabiatın, yerin bereketinin ve her şeyden önce de ilkbaharın hâkimidir. Bu durum Tanrıçanın konumu ve el hareketleriyle tayin edilirken, başındaki taç da hâkim konumunu iyice etkin bir biçimde ön plana çıkartmaktadır. Venüs'ün giyim­i oluşu da önemli bir özellik olarak dikkat çekerken, saflıkla ilintili beyaz elbise üzerinde bulunan pelerinin yeşil ve kırmızı renklere sahip olması rastlantı değildir. Yaşam ve aşk kavramlarıyla bağıntılı olan tanrıçanın bu yönünün görsel bir ifade­si olarak tabloya ressamın koyduğu açıklayıcı bir nitelik göstermektedir. Bu duru­mun ışığında ucu ateşli ok atmakta olan Amor'un durumu da açıklık kazanmakta­dır. Yapıtın temelini teşkil eden kavramın aşk olduğu bellidir.

Sağ tarafta bulunan Batı Rüzgârı Zephyros'un yeşil olarak gösterilmesi de yaşam ve kaynak oluşuyla, meyveleri olgunlaştıran bu mitolojik figürün yaşamsal niteliğine ışık tutmaktadır. Zephyros'un eşi olan Çiçek Tanrıçası Flora ve ilkbaharı temsil eden Horai, Eirene'nin barış olgusu kadar, bitkilerin tanrıçası olması da ta­mamen doğa ve doğal ortamda var olan yeşerme ve hayat bulma olgusunun bu gurubu n temel niteliği olduğunu göstermektedir. Venüs'e bağlı olarak hareket eden Horailer gibi, sol tarafta yer alan Kharitler de aynı tanrıçaya tabidir. Homler'in mevsimleri idare etmesine karşılık Kharitler de ilkbaharın güzelliğini temsil eder ve neşe doldururlar. Güzellik, zarafet ve lütuf gibi kavramlarla ilişkili olarak üç güzeller adını alan bu üçlü gurubun içinde bulunan Thalia'nın bitkileri yetiştirmesi özelliği olması da ilginç bir husustur. Bu noktada diğer guruba bağlanmalı özelliktedir. Estetik güzellik olgusuyla diğer gurubun doğallığı temsil eden oluşumundan farklı nitelik göstermektedir, Üç güzelin entelektüel enerji, eğitim ve fügarlık gibi kavramlara işaret eden Merkür' ün yanında yer almasıyla doğasaldan sıyrılarak zihni ve kültürel bir nitelik kazanmış olduğu gözden kaçmamaktadır. Elindeki kılıçla -tipik özelliği olan- sözün gücü olgusu pekiştirilen Merkür’ün perileri de aşk kavramına işaret eder niteliktedir. Böylece bu gurubun ana oluşunun -Neo- Platonist düşüncenin yoğun etkisini taşıyan bir yaklaşımla - diğer gurubun doğallığından sıyrıldığı ve söze dayalı oluşumuyla ruhsal bir boyut Kazandığı anlaşılmaktadır. Doğal ve Ruhsal -Platonik- Aşk ve güzellik aynı yapıta yön vermektedir.

Venüs'ün bahçesi olan ağaçlıkta Merkür'ün kopardığı elma bir yandan mitolojide yer alan Paris'in Seçimini hatırlatırken, bir yandan da Venüs'ü temsil eden meyvelerden biri olarak, Hıristiyan kavramlarını da akla getirmektedir. Kötülüğe sapmaktan ve dünyevi aşktan uzak durmaya işaret eden niteliğiyle bu meyve, mi­tolojik olayda da elmayı Paris'e veren Merkür'ün kişiliğinde tabloya yansıtmaktadır. Bu durumuyla yapıta, özgün Rönesans düşüncesinde kazanmış olduğu farklı ve kompleks bir anlam boyutu katmaktadır. Şafakla ilgisi bilinen Merkür'ün doğuyla olan ilgisi, Batı rüzgârı olması nedeniyle Batıyı temsil eden Zephyros'tan farklılaşmakla birlikte yaşam ortamı açısından bir bütünleşme göstermektedir. Ve­nüs'ün sağı Doğu, solu ise Batı ile ilgili olarak bir yaşam mekanı oluşturmaktadır.

