Çocukluk ortadan
kaldırılmadan çocukluktan çıkacak olan NECHEMIA için.
KADINLARLA
çocuklar hep birlikte alınır ağza («Kadınlarla çocuklar kaleye çekilsin!»).
Kadınlarla çocuklar arasındaki özel bağı herkes kabul eder. Ama bence bu bağ,
ikisinde de ortak olan baskı- altında-olmak'tan başka bir şey değildir. Sonra
bu baskı öylesine karmaşık yollardan birbirine girmiş, birbirini destekler
olmuştur ki, çocukların özgürleştirilmesinden söz etmeden kadınların özgürleşmesinden
söz edemeyiz — bunun, tersi de doğrudur. Kadının ezilmesinin nedeni çocuk
doğurması, çocuk yetiştirmesidir. Buna karşılık, çocuklar da bu role göre
tanımlanır, ruhsal bakımdan bu role göre biçimlenirler; bu rol, büyüyünce
onların nasıl insanlar olacaklarını, kuracakları ilişkileri, sonunda
kuracakları toplumu belirler.
****
Biyolojik
ailedeki güç sınırlanmasının, bu sıralanışı sürdürmek için gerekli olan
—özellikle ataerkil çekirdek ailede yoğun olan— cinsel baskıların insan ruhunda
yıkım ve zararlı etkiler yarattığını söylemiştim. Bunun, sonunda nasıl ve neden
bir çocuk kültürüne yol açtığını anlatmaya başlamadan önce, ataerkil çekirdek
ailenin nasıl oluştuğuna bakalım.
Günümüze
dek her toplumda bir çeşit biyolojik ailenin bulunduğu, bu yüzden de
kadınlarla çocukların değişik ölçülerde baskı altında oldukları görülmüştür.
Engels, Reich ve daha başka yazarlar, örnek olarak eskiden görülen ilkel
anaerkil düzenleri ele alır, buyurganlık, sömürü ve cinsel baskının tekeşli
evlilikle ortaya çıktığını göstermeye çalışırlar. Oysa ideal durumları eskide
aramak çok kolay bir yoldur. Kadın'da şunları yazan Simone de Beauvoir daha
dürüsttür bu konuda:
Ana
tanrıçanın parmağı altında kalan halklar, anaerkil düzeni koruyanlar, aynı
zamanda uygarlığın ilkel evresinde takılıp kalmış halklardır... Kadınların
(ataerkillik altında) değerden düşmesi, insanlık tarihinde zorunlu bir evreyi
gösterir; çünkü kadının yeri, kendi olumlu değerlerine göre değil, erkeğin
zayıflığına göre belirlenmiştir. Kadında, doğanın insanı huzursuz eden tüm
gizemlilikleri toplanmıştır; erkek, kendini doğadan kurtardığında kadının
etkisinden de kurtulmuştur... Demek ki, ataerkilliğin başarısı ne
rastlantıdır, ne de sarsıcı bir devrimin sonucudur, insanlığın başlangıcından
bu yana biyolojik üstünlükleri erkeklerin tek ve en üstün kullar olarak ortaya
çıkmalarını sağlamıştır; bu yeri hiç bırakmamışlardır; bağımsız varlıklarının
bir kısmını Doğaya ve Kadına bir kez bağlamış ama sonra geri almışlardır.
Sonra da şunları ekliyor
Beauvoir:
Şu
var ki, üretme işini denetiminde tutabilseydi belki de kadın doğanın ele
geçirilmesini erkekle birlikte başaracaktı... ama kadın, erkeğin çalışma ve
düşünme biçimine katılamadığından yaşamın gizemli süreçlerine bağımlı
kaldığından erkek kadında kendisi gibi bir varlık bulunduğunu görememiştir.
Demek ki kadının başlangıçta
ve sonraki ezilmesine yol açan şey doğurgan bedensel yapısıdır, kaynağını
Freud'un da bir türlü açıklayamadığı beklenmedik bir ataerkil devrim değil,
anaerkillik, ataerkilliğe giden yolda, erkeğin kendisini tam olarak
gerçekleştirmesi yolunda bir evredir; erkek ise Doğa'ya ve kadına taparak
başlamış daha sonra da onu denetimine almıştır. Kadınların durumu ataerkillik
altında çok kötüleşmiştir; ama kadınlar zaten hiçbir zaman iyi bir durumda
olmamışlardır. Çünkü tüm özlemleri bir yana bırakarak söyleyelim ki,
anaerkillik hiçbir zaman kadının ezilmesini engellememiştir. Temelde
anaerkillik de kan yakınlığı ve miras gütmenin değişik bir biçimidir; daha
sonra gelen ataerkillik düzeni içinde kadına daha çok hak tanınsa da bu,
kadının topluma eşit olarak katılmasını sağlamıştır. Tapılmak, özgür olmak
demek değildir. Çünkü tapınma eylemi başka birisinin kafasında olmaktadır; o
kafa da Erkek kafasıdır. Böylece tarih boyunca, kültürün her evresi ve her
türünde, kadınlar bedensel işlevleri yüzünden ezilmişlerdir.
Gerçek
bir örnek getirmese de geçmişe dönmek, ezilmenin görece olduğunu göstermekte
yararlı olabilir; temel bir insanlık durumu olmasına karşın ezilme değişik
biçimlerde, değişik derecelerde çıkmıştır ortaya.
Ataerkil
aile «birincil» toplumsal örgütler dizisi içinde en sonuncusudur; bu toplumsal
düzenler dizisi kadını hep, ona özgü çocuk doğurma yetisinden ötürü ayrı bir
tür olarak tanımlamıştır. Aile terimi ilk kez Romalılarca, anne, çocuklar ve
tutsaklardan oluşan ve bir başkan tarafından yönetilen bir toplumsal birimi
tanımlamak için kullanılmıştır — Roma yasalarına göre ailenin başkanı, üyelerin
hepsinin yaşamları ve ölümleri üstünde söz sahibiydi: famulus evdeki tutsaklar
için.familia da bir tek insana ait olan tutsakların hepsi için kullanılıyordu.
Bu terimi Romalılar bulmuştur ama kurumu ilk geliştiren onlar değildir.
Tevrat’ı, örneğin, uzun bir ayrılıktan sonra ikiz kardeşi Esau'yu görmeye giden
Yakub'un aile üyelerini anlatışını okuyun. Bu eski ataerkil aile, günümüze dek
değişik kültürlerde ortaya çıkan ataerkil ailenin sayısız çeşitlemelerinden
biridir.
