2 Ekim 2010 Cumartesi

İlişkiler Arasında Bir Gezinti 06.05.1970 / Muzaffer Buyrukçu



Gündüz ortalığı toza toprağa bulayan, çiçek ve açılmış saçılmış, ergen kız, olgun kadın ve dişilik kokan bahar rüzgârı, akşama doğru hafiflemiş, okşayıcı bir esintiye dö­nüşmüştü.
Gençlerin sesleri coşkuluydu; sevinç doluydu, hayal doluydu! kışın uyuşukluğunu, kirini, sisini atan gözleri çakmak çakmaktı.
Hızır ile İlyas peygamberin buluştuğu ve yazı başlattığı bugün, 'Hıdrellez' şenliklerini İstanbul'da sürdürmeye ka­rarlı köylü toplulukları kırlara gitmişlerdi akın akın yiye­cek paketleriyle, torbalarıyla. Bugün kimi aşklar doğacak, eskiyen, yıpranan aşklar ölecekti. Ve karanlık bastırınca kanlan kaynayan yeni yetme kızlar, erkeğin büyüsünü ve sırrını bedenlerinde taşıyan körpe gelinler, yaktıkları ateş­lerin üstünden -alevlerin dilleri baldırlarını yalayacaktı-atlayacaklardı.
1 Mayıs İşçi Bayramı'nı genellikle nezarethanelerde geçiren 'eski tüfekler' ormanlık bir bölgede ya da pınl pırıl bir derenin kenarında, birbirilerine sosyalizm propagan­dası yapacak, devrimci şarkılar söyleyecek, içki içeceklerdi.
Ağaçların yapraklarındaki yeşil dipdiriydi.
Edip Cansever, ben, 'edebiyatımızın kayın biraderi 'Bıyık's Talât (Talât Kılıç) Taksimdeki 'Mutfak' meyhanesin-deydik. Bu açık hava içki evine, bu harika bahçeli lokan­taya sık sık gelirdik Edip Cansever'le, Metin Eloğlu'yla, Hü­samettin Bozok'la, Nevzat Üstün'le, Hamit Akınlı'yla, Alp Kuran la, Recep Bilginer'le. Can eriği, göbeğe yakın kütür kütür yapraklan limonlu suya batırılmış Yedikule marulu, iyice dövülüp pişirilmiş ve lif lif ayrılmış, dereotu ve sirkeye yatırılmış çiroz yerdik rakıyla. Şimdi, güneşten kurtulmaya ve gümüşi rengi çoğaltmaya çabalayan aydınlığı, çevreyi, devinenleri seyrediyor bu doğaya bir şeyler aktaran, bu do­ğadan bir şeyler devşiren üretici anların sihri bozulmasın diye susuyorduk. İçimizden, içimizdeki gizli dille konuşu­yorduk... Sözcüklerimiz yumuşaktı, barışçıydı, güzellikleri yakalamak için çırpınan uçan halılardı, ama hiçbir sihir sürekli değildi, birtakım öğeler, kıpırtılar yırtardı onun es­tetikle dokunan zarını. Caddedeki taşıtların gürültüleri kulaklarımıza saldırınca rakılarımızı yudumlamaya koyul­duk. Tahir Alangu, medreseli bir molla yürüyüşüyle geçti yanımızdan selâm vererek, arkalardaki bir masaya oturdu. Ayak
Bacak Fabrikası'nın yazarı Sermet Çağan uğradı, di­linin ucunda hazır bekleyen bir espriyi, onun uzantısı güldürüyü kısık sesiyle iletti bize, ellerinin ayalarını ma­saya dayadı, gövdesinin ağırlığını verdi ellerine. Esmer yu­varlak yüzü, kıvırcık siyah saçlarıyla Mısırlı bir arabı andı­rıyordu. Bir de lâz fıkrası anlattı ve gitti. (Öldüğü ağustos ayına kadar burda, Cağaloğlu'nda, Sirkeci istasyon mey­hanesinde altı yedi kez karşılaşmış, rakı içmiştik.) Bir si­gara yaktım.
"Bugünlerde çok heyecanlıyım, sanki bir şeyler ola­cakmış, bir şeylerle
karşılaşacakmışım da üzülecekmişim gibi." dedi Edip Cansever. "Ayrıca kulaklarım da uğulduyor, çınlıyor... Her an adım çağrılıyormuş gibi acayip sesler du­yuyorum."
"Tansiyon yükselmesidir bu... Bir de bahardandır." dedi Talât Kılıç. "Baharda kan basıncı artar."
"Nerden biliyorsun sen bunları?" dedi Edip Cansever onun böyle şeyleri bilemeyeceğini vurgulamak istercesine.
"Öğrenciyken bir sevgilisi vardı, doktordu." dedim. "Ec­zanede de kalfalık yapmıştır."
"Öyle miii?" dedi Edip Cansever kuşkuyla. "Sanki se­nin bir sevgilin olamazmış gibi geliyor bana!"
Talât Kılıç bıyıklarını sıvazladı, "Sana gelen doğru de­ğildir, tevatürdür. (Bana baktı) Nasıl yeğenim?" dedi.
"İyi... Edib'i yedin " dedim. "Edipsiz şiir, şiirsiz Edip olamayacağı gibi sen de sevgüisiz olamazsın."
Edip Cansever incecik gülümsedi. "Geçenlerde Şişli'de yürüyordum, ansızın 'Edip, Edip, Edip' diye seslendiklerini işitim, döndüm, tanıdık kimseyi göremedim." "Kadın sesi miydi, erkek sesi miydi?" dedim. "Alay eder gibisin." dedi Edip Cansever. "Hayır, ciddi söylüyorum." dedim. "Seçemedim. Belki de o ses yıldırım gibi içimden yük­seldi." dedi Edip Cansever.
"Öyleyse şiirin sesidir... sana bugünlerde şiir dalgalar halinde geliyor, bu, verimde yükselişin bir belirtisidir." de­dim.
"Bunlar sanatsal benzetmeler." dedi Talât Kılıç, "Bence Metin Özek'e görünsen iyi olur."
"Hiç kimsenin bana 'beni anlatmasına' katlanamam." dedi. Edip Cansever.
"Hem eksik anlatırlar... ikide bir sö­zünü kesip araya gireceğim, 'öyle değil, yanılıyorsun' diye­ceğim yanlışlarını düzelteceğim."
"Sen zaten şimdi o işle uğraşmıyor musun?" dedim. 'Yani?" dedi Edip Cansever.
"Yazdığın şiirlerde kendini kendine anlatmıyor mu­sun? Senin şiirlerinde üç temel öğe var. Birisi saptamalar, ikincisi yansıtmalar, üçüncüsü itiraflar." dedim.
"Hm, şiirden anlıyorsun sen, aferin!" dedi Edip Cansever. "Ama ben yalnız kendimi değil başkalarını da, o baş­kalarının bulunduğu nesneler dünyasını da anlatıyorum." "En çok gezip dolaştığın alan da mutsuzluk alanıdır, bunaltı alanıdır... benim gibi tedirginliklerin de kaynakla­rına iniyorsun zaman zaman." dedim.
"Bu, bana kalırsa içki yorgunluğudur." dedi Talât Kılıç. "Biraz dinlenirsen hiçbir şeyin kalmaz, uğultular kesilir."
Edip Cansever rakısını yudumladı, yeşille san arası kı­rış kırış, gevrek bir marulu tuzladı, ısırdı; kıtırtılı sesler yayıldı ağzından. "Bu havada rakı içmeyeceğiz de ne za­man içeceğiz Talât? Dinlenmek demek, o süre içinde, bu gül mevsiminde, hayatın dışında kalmak demektir." "İç yeğenim iç, iç bade sev güzel..." dedi Talât Kılıç. Edip Cansever, önemsediği bu durumla yakından, iç­tenlikle ilgilenmemizi, beklediği yanıtları aşacak düzeyde yanıtlar vermemizi istiyor gibiydi. Aslında ne dersek diyelim onu sevindiremeyecektik. En güzel şiirlerinin bulunduğu "Kirli Ağustos"un aldığı olumlu tepkiler her an arttığı halde bir türlü yakındığı 'eksikliğin giderildiği' düşüncesine ulaşamadığı için tedirgindi. Evet, 'gövdesinden daha bü­yük ve akşama doğru görünmekte olan bir sıkıntısı vardı ve giderdi alkollere bir mektup gibi, alkollerden gelirdi bir mektup gibi'. Son dönemde çok içiyordu. Böyle davran­masının nedenleri arasında neler saklıydı? Sorulsa kendisi de açıklayamazdı ya da birkaç etkeni ileri sürerdi. Ama onun durgunluğunda da, hareketliliğinde de adını koya­madığım bir şeylerin kıpırdadığını seziyordum. İnsanın in sana verebileceği en değerli şey yalnızlıktır' diyordu bir şi­irinde, belki de bu yalnızlığın dibinden fışkıran gürültüler yükleniyordu kulaklarına. Zihnim, Edip Cansever'in so­runlarının özüne sızmaya çalışırken onun dışındaki başka düşünceleri de olgunlaştırarak sunuyordu bana.
...Üzüntüsünü tek başına yaşamak için ayrıldı onlar­dan.
Onun değerine inananlar, yalnızlıktan kurtarmak için sevgilerini çoğaltıyorlardı...
Yudumladım rakımı, çiroz salatasından aldım çatalın ucuyla.
Not defterine bir şeyler karalayan ve dudaklarının arasına kıstırdığı sigarayı unutan Edip Cansever'e 'Yaka­yım mı Edip yeğenim?" dedi Talât Kılıç.
Edip Cansever başını eğdi.
Yaktı sigarasını Talât Kılıç çakmağıyla. "Lan yeğenim bu avratlar gözlerimizi oyacaklar, napsak, bir iş falan mı tutsak?"
"Oysunlar da kör kalalım." dedim.
"Biz eski zampiklerdenik, el yordamıyla buluruz onla­rın tepelerini düzlüklerini." dedi Talât Kılıç.
"Sus oğlum üstad çalışıyor." dedim.
Turgut Uyar'la Tomris Uyar, bir çocuk arabasını iterek girdiler bahçeye. Edip Cansever, "Reis!" diye seslendi. Geldiler. Yer açtık. Tomris Uyar, "Buyrukçu, oğlum Turgut'u gördün mü?" dedi. Kalktım, temiz örtülerin arasında uslu uslu duran çocuğa doğru eğildim, gözlerimi gözlerine diktim. Yabancı yabancı baktı bana. Sağlıklıydı. Topuz gibiydi. "Mutlu olmasını dilerim!"