Tüm bu oluşumların tanıklığında, sükûn ve aşkla birlikte bitkilerin yeşermesi ve neşenin her tarafı doldurmasıyla temsil edilen ilkbahar Alegorisi olarak görü­len bu sahnenin esasında ard anlamları da bulunduğu anlaşılmaktadır. Doğal ve ruhsal / zihinsel ayrışımının çok belirgin olduğu sahne düzeni, erdem ve şehvet gi­bi ikili bir niteliğe sahip olan Venüs'ün dual betimlemesine yönelik olan imgelem­lere de sahip oluşumu içinde, tanrıçanın olumlu niteliğiyle güzellik ve doğurganlık olgusuna yönelik bir kuruluş göstermektedir. En üstteki Amor'un mevcudiyetinin de kesinleştirdiği gibi, bu ilkbahar temasının aslında Aşkın Zaferi'yle bütünleştirildi­ği anlaşılmaktadır. Dinsel bir niteliğe bürünerek, bir ölçüde kutsiyet de kazanan aşk kavramı Rönesans'a has bir niteliğe bürünmüştür. Doğa ve insan olgusuna duyulan ilgi kendini gösterdiği gibi, güven ve iyimserlik de yapıtı tam anlamıyla sarmıştır.
Rönesans düşüncesinin belki de en güzel ifadesi olan bu yar.l, yaşamın ta­zeliğini ve mutluluğunu hissetmeye başlayan Floransa burjuvazisinin yaşam se­vincini de temsil etmektedir. Aynı duyum Botticelli’nin “Venüs'ün Doğuşu" adlı ya­pıtı için de geçerlidir. Her iki tablonun da yapılmış olduğu ortam, Floransa’da Co­simo ve Lorenzo Medici'nin (1434 -1492) oligarşik yönetimlerine sahne olan sü­reç içinde kalmaktadır. Lorenzo Medici'nin görkemli günlerinde yapılan tablo, Flo­ransa' nın göz alıcı sanat ve kültür yaratılarına ve sanatçılara hamilik yaparak, önemli başarılara sahne olduğu, hümanist düşüncenin doruğuna ulaştığı ve göz alıcı bir entelektüel ortama sahip olduğu zamanı temsil etmektedir. İlkbahar Alegorisi aynı zamanda bu çevre ve içinde oluşan fikirlerin de yansımasıdır.
İlkbahar Alegorisi ve Aşkın Zaferi gibi temalar ve bunların ardında yer alan Evlilik ve Evliliğin Kutsiyeti, Ortaçağın metafizik nitelikli insanüstü dinsel ve ilahi oluşumuyla, inanca dayalı bir değer taşıyan aşkından farklı bir boyuta sahiptir. Pagan dünyayla bütünleşen konu, tüm insanüstü niteliklerine ve sembolik gücü­ne rağmen, ilahi Aşk'ın değişimine neden oluşturmaktadır. İlahı Aşk doğallaşmış ve doğayla bütünleşerek insanı bir boyut kazanmıştır. Aşkın Zaferi tüm doğallığıy­la ve iç dini yönlendirmeleriyle bu durumu insana aktarmakta ve tüm alegorik ku­ruluşuna rağmen pagan dünyanın tanrıları ardına gizlenen Rönesans insanı yapıt­taki insanı boyutla bütünleşmektedir. Doğanın ve yaşamın canlanması olan ilkba­har, tüm güzelliği ve bereketiyle insani bir nitelik kazanmakta ve Amor'un varlığıy­la da doğayla bütünleşen güzellik, cazibe ve lütfu, bereketle birleştiren, kadınsı bir niteliğe bürünerek yepyeni bir aşk anlayışını geçerli kılmaktadır. Gerçekçi ol­maktan çok, felsefi bir nitelik gösteren bu aşk kavramı, Neo-Platonist düşüncenin tipik bir etkileşim unsuru olarak, Rönesans dünyasında geçerlik kazanmış bulu­nan güzellik ve bir ilgi odağı olan kadın ve kadınsı duyumu da tümüyle yansıtmak­tadır.