Oysa
çocukların ezilmesinin göreceli olarak nasıl değiştiğini gösterebilmek için
ataerkil ailenin değişik biçimlerinin tarih boyunca karşılaştırılması yerine,
bu ailenin en son biçimine, ataerkil çekirdek aileye bakmak yeter. Bu ailenin
aşağı yukarı on dördüncü yüzyıldan bugüne dek süren kısa tarihi bile çok şeyi
açıklar: En çok tutunduğumuz aile değerlerinin gelişmesi, kültürel koşullara
bağlı olarak doğmuştur ve değişmez değildir. Çekirdek ailenin gelişmesini —bu
ailenin yarattığı «çocukluk»u— ortaçağlardan başlayarak günümüze dek
izleyelim. Çözümlememize, Philippe Aries'in Centuries of Childhood: A Social
History of Family Life (Yüzyıllar Boyu Çocukluk: Aile Yaşamının Toplumsal
Tarihi) adlı kitabım temel alalım.
Çağdaş
çekirdek aile son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Aries, bildiğimiz ailenin
ortaçağlarda bulunmadığını, on dördüncü yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş
geliştiğini gösterir. O zamana dek aile, insanın yasal kalıtım çizgisini
gösteriyordu: bu çizgide önemli olan da evlilik kurumundan çok kan bağlılığıydı.
Bu birliğin başlıca işlevi olan, mirasın kime geçeceği gibi yasal işlemlere
gelince, karı-kocanın ortak malları vardı: mirasçılar da her şeye ortaklaşa
sahip olurlardı. Ancak, ortaçağların sonuna doğru burjuva ailede baba
yetkesinin artmasıyla. evli çiftin ortaklaşa mal sahibi olması da kaldırıldı.
Tüm oğulların ortaklaşa mal sahibi olması yerine, malların yalnızca büyük erkek
çocuklara geçmesi yasası geçerli oldu. Aries, ortaçağlardaki toplumsal
değerlerin resimlere nasıl yansıdığını da göstermiştir: Resimlerde ya tek tek
insanlar ya da genel yerlerde toplanmış insanlar canlandırılıyordu, çünkü yaşam
«evde» geçmiyordu. Üstelik o zamanlar insanın özel «ilk grubu»na dönmesi diye
bir şey yoktu. Aile topluluğu, hiç durmadan değişen birçok insandan oluşuyordu;
soyluların malikanelerinde, eski ataerkil ev geleneğine göre bir sürü uşak,
köle, müzikçi, her sınıftan insan ve birçok hayvan bulunuyordu. Birey, bu
sürekli toplumsal alışverişten çekilip kendini dinsel ya da bilimsel bir yaşama
adayabilirdi: ama o zaman da gene bir topluluğa katılmış oluyordu.
Bu
ortaçağ ailesi —üst sınıflarda ataların şerefli soy çizgisi, altsınıflardaysa
toplumun içinde kaybolup giden evli çift— zamanla bugünkü küçük aileye dönüştü.
Aries, bu değişikliği şöyle anlatıyor: «Sanki katı, çok-biçimli bir kitle
parçalandı, bir yığın küçük topluluğa, aileye ve birkaç büyük gruba ve
sınıflara bölündü.»
Böylesi
bir dönüşüm, derin kültürel değişikliklere yol açtı: aynı zamanda bireyin
ruhsal yapısını da etkiledi. Bireyin yaşamın akışını görüşü bile kültürel
olarak biçimlendi, ör: daha önce hiç bulunmayan «yeniyetmelik» kavramı çıktı
ortaya, insan yaşamındaki bu yeni kavramların en önemlisi çocukluktu.
1
ÇOCUKLUK MİTİ
Ortaçağlarda
çocukluk diye bir şey yoktu. Ortaçağlarda insanların çocukları görüşü
bizimkinden çok değişikti. O görüş, «çocuk- merkezli» olmak şöyle dursun,
yetişkinlerden ayrı olarak, çocukların farkında bile değildi. Ortaçağ
resimlerindeki çocuk-erkek ve çocuk- kadınlar. minyatürleşmiş yetişkinlerdir:
apayrı bir gerçekliği yansıtırlar. O zaman çocuklar küçük yetişkinlerdi:
Doğdukları sınıfı ve adı taşıyorlar açık seçik tanımlanmış bir toplumsal yere
geçmeye hazırlanıyorlardı. Çocuk kendisini, gerekli çıraklık evrelerinden
geçerek ilerde yetişkin olacak birisi olarak görüyor, daha «küçükken» bile
ilerdeki güçlü insan oluyordu. Çocuk, yetişkinlik rolünün çeşitli evrelerine
hemen giriyordu.
Çocuklar
yetişkinlerle öylesine aynı görülüyorlardı ki, çocukları tanımlayacak ayrı
sözcükler bile yoktu: çocuklar için feodal küçültme sözcükleri kullanılıyordu.
Ama sonraları, çocukluğun ayrı bir evre olarak belirmesiyle, bu sözcükler
birbirinden ayrılmaya başladı. Bu karışıklık, gerçek bir durumdan doğmuştu:
Çocukları toplumda yetişkinlerden ayıran şey yalnızca ekonomik bağımlılıklarıydı.
Çocuklar bir tek ayrımla ikinci bir geçici uşaklar sınıfı olarak görülüyordu;
yetişkinler bu sınıftan çıktıkları için pek de aşağı bir sınıf sayılmıyordu
çocuklar (buna benzer başka bir sınıf. Amerikan tarihindeki beyaz uşaklar
sınıfıdır). Çocukların hepsi sözcüğün tam anlamıyla uşaktılar; bu, onları
yetişkinliğe hazırlayan çıraklık evresiydi. (Örneğin Fransa'da, sofradakilere
hizmet etmek uzun süre alçaltıcı bir iş sayılmamıştır; çünkü tüm genç soylular
her türlü işi bir sanat olarak öğreniyorlardı.) Çocuklarla uşakların paylaştığı
bu yaşantı, bu yüzden aralarında doğan yakınlık, yirminci yüzyıla dek bir
yakınma konusu olmuştur, sınıfların birbirinden kopmasına karşın sürüp giden bu
yakınlığın üst ve orta sınıf çocuklarının ahlak bakımından bozulmalarına yol
açtığı söylenmiştir.