Turgut Uyarla Tomris Uyar votka içeceklerdi.
Naci Çelik abartılı bir saygıyla selâmladı hepimizi ve üç metre ötedeki bir iskemleye ilişti, yüzünü masamıza çe­virdi, az sonra Selim İleri de gelecekti.
Edip Cansever, Naci Çelik'i süzdü tepeden tırnağa olumsuz bakışlarla, külünü silkti işaret parmağıyla siga­ranın beline dokunarak ve gökgürültüsü gibi kükredi. "Kimsin ulan sen?"
Naci Çelik apışıp kaldı, sarardı, soldu, benden, Turgut­'tan, Tomris'ten, Talât'tan yardım istercesine kıvrandı.
"Kimin ajanısın ulan sen? Şiiri ne zaman öğrendin de boyundan büyük lâflar ediyorsun." dedi Edip Cansever.
Naci Çelik, sözlerin kendisini fazla etkilememesini, ya­ralamamasını sağlamak amacıyla bir tenhalığın uzak bir köşesine çekilmiş gibi hiç yanıtlamadan dinledi Edip Cansever'i bir saat kadar, sonra kalktığını hissettirmek istemi­yormuş gibi kalktı usulca, kayboldu ortalıktan. Ne olursa olsun gözlerimizin önünde azarlamamalıydı çocuğu, o daha çok gençti... çabuk kırılırdı; söyleyeceği bir şey varsa biz yokken ya da bir yana çeker konuşurdu. Bana çata­cak, öfkesini benden alacak korkusuyla zihnimin dışına taşırmadım bunları.
Bardakları tokuşturduk.
Edip Cansever'in Naci Çelik'e duyduğu kızgınlık azal­mıştı. Gülümsüyordu. Tomris Uyar ve Turgut Uyar'la bir­likte geçirdikleri ve o geceyi unutulmaz kılan birtakım sivri ve yayvan olaylardan söz ediyorlardı. Birden bana baktı, "Biliyor musun Turgut, Muzaffer senin şiirlerini beğenmi­yor " dedi. Kıpkırmızı oldum, kulaklarım yandı tutuştu. Çıldırmış mıydı bu? Yoksa bizler tartışırken, sürtüşürken doğacak gergin ortamdan sıkıntılarını giderecek bir zevk mi alacaktı? Bizlerin acıları, onun ağzının tadını çoğaltan ballar mı üretecekti? Bu soruların karşılığı olumluysa Edip Cansever bir depresyon geçiriyor demekti ve tedavisi şarttı.
Turgut Uyar bu 'emrivaki' karşısında biraz sarsıldı ama hemen toparlandı, efendice gülümsedi. "Olabilir, beğenme­yebilir."
"Edip, ne oluyor? Niye suyu bulandırıyorsun?" dedim sertçe.
'Yalan mı? Beğeniyor musun?" dedi Edip Cansever.
"O benim bileceğim iş... beğenirim beğenmem, ama bu düşünce bana aittir ve gerektiğinde ancak ben açıklarım." dedim.
"Kimse kimsenin şiirini, hikâyesini sevmek zorunda değildir." dedi Turgut Uyar yumuşak bir sesle.
"Doğaldır bu "dedim. 'Turgut'un şiirini asıl beğenme­yen, asıl sevmeyen ama beğeniyormuş gibi, seviyormuş gibi davranan sensin!"
Bozulma sırası Edip Cansever'deydi. "Hayır, ben Tur­gut'u severim".
"En azından yüz kere Turgut Uyar beni taklit ediyor, birçok şiirinde benden etkiler vardır diyen sen değil misin" dedim.
Şaşırdı Edip Cansever, rakı bardağını ağzına götürür­ken eli titredi. "Sen yanlış anlamışsın, ben öyle bir şey de­medim."
"Kıvırma!" dedim. "Senin gibi bir sanatçıya ikiyüzlü davranmak yakışmıyor. Mademki konu açıldı, herkes eteğindeki taşlan döksün."
'Turgut önemli şairdir." dedi Edip Cansever bir robot sesiyle.
"Başka şeyler konuşsak." dedi Tomris Uyar. "Surda iki dirhem rakı içeceğiz onu da burnumuzdan getiriyorsun. Bir daha seninle oturmayacağım; rahatsızsın sen!" dedim.
"Doğru, herkesi kızdırır." dedi Edip Cansever. "Doğru, yalan söyleyeni kızdırmalı." dedim. "Ben Turgut'un şiiri kötüdür demedim." dedi Edip Cansever boşluğa bakarak.
"Belki 'kötüdür' demedin ama 'beni taklit ediyor, benim etkim altındadır' dedin. İnkâr etme!" dedim. "Marul çok taze!" dedi Turgut Uyar. Utandım böyle, kişiliği zedelemeye yönelik bir tartış­manın içinde bulunduğum için.
Bir süre konuşmadık. Ben, Turgut Uyar'la Tomris Uyar'ın yüzlerine bakarak başımı salladım Edip Cansever'i suçlarcasına. Turgut Uyar, 'aldırma' dercesine gülümsedi. Tomris Uyar, "Sizin orası şimdi çok güzeldir." dedi.
"Hem de nasıl! Hanımelleri, yediveren gülleri açtı, erik­ler meyve tuttu. Gelsenize bir gün, masayı asmanın altına kurarız." dedim.
"Nar ağacınız da var mı?" dedi Turgut Uyar. "Var." dedim. "Ben her sabah ve akşam Havva'yı cennet­ten kovduran yılanı o ağaca sarılmış görüyorum." "Gündüzden geliriz." dedi Tomris Uyar. "İyi olur, o gece de bizde kalırsınız." dedim. "Biz birkaç kere gittik." dedi Edip Cansever. "Bunun bir oğlu var, saçları kıvır kıvır, Cezayirli'ye benziyor... Tahir Alangu, Hüsamettin Bozok, Orhan Kemal, Fahir Aksoy da birlikteydi bizimle."

"Fahir Aksoy, çoğunuzu sigortalamaya kalkmıştı." de­dim.
"Orhan Kemal'i etmişti." dedi Edip Cansever.
Votkalarını bitirince Tomris Uyar'la Turgut Uyar kalktılar, geldikleri gibi sessizce gittiler... Tomris Uyar, ço­cuk arabasını sürüyordu genç bir annenin onuruyla, mutluluğuyla.
"Berbat ettin bir çuval inciri." dedim, "Dört nala koşan bir ata köstek taktın, devirdin. "Kaşlarımı çattım, yüzümü astım.
"Somurtma!" dedi Edip Cansever.
"Neşelenecek hal mi bıraktın?" dedim. "Hem Turgut'u, hem beni üzdün."
"Ben üzmek istemedim ki..." dedi Edip Cansever. "Peki niye söyledin?" dedim.
"Hiiç, öyle... O düşünce beni tedirgin etti, edince de at­tım dışarıya, bir gizliliği açıklığa kavuşturdum." dedi Edip Cansever.
"Benim gerçeğim bu. Sen niye kendi gerçeğine maske taktın da beni cepheye sürdün? Yoksa bu durumun aracı­lığıyla Turgut'taki güç odaklarını parçalamak, onu çö­kertmek mi istedin?" dedim.
"Ukalâlık yapma! Neler söylüyorsun? Benim öyle bir amacım yok." dedi Edip Cansever.
"Var," dedim. "Sen Cemal Süreya'yı da, Turgut Uyar'ı da indine rakip olarak gördüğün için kıskanıyorsun, onları ekarte edip yalnız kalmak, tek olmak istiyorsun. Hepsinin üstünde olmak istiyorsun."
"Ben zaten tekim." dedi Edip Cansever.
"Sen de Orhan Kemal gibi insanları kapıştırmaktan, birbirine düşürmekten hoşlanıyorsun, bayılıyorsun." de­dim.
"Ne zaman geliyor o?" dedi Edip Cansever.
"Bilmiyorum." dedim soğuk bir sesle.
'Temmuz'da." dedi Talât Kılıç.
"Gelsin de..." dedi Edip Cansever alaycı ve ilerde ola­cakları sezdiren bir sesle.
"Ben ikinizden de uzak duracağım bundan sonra." dedim. 'Tahrip ediyorsunuz beni."
"Korkuyorsun değil mi?" dedi Edip Cansever.
"Korkuyorum." dedim. "Senden de, ondan da... İkiniz de sadistsiniz, en yakınlarınızın acılar içinde kıvranma­sından zevk alıyorsunuz ve onların kıvranmaları için de ellerinizden gelen her şeyi yapıyorsunuz."
"Sen zevk almıyor musun?" dedi Edip Cansever.
"Almıyorum elbet. Şimdiye kadar sana, Orhan Kemal'e, Talat'a acı çektirdim mi?" dedim.
"Yeğenim bir denedir, melek gibi bir yüreği vardır." dedi Talât Kılıç.
"Durup dururken Turgut'u bana düşman ettin." de­dim.
"Hadi içelim!" dedi Edip Cansever. Hem insani anlam­ların hem de saldırganlık parıltılarının yoğunlaştığı gözle­rini üzerimizde dolaştırdı.
"Lâfı çevirme!" dedim.
"Bak, bak, bak Atillâ Tokatlı nasıl da gülüyor." dedi Cansever.
Baktım. Selâhattin Hilâv'ın anlattıklarına kahkahayla gülüyordu Atillâ Tokatlı.
Akşamın gümüşi aydınlığı etkisini azaltıyor, gücünü yitiriyor, alaca bir karanlığın egemenliği altına giriyordu. Ve bir tek rakıyı bitirme süresi tamamlanırken gece indi ansızın ve günün bu bölümünü bütünüyle ele geçirdi,se­kiz on saat tutacak saltanatının koca gövdesiyle ezdi ve kıyıda köşede kalmış, unutulmuş gün kalıntılarını emdi, karanlığın ruhuna sığınan elektriğin sarı ışıklan, insanları da, nesneleri de değişik bir kimliğe sokan bölümün kapı­larını açtı. Çevremizdeki binaların, caddedeki beyaz camlı sokak lâmbalarının, yolu bir saniye boş bırakmayan oto­mobillerin, otobüslerin, Taksim'deki ampullerin ışıkları yandı. "Mutfak"taki devinim, gel-git, deplasmanlar, trans­ferler, ziyaretler artmıştı. İçkicilerin tükettikleri alkol, tü­kettikleri konuşma, tükettikleri kahkaha, tükettikleri ba­kış ve el kol hareketleriyle çizdikleri resimler de çoğalmıştı. Meyhane tıklım tıklımdı. Kişiler yaşamın yüzeylerinde ve derinliklerinde lâbirentlerinde ve düzlüklerinde geziniyor, bir şeyler kapıyor, bir şeyler savuruyor, bir şeyleri çiğniyor, bir şeyleri okşuyordu. Kimi topluluklar, hesaplarını ödeyip kalkmak üzere olanların başuclarında bekliyorlardı sabır­sızlıkla onların boşaltacağı masalara oturmak için.
Gece de, insanlar da hızla ilerliyorlardı yükleriyle ağır­lıklarıyla.
Biz ikinci Altınbaş'ı ısmarlamıştık.
Rakı, beynimdeki altın madenlerinin saklandığı da­marları bir kuyumcu titizliğiyle işliyor, yaratıcılığımın her anını zenginleştiriyordu. Ayrıca ruhumdaki sertlikleri yu­muşatmıştı ama Edip Cansever'in Naci Çelik'e, Turgut Uyar'a, bana yaptıkları aklıma gelince iğneli fıçılara yuvar­lanıyor, kanımın bin bir delikten akışını seyrediyordum ve hemen kaçmak istiyordum her şeyi, dostluğumu, arkadaş­lığımı, anılarımı bir yana iterek... 1968 yılındaki o büyük 'kavga'dan bu yana ikinci kez kırıyordu Edip Cansever beni ve ona beslediğim sevgiyi azaltıyordu. Önleyemediği bir takım duyguların, yönlendiren bir takım olumsuzluk­ların ve tepkilerin tutsağı mıydı? Cansever'le arkadaş ol­mak demek Himalâyalara tırmanmak, burdan Amerika'ya yüzmeyi göze almak, timsahlarla dolu bir göle düşmek de­mekti. Bardağını bardağıma dokundurdu. "Dargın mısın hâlâ?"
"Evet, dargın değilim dememi bekliyorsun ama dargı­nım." dedim.
"Ben değilim." dedi Edip Cansever. "Sen nasıl dargın olabilirsin ki? Sen zafer kazanmış bir kumandansın." dedim,
"Ben büyük bir şairim." dedi Edip Cansever. "Şiirlerin büyük ama senin için aynı şeyi söyleyemeye­ceğim, kusura bakma!" dedim.
"Ben hep doğruyu söylerim, doğrunun egemen olma­sını isterim." dedi Edip Cansever.
"Doğruyu söylerken yanlış yapıyorsun ama." dedim. "Turgut hakkında düşündüklerimi belki de hiç açıklama­yacaktım, dostluğumuz sürüp gidecekti. Hem beni hem onu zor durumda bıraktın. Nasıl yüzüne bakacağım Tur­gut'un?"
"Bakmaktan utandığına göre suçlusun." dedi Edip Cansever. "İkiyüzlülükler ortadan kalkmayınca acılar öl­meyecektir..."
"Ama sen benden daha hırpalayıcı olanı söylediğin halde yüzüne bakacaksın Turgut'un, görüşeceksin, içki içeceksin." dedim. "İkili oynuyorsun. Onu aydınlatırken beni karartıyorsun."
"Ben direkt bir adamım." dedi Edip Cansever. "Şiirlerim de insan dünyasının içine eğilir ve o uçsuz bucaksız dün­yadaki hareketleri, anlamların yuvalandığı noktalara sü­rer."
"Biraz da kendi içine eğil, kedini gör!" dedim. Gülümsedi, tatlılaştırdı sesini. " Yeter Muzaffercim, ye­ter, eleştirme artık!" Ve sigara dumanını üfledi yüzüme.
           "Eleştirecek bir şey bulamayacağım güne kadar eleştireceğim seni." dedim.
Dalgınlaştı, gözlerini yumdu Edip Cansever ve mırıl­dandı. "Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla/Düşer elle­rim bir çağın artıklarına/Çatalımda kemikler, ölü gözleri ve iniltiler,  çığlıklar..."