Tüm kompleks oluşumuyla bu tablonun Rönesans Dönemi boyunca süre­cek ve yoğun ilgi görecek bir tema olan Aşkın Zaferi ve bu temaya bağIı olarak Ruhsal ve Dünyevi Aşk, iffet ve şehvet konulu yapıtların da öncü örneklerinden biri ve belki de en önemlisi olduğu anlaşılmaktadır. Aşkın, ilkbahar Alegorisi ardı­na gizlenmiş tazeliği ve yaşamın yeniden can bulmasıyla birleşen felsefi yorumu, güzelliği entelektüel boyutta temsil eden gurup ve bereketi doğal oluşumuyla yansıtan diğer gurup arasına yerleştirilen Venüs ve Amor'da ulaştığı nitelikle mad­di ve manevi açıdan birleşmektedir.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Ressamın Hoyrat Dokunuşu Francis Bacon'a Dair / Milan Kundera


1
Francis Bacon’ın portreleriyle otoportrelerini bir kitap halinde yayımlamayı düşünen Michel Archimbaud, bir gün bu tablolardan esinlenerek bir deneme yazmamı önerdi. Bunu ressamın bizzat istediği konu­sunda beni temin etti. Bir zamanlar L’Arc dergisinde yayımlanmış, Bacon’ın kendini tanıdığı ender yazılar­dan biri diye nitelediği kısa metnimi hatırlattı bana. Hiç tanışmadığım ve büyük hayranlık duyduğum bir ressamdan yıllar sonra gelen bu mesajın beni çok duy­gulandırdığını inkâr edemem.
L'Arc’ta yayımlanmış, Henrietta Moreas portre üçlemesiyle ilgili (daha sonra Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’nın bir bölümüne esin kaynağı olan) bu metni, göç ettikten kısa bir süre sonra, 1977 civarında yazmış­tım; terk ettiğim, belleğimde sorgulamalar ve gözaltı ülkesi olarak yer eden ülkeye ilişkin anılarım bende hâlâ saplantı halindeydi. Yaklaşık on sekiz yıl sonra, Bacon’ın sanatını yeniden düşünmeye ancak o eski metinle başlayabiliyorum:

2
“1972 yılıydı. Prag banliyösünde buluşmamız için ayarlanmış olan bir apartman dairesinde bir genç kızla buluştum. Kız iki gün önce, benimle ilgili olarak bütün bir gün boyunca polis tarafından sorguya çekilmişti. Benimle gizlice buluşmak (sürekli izlendiğinden şüp­heleniyordu) ve sorulan sorularla verdiği cevapları bana aktarmak istiyordu. İleride sorgulanacak olur­sam, benim cevaplarımın onunkilere tıpatıp uyması gerekiyordu.
Dünyayı henüz pek tanımayan, gencecik bir kızdı. Sorgu onu allak bullak etmişti, bağırsakları korkudan üç gündür sürekli hareket halindeydi. Yüzü çok sol­gundu, görüşmemiz sırasında ikide bir çıkıp tuvalete gidiyordu öyle ki, görüşmemizin tamamına rezervuara dolan suyun eşlik etmişti.
Onu uzu süredir tanıyordum. Zeki, esprili bir kız­dı duygularını saklamayı çok iyi becerirdi, her zaman O kadar derli toplu giyinirdi ki, elbisesi de tavırları gibi çıplaklığının en ufak bir parçasını olsun açığa çıkar­mazdı. Oysa şimdi, korku ansızın koca bir bıçak gibi yarmıştı onu Karşımda kasap çengeline asılmış bir dananın parçalanmış gövdesi gibi deşilmiş duruyordu.
Tuvaletle rezervuara dolan su sesi durmak bilmiyordu, ansızın ona tecavüz etmek istedim; ne dediği­min farkındayım: sevişmek değil, tecavüz etmek. Se­vecenlik istemiyordum ondan. Elimi hoyratça yüzüne bastırıp bir anda, her şeyiyle sahip olmak istiyordum ona, dayanılmaz derecede kışkırtıcı bütün karşıtlıkla­rıyla: hem kusursuz elbisesi hem isyan halindeki ba­ğırsaklarıyla, hem mantığı hem korkusuyla, hem guru­ru hem mutsuzluğuyla. Bütün bu karşıtlıklar onun özünü içinde barındırıyormuş gibi geliyordu bana; de­rinlerde gizli hâzineyi, altın çekirdeği, elması. Ona tek bir saniyede, hem bokuyla hem ruhunun kutsallığıyla .sahip olmak istiyordum.