Çocuk,
kalabalık ataerkil ev halkının üyelerinden biriydi yalnızca; aile yaşamı için
çok önemli değildi. Her ailede çocuğa annesinden başka birisi süt verir: çocuk
sonra (yedi yaşından on dört-on sekiz yaşına kadar) başka bir eve gönderilirdi:
orada, bir ustanın yanında çıraklık ederdi — daha önce söylendiği gibi, bu
sırada çocuklukla ev hizmetlerini de öğrenirdi. Bu yüzden anne-babasına çok
büyük bir bağlılık geliştirmezdi; anne-baba çocuklarına karşı yalnızca onun bedensel
gereksinmeleri açısından sorumluydular. Onların da çocuklarına
«gereksinmeleri» yoktu — gerçekten de çocukların gözlerinin içine bakmıyordu
kimse o zaman. Çocuk ölümleri oranının çok yüksek olması bir yana, insanlar
yetişkinliğe başkalarının çocuklarını hazırlıyorlardı. Ev gerçek uşaklarla,
kalabalık konuklarla her zaman dolu ve hareketli olduğundan, çocuğun
anne-babadan herhangi birisine bağlılığı ya da ilişkisi sınırlı kalıyordu.
Çocukla anne-baba arasında bir ilişki geliştiği zaman da bu, daha çok, ikinci
dereceden bir akrabalık ilişkisine benziyordu.
Bir
kuşaktan ötekine geçiş, çocukların yetişkinlerin gündelik yaşamına katılmasıyla
sağlanıyordu — çocuklar özel yerlerde, özel okullarda yetiştirilmiyor, ya da
özel uğraşlarla yetişkinlerden ayrılmıyorlardı. Amaç, çocuğu yetişkinlik
yaşamına en kısa zamanda hazırlamak olduğundan, böyle bir ayrım gözetmenin
haklı olarak yetişkinliğe hazırlama sürecini geciktireceği ya da güçleştireceği
sanılıyordu. Çocuk, her bakımdan toplumun bütününe en kısa yoldan katılıyordu:
Yalnız çocuklar için yaratılmış özel oyuncaklar, oyunlar, giysiler ya da
sınıflar yoktu. Oyunlara her yaştan insan katıldığı gibi, çocuklar da
yetişkinlerin yaptıklarına katılıyorlardı. Okullarda (yalnız uzmanlaşmış
ustalıklar öğretiliyordu) hangi yaşta olursa olsun, isteyen herkes
yetiştiriliyordu: çıraklık düzeni yalnız çocuklara değil yetişkinlere de
açıktı.
On
dördüncü yüzyıldan sonra, burjuvalığın ve deneysel bilimlerin gelişmesi ile, bu
durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Çocukluk kavramı. çağdaş ailenin bir
tamamlayıcısı olarak ortaya çıktı. Çocukları ve çocukluğu tanımlamak için bir
dil (ör. Fransızcadaki le bebe sözcüğü), çocuklarla konuşurken kullanılmak
üzere de ikinci bir dil geliştirildi: «Çocuk dili» on yedinci yüzyılda çok
yaygınlaştı. (O zamanlardan bu yana bu dil sanata, bir yaşama biçimine
dönüşmüştür. Çocuk dilinin çağımızda bin bir biçimi geliştirilmiştir: bazı
kimseler bu dilden hiç vazgeçmez, özellikle çocuk yerine koydukları sevgilileriyle
konuşurken bu dili kullanırlar.) Çocuk oyuncakları 1600 yılında yapılmaya
başlanmıştır; o zaman çocuklar bu oyuncakları üç ya da dört yaşından sonra
kullanıyorlardı. İlk oyuncaklar, büyüklerin kullandıkları nesnelerin çocuklara
göre küçültülmüş kopyalarıydı; oyuncak at, çocuğun boyu yetişmediği için
binemediği asıl atın yerine geçiyordu. On yedinci yüzyılın sonlarında çocuklar
için yapılan özel oyuncaklar yaygınlaşmaya başladı. Gene on yedinci yüzyılın sonunda
özel çocuk oyunlarının başladığını görüyoruz. (Aslında bu oyunlar bir bölünmeyi
gösteriyordu. Eskiden hem çocukların hem de büyüklerin oynadığı oyunları,
büyükler çocuklara ve altsınıflara bırakmışlardı. Oysa oyunların bazıları
yalnızca yetişkinlerce oynanır olmuştu, bu oyunlar da üst sınıfların «salon
oyunlan»na dönüştü.) Böylece, on yedinci yüzyılda çocukluk yepyeni ve yaygın
bir kavram olarak «yerleşti». Aries, bu değişikliğin dinsel resimlere de
yansıdığını göstermiştir: Örneğin Meryem'in Kollarında Küçük İsa gibi
anne/çocuk ilişkisini yüceltmiş bir biçimde gösteren resimler gittikçe
yaygınlaşmıştır. Daha sonra, on beş ve on altıncı yüzyıllarda da ev-içi ve aile
resimleri çoğalmıştır; çocuklar, çocuk eşyaları tek tek resimlere konu olur
artık. Rousseau ve daha başka yazarlar bir «çocukluk» ideali geliştirmişlerdir.
Çocukların «temizliği» ve «saflığı» vurgulanmıştır. Çocukların kötülüklerle
karşı karşıya kalmaları herkesi endişelendirmeye başlamıştır. Kadınlara karşı
olduğu gibi çocuklara karşı da, toplumun bütününe katıldıkları on altıncı
yüzyıldan önce hiç bilinmeyen bir «saygı»nın gösterilmesi gerekti, çünkü artık
çocuklar da açık-seçik bir ezilen sınıf oluşturuyordu. Çocukların yalnızlığı ve
ayrımı böylece başladı. Çocuk-merkezli yeni burjuva ailesinde, çocuklar sürekli
gözetilmeye başlandı; çocukların daha önceki bağımsızlıkları ortadan kalktı.
Bu
değişikliklerin ne denli önemli olduğunu çocuk giysileri tarihinde görürüz.
Giysiler, toplumsal sınıfı ve zenginliği gösteriyordu — özellikle kadınlarda bu
durum hâlâ böyledir. Uygunsuz giyime karşı bugün bile, özellikle Avrupa'da,
gösterilen kızgınlık, her şeyden önce bu «sınıfsal karşı çıkma»
uygunsuzluğundan doğar. Giysilerin pahalı olduğu, kitle üretiminin duyulmadığı
zamanlarda bile, çocuk giysileri tarihinde çocukların neler geçirdiğini
açıklayacak değerli ipuçları bulabiliriz.