"İşte bu şiirin güzelliğini, tutarlılığını görmek istiyorum sende, senin davranışlarında..." dedim.
"Büyük bir şairim ben!" dedi Edip Cansever, bardağını ağzına yaklaştırdı. "Ben şiirimde bir miti işliyorum, ayrıca şiirimde kolay anlaşılmayan, derinliği sezilen ama derinli­ğine inilmeyen  bir giz olsun istiyorum."
"İstediğini gerçekleştiriyorsun zaten." dedim. "Ben büyüğüm değil mi?" dedi Edip Cansever. "Cemal, sen, ikiniz..." dedim. "Turgut'u saymıyorsun." dedi Edip Cansever "Onu sen sayarsın bundan böyle." dedim. "Hah şöyle, yumuşa biraz." dedi Cansever. "Ben sert değilim ama zorunluluklar... yalnız kırdığın Pot yenir, yutulur cinsten değil." dedim.
"Rakılarınızı bitirin de kalkalım burdan. Sıkıldım." dedi Edip Cansever. "Sizi hiç bilmediğiniz bir yere götürecem."
"Gece Kulübü mü?" dedim.
"Evet. Lüks bir yer... sakın hır çıkarmayın!" dedi Can­sever.
Sesimi yükselttim. "Ne zaman çıkardık ki... Her yerde hır çıkaran, onu bunu yaralayan., arkasında kalpleri kı­rılmışlar, onurlan zedelenmişler ordusu bırakan sensin..."
"Bu akşam çok coşkulusun." dedi Edip Cansever.
 Ve caddenin öte yanına geçtik hafifçe sallanarak. Ta­limhane tarafında dışı da içi de göz boyayan süslerle kaplı, loş, kasvetli, yalnızlık ve intihar kokan bir salona girdik. Yarımay biçimindeki tezgâhın çevresinde sıralandık uzun bacaklı taburelere tüneyerek. Solumuzda, ilerimizde dört genç, özgür, serbest yaşamakta mutluluk arayan kadın, bacak bacak üstüne atmışlardı ve dolgun bacakları dibe doğru kalınlaşıyor, gizemli bir çekicilik yaratıyordu ve kilotlarından el kadar yerler görünüyordu. O kilotların arkalarını hayal ettim ama hayilimi renklendiren resimleri sevmedim, iğrenç buldum. Pasaklıydılar. Ya sevgililerini ya da birkaç kadeh bir şey ısmarladıktan sonra yataklarına sürükleyecek hovardaları bekliyorlardı Ve konyak, votka, cin, tekila içiyorlardı; boyalı ağızlarında sigaralar tütüyordu.
Birer konyak ve kuru yemiş istedik... konyaklarla bir­likte fındık, fıstık, leblebi, badem kâsesi geldi. İtalyan tipli barmen, kendini beğenmiş soğuk nevale­nin biriydi. Kırkbeş yaşlarındaydı, yanık tenliydi; iri yan, pehlivan yapılıydı, geniş omuzlan vardı ve adaleli kollan dövmeliydi. Boynundan karnına doğru zincirli bir kolye sarkıyordu. Bileklerindeki gümüş bileklikler, parmaklann-daki taşlı taşsız yüzükler modern biri olduğunu koyu­yordu ortaya. Talât'la bana domuza bakar gibi bakıyordu it herif! Edip Cansever'in onun yanını tutmayacağını bil­seydim "Niye öyle bakıyorsun ulan hıyar?" diye bağıracak­tım. Bastırdım kızgınlığımı. Kadınlara saygıyla yaklaşıyor, masaların arasında bir 'baba hindi' edasıyla dolaşıyordu. Ötekilerden daha içtenlikli olduğu kadınla konuşurken kasıldıkça kasılıyor, pozdan poza geçiyordu. Ve o kadının kulağına sık sık bir şeyler fısıldıyor, saçlarını karıştırıyor, alnından öpüyordu.
"Ben her gece bir iki konyak içer, öyle giderim eve." dedi Cansever. "Beğendin mi?"
"Hayır, boğucu," dedim. "Şu salatalık da çok itici, megoleman biri."
"Kadınlar bayılıyor ona." dedi Edip Cansever. "Hangi kadınlar ama? Yoldan çıkanlar, orospular." dedim. "Bu iğrenç suratına nasıl katlanıyorsun?"
"Edebiyatsever o... öyle göründüğüne bakma. Kültür­lüdür." dedi Edip Cansever. "Kafka okuyor."
Gülümsedim. "Gösteriştir. Okusa bile bi bok anlamaz o."
"Peşin yargılısın..." dedi Edip Cansever. "İğrenirim bu üç kâatçı tiplerden." dedim. "Benim şiirimi seviyor." dedi Edip Cansever." ...Belli bir zaman dilimini kımıldatıp içinden sayısız durumlann geç­tiği Gökanlam'lan ezbere biliyor. Çağırayım, okusun!" "Aman aman!... yeni yeni kendime geliyorum." dedim. "Aydın bir barmen bu." dedi Edip Cansever.
"Sen yalnızlığı yazıyorsun ama yalnızlığı sevmiyorsun ve uğradığın, birkaç saat kaldığın yerlerde dayanaklar arı­yorsun kendine." dedim. "Bu da onlardan biri işte..."
"Bu ne yapıyor böyle?" dedi Edip Cansever, Talât Kılıç'ı işaret etti başıyla ve tiksinmiş gibi yüzünü buruşturdu. Talât, konyağı bitirmeden başını tezgâha dayamış, uyuk­luyordu. Sarstım. "Uyuma, gideceğiz..."
"Hm, ne diyon yeğenim?" dedi Talât.
"Uyuma! Ayıptır!... Edip'i düşün! " dedim. Dürttüm. Kımıldamadı. "Gidelim. Ya da biz gidelim sen otur, sızdı bu serseri!" Alttan aldım, üste çıktım, yalvardım, yakardım, uyandırdım, omuzlarından kavradım ama ayakta duramı-yordu; dizleri bükülüyor, gövdesinin ağırlığını aşağıya veri­yordu yerçekiminden kurtulmuş gibi. Nitekim boş bulun­duğum bir anda yere attı kendini, boylu boyunca uzandı. Barmen -haklı olarak-küçümseme anlamı taşıyan bir sesle "Edip Bey, rica ederim bir daha böylelerini getirmeyin!... buranın şerefi var." dedi.
Parladım. "Sen ne demek istiyorsun lan hırbo? Biz şe­refsiz miyiz? Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?"
"Ne olduğunuzu gördüm." dedi barmen.
Üzerine atılacaktım. Edip Cansever önledi. "Sus!"
"Beni değil, onu sustur!" dedim "Meyhaneyi mi dağıt­tık, sağa sola mı saldırdık, ne yaptık?"
"Buraya ağızlarıyla içmesini bilenler gelir!" dedi barmen.
"Sen kaşınıyorsun ama dua et arkadaşımın böyle olu­şuna, yoksa seni kızılderililer gibi dans ettirirdim." dedim.
"Uzatma!" dedi Edip Cansever. "Tut şunu!"
Karga tulumba taşıdık dışarıya. Başından aşağı bir şişe su döktüm açılması için... sıçradı birden, ürperdi, he­men toparlandı ama bu kez kaldırımın kenarına parkedilen bir otomobilin arka sağ lâstiğine kustu.
"Gece böyle bilmemeliydi." dedi Edip Cansever. "Bilmemeliydi ama..." dedim.
Talât Kılıç midesindekileri boşaltınca rahatladı, doğ­ruldu, bir şişe buz gibi suyla da yüzünü yıkadı. "Temiz ha­vadan sonra buraya gelince çarpıldım, özür dilerim Edipçim."
"Çok karışık yedin de ondan" dedi Cansever. "Benim burdaki saygınlığımı..."
"Bir garson parçası bizden daha mı değerli?" dedim.
"Değil ama orada böyle çirkin şeyler olmaz, nezih bir kulüptür." dedi Edip Cansever.
"Bu akşam sende bir şeyler var... bizi kıran, dışlayan hareketler yapıyorsun. İlişkini kesmek istiyorsan söyle!" dedim.
"Saçmalama! Seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor mu­sun?" dedi Edip Cansever.
'Yürü lan Adana ayısı!" dedim, ensesinden ittim Talât Kılıç'ı. "Gittiğimiz her yerde başımı belâya sokuyorsun. Senden... Edip'ten, Orhan Kemal'den korkuyorum. Sen­den 'aman bu bir haltlar karıştırmasın, canımı sıkmasın, beni utandırmasın1 diye korkuyorum. Edip'ten de, Orhan Kemal'den de 'ne vakit ters bir şeyler söyleyecekler, ne vakit beni kıracaklar' diye korkuyorum. Hiç böyle arkadaşlık olur mu?"
Sululaştı Talât Kılıç. "Bişi mi dedin?"
"Ciğeri beş para etmeyen bir dangalak senin yüzünden hakaret etti bize. Farkında mısın? Ama nasıl farkında ola­caksın ki... uçuyorsun, pilotsun." dedim.
"Kim o? Nerde?" dedi Talât Kılıç, (ayık olsaydı atılırdı adamın üzerine, döverdi) sağa sola baktı, hakaret edeni aradı. "Göster de duman edeyim!"
"Hadi, bırak palavrayı da doğru dürüst yürü!" dedim, bir taksiye işaret ettim.
"Gene görüşelim Muzaffercim!" dedi Cansever.
"Belki..." dedim küskün bir sesle.
'Yarın arayacam seni, Boğaz'a gideriz." dedi Cansever.
'Yarın işim var." dedim; Talât Kılıç'ı taksinin arka bö­lümüne soktum, oturttum, ben de yanına oturdum. Ba­şını omuzuma dayadı, hemen horlamaya başladı.