Ama bana dikilmiş, kaygıyla yüklü iki gözünü gö­rüyordum (mantıklı bir çehrede iki kaygılı göz) ve göz­lerdeki kaygı arttıkça arzum da daha saçma, aptalca, rezil, anlaşılmaz hale geliyor, gerçekleşmesi imkânsız­laşıyordu.
Bu arzu bütün yersizliğine ve haksızlığına rağmen bir o kadar gerçekti. Bunu inkâr edemem - Francis Bacon’ın üçlemelerine bakınca, sanki o arzuyu hatırlı­yorum. Bu portrelerde ressamın bakışı çehreye hoyrat bir el gibi dokunur, özünü, derinliklerde saklı elması ele geçirmeye çalışır. Elbette derinliklerde gerçekten bir şey saklandığından emin değilizdir - ama ne olursa olsun, her birimizde bu hoyrat dokunuş, onda ve geri­sinde saklı bir şeyleri bulma umuduyla başkasının çehresini inciten el hareketi mevcuttur.”
        
3
Bacon’ın eserlerine ilişkin en iyi yorumları bizzat Bacon iki söyleşisinde yapmıştır: 1976’da Sylvester’le, 1976’da 1992’ de Archimbaud’yla söyleşilerinde. Her ikisinde de Picasso’dan, özellikle kendini gerçekten yakın his­settiği tek dönem olan 1926-1932 arasındaki dönemin­den hayranlıkla söz eder; bu eserlerde bulduğu, “keşfe­dilmemiş” bir alanın açılımıdır: “‘İnsan suretine’ ben­zeyen, ama bu suretin ‘tamamen çarpıtılması’ olan ‘or­ganik bir biçim’” (altını ben çizdim).
Bu kısa dönemi ayıracak olursak, Picasso’nun di­ğer bütün eserlerinde, insan bedeni motiflerini aslına benzememekte serbest, “iki boyutlu” biçimlere dönüş­türen şey, ressamın “hafif bir dokunuşudur”. Bacon’da, Picasso’nun oyuncu coşkusunun yerini, varlığımız kar­şısında, maddi, fiziksel varlığımız karşısında bir şaş­kınlık (belki de korku) alır. Ressamın bu korkuyla harekete geçen eli bir bedene, bir çehreye (eski metnim­deki ifadeyle) “onda ve gerisinde saklı bir şeyleri bul­ma umuduyla, hoyratça dokunur”.
Peki, orada gizlenen nedir? O bedenin ya da çehrenin benliği mi? Hiç kuşkusuz, resmedilmiş her portre, modelin benliğini açığa çıkarmayı ister. Ama Bacon, her yerde benliğin kaçıp gizlenmeye başladığı dönem­de yaşamaktadır. Gerçekten de, en sıradan deneyimle­rimiz bile bize (özellikle ardımızda bıraktığımız hayat fazlasıyla uzadığında) çehrelerin acınacak derecede birbirine benzediğini gösterir (akıl almaz bir çığ gibi büyüyen nüfus bu duyguyu daha da artırır); çehrelerin birbirine karıştığını, birbirlerinden pek küçük, elle tu­tulamayan ve çoğu kez matematiksel olarak oranlarda ancak birkaç milimetreyle ifade bulan farklarla ayrıl­dıklarını görürüz. Buna bir de insanların birbirlerini taklit ederek hareket etliklerini, tutumlarının istatis­tiksel utarak hesaplanabileceğini, fikirlerine müdahale edilebileceğini ve dolayısıyla insanın bireyden (özne­den) çok kitlenin  üyesi olduğunu anlamamızı sağla­yan tarihsel deneyimimiz eklenir.