İlk
özel çocuk giysileri on altıncı yüzyılın sonunda ortaya çıktı; bu, çocukluk
kavramının belirmesinde önemli bir tarihti. Önceleri çocukların giysileri
yetişkinlerin eski giysilerine bakılarak yapılıyordu; tıpkı küçük-soyluların
eskilerini giyen altsınıfların giysileri gibi. Bu eski havalı giysiler,
çocukların ve emekçilerin, genel yaşamın gittikçe daha çok dışında
bırakıldıklarını gösteriyordu. Fransız Devrimi'nden önce, altsınıfları daha iyi
belirleyen özel denizci pantolonları çıkmadan, aynı göreneğin üstsınıf erkek
çocuklara da bulaştığını görüyoruz. Bu önemlidir, çünkü üst sınıfın içinde
çocukların bir alt sınıf oluşturduklarını açıkça gösterir. Giysilerin
işlevlerindeki bu farklılaşmanın sınıf ayrımını derinleştirmesi ve belirtmesi,
onyedinci ve onsekizinci yüzyılda, başka türlü açıklanama- yacak göreneklerde
de görülür; Hem erkek hem de kız çocuklar, giysilerinin koltuk altlarına
tutturulmuş, arkadan yere dek uzanan iki geniş kurdele takmak zorundaydılar. Bu
kurdelelerin tek işlevi, terzilerin çocuk giysilerini bunlarla
belirtmeleriydi.
Özellikle
erkek çocukların giysileri, cinselliğin ve çocukluğun ekonomik sınıflarla
ilişkisini çok iyi ortaya koyar. Erkek çocuk kabaca üç evreden geçiyordu:
Erkek bebek kundaktan çıkınca kız çocuk giysilerine bürünüyor, beş yaşlarında
yetişkin erkek giysilerinin öğelerini (ör: yaka) taşıyan giysilere geçiyor, son
olarak delikanlılığında da, her şeyiyle asker donatımına bürünüyordu. XVI.
Louis çağında da büyük erkek çocukların giysileri hem eskiydi (Rönesans
yakası), hem altsınıf özellikleri taşıyordu (denizci pantolonları), hem de
erkekçeydi (askeri, düğmeli ceket). Çağdaş dille söylersek, çocuğun «uzun pantolon»
giymek istemesi gibi, giysiler erkekliğe geçişi başka bir biçimde gösterir
oldu.
Çocuk
giysileri tarihinde yansıyan bu erkekliğe geçiş evreleri, bir önceki bölümde
Oedipus Kompleksi konusunda söylediklerimle çakışıyor. Erkek çocuklar yaşama,
kadınlardan oluşan altsınıfta başlar. Kadınlar gibi giyindiklerinden, hiçbir
biçimde kız çocuklardan ayrılamazlar: bu evrede hem erkek hem de kız çocuklar
kendilerini anneleriyle. kadınla özdeşleştirir, bebek oynarlar. Beş yaşına
doğru çocuğu annesinden koparma çabaları başlar; bu yavaş yavaş yapılır, ör.
babaya benzemek için yaka takılır: Bu Oedipus Kompleksi'nin geçiş dönemidir.
Sonunda çocuk, kadınlardan kopup erkekle özdeşleştiği için «büyükler»in
giysileriyle ödüllendirilir; bu giysilerdeki askeri donatım ilerde kazanacağı
yetişkin erkek egemenliğinin habercisidir.
Peki,
ya kızların giysileri nasıldı? işte size şaşırtıcı bir gerçek: Çocukluk,
kadınlar için geçerli değildi. Kız çocuk, kundaktan sonra doğru yetişkin kadın
giysilerine geçiyordu. Kızlar okula gitmiyordu; ilerde göreceğimiz gibi okul,
çocukluğu oluşturan kurumdur. Dokuz on yaşlarındaki kız çocuktan, tam bir
«küçük hanım» gibi davranması beklenirdi: uğraşları, yetişkin bir kadının
yaptıklarının aynıydı. Yeniyetmeliğe erişir erişmez, daha on-oniki
yaşlarındayken kendisinden çok yaşlı bir erkekle evlendirilirdi.

Çocukların
sınıfsal temeli böylece açığa çıkıyor: işçi sınıfından kız ya da erkek
çocukların aynı giysilerle belirlenmesi gerekmiyordu: çünkü bunların her ikisi
de yetişkinliklerinde üst-sınıf erkeklerinin buyruğuna giriyorlardı. Bu
çocukların, özgürlüğe alıştırılması gerekmiyordu. Kızların da yaşla değişik giysilere
bürünmeleri için bir neden yoktu, çünkü büyümeleri gerekmiyordu: Kadınlar,
erkeklere göre gene altsınıftaydılar, işçi sınıfı çocukları günümüzde bile,
giysi sınırlamalarının dışındadır, çünkü bu sınıfın yetişkinleri bile yönetici
sınıfın gözünde «çocukturlar». Orta ve altsınıfın erkek çocukları, kadınların
ve işçi sınıfının durumunu geçici olarak paylaşmış olsalar da, bu altsınıftan
zamanla ayrılıp yükselebilmişlerdir. Kadınlarla altsınıfın erkek çocukları, o
sınıfta kalmıştır. Küçük erkek çocukların artık kız gibi giydirilmemesinin,
kadınların baskıcı kadın giyimine son vermek için eyleme geçtikleri sırada
başlaması rastlantı değildir. Her iki tür giyim de aslında, altsınıfların
ezildiğini ve kadınların rolünün aşağı görüldüğünü kanıtlar. Küçük Lord
Fauntleroy kadın gibi giyinmeye başladı. (Babam ilk uzun pantolon giydiği günü
anımsıyor; oysa bugün bile bazı Avrupa ülkelerinde, çocukları bu- yeni giysiye
alıştırma töreleri sürmektedir.) Çocukluk kavramının sınıfsal temelden
doğduğunu, bu kavramla birlikte ortaya çıkan çocuk eğitiminde de görebiliriz.
Çocukluk başlangıçta soyut bir kavram olsa da, çağdaş okullar bunu
somutlaştıran kurumlar olmuştur. (Toplumumuzda, yaşam evreleri konusundaki yeni
kavramlar, kurumlarda oluşturulur; ör. yeniyetmelik. on dokuzuncu yüzyılda
ortaya çıkmıştır ve gençleri askere almayı kolaylaştırmak için yaratılmıştır.)
Çağımızdaki okul eğitimi, aslında yeni çocukluk kavramının uygulamaya
geçirilmesidir. Okulun tanımı değişmiştir; okul artık yazarların ve bilginlerin
tekelinden çıkıp insanları —çocukluktan erkekliğe doğru ilerlerken— topluma
hazırlamakta kullanılan bir araç olarak iyice yaygınlaşmıştır. (Gerçek
yetişkinliğin hiçbir zaman yakıştırılmadığı kimselerse, ör. kızlarla işçi
sınıfından erkek çocukları, yüzyıllarca okula gidememişlerdir.)