Fotoğraf Muzaaffer Buyrukçu'nun oğlu Erdem Buyukçu'nun blogundan alınmıştır.
Adresi : http://erdembuyrukcu.blogcu.com/

28 Eylül 2010 Salı

Kuzguncuk Oteli / Haydar Ergülen



evimi bir sokakla aldattım, üstümde
ay var bu gümüş semtinde bir sokağın
üçüncü katıyım, deniz bana bakıyor,
ben artık yalnızca denize karşıyım

üstüme gelme ay hanım, Kuzguncuk otelinde
iyilik katına çık, senin konukların ağır,
ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım

ruhumun bir otelde ilk kalışı bu
aynı, oda, aynı yatak, aynı aynada
birbirimizi ilk görüşümüz, başka veda yok,
üstümdeki yabancıyla uyumalıyım

ruh semtinden kayık açma ay
hanım! sana hazır değilim, senden yanayım
kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden

Kuzguncuk otelinde iyiliğin katı çok
yıldızlar gibi çık çık bitmiyor ay hanım,
sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun
ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım
(Eskiden Terzi’den)

24 Eylül 2010 Cuma

Korku / Cemil Yüksel

                                                             Mehmet Eroğlu’ na

Geceydi, biri belime bıçak dayadı
Evet arkadan, yüzünü bile görmedim
Olağan bir şeyleri anımsatır gibi doğal
Soğuk, alelade, ilk defa edinilmiş bir güçle
Ağırdan aldım içimdeki korkulu kendimi
Kullanılan ve değiştirilen bir çoğulluktum ben
Dönüp baktım, denenmiş bir bakışla
Tekrar dönüp baktım, budanmış bir mavilikteydi gece
Köpek hırlamalarının dışındaki mavilikte
Sonra içimi unuttum, kahrolası içimi hepten unuttum

Geçen birileri var mı diye düşündüm önce
Süzdüm ışıltısız boşluğu
Daldım ışıltısız boşluğa
Biri belime bıçak dayadı, arkadan
Bunu hatırlatmalıyım kendime
Dudakları bir kadından alınma suskunlukla
Bıçağı kasıklarımda tutmasını isterdim,
Birden canlanacağından korkulan
Bir ölüye alışamamak gibi
Kasıklarımda, ürkek ama iş bitirici tutmasını
Çünkü ben bu tabiata uygun bir ikiliğim
Bacaklarımın kesiştiği yerden iyi değerlendirilmeliyim

Ay üstünde yazılar silinmiş gibi karardı yine
Biri belime bıçak dayadı, hatırladım
Evet arkadan kan!

Korku,ölümün kibridir her gizlenmede.

Mühür Dergisi Sayı:34 
Mart-Nisan 2011 Sayısında yayınlanmıştır.

Sanat Olayı Ekim 1984 / Mehmet Eroğlu Söyleşisi



SANAT OLAYI: Geç Kalmış Ölü'nün de kahramanı Ayhan. Ayhan, Issızlığın Ortasında' da kaldığı yerden, arkadaşı Zafer'i, geçmişini, sonunu arıyor ikinci romanınız boyunca. Bu anlamda her iki roman da Ayhan'la özdeşleşiyor. Ayhan kabuslar içinde yaşayan, bir aşırılıktan ötekine savrulan biri. Pek olumlu bir tip değil. Ayhan'ı politik ve psikolojik boyutta, yazarı olarak irdeler misiniz?
MEHMET EROĞLU: Altı yüz sayfa yazdıktan sonra yeniden Ayhan'ı tartışmak! Sanırım bazı roman kahramanlarının kaderi bu. Politik boyutta Ayhan nedir, nerede duruyor? Bu soruya şöyle karşılık verilebilir: Issızlığın Ortasında' da anlatılan bir grup eylemcinin referans noktasıdır Ayhan; ancak politik boyutu olan tek kahraman değildir. Halit olmadan Ayhan, Ali ve Zafer'in politik boyutunu kavramak zordur. Ali ve Zafer'in davranışlarını değerlendirmeden Ayhan'ın politik çerçevesini tam olarak çizmek de aynı derecede zordur. Özetlersek, Ayhan aşırılığı, Ali kahramanlığı, Zafer zaafı, Halit ise kararlılığı ve sürekliliği temsil ediyor diyebiliriz. Ayhan'ı yerine koyarken bu diyalektik bütünlük gözden kaçırılmamalı. Ayhan'ın kabuslarına gelince, bu doğru. Gerçekten garip bir düzlemde yaşıyor. Sorunuz bana Freud'un bir sözünü hatırlattı: "Düşlerimizdeki, kabuslarımızdaki eylem ve düşüncelerimiz daha içtendir"
Şimdi sorunuzun ikinci kısmını tartışalım. Aşırılık bahsini. Biraz düşünün, insanları genellikle aşırılıklarıyla (aşırılıkları hangi düzey de olursa olsun) tanımlamaya meyyal değil miyizdir? Çok cimri, çok iyi, çok kaba, erkek delisi, kadın düşmanı, cani ruhlu, çok güzel. Bu sözlerin tümü belli düzeydeki kişiliklerin aşırı yönünün altını çizmiyor mu? Bu tür tanımlama roman kahramanları için de geçerli ve yazarların başvurduğu bir yol. (Bende iz bırakan roman kahramanlarından çok azı normalliğin sınırları içindedir.)
1970'den sonra aşırı sözcüğü, politik bir eylem biçimini tanımlamak için kullanıldığından iyice aşındı ve eskidi. Aslında aşırılık arada bir başvurulduğunda bir özellik, bir zevktir. Süreklilik kazanan aşırılık ise çoğunlukla bayağılık, arada bir de (Ayhan'ınki gibi) trajediyle sonuçlanır. Bu anlamda Ayhan'ın olumlu ya da olumsuz bir tip olup olmaması çok önemli değil. Aşırılık katında iyi ile kötünün pek önemi yoktur. Zaten insanların çoğunda ne iyilik ne de kötülük tutarlı ve süreklidir.
SANAT OLAYI: Geç Kalmış Ölü'de Ayhan, arkadaşı Zafer'i İskenderun'da arıyor. İskenderun çok değişik anlatılmış. Birinci soru, böyle bir İskenderun var mı? İkinci soru, Ayhan'ın serüveni boyunca bir başka planda sürekli olarak ölüm, intihar, cesaret gibi kavramları tartışıyorsunuz. Bu kavramlar hakkındaki düşüncelerinizi açar mısınız?
MEHMET EROĞLU: "Böyle bir İskenderun" var. Bu İskenderun Ayhan'ın gözleriyle daha da flulaşmış, daha da egzotik bir şehir olmuştur. Çok güzel ve çok çirkin kadınlar, Arap kökenli zengin ve yoksullar, Beyrut'la irtibatlı bir yaşam, büyük bir fabrika, kozmopolit bir yapı ve giderek gerilen politik bir atmosfer. Yazar olarak 1975 yılında bunlara tanıklık ettim. Geç Kalmış Ölü'de anlatılan, yaşanılan şehir, İskenderun'un sihirli görüntüsüdür ve İskenderun'dan daha güzeldir.
 (Tıpkı gerçek gibi: Gerçeğin görüntüsü, gerçekten daha güzel, daha inandırıcıdır.)Futbolda kale, penaltı atan santrofor için hiç de küçük olmayan bir dikdörtgen, korner kullanan oyuncu için ise küçük bir direktir. Uzun sözün kısası, nesneler ona bakanın açısına, ruhsal durumuna göre biçim alır, anlam kazanırlar. Bu saptama İskenderun için de geçerli.
Ölüm bahsine gelince, çok uzun bir süredir unutmadığım bir sözü aktaracağım: "Her zevkin kökeninde ölüm vardır." Bu cümle bana pek yanlış gelmiyor. Sanırım tüm eylemlerimizin kökeninde belirsizde olsa ölüme karşı durabilme içgüdüsü var. Ölümü olağanüstü kılan tekrarlanmayışıdır. Ölümü Tanrısal eylem olan yaratmaktan daha güçlü kılan belki de budur. Ceset görüp görmediğinizi bilmiyorum. Ama ölümü somutlaştıran, fiziki bir biçime sokan cesettir. İnsan cesede (bilinçsiz de olsa) 'işte ben buyum' diye bakar; çünkü kendi cesedini göremeyecektir.
İnsanların ölüm karşısındaki düşünceleri, çoğu davranışlarında olduğu gibi, iki yüzlüdür. Birinci bakış açısı, ölüm (bilincimizde hep acıyla perçinleştiği için) korkulacak bir şeydir, bu anlamda en büyük cezadır. İkinci tavır ise bunun tam tersidir. Ölüm, din ya da ülke adınaysa en büyük rütbedir. (Şehit, kahraman.Toplum bizim yerimize ölenleri yüceltmeye yatkındır.) Buna karşılık hemen hemen hiçbir uygarlık ve din, kişinin, kendi sonuna kendisinin karar verme hakkı olan intiharı meşru görmez. Neden? Belki kişinin kendini öldürmeye eylemi, bir anlamda cinayeti, bir başkasını da öldürme hakkını ya da en azından düşüncesini içinde taşıdığı için. Sıra aşırılıkta. Aşırılığa tırmanan her kişi bir süre sonra yorulur. Yorgun ve güçsüz olan bir insanın, hayatının bir yenilgi olduğunu anladığı anda yapabileceği iki şey ardır: Birincisi teslim olmak, ikincisi meşru olup olmadığına bakmadan intihar etmek. Eylemci açısından intihar budur. Geç Kalmış Ölü'de de bunlar tartışılmaktadır.
Şimdi de cesaret üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Bu sözcük genç insanlar için, farkında olmasalar da, çok önemli. Toplum cesarete hep tam karşıdan bakmaya yatkındır. Bu bence yanlış bir bakış açısı. Cesarete biraz da yandan ve arkadan bakmalı. Bu sözcükle fiziki anlamda tanışıp, birlikte olalı yaklaşık yirmi yıl oldu. Hep üzerinde düşünmüşümdür. Vardığım sonuç şu oldu: Gerçek cesaret; süreklilik, korkarak da olsa kavgayı sürdürmektir.
Eğer filmlerdeki cesareti daha çekici buluyorsanız (ki öyledir) bu tür cesareti gösterişli bir üniforma gibi üzerinize giymenizin en kolay yolu önce çevrenizdekileri korkak olduklarına inandırmaktır. Bu çok geçerli bir yoldur; çünkü kahramanların çoğu başkalarının korkaklığını kullanarak bu rütbeyi alır.
SANAT OLAYI: Son sorumuz yazar olarak kadın tiplerinize karşı olan tavrınız. Özellikle Issızlığın Ortasında'da belirgin bu. Bakış açınız pek olumlu değil. Bu konuda neler söyleyeceksiniz.
MEHMET EROĞLU: Genellikle bir şey söylemiyor, gülüyorum. Yirmi gün önce rastladığım bir arkadaşım da aynı söylentiyi duymuş, birlikte güldük. Kadın düşmanı olarak ünüm, bir mürekkep lekesi gibi sessizce yayılarak genişliyormuş (Mürekkep de iz bırakmaz. Bir süre sonra solar gider.) Tek kitabı çıkmış bir yazarın gerçekte eleştirmen ve dergilerinin ününün paylaştığına inanırım ben. Herhalde bazıları henüz kabuğunu çatlatmamış ünümün boy atıp atmayacağını beklemeden, ünün yerine bunu koyuyorlar.
Espri, bir yana, izninizle unutulan önemli bir notayı hatırlatmak isterim. Benim adım Mehmet Eroğlu, Ayhan İlyasoğlu değil. Bu bir. İkincisi, bu tür özdeşleştirme değerlendirmede kolaya kaçma, biraz da son yıllarda moda olduğu gibi kendi hayatını roman gibi yazanlarla aynı kaba konma varsayımını içinde taşıyor. İstisnalar dışında, genellikle insanın gündelik hayatı bir otobüs yolculuğu sırasında yandaki koltukta oturan için roman olur, o da iyi anlatılırsa. İnsan durmadan kendini, ya da bazı saplantılarını anlatıyorsa, ortada iki durum vardır: Birincisi, o kişi kendini çok önemsiyor demektir; İkincisi ortada klinik bir vaka olduğunu gösterir.
Bu nedenle Issızlığın Ortasında'ki tavır benim değil, Ayhan'ın tavrıdır. Roman tiplerinin davranışlarının inandırıcı olması için bir bütünlük taşıması gerektiğini düşünürüm. Ayhan'ın yerinde olan biri kadınlara başka türlü bakamaz. "Kadın Düşmanı" olsa olsa Ayhan için geçerli olabilir. Bu da Ayhan'ın roman boyunca tipleme açısından tutarlı olduğunu kanıtlar.