Ressamın mütecaziv eli, işte bu şüpheli zamanda, derinliklerde gizlenen benliği bulmak için modelleri­nin çehresine “hoyratça dokunur”. Bacon’ın bu arayı­şında “tamamen çarpıtılan” biçimler yaşayan organiz­ma özelliklerini asla kaybetmez; bedensel varlıklarını, tenlerini hatırlatır, “üç boyutlu” görüntülerini daima korurlar. Üstelik modellerine benzerler de! Peki ama bilinçli olarak çarpıtılmış bir portre modeline nasıl benzeyebilir? Ne var ki, portresi yapılan kişilerin fotoğ­rafları benzerliği kanıtlar; üçlemelere bakalım - aynı kişinin portresinin üst üste bindirilmiş üç ayrı çeşitle­mesi; bu çeşitlemeler birbirinden farklıdır, aynı za­manda ortak bir noktaları vardır: “Hazine, altın çekir­dek, gizli elmas”, bir çehrenin benliği.
4
Başka şekilde de ifade edebilirdim: Bacon’ın portreleri, benliğin “sınırları” üzerine bir sorgulamadır. Birey çarpıtılmanın hangi ölçüsüne kadar kendi olma­yı sürdürür? Sevilen bir kişi çarpıtılmanın hangi ölçü­süne kadar sevilen kişi olmayı sürdürür? Hastalıkla, delilikle, nefretle, ölümle uzaklaşan, sevilen bir çehre ne kadar zaman boyunca tanınabilir olmayı sürdürür? Bir benliğin benlik olmaktan çıktığı sınır neresidir?

         5
Zihnimdeki modern sanat galerisinde Bacon’la Beckett uzun zamandır bir ikili oluşturuyordu. Sonra Archimbaud’nun söyleşisini okudum: “Beckett’la aramda benzerlik kurulmasına daima şaşırmışımdır,” der Bacon. Daha sonra, Beckett’la Joyce’un anlatma­ya çalıştığı şeyi Shakespeare’in çok daha iyi, daha doğ­ru ve etkileyici biçimde ifade ettiğini düşünmüşümdür hep...” diye açıklar. Ve ekler: “Beckett’ın kendi sanatı­na ilişkin fikirlerinin, sonunda yaratısını öldürmüş olabileceğini düşünüyorum. Hem fazlasıyla sistematik hem de fazlasıyla zeki bir yanı var; belki beni öteden beri rahatsız eden de bu.” Ve son olarak şöyle der: “Re­simde daima çok fazla alışkanlık kalır, ne kadar eleseniz azdır, oysa Beckett’ta sık sık eleme arzusu yüzün­den geriye bir şey kalmadığı ve bu hiçliğin çın çın öttü­ğü izlenimine kapılmışımdır...”
Bir sanatçı bir başka sanatçıdan söz ettiğinde her zaman (dolaylı, dolambaçlı olarak) kendinden söz et­mektedir ve yargısı bu yüzden önemlidir. Bacon Beckett’tan söz ettiğinde bize kendi hakkında ne söyle­mektedir?
Sınıflandırılmak istemediğini. Sanatını klişeler­den korumak istediğini.
Ayrıca: Sanki sanat tarihi içinde modern sanat kendi kıyaslanamaz değerleriyle, özerk ölçütleriyle ko­puk bir dönem oluşturuyormuşçasına, gelenekle mo­dern sanat arasına duvar ören dogmatik modernistlere direndiğini. Bacon sanat tarihini bütün olarak sahiple­nir; XX. yüzyıl bizi Shakespeare’e borçlarımızdan muaf tutmaz.
Bununla da kalmaz: Sanatının basite indirgenmiş bir mesaja dönüştürülmesinden korkarak sanat hakkındaki fikirlerini fazlasıyla sistematik biçimde ifade etmekten kaçınır. Yüzyılımızın bu yarısında, bir eserle onu gören (okuyan, dinleyen) arasında önceden yo­rumlanmadan, medyatikleşmeden, doğrudan bir te­mas kurulmasını engelleyen gürültücü ve anlaşılmaz bir kuramsal gevezelik sanatı kirlettiği için, bu tehlike­nin iyice arttığını bilir.
