26 Mayıs 2011 Perşembe

İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş / Serol Teber

Kuşkusuz hiç kimsenin şu ya da bu biçimde, dışarıya yan­sımamış, eylem niteliğine dönüşmemiş politik tutumlarını önce­den bilmek pek kolay değildir. Ancak, çeşitli gözlem ve ampirik araştırma yöntemleriyle, bir insanın günlük yaşam sürecinde gösterdiği önyargı, ethno-sentrik öz, dogmatizm, tutuculuk vb. gibi politik nitelikli tutumlarından-davranışlarından kimi çıkar­samalar yapmak olasıdır.
Politik- psikoloji araştırmalarının en çok üzerinde durduğu noktalardan biri önyargılı tutumlardır.
Önyargı, toplumsallaştırma dönemlerinin en erken çocuk­luk evresinden itibaren biçimlenmeye başlar. Topluma egemen olan ideolojilerin -aile içine- kadın erkek ilişkilerine yansıması sonucu, çocuğun yaşamını daha ilk günlerinden başlayarak, ön­yargılı gelişmesinin ilk motivasyonlarını oluşturmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan ve çok bilinen bir araştırmada, 3-7 yaşlan arasındaki kara ve beyaz derili çocuklar, kendilerine gösterilen bebek ve resimlerin, ilk kez beyaz renkli olanlarına karşı belirli bir genel eğilim göstermelerine karşın, biraz daha ileri yaşlardaki kara derili çocukların, ABD toplumu­nun önyargıları uzantısında ve bunlara bir tür tepki olarak, gide­rek kendi deri renklerine benzer renkli bebekleri tercih etmeye eğilim gösterdikleri tesbit edilmiştir.
Çocukların aile ve ilk eğitim dönemlerinde başlayan ön yargılı düşünceleri ileri dönemlerin politik toplumsallaştırılması ile daha açık bir biçimde anti-demokratik nitelikler almakta ve giderek, politik tutumlar, "bizden olanlar" ya da "bizden olma­yanlar" diye, bütünsel onaylama ya da gene bütünsel inkarlara varan boyutlara uzanmaktadır.
Önyargılı düşünmek hiç kuşkusuz, kültür düzeyi düşük ve yeterli düşünme alışkanlığı geliştirmemişler için oldukça "tu­tumlu" (ekonomik) bir düşünme biçimidir. Çok az düşünerek yaşamlarını sürdürmeye özen gösterenler, önyargılı düşünmeyi ve önyargılı yaşamayı özellikle severler. Ayrıca, önyargılı dü­şünmek stereötipik bir düşünme biçimidir de... Bu yöntem, dü­şünmede kolaylık ve hatta rahatlık sağlar; insan günlük yaşamı yargılarken kendince kılı kırk yarmaz, doğruyu-yanlıştan ayır­mada zorlanmaz. Ancak, böyle ekonomize edilmiş ve stere­ötipik konuma getirilmiş düşünceler, kendi içlerinde bir tür ka­palı devreler oluştururlar ve ortaya çıkan olası bir toplumsal kriz, güvensizlik, güvencesizlik ortamında, kimi önyargılı ve dengesiz davranışlarda bulunabilirler.
Örneğin, önyargılı düşünce (bakış tarzı), hızla ayrımcı tu­tumlara, saldırganlığa dönüşebilir. Ancak, hep bilindiği gibi, ön­yargı ile ayrımcı ilişkiler değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Ör­neğin, kimi kez bir devletin, başka bir devletle ilişkilerinin bo­zulmasından sonra, her iki devletin yurttaşlarının da birbirlerine karşı çok kez önyargısız fakat ayrımcı ve hatta düşmanca tutum­lar alabildikleri ya da bunun tam tersi durumlarda ve özellikle üçüncü dünya ülkelerinde görüldüğü gibi, yerli halkın büyük bir bölümünün, birinci dünyalı turistlere karşı ayrımcı olmayan, an­cak önyargılı davranışlar gösterdikleri tesbit edilebilir.