21 Eylül 2010 Salı

İlişkiler Arasından Bir Gezinti-22.12.1980 / Muzaffer Buyrukçu

Yenikapı'daki odun depolarının bitişiğinde bulunan "Avcılar" meyhanesindeydik Ahmet Hamdi Tanpınar'la ve Ercüment Uçarı' yla. Ahmet Hamdi Tanpınar "Kaybolmuş Rüyaların Şarkısı" adlı hikâyesini dikte ettiriyordu bana. {...- Büyük çilelerle yoğrulan ferdin ruhunda meydana ge­len hadiselere karşı koyma kuvveti, eğer tam manasıyla değerlendirilseydi İnsan denen muhteşem varlığın sırrını keşfetmeye yarayan anahtarlarımız çoğalacaktı- diye dü­şünüyor, emsalsiz lezzetlerin hafızasında bıraktığı izlere merakla gülümsüyordu...) Ahmet Hamdi Tanpınar, bir yandan söylüyor, bir yandan da geziniyor, yarin dudağındaki karanfilin kırmızı musikisini rakıya koyup içiyordu. Ercüment Uçarı' ya, tabandan gizlice esen casus rüzgârın haşırdattığı yeşil yapraklan toplamasını işaret etti. Ercü­ment Uçan, yapraklan üst üste koyarken hastalıklılar gibi inildiyor, Fatih'teki karanlık bir evin penceresinden yağan yağmuru seyreden babasıyla konuşuyordu Ahmet Hamdi Tanpınar'la benim işitemiyeceğim bir sesle. "Uçurtmanın kuyruğundaki sakal dedemindir unutma!"
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Birinci sigarası uzattı ve çakmakla yakmaya kalkışan Ercüment Uçarı'nın eline vurdu. "Bilerek yaşa ki hayatın olsun!" Rahiplere benze­yen dört kibrit çöpünü birden kutuya sürttü. Alevler, fitili açılan bir gaz lâmbasının içinde parladı. Bu alevler Hristiyanların ölüm tehlikesini göze alarak hüzünlü, yakarış dolu dualarla Katakomplara giderken taşıdıkları meşale­lerin uzantısıydı ama o anda Sultanahmet camiinin renkli camlarından yansıyan ilâhi ışıklarla söndürüldü ve dehşetli bir aydınlık kapladı ortalığı. Ahmet Hamdi Tanpı­nar da ben de ışıktan birer insandık. Ercüment Uçan ise gri giysili gri bir adamdı. Ahmet Hamdi Tanpınar sevinçle bağırdı. "İşte ebedi şiirin dalgalan yıkanın, billurlasın ve ruhlarınızın özünü bulun! "Ve çıplak ayaklarını küçük balıkların yüzdüğü sulan berrak havuza soktu, Ercüment Uçarı'nın masaya koyduğu yaprakları yaydı, "Zamanla bekârım Ortasında Ürperişler" şiirini yazmaya başladı.

Unutulmuş bir hatıranın dehlizlerinde
Hülyalarıyla zaferlere koşuyordu mucizeler

Zilin çalmasıyla fırladım yataktan. "Allah kahretsin, Allah kahretsin!" dedim öfkeyle. Deliye dönmüştüm. Be­nim için eşsiz bir düştü Ahmet Hamdi Tanpınar'ı görmek. Bozulmuştu ve Ahmet Hamdi Tanpınar, şiirini tamamlıyamıyacaktı. Zangır zangır titriyordum. Karım da uyandı kükreyişime, "Ne var, ne oluyor?" dedi.
"Düşümü rezil etti kapıcı dedim. Yıllardır ilk defa bir­likteydik Ahmet Hamdi Tanpınar'la."
"Üzülme, gene görürsün." dedi karım.
İçerledim. "Nerden biliyorsun? Ali Veli mi bu ki tekrar göreyim? Zihinlerimiz bizim emrimizle mi çalışıyor yani? Yanın saat sonra gelseydi ya şu herif?" Pijamanın altını giydim, fırtına gibi yürüdüm. Kapıcı ekmekle gazete getirmişti."Niye bu kadar erkencisin?"
"Uyuyamadım. Hem Sivas'a ne gidecem de..."
"İyi ama biz uyuyorduk, uykumuzun içine ettin." de­dim; bakışlarımın en kahredici olanlarıyla baktım ve nefret ettim, kapıyı çarptım suratına !

Unutulmuş bir hatıranın dehlizlerinde
 Hülyalarıyla zaferlere koşuyordu mucizeler

 dizelerini mırıldandım yüreğimi delik deşik eden bir acıyla. "Bu ot takımından hiç rahat yok mu bana!"
Karım korktu! Kirpiklerini kırpıştırdı elimi sallarmışım gibi. Ve dünyayı yıkacak kadar sertleştiğimi, kızdığını sezdiğinden,sevdiğini söylerken kullandığı sesiyle alttan aldı.
"Sinirlenme canım, senin sakin olman gerekir!" "Ama..." dedim, düş'ümü anlattım.
"Vay canım, pek de güzelmiş, öfkelenmekte haklıy­mışsın."
"Edebiyatımız düşümün sayesinde yepyeni bir şiir ka­zanacaktı. Lanet olsun!"
"Bazı şeyleri önlemek elimizde değil ki Muzocum, bunu sen benden iyi bilirsin."
"Sivas'a gidecekmiş de bilmem ne halt yiyecekmiş."         .
"Lütfen unutmaya çalış, gülümse biraz!"                    
"Bugün, yarın, bir ay misafir falan istemiyorum, ta­mam mı?"
"Tamam, tamam!" dedi, mutfağa giderken söylendi. "Ana kız, gene gelir giderliği tuttu kocamın."
Güldüm bu sözlere ve yumuşadım biraz. Başımı mus­luğun altına soktum, kafatasımın derisi soğuktan uyuşuncaya kadar akıttım suyu.
Bu düş, belki de yazacağım bir yapıtın başlangıcını oluşturacaktı.
"Sana süt içireyim de asabın düzelsin!" dedi karım.
Kahvaltı sakin geçti. Karım giyindi, kapıdan çıkarken "Ne yapacaksın bugün?" dedi.
"Bilmiyorum." dedim.
"İstersen işe gitmiyeyim."
'Yoo, yanm saat sonra cinlerim kaçar."
'Telefon edeceksin değil mi?"
"Ederim." dedim.
"öğle üzeri gel de Gençlik Parkı'nda dolaşalım biraz."
"Bakarız." dedim.