Bacon bu nedenle, eserlerinin anlamını klişe bir karamsarlığa indirgemek isteyen uzmanların kafasını karıştırmak için, her fırsatta şaşırtmacalara başvurur: Sanatıyla ilgili olarak “dehşet” kelimesini kullanmak­tan kaçınır; resminde tesadüfün oynadığı rolü vurgular (çalışması sırasında ortaya çıkan tesadüfler; kazara sü­rülen ve bir anda tablonun konusunu bile değiştiren bir renk); herkes resimlerinin ciddiyetini yüceltirken “oyun” kelimesini kullanır ısrarla. Umutsuzluğundan söz edildiğinde karşı çıkmaz, ama kendisininkinin “ne­şeli bir umutsuzluk” olduğunu belirtir- derhal.

6
Bacon, Beckett’la ilgili yorumunda şöyle der: “Re­simde daima çok fazla alışkanlık kalır, ne kadar eleseniz azdır...” Fazla alışkanlığın anlamı şudur: ressamın keşfi, yeni bir katkısı, özgünlüğü olmayan her şey; mi­ras, rutin, doldurma, teknik zorunluluk sayılan hazırlı­ğa ilişkin olan her şey. Bunlar, örneğin sonatta (en bü­yük bestecilerde, Mozart’ta, Beethoven’da bile), bir te­madan diğerine (çoğu kez çok geleneksel olan) bütün geçişlerdir. Hemen bütün büyük modern sanatçılar bu “doldurmalardan” kurtulmayı, alışkanlıklardan ileri gelen, doğrudan ve yalnızca öze (öze, yani sanatçının bizzat söyleyebileceği ve yalnızca onun söyleyebileceği şeye) değinmelerini engelleyen her şeyden kurtulmayı amaçlar.
Bacon için de bu geçerlidir: Resimlerinin fonu son derece yalın ve düzdür; “ne var ki” ön planda bedenler bir o kadar yoğun bir renk ve biçim çeşitliliğiyle işlen­miştir. Onun asıl ilgilendiği de bu (Shakespeare’vari) çeşitliliktir. Bu çeşitlilik (düz fonla karşıtlık oluşturan çeşitlilik) olmasa, güzellik adeta çileci bir güzellik, perhize sokulmuş, zayıflatılmış bir güzellik olurdu; oysa Bacon için önemli olan, daima ve her şeyden önce gü­zelliktir, güzelliğin patlamasıdır, çünkü bu kelime gü­nümüzde kirlenmiş ve demode gibi görünse de, Bacon’ı Shakespeare’le birleştiren odur.
Resmine inatla yakıştırılan “dehşet” kelimesi işte bu yüzden kızdırır onu. Tolstoy, Leonid Andreyev ve kara öyküleri için şöyle diyordu: “Beni korkutmak isti­yor, ama ben korkmuyorum.” Günümüzde bizi korkut­mak isteyen, ama sıkan çok fazla resim var. Korku estetik bir duyum değildir; Tolstoy’un romanlarında karşımıza çıkan dehşet asla bizi korkutma amacı güt­mez; ölümcül yara almış Andrey Bolkonski’nin aneste­zisiz ameliyat edildiği yürek parçalayıcı sahne güzel­likten yoksun değildir; tıpkı Shakespeare’in hiçbir sahnesinin güzellikten yoksun olmadığı, tıpkı Bacon’ın hiçbir tablosunun güzellikten yoksun olmadığı gibi.
Kasap dükkânları dehşetengizdir, ama Bacon onlardan söz etliğinde, “bir ressam için, etin renginin mutlu güzelliğini” barındırdıklarını belirtmeyi ihmal etmez.

7
Bacon’ın onca çekincesine rağmen onu Beckett’a yakın görmekten kendimi alamayışımın sebebi nedir?
Her ikisi de kendi sanat dallarının tarihinde aşağı yukarı aynı noktadadırlar. Yani biri tiyatro sanatının, diğeri de resim tarihinin son döneminde. Çünkü Ba­con, dili hâlâ yağlıboya ve fırça olan son ressamlardan biridir. Beckett da, temeli hâlâ yazarın metni olan oyunlar yazmıştır. Ondan sonra, tiyatronun hâlâ varlı­ğını sürdürdüğü doğrudur, hatta belki gelişmeye de devam etmektedir, ama bu gelişmeyi esinleyen, yenile­yen ve sağlayan, oyun yazarlarının metinleri değildir artık.