Fakat, en çok görülen klasik biçimde, önyargı ile ayrımcılık birlikte ortaya çıkarlar; ve gene birlikte ethno-sentrik ka­rakter (ve düşünce biçimini) oluştururlar. Burada, biraz abart­malı bir tanımlamayla, dünyayı içinde yaşanan toplumsal grup (ulus) ile bu toplumsal grubun (ulusun) dışında kalanlar diye iki­ye bölerek düşünmek söz konusudur. Ethno-sentrik kişinin için­de bulunduğu toplumsal grup, (ulus) iyi, ötesi kötüdür, içinde bulunulan toplumsal grubun, normlarına, değer ölçülerine sada­katle uyulmalı, itaat edilmelidir. Bunlara karşı tavır alanlara, ön­yargılı, yurtseverce, nasyonalist ve hatta faşist ve ırkçı tutumlar alınabilir...
Genel olarak tüm otoriteryan kişilikler aşın bir ethno-sent­rik öz taşırlar. Ayrıca, ampirik araştırmalarda, ethno-sentrik ki­şiliğin aynı zamanda, dogmatik, tutucu, sosyaldarwinci nitelikler taşıdığı sergilenir...
Burada bir parantez açıp, ilktoplumlarda, kendi klanını/ grubunu mutlaklaştıran, ethno-sentrik düşünceleri, tutumları, bir tür doğal savunma mekanizması sistemi içinde değerlendirip an­layışla karşılamak olasıdır. Fakat, gelişmiş sanayileşmiş burjuva toplumlarında ortaya çıkan, zayıf-güçsüz kişiliği/karakteri, giz­lemek ya da dengelemek amacıyla üretilen ethno-sentrik tutum tüm politik davranışların dinamiğine ağırlığını koyar. İçinde bu­lunduğu toplumsal koşullara ve kendine güvenmeyen birey, bu durumu dengeleyebilmek için, kendisini ve içinde bulunduğu toplumu-grubu olağanüstü ve irreal biçimlerde rasyonalize (Freud) eder; realiteden kaçar ve sürekli olarak düşman imajı yaratı­lır... Ve ancak bu düşman imajları ile bireyin ve sistemin ayakta kalabileceği düşünülür...
Bu konuda politik-psikolojik araştırmalar son kerte öğreti­ci veriler sergilemektedir. Örneğin, bu düşman imaj koşullandırılması bir kez bireye ve topluma benimsetildikten sonra, artık ortada böyle bir imajı yaratacak (ya da besleyecek) düşman bu­lunmasa da, bir tür fantom-düşman imajı süregelmektedir. Örne­ğin, bugünlerde bile, Avusturya'da görülen yoğun anti Yahudi eğilimlerin (düşmanlıkların) nedenlerini tesbit edebilmek için sürdürülen araştırmalar oldukça ilginç ve öğretici sonuçlar ver­miştir. Çünkü bilindiği gibi, Avusturya'da, böylesi güncel bir Yahudi düşmanlığını koşullayacak sayıda Yahudi yoktur; ve ayrıca resmi ve açık bir anti-Yahudi politikası da uygulanmamak­ta, ancak gene de tüm bunlara karşın ciddi bir Yahudi düşmanlı­ğı bulunmaktadır. Araştırmacılar, Yahudinin bulunmadığı bir toplumdaki Yahudi düşmanlığını "söylencelere dayalı Yahudi düşmanlığı" olarak tanımlamışlardır. Modernleşme etnosentrik düşünceyi azaltmamış, tersine pekiştirmiştir. Modem ulus­laşma süreci içinde etnosentrik düşünce ve davranışlar en uç ör­neklerini çeşitli soykırımlarında göstermişlerdir.
Wilson, 1973 yılında yayınladığı ve son yıllarda uluslara­rası düzeyde genel kabul gören "Konservatizmin Dinamik Kura mı" adlı çalışmasında "tutucu (konservatif) kişiliği" oldukça açık ve ayrıntılı bir biçimde gözler önüne sermiştir.