Bir saat uyudum. Düzelmiştim. Üç fincanlık kahve pişirdim, sigaramı yaktım, saat dokuz buçukta Ahmet Say'ın (Kocakurt) romanının son yirmibeş sayfasını oku­maya koyuldum. Demokrat Partinin korkunç bir oy pat­lamasıyla Halk Partisini iktidardan uzaklaştırdığı; eko­nomik, sosyal ve siyasal alanlardaki egemenliğini perçin­lediği, Türkiye'yi baştan başa kapitalist bir yolla değiştir­meye kalkıştığı ve bireylerin her çeşit olanakları kurcalayıp para kazanma girişimlerinin hoş görüldüğü, hatta özen­dirildiği bir dönem anlatılıyordu 'Kocakurt'ta. 'Kocakurt-'un temsil ettiği, hep en alt düzeyde bulunan yaşamlarını ya olduğu gibi korumaya ya da yukarıya çıkarmaya çalışan işsiz, güçsüz, dayanaksız, yalnız, mesleksiz, bilek güçleriyle sorunların karşısına dikilen, kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi için zorlanan, aslanın ağzındaki lokmaya gözleri kapalı atılan bu   -ayak takımının-sosyolojik ve  psikolojik  durumlarını Ahmet  Say,   o yaşamın bir üyesiymişcesine eksiksiz bir biçimde işlemişti. Yaşantıları sürekli devinimlerle, olaylarla çalkalanan ve bir anda bin sıkıntının,bin  tedirginliğin   yaptığı doğumlarla ortalığı cehenneme çeviren karabasanlarla sarsılan bir kitlenin evreni ilginçti. Düzensiz yaşamaları nedeniyle Cumhuriyetten önce de sonra da her kavgada, her karmaşada, her karanlık işte parmaklan aranan; karakolların, mahkemelerin, hapishanelerin gediklisi olan ve çirkefliklerin yoğunlaştığı bölgelerdeki en boğucu, en çetrefil sorunlarla,   koşullarla   savaşan   bu   kişiler, halkımızın büyük bir kesimiydi. Ekonomik ve sosyal baskılar sonunda köylerden kentlere akın ederek yoksulların kümelendiği mahallelere,  hazine toprakların yerleşen bu insanlar,  özde temiz,  dürüst,  namusla kimselerdi. Ve o zamana kadar görülmemiş, işitilmemiş bir şeyi gerçekleştirmiş, "Gecekondu" olgusunu yaratmışlar. Müthiş bir değişiklikti bu. Köylerden ayrıldıkları halde bağlarını koparmamışlardı; tarlaları, akrabaları yüzünden bir ayakları ordaydı.   Geleneklerini,   göreneklerini alışkanlıklarını aksatmadan sürdürürken onları özümlemek ve kendisine benzetmek isteyen ama buna gücü yetmeyen kente, yepyeni bir hava getirmişlerdi. Köy, kenar mahalle, gecekondu karışımı acayip bir kültür oluş­turmuşlardı. Hapishane edebiyatına adlarını yazdıran, se­rüvenleri dilden dile dolaşan, vurdulu kırdılı öyküleri filmlere, piyeslere konu olan bu (işlenmeyen ham maddesi boşa harcanan) güç, şarkı türkü karması, duygulara ses­lenen, yakınan, diz çöken, lanetleyen, ilenen, kadere bo­yun eğen sulu zırtlak bir müzik türetmiş, bestecilerini, şarkıcılarını yetiştirmişti. Ürünlerine, evrenlerinin sınırla­rını aşan geniş bir pazar kurmuşlardı. Ve o müzik, kendi­lerini kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarından, çukur­lardan, fabrikalara, atölyelere taşıyan minibüslerde çalın­dığından ve yol sıkıntısını hafiflettiğinden ve genellikle minibüslerin pikaplarında çalındığından ötürü "Minibüs müziği" adını koymuştum. (Kırk yıldır birlikteyim onlarla ve ayni çileyi çekiyorum) Yayılmıştı bu ad hemen ve şimdi­lerde de "Arabesk" diye bir sıfat almıştı. Ayrıca iş ve yaşam kaynaklarından fışkırtarak, köylerinden edindiklerini de ekleyerek konuşma dilimizi bozmaları, dağıtmaları, yeni bir kimlik vererek işlemeleri, renklendirmeleri, kabalaştır­maları, abartmalı bir kabukla örmeleri, yadsınmaz bir ger­çekti. Bu genç, deli fişek, ele avuca sığmayan dilin yapıcı­larından bir bölüğü, yasa dışı işlerle uğraştıklarından ve yasaklanan her şeyin arkasındaki nimetlere erişmek amacıyla çırpındıklarından, birtakım işaretlerle, birtakım simgelerle bezemişler, dilin karakterindeki yalınlığı, açıklığı gizliliklerle doldurmuşlardı.
Asıl önemlisi, bu dili, kendilerine iyi davranmayanlara, neden bakanlara, alay edenlere, küçümseyenlere benimsetmeleri, güncelleştirmeyi başarmalarıydı. Bir başarılan daha vardı. Toplumun birbirileriyle ilişkili katmanlarına, aşama biçim ve tavırlarını aşılamalarıydı. Otuz yıldan beri kalkınmaya çabalıyan ülkemiz bireylerinin çoğunluğu bu tavıra belki de yeni, belki de mizaçlarına uygun ol­duğu için dört elle sarılmışlardı. Sarılmak ne kelime, bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdi. Durumları ne olursa olsun her kentlinin ruhunda az ya da çok bu tavır vardı. Hele İstanbul, İzmir, Ankara, Adana, Bursa gibi kentler iyice bu tavrın egemenliği altına girmişti. Kimi öykülerimde söz ettiğim bu insanların yaşamına "Keşanlı Ali Destanı"yla değerli yazar Haldun Taner de yaklaşmıştı. Ahmet Say, "Kocakurt'la bir adım daha ileriye gidiyordu. Yazarı, çizeri, psikologu, ressamı, düşünürü, ekonomisti, politi­kacısı bu çok önemli soruna mutlaka eğilmek zorundaydı­lar. Çökmelerin, bozulmaların, sarsıntıların nedenlerini başka yerlerde aradıkları gibi burda da ciddiyetle arama­lıydılar.
İşte bu milyonlarca kişi tarafından yaşanan ama göze çarpmayan, çarpsa bile ilgilerin dışına atılan sorunu or­taya koyup bir tartışma getiren "Kocakurt'u, herkesten daha iyi anladığım için seviyordum. Ahmet Say, Donkişot gibi ölümsüz bir tip yaratmıştı. Ahmet Say, Türkçemizin dağarcığını zenginleştiren kanlı, canlı, renkli, esprili, ha­reketli, duygularla düşünceleri, nesnelerle nesne ötesi varlıkları ustalıkla birleştiren bir sözcük akışını "Koca-kurt'un yapısına yedirmişti. Yaşamın güzellikleriyle çir­kinliklerini barındıran, dengeleri kimi vakit güzelliklerin kimi vakit çirkinliklerin yanına kaydıran özünde, hem sersem tavuklar gibi ordan oraya seğirten, bocalıyan hem de bilinçle, tutkuyla ereklerine yürüyen lümpenlerin savaşım­larını, görkemli tablolar halinde sunmuştu. Bu işlek, kıv­rak, zekâyı yoran ama zekânın içeriğindeki benzersiz üre­timlerin devinimlerini gösteren kıvılcımlı anlatımın bün­yesini, Molyer'in, Gogol'ün, Çehov'un mizahıyla boy ölçü­şen bir mizahla örmüştü. Ve "Kocakurt" trajikomik roman türünün seçkin örneklerinden biriydi.
"Kocakurt'un İsmet Paşa'yı andıran resmini okşadım, kitaplığa koydum.
Ülkü Tamer'e "Sevdalı Bir Kadının Başından Geçenler" hikâyemin ne zaman yayımlanacağını soran bir mektup yazdım.
Tıraş olurken yüzümü üç yerden kestim, yalnız sol­daki ben fena halde kanadı, diş macunu sürünce kan durdu. Düş'ün etkisi; "Kocakurt"un sorunlarını eşelemem nedeniyle zihnime yüklediğim ağırlıklardan ötürü önemini yitirmişti. Ama Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli resimleri gözlerimin arkasında bulunan ve hiç uyumayan, bütün kıpırtıları beynime gönderen iç gözlerimde -o gözlerle ev­renin sonsuzluğuyla bilinçaltımın sonsuzluğuna uzanı­yor, pek belirgin olmamakla birlikte görülmeyenleri görü-yordum-her an deviniyordu. Öfkem kudurdu gene; beni, yeri doldurulamaz kayıplara sürükleyen düşmanlarımın arasına koydum kapıcıyı.
Saçlarımı taradım, numaraları çevirdim, üçüncü Çalışta "Alo!" dedi.
"Boşa giden bir kelime." dedim. "Efendim, anlayamadım!" dedi Remzi
İnanç. "Üç kelime daha yandı."
"Buyrukçu, sen misin?" dedi Remzi İnanç, heyecanlandı. "Nerelerdesin oğlum?"
"Önce harflerin,sonra satırların arasında."
"Gel de çay içelim, bir yüzünü göreyim." dedi Remzi İnanç.
Güldüm. "Bana danışmadan parana ve hayatına yön verme!"
"Bilirsin söz dinlerim ben, sana danışmadan sokağa bile çıkmıyorum dersem, buna da Vecihi-hayır- derse ne yaparsın?"
"Merhaba! İşittiğime göre şair şuera ve udeba ve ekâbiran takımı beni bekliyormuş?"
"Bekliyor. Ahmet Say burda, veriyorum." Ahmet Say, "Meraba Buyrukçu." dedi. "Aleyküm selâm da sesin niye öyle sirke satıyor?"
"Canım sıkılıyor Buyruk! Lodostan herhalde bir tuha­fım!"
Neşeli bir sesle, "Poyrazdan bir adam gelsin de yüreğini serinletsin." dedim.
"Hadi, gel de lâflıyalım." dedi Ahmet Say.
"Lâflıyacağız ki ne lâflıyacağız, dağlar gibi yığılacak lâflar."
Üç gündür gökyüzünde asılı duran kalın kömür taba­kasını darmadağın eden, camları açma fırsatı vererek °dalan havalandırmamızı ve soluk almamızı sağlıyan lo­dos rüzgârı, ılık ama gevşeticiydi; yüzümü tokatlamasın­dan, saçlarımın düzenini bozmasından memnundum.
AhmetHamdi Tanpınar,