Modern sanat tarihinde Bacon ve Beckett, yolu açanlar değil, kapatanlardır. Hangi çağdaş ressamların kendisi için önemli olduğunu soran Archimbaud’ya Bacon şu cevabı verir: “Picasso’dan sonra pek bilemi­yorum. Şu anda Kraliyet Akademisi’nde bir pop sanatı sergisi var [...] İnsan bütün bu tabloları bir arada gördü­ğünde hiçbir şey görmemiş oluyor. Bence bir şey yok içinde, içi boş, bomboş.” Peki ya Warhol? “... Benim için önemli değil.” Ya soyut sanat? Yo hayır, hoşlanmı­yor ondan.
“Picasso’dan sonra pek bilemiyorum.” Konuşması bir yetimi hatırlatır. Yetimdir zaten. Hayatında, somut anlamda da öyledir: Yolu açanlar meslektaşlarla, yo­rumcularla, hayranlarla, taraftarlarla, yoldaşlarla, eni­konu bir çeteyle çevriliydiler. Oysa Bacon yalnızdır. Tıpkı Beckett gibi. Sylvester’le söyleşisinde şöyle der: Birlikte çalışan birçok sanatçıdan biri olmak daha heyecanlı olurdu bence [...] İnsanın konuşabileceği birinin olması çok hoş olurdu. Günümüzde konuşulabilecek hiç kimse yok.”
Çünkü onların kapıyı kapatan modernizmi, çevrelerindeki modernizmle, sanat pazarlamasının lanse et­liği "modaların modernizmiyle” bağdaşmaz. (Sylvester '‘Soyut tablolar biçim düzenlemesinden başka bir şey değilse, bazen tıpkı figüratif eserler gibi bu tablo­lardan da derinden etkilenen benim gibi kişiler olmasını nasıl açıklıyorsunuz?” Bacon: “Modayla.”) Büyük modernizm akımının kapısının kapanmakta olduğu dönemde modern olmak, Picasso zamanında modern olmaktan çok farklıdır. Bacon tecrit edilmiştir (“konu­şulabilecek hiç kimse yok”); hem geçmişten hem de gelecekten tecrit edilmiştir.

8
Bacon gibi Beckett da dünyanın ve sanatın gelece­ği konusunda hayallere kapılmıyordu. Hayallerin sona erdiği bu zamanda her ikisinde de aynı ilginç ve an­lamlı tepkiyle karşılaşıyoruz: Savaşlar, devrimler ve bunların başarısızlıkla sonuçlanmaları, katliamlar, de­mokratik sahtekârlık, bütün bu konular eserlerinde yer almaz. Ionesco Gergedan’da hâlâ önemli siyasal so­runlarla ilgileniyordu. Beckett’ta böyle bir şey yoktur. Picasso hâlâ Kore’de Katliam’ı resmediyordu. Bacon’da düşünülmeyecek bir konu. Bir uygarlığın sonu yaşa­nırken (Beckett ve Bacon’ın yaşadığı ya da yaşadıkları­nı düşündükleri şekilde), son acımasız yüzleşme bir toplumla, bir devletle, bir siyasetle yüzleşme değil, in­sanın fizyolojik maddiyetiyle yüzleşmedir. Bu nedenle bir zamanlar içinde etiğin, dinin, hatta Batı tarihinin tamamını barındıran muazzam Çarmıha Geriliş konu­su bile, Bacon’da salt fizyolojik bir skandala dönüşür. “Mezbahalara, ete ilişkin görüntüler beni öteden beri etkilemiştir; benim nazarımda bunlar Çarmıha Geriliş’le yakından ilişkilidir. Kesimden hemen önce çekil­miş olağanüstü hayvan fotoğrafları vardır. Bir de ölü­mün kokusu...”