Çünkü
yaygın inancın tersine, çağdaş okulların, geleneksel ortaçağ öğrenimiyle de,
Yeniden doğuştaki liberal sanatların ve insan bilimlerinin gelişmesiyle de
ilişkisi yoktur. (Aslında, Yenidendoğuşta insancıl düşünürler, aralarına erken
olgunlaşan çocukları ve bilgili kadınları almışlardır: hangi yaş ya da cinsten
olursa olsun, bireyin gelişmesini istemişlerdir.) Aries'e göre edebiyat
tarihçileri, okullarımızın kuruluşunda insancıl geleneğin önemini abartmışlardır.
Asıl kurucular ve yenilikçiler, on yedinci yüzyıldaki ahlâkçılar ve
öğreticiler, Cizvitler, Belagatçılar ve Jansenitlerdir. Bu adamlar, hem
çocukluk kavramının hem de onun kurumlaşmasının, çocukları çağdaş okullarda
eğitme fikrinin yaratıcılarıdır. Çocukların zayıflığını ve «saflığını» ilk
ortaya atan onlardır; çocukluğu da tıpkı kadınlık gibi yücelterek, çocukların
yetişkinler dünyasından ayrılmasını önermişlerdir. Yeni okullarda en önemli
şey «eğitim» olmuştur; eğitim, sonunda öğretimi ya da bilgi aktarma işlemini gölgede
bırakmıştır. Çünkü onlara göre «eğitim» insanın ahlâksal ve ruhsal bakımdan
gelişmesini sağlıyordu; büyük insan topluluklarına birlikte daha verimli
çalışmayı öğretmekten çok onlara kazandırdığı ahlâksal ve dinsel değer
açısından değerliydi. Yani baskının kendisi ruhsal bir değer olarak kabul
ediliyordu.
Böylece
okulun işlevi «çocuk yetiştirmek» oldu; bu da eğitimci «çocuk ruhbilimiyle»
tamamlandı. Aries. kitabında; Port-Royal'deki Yatılı Öğrencilik Kurallarını
aktarıyor, bunlar günümüzdeki öğretmen kılavuzlarının öncüleridir.
Çocuklar
çok büyük bir dikkatle gözlenmelidir; hasta olsunlar, sağlıklı olsunlar, hiçbir
yerde, hiçbir zaman yalnız bırakılmamalıdırlar... bu sürekli gözetleme işi,
yumuşaklıkla, belli bir güven duygusu yaratarak yapılmalıdır, öyle ki çocuk
kendisinin sevildiğini sansın ve hoşlandığınız için yanında bulunduğunuza
inansın. Böyle davranırsanız çocuklar gözetleyicilerinden korkmayacak, onları
seveceklerdir.
1612'de yazılan bu satırlar,
çağdaş çocuk ruhbilimindeki kuşkulu havayı ve yetişkinlerle çocuklar arasındaki
—o zamanlar bile bile ama bugün artık farkında olmadan gözetilen— o garip
uzaklığı açıkça gösteriyor.
Yeni
okul düzeni, çocukları yetişkinler dünyasından gittikçe daha uzun süreler ayırır
oldu. Ama, çocukların böyle yetişkinlerden ayrılması, yetişkinliğe geçebilmek
için gerekli ağır alıştırma süreçleri, çocuğun yeteneklerine gittikçe daha az
önem verilmesine ve onun düzenli bir biçimde küçümsenmesine yol açtı.
Ortaçağlarda
ve daha sonra bir süre çok rastlanan çocuk dâhiler, zamanımızda nerdeyse sıfıra
inmiştir.
Örneğin bu gün, Mozart'ın bir çocuk besteci olarak gösterdiği büyük başarı bize
inanılmaz gelir; zamanında Mozart, pek olağanüstü sayılmıyordu. O zamanlar pek
çok çocuk ciddi bir biçimde beste yapıyor ya da bir şeyler çalıyordu; aynı
zamanda «yetişkinler»in alanı sayılan pek çok uğraşa katılıyordu. Bugün bizde
çocukların aldıkları piyano dersleri, o zaman çocukların yaşama katılmasıyla
karşılaştırıldığında hiç kalır. Bunlar aslında yalnızca çocukların ezilmesinin
belirtileridir —aynı biçimde nakış gibi geleneksel «kadın marifetleri» de
yüzeysel uğraşlardır — ve olsa olsa çocuğun yetişkinlerin isteklerine boyun
eğdiğini gösterir. Bu «ustalıklar»ın erkek çocuklardan çok kızlarda
geliştirilmesi ilginçtir; erkek çocuklar ancak olağanüstü yetenekli oldukları
zaman ya da anne babaları müzikle uğraşıyorsa piyano çalışırlar.
Aries,
(XIII. Louis’nin Çocukluk ve Gençlik Günlüğü), bir alıntı verir: Burada
doktoru, Dauphin'in çocukluk yıllanın ayrıntılarıyla anlatır. Dauphin, on yedi
aylıkken hiç durmadan keman çalar, şarkı söylermiş. Oysa bir dâhi değildi
Dauphin; soylu sıınıfı sıradan üyelerine göre daha zeki olduğunu gösteren
hiçbir kanıt çıkmamıştır daha sonra ortaya. Dauphin'in tek yaptığı şey, keman
çalmak değildi: 1601'de doğan —orta zekâlı— Dauphin'in çocukluk yaşamının
öyküsü, bize çocukların yeteneklerini yanlış değerlendirdiğimizi gösterir.