Unutulmuş bir hatıranın dehlizlerinde
Hülyalarıyla zafere koşuyordu mucizeler

dizelerini fısıldıyordu kulaklarıma. Demin etkisini yitiren düş tekrar canlandı, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın büyülü bir şiir dünyasına itti. "Bursada Zaman" şiirini Ankara'ya uyarlamak istedim. Ama Ankara'da eski bir cami avlusu, küçük şadırvanda şakırdıyan su, Orhan zamanından kalma bir duvar.onunla bir yaşta ihtiyar çınar yoktu. Ve elemiyordu dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznünü ve bana derinden, bir hatıranın se­rinliğinden gülmesini yaşıyordum. Bir zafer müjdesi değildi burda her isim; yekpare bir anda gün, saat, mevsim duyurmuyordu sihrini geçmiş zamanın...
Kızılay'ın kalabalığı, şamatası, kopardı Ahmet Hamdi Tanpınar'la bağımı. Fransız Kültür Merkezi'nin ordan saptım. Abdullah Nefes'in çiçekçi dükkânı kapalıydı. Ge­çen cuma günü Toplum Kitabevi'nde karşılaşmış, birbiri­mizi epey kışkırttıktan sonra Körfez'e gitmiştik. Birinci kattaydık. Abdullah Nefes, Aziz Nesin'le 'Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" yapıtının oyunlaştırılması, sahneye konul­ması konusunda aralarında çıkan bir anlaşmazlıktan söz etmişti. Üzülüyordu. Hapishanedeki günlerini, Can Yücel'i anlatmış, tutarlılığını, ağırbaşlı davranışlarını övmüştü. Hapis yatmak, iradeyi bilemek, kişiliği sınamak, karakter yapısının nerede, hangi olay yüzünden güçsüzleştiğini ya da güçlendiğini öğrenmek, ayni ortamdaki kişilerin dışardaki durumlarıyla içerdeki durumlarını, olumlu olumsuz yanlarını tanımak, topluma bir de oradan bakmak, eylem­leri yansız bir gözle değerlendirmek bakımından bir şeyler kazanmaktı. Ama sivil yaşamdaki rayına oturmuş, denge­sini bulmuş bazı sağlam ilişkileri sarsıyor, kimilerini allak bullak ederek yüreklerini acılarla dolduruyordu. Abdullah Nefes, şiirler, hikâyeler yazıyordu. "Sürgün" adlı kitabı Akademi Kitabevi' nin düzenlediği yarışmada ödüle değil -Mansiyon-a lâyık görülmüştü. -Mansiyon- yıllardır resim yarışmalarında, mimarlık proje yarışmalarında, daha çok plâstik sanatlarda kullanılan bir değerlendirme ölçü­şüydü. Edebiyat yapıtlarına ödül verilirdi. (Şunu seçtik) denilirdi ve biterdi bu iş... Gerçi -Mansiyon-ları dağıtmakla yarışmalara, ödüllere katılan bazı iyi yapıtların yazarlarını onurlandırıyor, okurun ilgisini, dikkatini birinciden başka dört beş yapıta daha çekiyorlardı ama ben -Mansiyon-culuğa karşıydım. İyice tartıştık bu konuyu. Abdullah Ne­fes'in ince, ironili bir gülümsemeyle ve sevgiyle sıcaklaşmış bakışları sık sık buğulanıyor, benliğini kimbilir kaç za­mandır baskı altında inleten acı birikimleri, durgunlaştığı anlarda hüzne dönüşüyordu. Arada bir sesini yükseltiyor, çevresinden, en yakınlarından gelen haksızlıkları kınıyor, derken sesini yükseltmekle yapmaması gereken bir şeyi yapmış gibi sakinleşiyordu. Başucumuzda birden Ece Ay­han belirmişti. Yıllardır uzaktık birbirimizden, yalan yanlış yada abartmalı, gerçek dışı haberler alıyorduk. Ece Ayhan, beynine musallat olan selim bir tümörden kurtulmak amacıyla İsviçre'ye gitmiş, doktor Gazi Yaşargil tarafından birkaç kez ameliyat edilmişti. İyileşmiş, hastalanmış, iyi­leşmiş hastalanmış, sonunda ölüm tehlikesini atlatmış, ağız kısmındaki küçük bir arızayla, dilindeki küçük bir sürçmeyle normal yaşamına dönmüştü. İsviçre'ye yerleşen Türkler de ilgilerini esirgememişlerdi. Okumuş, şiir yazmış, eşine dostuna özlemlerini, kızgınlıklarını yansıtan mek­tuplar yollamış, suçlamış, bağışlamış, defterler dolusu günlük tutmuştu. Oğlunun ODTÜ sınavlarını kazanması Ece Ayhan'ı Ankara'ya getirtmişti. Ankara'da kalmak ni­yetindeydi. İş arıyordu. Şimdilik bir arkadaşında konuktu. Vüs'at O. Bener'le, Cemil Eren'le buluşuyordu. "Seninle E Yayınevi'nde görüşmüştük son olarak, "demişti. Çabuk ve işitilir işitilmez bir sesle konuşuyordu. Biradan başka bir Şey içmiyordu, öteden beri içkiyle arası iyi değildi zaten. Parlak, hırçın ve ayrıntılarda billurlaşmış yaşantıların şiirsel kanını hemen süzen çok boyutlu bir zekâsı vardı.
Geçmişle şimdinin derinliklerinde demlene demlene kıva­mını bulan yaşamları harmanlıyor, bilinçle bilinçaltı dün­yasındaki gizlerin ve düşsel canlılıkların fokurdadığı kaosa eğiliyordu. Oradaki devinimleri, sesleri, çığlıkları, öğelerin bir kimlikten bir kimliğe sıçrayışlarını, gölgelerin arkasına sinen gerçekleri, düşünmediğimiz, tanımadığımız ilginç bir serüvenin varlığnı sezdiriyordu. Kendine özgü, kapalılığın ve zorluğun diliyle örülmüş üslûbu, ortalama kültür dü­zeyini aşamıyanlara geçit vermiyordu. İmgeleri hem değişik hem de çarpıcıydı, her imge, duygularla düşüncelerin özündeki ürünleri birkaç yönden çağrıştırırken insanın kafasında birbirine benzemiyen bir imgeler ormanı mey­dana geliyordu. Harcıalemden, alışılandan hep sakınmış, kendinin, sadece kendinin şiirini kurmuştu. Toplumsal ve bireysel ilerleyişin ilk adımlarını kurcalıyordu. Osmanlı düzeninden Cumhuriyete miras kalan kültürün birleşip ayrıldığı noktalan araştırıyordu. Durmadan eski gelenek ve göreneklerin bugüne taşıdıklarını, yansımalarını deşi­yor, yaşadığımız evrenin bütününü kavramaya çalışı­yordu. Cümleleri düşündürücüydü, boş, -lâf olsun diye söylenmiş-cümleler değildi. İlkelerle, özdeyişlerle zengindi. Bildiğimizi sandığımız bir doğru. Ece Ayhan'ın kocamanlığına erişilmez aklıyla asıl yerini buluyor, anlamlanıyordu. Bilgisi sınırsızdı. Şakacıydı, alaycıydı. Yusuf Atılgan'ı sevi­yordu.
Kaymakamken ressam Fahir Aksoy'un sigorta yapmak amacıyla kendisini ziyaret edişini, birbirini izleyen Gogol'-lük olayları sergiledi, kahkahalarla güldük.
Ve tekrar buluşmak üzere ayrıldık.
Öğle paydosu milleti sokaklara dökmüştü. Her yandan kebab, döner, yemek ve içki kokulan geliyordu. Lokanta­lar, meyhaneler tıklım tıklımdı. Kimileri dönerci, lahma­cuncu kuyruğundaydı. Ve gürültüler, bu ve daha başka tablolan, yaşamın atan nabzıyla besleyip coşturuyordu. Tadlar, doyumlar yeniden gündemdeydi ve ölümsüzdüler.
Türkiş'in önünden geçtim, Hava Terminalinin merdi­veninden indim, sigara dumanıyla sislenmiş Zafer Çarşı­sına girdim. Zafer Çarşısı, soğuk uzay filmlerindeki gibi çok odalı bir yeraltı kentiydi sanki. Güneşsizdi ama elektrik ışıklarıyla aydınlanmıştı. Vitrinlere bakanların, dükkân­lara girip çıkanların yüzleri san, solgundu. Ayakkabıların, giysilerin yanında bilgiler, düşünceler, duygular satılı­yordu.
Remzi İnanç, iki hanıma kitap sanıyordu. Ahmet Say, dipteki taburelerden birine oturmuş, gözlüklerini takmış, bir dergiyi karıştırıyordu.
"Ben geldim dünyaya, dünya değişti." dedim. Remzi İnanç güldü. "Hoş geldin!"
Ahmet Say, başını kaldırdı, "Vay Buyrukçu." dedi cansız bir sesle.
"Niye süngün düşük?"
"Canım sıkılıyor be."
"Kanser gibi tedavi edilemiyen tek hastalık." dedim.
"Kansere çare bulunacak ama buna çare bulunmayacak -"dedi Ahmet Say, "mikrobu yok çünkü."
"Vardır, vardır... Olaylardadır, durumlardadır onun Mikrobu." dedim.
"Baksana, gözlük aldım." dedi Ahmet Say kendisini ölüme mahkûm ettiklerini bildirir gibi.
"Sıkıntının nedeni burnunun ucunda." dedim gülerek- "Ama rahat edersin?"
"Senin gibi ihtiyarladım. Asabımı bozdu." dedi Ahmet Say.
 Remzi İnanç, "Ayıp ayıp, otuz yaşındaki adama ihtiyar denir mi?" dedi.
"Denir." dedim. "İhtiyara ihtiyar, gence genç, çocuğa çocuk? Yeter oyun oynadığımız! Bilinen gerçeklere kılıf geçirmiyelim artık!"
'Yaşsa Buyruk, neşelendim şimdi." dedi Ahmet Say. "Ben onbeş yıl önce
gözlüktendim ve onbeş yıl önce aldığım yara kabuk tuttu. Seninki yeni, kanayacak
biraz, ama alışacaksın." dedim.
"İki gözlük verdi adam, biri uzak biri yakın." "Tamam. Uzak gözlüğüyle televizyonu ve ufukları sey­redersin, ötekisiyle okursun ve hikâyeler dokursun." de­dim.
"Formunda bugün, "dedi Remzi İnanç. "Yoo, müthiş öfkeliyim aslında, yükü boşaltma
çaba­lan bunlar." dedim.
"Yakın gözlüğü iyi ama." dedi Ahmet Say, "Harfleri bakla gibi görüyorum."
"Tıraş da olmuşsun." dedim.
Elini ensesine götürdü, kısa saçlarını okşadı. "Olduk ya. Gidelim mi?"
"Gidelim." dedim.
"Çay içmeyecek misiniz?" dedi Remzi İnanç.
"Sonra." dedi Ahmet Say.
Çıktık. Kızılay'da yanaklarını öptüm, "Kutlarım." de­dim.
Şaşırdı Ahmet Say. "Anlamadım." "Kocakurt'u bitirdim arkadaş." dedim ve yürüyenleri! bazılarını  gösterdim.   "Şu   Kocakurt,   bu   da,   ya  Şu Kocakurt'un dedesi, bıyıklısı var ya, oğlu."

Fotoğraf Muzaffer Buyrukçu'nun oğlu Erdem Buyukçu'nun blogundan alınmıştır.
Adresi : http://erdembuyrukcu.blogcu.com/

20 Eylül 2010 Pazartesi

Cemal Süreya Hakkında / Ece Ayhan



Çok alıngandır Cemal, küçükken ezildiği için. Bir gün Ömer Uluç, Doğan Hızlan ve karşımızda Cemal. Çok güzel güler Ömer. Cemal kendisine gülündüğünü zannetti, "Üçünüz bir resme benziyorsunuz" dedi. Şiirine gönderme yapıyor. "Bak ' Cemal" dedim, "Önümdeki tabak uçar, oradaki oyuncak gemi batar." Hemen ; telaşa kapıldı o zaman, herkesi oyuncak gemi diye geçiştirirdi. Çok evlenme meraklısıydı, hemen evlenelim derdi. : Hangi kadın düğmesini dikerse onunla evlenirmiş, hatta bir keresinde ceketinin düğmesini koparmış uzatıp diker misin demiş. Evlenme teklif ediyor!

10 Aralık 2000 Hürriyet Pazar Röportajı / Ece Ayhan

■ Neden kara şairsiniz ve karaşınlık nedir?
Pek çok şeyi benim ortaya attığımı sanıyorlar, halbuki öyle değil. Karaşın sözlükte var, sarışının tersi! Ben karamsarım, aykırıyım ama siz benim yanıma gelin de ben aykırı olmayayım, diyorum.

■ Ya karaduygululuk?
Aa o ayrı tabii. Ama ben iyimser olamam. Bütün hocalarımız, annelerimiz, babalarımız bize yalan söylemiş. Mesela,Baltacı Mehmet Paşa ve Katherina aynı mekanda bulunmamışlar bile! Fatih' in gemileri karadan yürütmesi diye bir olay yok, adam akıllı; Haliç' in sonunda tersane kurduruyor ve Bizans donanmasını haklıyor. Hazerfan Ahmet Çelebi cambazmış. Galata Kulesi'nden kendini atıyor, topuğunu kırıyor. Daha çok örnek var böyle. Hâlâ yalan söylüyorlar. Bak tarihe, biz sorumlu değiliz de, hayır! Hâlâ "sözde" diyorlar.