Çarmıha çivilenmiş İsa’yla mezbahalar ve hayvan­ların korkusu arasında bağlantı kurmak küfür gibi ge­lebilir. Ama Bacon inançsızdır, onun düşüncesinde küfre yer yoktur; onun nazarında “insanoğlu anlam­dan yoksun bir varlık, bir tesadüf olduğunu, oyunu sonuna kadar nedensiz oynamak zorunda olduğunu kavramaktadır şimdi”. Bu açıdan bakıldığında, İsa oyunu sonuna kadar nedensiz oynamış olan tesadüf­tür. Çarmıh ise sonuna kadar nedensiz oynanan oyu­nun sonudur.
Hayır, küfür değil; bilinçli, üzgün, düşünceli ve öze nüfuz etmeye çalışan bir bakıştır daha ziyade. Bü­tün toplumsal hayaller uçup gittiğinde, insanoğlu “din­sel ihtimallerin... kendisi için tamamen geçersizleştiğini” gördüğünde, öze ilişkin ne çıkar ortaya? Beden. Görünür, acıklı ve somut, yegâne ecce homo. Çünkü “hiç kuşku yok, biz de etiz, fiilen kasaplık hayvanız. Kasaba her gittiğimde, hayvanın yerinde kendimin ol­mayışını şaşırtıcı bulurum.”
Bu, ne karamsarlıktır ne de umutsuzluk; yalnız­ca görünür bir gerçektir, ama genelde bizi düşleriyle, heyecanlarıyla, projeleriyle, yanılsamalarıyla, mücade­leleriyle, davalarıyla, dinleriyle, ideolojileriyle, tutku­larıyla kör eden bir topluluğa ait oluşumuz yüzünden perdelenen bir gerçektir. Sonra bir gün perde çekilir ve bedenle yüz yüze kalırız, bedenin insafına kalırız; tıpkı sorgulama şokunun ardından üç dakikada bir tuvalete giden Praglı genç kız gibi. O artık korkuya, bağırsakla­rının gazabına ve benim Bacon’ın 1976 tarihli Küvet Yanındaki Kişi’ sine yada 1973 tarihli Triptik’ ine baktığım zaman işittiğim su sesi gibi, rezervuara aktığını işittiği su sesine indirgenmişti. Praglı genç kız artık polisle de­ğil. Kendi karnıyla yüzleşmek zorundaydı ve bu küçük dehşet sahnesini yöneten, görünmeyen biri var idiyse, bu bir polis, bir bürokrat, bir cellat değil, bir tanrı ya da karşı tanrı, gnostiklerin fesat tanrısı, bir Demiurgos, bir Yaratıcı; atölyesinde “tesadüfen” çırpıştırdığı, bir süre­liğine ruhu olmak zorunda bırakıldığımız bedenle bizi sonsuza dek tuzağa düşürmüş olan Yaratıcı’ydı.
Bacon Yaratıcı’nın atölyesini sık sık gözetlerdi; bu­nu örneğin İnsan Bedeni Eskizleri adını verdiği, insan bedenini basit bir “tesadüf’ olarak afişe ettiği tablolarında görebiliriz; bu tesadüf bambaşka bir şekilde biçimlendiirilebilirdi, örneğin üç tane eli ya da gözleri dizlerinde olabilirdi. Beni dehşete düşüren yegâne tab­laları bunlardır. Peki ama “dehşet” doğru kelime mi? Hayır. Bu tabloların uyandırdığı duygu için doğru bir kelime yoktur. Uyandırdığı duygu, bildiğimiz dehşet; tarihin çılgınlıklarından, işkenceden, baskıdan, savaştan, katliamdan, acıdan kaynaklanan dehşet değildir. Hayır. Bacon’ ınki bambaşka bir dehşettir: İnsan bede­ninin ressam tarafından birdenbire ortaya çıkarılan “tesadüfi niteliğinden” kaynaklanır.

9
Buraya kadar indiğimizde geriye ne kalır?
Çehre;
bir bedende titreşen, son derece narin benlik, yani "hazine, altın çekirdek, gizli elmas”;
hayat denen “anlamsız tesadüfü” yaşamak için bir neden bulmak amacıyla gözümü diktiğim çehre. (1995)


Francis Bacon Galerisi için: http://art-ezyen.blogspot.com/2012/01/francis-bacon.html