Keman çaldığı sıralarda Dauphin'in, o dönemde yetişkinlerin oynadığı golfe
benzer bir oyunla tenis oynadığını da biliyoruz; konuşabiliyor ve stratejik
askerlik oyunları oynayabiliyormuş. Üç ve dört yaşlarında sırasıyla okumayı ve
yazmayı öğrenmiş. Dört ve beş yaşlarında hâlâ bebeklerle (!) oynamayı
sürdürmesine karşın, okçuluk öğreniyor, yetişkinlerle kâğıt, satranç oynuyor
(altı yaşında), daha başka pek çok yetişkin oyununu biliyormuş. Yürümeye
başlar başlamaz, tüm etkinliklerinde eşit olarak (tıpkı onlar gibi)
yetişkinlerle birlikte; eksiksiz dans ediyor, rol yapıyor, tüm eğlencelere
katılıyormuş. Yedi yaşında da Dauphin yetişkin erkek giysileri giymeye
başlamış, taşbebekleri elinden alınmış; erkek öğretmenlerin gözetimine
verilmiş; avlanmaya, ata binmeye, nişancılığa ve kumar oynamaya başlamış. Ama
Aries şunları söylüyor:
(Bu
yedinci yaşın önemini) abartmaktan sakınmalıyız. Dauphin bebeklerle oynamayı
bırakmıştır, ya da ondan bunu bırakması beklenmiştir ama o gene de eski
yaşamını kesintisiz sürdürmüştür... Yedi yaşından önce daha çok taşbebekler,
Alman oyuncakları, yediden sonra da daha çok avlanma, binicilik, atıcılık ve
eskrim belki; ama bu değişiklik, çocuğun yetişkinlerle paylaştığı uzun eylem ve
uğraş dizisi içinde hemen hemen fark edilmeyecek bir değişiklikti.
Bu tanımlamadan benim açıkça
anladığım şey şu: çekirdek aileyle çağdaş okullar ortaya çıkmadan önce,
çocukluk, yetişkinlik yaşamından hemen hemen hiç ayrılmayan bir şeydi. Çocuk,
her şeyi doğrudan doğruya çevresindeki yetişkinlerden öğreniyor, en kısa zamanda
yetişkinler topluluğuna katılıyordu. Yedi yaş sıralarında cinsel rol ayrımı
başlıyordu — ataerkilliğin geçerli olduğunu düşünürsek, bu ayrımın bir noktada
yapılması gerekiyordu. Ama durum, henüz, çocukların altsınıfa indirgenmesiyle
iyice karışmamıştı. Cinsel ayrım daha yalnızca erkeklerle kadınlar arasındaydı;
çocuklarla yetişkinler arasında değil. Bir yüzyıl sonra, kadınlarla çocukların
ezilmesi gittikçe birbirine girdiğinden, bu durum da değişmeye başladı.
Özetlersek,
çocuk-merkezli çekirdek ailenin ortaya çıkmasıyla, çocukları olabildiği süre
anne-babanın yasal gözetimi altında bulunduracak «çocukluk» kavramını
yerleştirecek bir kurum gerekli oldu. Okullar sayıca arttı; ustalığın ve
uygulamalı çıraklığın yerini kuramsal eğitim aldı. Bu kuramsal eğitimin işlevi,
bilgi aktarmak yerine çocukları «disiplin»e sokmaktı. Bu yüzden çağdaş
okulların çocukların gelişmesini hızlandırmaktan çok geciktirmesine şaşmamak
gerekir. Çocukları yetişkinlerden —üstelik yetişkinler de, yaşam deneyleri
olan büyük çocuklardır—- koparır, onları yapay olarak bir bölü yirmi bilmem
kaçlık bir yetişkin/çocuk oranının içine sokarsak, sonuç, o grubun, ortalama
(orta derecede) bir zekâ düzeyinde kalmasından başka ne olabilir? Bu da
yetmiyormuş gibi, on sekizinci yüzyıldan sonra çocuklar, yaşlarına göre çok
katı bir biçimde bölünmeye, ayrılmaya başladı («sınıflar»). Çocuklar artık daha
büyük ve daha akıllı çocuklardan da bir şey öğrenemez oldular. Uyanık oldukları
sürenin çoğunu, çok dikkatli bir biçimde seçilmiş yaşdaşlarının arasında
geçirmek zorundaydılar; sonra «ders programı» sanki kaşıkla ağızlarına
veriliyordu. Böylesi katı bir sınıflama, yetişkinliğe geçiş için gerekli
evrelerin sayısını artırıyor, her çocuğun kendi hızını tutturmasını
engelliyordu. Çocuğun öğrenme hevesi dışarıya kaydırılıyor, onay-bekler duruma
getiriliyordu; bu da yaratıcılığı kesinlikle öldürüyordu. Bir zamanlar
yalnızca —daha yeterince gelişmemiş bir yavru köpek gibi— insan yavrusu olarak
görülen çocuklar, kendi içinde yarışmalı derecelere ayrılmış, belirli bir
sınıftı artık: «Sınıfın en irisi», «okulun en zekisi», vb. Çocuklar, her şeyi
hep o yüce «Büyüdüğüm zaman...» ölçüsüne vurup durdukları bir dereceli
sıralanma içinde düşünmeye zorlanıyorlardı. Bu bakımdan, okulların gelişmesi
dış dünyayı yansıtıyordu; dış dünya yaşa ve sınıfa göre gittikçe daha belirgin
bir biçimde bölünüyordu.
***
Sonuç
şudur: Çağdaş ailenin gelişmesi, geniş, bütünlenmiş bir toplumun küçük,
ben-merkezli birimlere bölünmesi demekti. Bu evlilik birimleri içinde çocuk
önem kazanmıştı artık; çünkü çocuk, bu birimin ürünü ve o birimin devam etme
nedeniydi. İnsanın çocuklarını, ruhsal, parasal ve duygusal bakımdan aile
birimine, kendilerini böyle bir aile kuracak duruma gelinceye dek bağlı
tutması, istenen bir şey oldu. Bu amaçla Çocukluk Çağı yaratıldı. (Daha sonra,
bunun uzantıları belirdi: yeniyetmelik, ya da yirminci yüzyıl Amerikan dilinde
«Teenage»lik, «Üniversite Gençliği», «Yetişkinlik Öncesi» gibi deyişler
eklendi.) Çocukluk kavramı insana ister istemez, çocukların yalnızca yaş
açısından değil, tür olarak da yetişkinlerden ayrı bir cins olduğunu
düşündürüyordu. Bunu kanıtlamak için bir ideoloji oluşturuldu; çocukların
saflığı ve Tanrı'ya yakınlığı («küçük melekler») konusunda inanılmaz risaleler
yazılmıştır; bunların sonucu olarak çocukların cinsellikten uzak, cinsel çocuk
oyunlarının da sapıklık olduğu inancı doğmuştur — bütün bunlar, çocukların yaşamın
gerçekleriyle ta baştan yüz yüze bırakıldıkları önceki döneme taban tabana
karşıttır. Çocuk cinselliğinin şu ya da bu biçimde kabul edilmesi yetişkinliğe
geçişi hızlandıracaktı; bunun da ne pahasına olursa olsun, geciktirilmesi
gerekiyordu: Özel giysilerin geliştirilmesiyle, çocukları yetişkinlerden,
giderek öteki çocuklardan ayıran bedensel ayrılıklar abartılarak ortaya çıkmış
oldu. Çocuklar artık yetişkinlerle aynı oyunları oynamıyorlar, yetişkinlerin
uğraşlarına da katılmıyorlardı (çocuklar bugün normal olarak kıyafet balolarına
gitmezler): kendilerine özgü oyunları, kendi oyun araçları (oyuncakları)
vardı. Bir zamanlar yaygın bir halk sanatı olan masal anlatmak, yeniden yalnızca
çocuklara bağlandı ve günümüzde özel bir çocuk edebiyatının geliştirilmesine
yol açtı. Yetişkinler çocuklarla konuşurken özel bir dil kullanıyorlardı;
çocukların yanında ciddi konulara girilmiyordu («Hişt! Çocukların önünde
söyleme»); boyun eğmeyi öğreten «davranışlar» evde kurumlaştırılıp
yerleştiriliyordu («Çocukları gözleyeceksin, söylediklerini dinlemeyeceksin»).