■Siyasal'da okudunuz, iki-üç yıl kaymakamlık yaptınız. Devlet memurluğundan, resmiyet karşıtı bir şair, yazar olmaya nasıl geçtiniz?
Zaten oradaydım ben. Şiir yazmaya Zeyrek Ortaokulu'ndayken başladım, iyi hocalarımız vardı. Kaymakamlığı bir arkadaşımın sayesiyle yaptım, dilekçelere imza atacaksın sadece, demişti. Aslında memurluğu istemiyordum.

■ Edebiyat dünyasına nasıl girdiniz?
Ankara'ya 1953'te ilk gittiğimde, bir kültür derneği vardı. Bülent Ecevit de üye, daha politika filan yok hayatında. Orada akşam karatahta dersleri veriliyordu. Atonel müzik üzerine. Biz de oraya giderdik. Müzikte yapılan şey, şiirde niye yapılmasın diye geldi aklıma. Aykırılığı da anlatırdı bu, karalığı da anlatırdı. Bunun gibi bir sürü şey etkiledi beni.

■ Ecevit'le nasıl bir ilişkiniz vardı?
  Resim eleştirmenliği yapardı. Merhabamız vardı sadece. Bir mekanda bulunmuş olmaktan kaynaklanan. 21-22 yaşlarındayız. Ama yıllar sonra oldu ilişkimiz. Kanlıca'da Can Yücel' le komşuyum. Birdenbire kalp krizi zannettim, meğer beynimde tümör varmış. Bunun üzerine Yaşar Kemal ve Can Yücel açıyor telefonu İsviçre'ye, Gazi Yaşargil hemen gönderin, diyor. Yıl 1974, ben 43 yaşındayım. Kendimi İsviçre'de buldum. Ameliyat masraflarını, o zaman da Başbakan olan Bülent Ecevit karşılamıştı. Pasaport almamı da o sağladı. Artık cebinden mi ödedi, bilmiyorum.

■ Söz açılmışken, siz bu ameliyat dönüşünde, sizi gönderen insanlara dava açtınız galiba, toplanan parayı aldılar diye...Öyle bir şey yok canım. Dedikodu. Çok eski bir olay ya. Adam öldü artık, olmaz. Brunel Nefes Nefese kitabında, "öldüğüm zaman bir şey istemiyorum, yılda bir kere mezarlıktan kalkmak isterim ve yakın bayiye gidip gazete ve dergilere bakmak isterim, dünyada neler olmuş diye" diyor. Bu fantezi tabii. Artık bir şey söylenmez.

■ Şiirde anlatım kapanıklığını niye seçtiniz?
Hayır karşıdakinde kabahat! Benim bir Fayton şiirim yayımlandı, 58'de, Pazar Postası'nda. Kimse bilmez, ama orada şöyle bir şey var, Fikriye Hanım,  Atatürk' ün Latife Hanım ile evlendiğini öğrenince, Ankara'ya geliyor ve faytonla köşke gidiyor, içeri alınmayınca faytona binip intihar ediyor.
Ahmet Muhip Dranas bu şiiri okuduğunda, "son derece anlamlı, harkulade yeni" demişti.  Anladı, Fikriye Hanım olayını bildiği için! Bunun gibi katmanlar var benim şiirimde.

■ Yine de zor şiir sizinkisi...
Zor değil, aslında şiir işte budur. Bakın, bir yanda Shakespeare'i düşünün, ben Shakespeare değilim tabii, o da katman katmandır. Şimdi okuyucu üşeniyor. Ama bilen biliyor.

■ Zorluk deyince Yort Savul mesela...Bir şiirinizin adı, bir kitabınız da Yapı Kredi'den Bütün Yort Savul' lar adıyla çıktı. Bir aydın bunun Ermenice ya da Rumca olduğunu söyledi. Biri 'Daüssıla' anlamında, dedi.Hiç alakası yok! Yunus Emre'de geçiyor. Türkçe. Kenara çekilin, savulun demek! Padişah gelirken söylenirmiş. Benim kabahatim ne, yort nidası unutulmuş yahu.

■ Dille oynamak nasıl bir duygu peki?
İçinde bulunduğum toplumla kapışan bir adamım ben. Türk edebiyatındaki bütün büyük yazarlar büyük aileye mensuptur. Tevfik Fikret' in Abdülhamit' e verdiği altı ya da sekiz tane şiiri vardır, buyur, benim kabahatim ne burada? Biz parasız yatılıyız. Sokak çocuğuyuz. Ağzımızın bozukluğu oradan geliyor. Deli kabul edilmişliğimiz oradan geliyor. Her şeye karşıyım. İki tekke vardı benim gençliğimde. Bir doğu tekkesi, Kemal Tahir' in. Bir de batı tekkesi Sebahattin Eyüboğlu' nun. Biz ikisine de gitmedik. Eyüboğlu benim için "Şiiri rahat bıraksın" demiş. Bırakır mıyım!

■ Hayatınız hep böyle hırlaşmayla mı geçti?
Niye hırlaşmayayım! Ben şair filan değilim, etikçiyim. Kafiye kullanmam yurttan sesler korosuna karşıyım. Bireysel davranırım.

■ Hayatta kapışmadığınız, hırlaşmadığınız biri oldu mu? Hep yalnız mı oldunuz?
Pek olmadı. İdris Küçükömer, Cihat Burak... Düşünsem birkaç kişi daha bulurum. Vardığım noktadan memnunum. Evlendim, oğlum oldu, şimdi torunum da var. Karım kanserden öldü. Yalnız değilim ben yahu. Oğlum bankada çalışıyor. Dedesi baktı ona, büyüttü.

■ Siz ilgilenmediniz mi?
O daha iyi bakardı, bende para pul yoktu.

■ Hep fakir miydiniz? Şiirden para hiç kazanmadınız mı?
Yok canım. Şimdi ancak kazanıyorum, o da az. Yapı Kredi ile anlaşma yaptık, onlar kitapları basacaklar, masrafları ödeyecekler. Avucumla su içerdim ben. Mesela yılbaşı  eğlencelerine gitmem. İmkanlarım yoktu. Elektriği, suyu olmayan evlerde yaşadım  zaman zaman. Çengelköy' den karşıya geçecek param olmazdı. Hatta bir kere biri sordu, sen nasıl geçiniyorsun, dedi. Valla zor oluyor dedim.

■ Bir dönem Çanakkale'de yaşadınız...
Orada Belediye bana işçi kadrosu vermişti, SSK'da yatmıştım. Yürüme zorluğu olunca, Metin Üstündağ ve karısı beni buraya getirdiler. Bir yıldan fazla hastanelerde yattım. Bacağımı keseceklerdi sonra kurtardılar.

■ Huzurevine gelmeye nasıl karar verdiniz?
Çanakkale' deki evi kapattık. Burayı bulan Başbakan Ecevit. Hüsamettin Özkan'ı, Yüksel Yalova' yı, Gemici adında bir bakanı görevlendirmiş. Önce Maltepe huzurevindeydim. Ama sonra hastaneye gittim. Çünkü beni yanlışlıkla ölecek adamların yanına koymuşlar; altına yapanlar vardı. Ben kusmaya başladım. Mülkiyeliler el atmışlar. Burada iyi bakıyorlar. Yavaş yavaş yürümeye başladım, yürüteçle. Daha önce yürüyemiyordum. Okuyorum, yazıyorum.

■ Yazmak için neden Öküz'ü seçtiniz?
Sansür yok! Geçen yıl başka bir dergiden 28 Şubat'la ilgili bir yazı istemişlerdi. Esas duruş: Mülkün temelidir diye başlık attım.

17 Eylül 2010 Cuma

Mavi / Haydar Ergülen

  
üstünde yağmurdan başka hiçbir şey yoktu
anlam olmak için yeterince çıplaktın
şiirin nasıl bir şey olması gerektiğini
hatırlatıyordu gözlerin, sana böyle inandım:
ben inanmak için şiir yazıyorum, gözlerin
cihangir'i hatırlatıyordu, hayal içinde fakir
üsküdar'dan o rüyaya baktım: maviydin
bir özletip bir geri çekiyordun denizlerini!
usul usul inandım güzelliğin hatırına yağan
yağmurun üstümüzde hakkı vardır, inandım
uzak bir mavi kızın gözlerindeki bulut
burada içimize yağacaktır, inandım, mavi
bir yağmurluğun da olsa şiirden ıslanırdın!
gövdene de böyle inandım, duruydu, şiirin
nasıl bir şey olması gerektiğini hatırlatıyordu:
öyle çıplaktın ki içinde şiirden başka
hiçbir şey yoktu, gövden neyi hatırlatıyorsa
ona inanıyorum, beni hatırılamasa da, biliyorum
bazı uzaklıkların hiç mektup beklemediğini...

bazı şiirler de bekleyemiyor yağmurun dinmesini!
(40 Şiir ve Bir’den)

Karar Vermeye Dirence Odaklanmak / Irvin Yalom

    Karar vermek neden zordur? John Gardener'ın Grendi adlı ro­manında yaşamın gizemleriyle kafası karışan kahraman bil­ge bir rahibe başvurur ve o da iki basit ifade, altı korkunç sözcük sarf eder: Her şey yok olur ve seçenekler dışlanır.
   "Seçenekler dışlanır" bu kavram pek çok karar verme zorluğu­nun merkezinde yatar. Her "evet" için bir "hayır" olmalıdır. Kararlar pahalıdır, çünkü vazgeçmeyi gerektirmektedir. Bu olgu çağlar boyun­ca çok sayıda büyük zekâyı kendine çekmiştir. Aristoteles eşit derece­de çekici iki yiyecek arasında seçim yapamayan aç bir köpeği hayal etmiş ve ortaçağ alimleri Burridan'ın aynı derecede güzel kokan iki saman balyası arasında açlıktan ölen eşeğini yazmışlardır.
   42. Bölümde ölümü, bireyi sıradan zihinsel durumdan değişimin daha olası olduğu ontolojik duruma (var olduğumuzun farkında oldu­ğumuz var olma durumu) geçirebilen sınır deneyim olarak tanımla­mıştım. Karar da bir diğer sınır deneyimdir. Karar verme diğer ola­sılıklarla bağımızı koparır. Bir kadını, bir kariyeri, bir okulu seçmek diğer olasılıkları terk etme anlamına gelir. Sınırlarımızla ne kadar yüzleşirsek kişisel özel oluş, sınırsız potansiyel, ölmezlik ve biyolo­jik kader kanunlarından bağışık olduğumuz mitini o kadar çok bırak­mak zorunda kalırız. Heidegger bu nedenlerle ölümden, daha fazla olasılığın olanaksızlığı diye söz etmektedir. Karara giden yol zor olabi­lir, çünkü sonluluk ve zeminsizlik bölgesine götürür kaygıyla dolu bölgelerdir bunlar. Her şey yok olur ve seçenekler dışlanır.