Ne var ki bunların hiçbirisi çocukları gene de ezilmiş bir sınıf durumuna
getiremedi; bu işi bütünüyle gerçekleştirecek özel kurumlar kurulmalıydı:
Çağdaş okullar.
Okulun
ideolojisi, çocukluk ideolojisiydi. Bu ideoloji, çocukların «disiplin»e
sokulması gerektiği varsayımına göre işliyordu: çocuklar özel bir biçimde ele
alınmaları gereken özel yaratıklardı (çocuk psikolojisi, çocuk eğitimi, vb.).
Bu işi kolaylaştırmak için çocuklar, kendi türleriyle birlikte özel bir yere
toplanmalı, yaşça kendilerine yakın olanlarla bir araya getirilerek yaşa göre
gruplandırılmalıydılar. Okul, çocukları toplumun geri kalan kesiminden etkili
bir biçimde ayırarak çocukluğu oluşturan kurumdu; böylece okul, çocukların
yetişkinliğe geçişlerini geciktiriyor, toplumun yararlanabileceği özel
ustalıklar geliştirmelerini önlüyordu. Bunun sonucu olarak çocuklar ekonomik
bakımdan gittikçe daha uzun süre bağımlı kalıyorlardı: böylece de aile bağları
zedelenmiyordu.
Aile
içindeki sıralanışla ekonomik sınıflaşma arasında önemli bir bağıntı olduğunu
belirtmiştim. Engels, aile içinde kocanın burjuva, karıyla çocuklarınsa
proletarya olduğunu söylemiştir. Çocuklarla tüm işçi sınıfı ya da öteki ezilmiş
gruplar arasındaki benzerlikler dikkati çekmiştir; yapılan incelemeler bunların
aynı ruhsal özellikleri paylaştıklarını göstermiştir. Proletarya giyiminin
çocukların giyimi gibi geliştiğini, üstsınıf yetişkinlerinin artık bıraktıkları
oyunları hem çocuklar hem de «yamaklar»ın oynadığını gördük. Çocukların ve
işçilerin, yetişkin erkeklerin yüce beyinsel çalışmalarına hiçbir zaman
erişemeyecekleri bu soyutlamalara karşılık «elleriyle çalışmaktan»
hoşlandıkları söyleniyordu: çocukların da işçilerin de mutlu, dertsiz, uysal ve
«gerçekliğe daha yakın» olduklarına inanılıyordu. Her ikisinin de
yetişkinlerin sorumluluklarından, dertlerinden uzak, bu yüzden talihli
oldukları hiç durmadan hatırlatılıyordu — çocuklar da işçiler de istiyordu bu
uzaklığı nasıl olsa. Her iki kesimin yönetici sınıflarla ilişkilerinde bir
korku, kuşku ve güvensizlik korkusu vardı; bunlar çoğu zaman ince bir çekicilik
kabuğuna sarılarak çıkıyordu ortaya (sevimli pelteklikler, göz devirmeler,
utanmalar).
Çocukluk
miti, kadınlık mitine çok daha büyük bir benzerlik gösterir. Kadınlar da
çocuklar da cinselliği olmayan, bu yüzden erkekten daha «temiz» yaratıklar
sayılmıştır. Onların bu aşağı durumu, uydurma bir «saygı» altında beceriksizce
gözden saklanmaya çalışılmıştır. Kadınların ve çocukların önünde ciddi
sorunlar tartışılmaz, küfür edilmez; kadınlar ve çocuklar açıktan açığa
aşağılanmaz: arkalarından yapılır bunlar. (Küfür etmedeki iki yanlılığa
gelince: Bir erkeğin dünyaya küfür etmesine bir şey denmez; çünkü dünya ona ait
olduğu için lanetleme hakkı da onundur — oysa aynı küfür bir kadının, dünyanın
sahibi olmayan eksik, yani bütünlenmemiş bir «insanın» ağzından çıkarsa, o
küfür küstahlık sayılır; bu yüzden ya yersizdir, ya da daha kötü bir şeydir.)
Kadınlar da çocuklar da, kullanışlı olmayan fantezi giysilerle öteki
insanlardan ayrılmıştır; her ikisine de özel görevler (sırasıyla ev işi ve ev
ödevi) yüklenmiştir; her iki grup akılca da biraz kısa sayılmıştır («Bir
kadından ne beklenir zaten?», «Daha küçük o, anlamaz»). Kadınlarla çocukların
tapılmak üzere çıkarıldıkları o yüce yer, nefes almalarını engellemiştir
aslında. Yetişkinler dünyasına her giriş, çocuklar için bir cambazlıktır. Çocuklar,
istediklerini dolaylı yoldan elde edebilmek için çocukluklarını nasıl
kullanacaklarını öğrenmişlerdir («Tutturdu gene bizimki!»); kadınların da
kadınlıklarını kullanmayı öğrendikleri gibi («işte, gene başladı ağlamaya!»).
Yetişkinlerin dünyasına her giriş korku dolu bir yaşama savaşı olmuştur.
Çocukların kendi yaş gruplan arasındaki doğal davranışlarıyla, yetişkinlerin
yanındaki gösterişli ve/ya da utangaç davranışları arasındaki ayrım bunu çok
iyi kanıtlar — kadınlar da kendi aralarındayken başka, erkeklerin yanında başka
davranırlar. Her iki durumda da, bedensel ayrılık, özel giysiler, eğitim, davranışlar
ve eylemlerle kültürel bakımdan yaygınlaştırılmıştır; öyle ki. sonunda bu
kültürel zorlama bir yerde «doğal», giderek içgüdüsel görülmeye başlanmış,
kolayca kalıplaşmayı hızlandıracak bir abartma süreci oluşturmuştur. Bunun
sonunda birey, kendine özgü bir dizi yasaları ve davranışları olan değişik bir
insan-hayvan türüne dönüşür («Kadınları hiç anlayamayacağım ben!» — «Sen hiç
çocuk ruhundan anlamıyorsun!»).
Çağdaş
argo, bu hayvanlık durumunu çok iyi yansıtır: Çocuklar «fare»dir, «tavşan»dır.
«yavru»dur kadınlara «piliç», «kuş» (Ingiltere'de), «tavuk», «sersem tavuk»,
«sersem kaz», «yaşlı kısrak», «kancık» denir. Bunlara benzer deyişler, erkekler
için kişiliği kötüleyici anlamda kullanılır; ya da daha geniş bir anlamda,
yalnızca ezilen erkekler için kullanılır: Damızlık, kurt, aslan, boğa, aygır—ama
bunlar pek kullanılmaz; kullanıldığı zaman da özel bir cinsel anlam taşır.
Kadınların
ve çocukların sınıfsal ezilmesi «şirin»lik edebiyatıyla sarıldığından, buna
karşı savaşmak, açık ezilmeye karşı savaşmaktan daha zordur. Ahmak bir teyze kendisini
şapur şupur öptüğü ya da bir yabancı poposuna vurup kuşdili konuşmaya başladığı
zaman hangi çocuk kalkıp da ters bir şey söyleyebilir? Yoldan geçen bir adam
canı isteyip de laf atarak rahatını kaçırdığında hangi kadın ters bakabilir?
«Bugün harikasın, güzelim!» lafına, «Sana rastlamadan önce çok daha harikaydım»
diye karşılık verse, erkek «Ne oluyor bu karıya be!» diye homurdanacak ya da
daha beter bir karşılık verecektir. Çoğu zaman, iyi niyetli gibi görünen bu
sözlerin gerçek anlamı, kadın ya da çocuk kendilerinden beklendiği gibi gülümsemedikleri
zaman ortaya çıkar: «Pis, sersem karı. Bilmem nerenle gülsen bile gene de
yatmam sennen!..» «Huysuz piç kurusu. Babanın yerinde olsam seni öyle bir
ıslatırım ki, neye uğradığını şaşırırsın.»... Saldırganlıkları korkunçtur. Gene
de bu erkekler, kadınları ya da çocukları «dostça» davranmadıkları için
suçlarlar. Kadın, çocuk, karaderili ya da işçinin yakındığını bilmek onları
rahatsız ettiğinden, bu ezilen gruplar ezilmişliklerinden hoşlanmalıdırlar -—içleri
kan ağlasa da gülümsemeli, yılışmalıdırlar. Çocukta oyunculuk neyse, kadında
gülümseme odur; kurbanın ezilmişliğini benimsediğini gösterir. Ben, her genç
kızın yüzünde sinirlilikten doğan bir tik gibi asılı duran o yalancı
gülümsemeden kendimi kurtarmak için epeyce uğraştım. Sonunda çok az gülümser
oldum; çünkü aslında, içten gülümsemeye başlayınca, gülünecek şeylerin aslında
çok az olduğunu gördüm. Kadınların kurtuluş hareketi için «düşümdeki» eylem
şudur: bir gülümsemeye boykot. Bu boykot başlar başlamaz; tüm kadınlar hep bir
anda o «hoşa giden», sevimli gülümsemelerini kesecekler; ondan sonra yalnızca kendileri
bir şeyden hoşnut oldukları zaman gülümseyecekler. Aynı biçimde çocukların
kurtuluşunda da, çocuğun istemediği her türlü okşanıp öpülmeye bir son
verilmesi istenmelidir. (Bu elbette, genel olarak okşamanın ayıplanmadığı bir
toplum gerektirecektir; günümüzde bir çocuğa gösterilen ilgi, çoğu zaman yalancı
okşama biçiminde ortaya çıkar: bu da hiç yoktan iyidir aslında.) Erkeklerin
çoğu, böylesine kolay yakınlık kurabilmelerinin, kendi üstünlükleri olmadığını
anlayamazlar. Şu bebeğin ya da dişi hayvanın içindeki kişinin o sırada, onlar
tarafından okşanmaktan hoşlanmayacağı, giderek görülmek bile istemeyebileceği
akıllarına gelmez mi acaba hiç? Bu erkeğin, sokakta, bir yabancının mesleğine,
«erkekliğine» hiç aldırmadan kendisine aynı biçimde yaklaştığı —elle
sarkıntılık ettiği, homurdandığı, mırıldandığı, yılışık laflar ettiği— zamanki
durumunu düşünün.
Özetlersek,
işçi sınıfının ve azınlık gruplarının üyeleri «çocuk gibi davranıyorlarsa» bu,
kadınlar gibi, her sınıftan çocukların da aşağı sınıf sayılmasındandır. Çağdaş
çekirdek ailenin doğuşu, ek olarak getirdiği «çocukluk»la birlikte ekonomik
bakımdan zaten bağımlı olan grubun boyunduruğunu daha da sıkıştırdı. Bunu, daha
önce, kısa olan bir bağımlılığın süresini uzatarak, bu bağımlılığı artırarak şu
bilinen araçlarla yaptı; özel bir ideoloji, kendine özgü bir yaşama biçimi,
özel bir dil, özel giyim, özel davranışlar, vb. Çocukların bağımsızlığının
artırılması ve abartılmasıyla kadınların anneliğe mahkûmiyeti de son sınırına
dek genişletilmiş oldu. Kadınlarla çocuklar artık birlikte hapı yutmuşlardı.
Birinin ezilmesi ötekinin ezilmişliğini artırıyordu. Çocuk doğurmanın yüce
gizemliliğine, «doğal» kadın yaratıcılığının büyüklüğüne, şimdi de çocukluğun
yüceliği ve çocuk- yetiştirme «yaratıcılığının yeni gizemliliği eklenmişti.
(«Neden canım, çocuk yetiştirmekten daha yaratıcı olan bir şey var mı?) Bugün
hepimiz, tarihin kanıtladığı şeyi unutmuş görünüyoruz: Çocuk «yetiştirmek» onun
gelişmesini engellemek demektir. Bir çocuğu yetiştirmenin en iyi yolu
ELLERİNİZİ ONDAN ÇEKMEKTİR.
Alıntı: Cinselliğin Diyalektiği / 4.Bölüm Kahrolsun Çocukluk /Payel Yayıncılık