Wilson'a göre, tutuculuk (konservatizm) kişiliğin, konfilikt karşısında geri çekilerek oluşturduğu bir tür savunma meka­nizmasıdır. Tutucu kişilik, kendini sürekli tehdit altında hisset­menin getirdiği güvensizlik, umutsuzluk, güvenirsizlik sonucu en kestirme ve görece kolay çözüm yolunu seçer; kendini hiç kimsenin saldırmasına / tehdit etmesine gereksinim duymayaca­ğı alanlara kadar geri çeker; kişiliğini silikleştirir; hiçbir özgün-orjinal yanını açıkta bırakmaz. Ancak gene de içinde yoğun bir korku, güvensizlik/ itimatsızlık taşır...
Wilson'a göre bu tür kişilikler, doğuştan ve/veya ilk ço­cukluk yaşlarından itibaren kendilerine uygulanan toplumlaştırma, eğitim sürecinde gösterilen otoriter baskı sonucu çok korku­lu ve çok hassas / duyarlı bir biçimde yetiştirilmişlerdir. Bu tür bir kişilik üzerinde, toplumsal ideoloji, özellikle din, politik tu­tum ve diğer kültür alanları özgün gelişmeler gösterebilir... Bu tür gelişmeleri, Wilson "konservatif sendrom" paydası altında toplamayı önermektedir. "Konservatif sendrom" içinde tanımla­nabilen kişilikler, politikada (genel olarak) sağa eğilimlidirler; azınlıklara ve 3. Dünya ülkelerine, Yahudilere ya da kara derili­lere karşı hoşgörüsüzdürler; yoğun bir ethno-sentrizm, milita­rizm, özellikle dinsel alanlarda dogmatizm, toplumsal uyum-konformizm, anti-hedonizm ve yeniliklere karşı aşırı duyarlı bir tutum gösterirler.
Ancak, tutucu-konservatif karakter gelişmeye açık hatta ilerici bir yanı da kendi içinde taşır. Ve genel olarak, gelişmiş sa­nayi ülkelerinde görülen tutucu karakterin, tutucu/ilerici dinami­ğini genel toplumsallaştırma sürecinin niteliği, eğitim, kültür düzeyi, meslek, aile durumu vb. gibi bireyin içinde yaşadığı so­mut toplumsal-kültürel-tinsel koşullar belirler...
Bu nedenle de, bu konuda Wilson'un tanımlamaları -ve bu alanda yapılan diğer genellemeler-yaşamın tüm alanlarını ve ki­şiliğin tüm boyutlarını kapsamaz; kapsamayabilir. Ayrıca, çok kez birbirleriyle çelişkiliymiş gibi görünen değişik görünümler de ortaya çıkabilir. Burada da psişik yapının çeşitli sektörlerin­de ve bunların günlük yaşama yansıyışlarında, birey, kimi kez tutucu (günlük konuşma söylemiyle, Status quo'yu koruyucu), hatta yenilik düşmanı, ve ancak tüm bunlara karşı kimi zaman­lar -olumlu anlamda- ilerici, geleneklere sahip çıkıcı, koruyucu, muhafaza edici politik tutumlar ortaya koyabilmektedir. Somutlarsak, örneğin, Batı-Orta Avrupalı tutucu-konservatif kişiliğin, toplumsallaştırma, eğitim, kültür düzeyini yükseltme gibi alan­larda, -gerektiğinde- sınıf kökenli sosyal-demokrat ve hatta sos­yalist partilerin ilerici ekonomik-toplumsal-kültürel politikaları­nı destekleyebilecek kadar ilerici, buna karşın ulusal sorunlar, din, moral, gelenekler gibi konularda tutucu tavırlar alabildiği gözlenmektedir. Tek tümcede özetlemeye kalkarsak tutucu/konservatif kişilik kimi konularda şaşırtıcı derecede ilerici ve kimi konularda ödün vermez bir tutucudur…
Bu tür kişiliklerin yaşadıkları toplumsallaştırma süreci, al­dıkları eğitim, meslek ve toplumsal konumları, aile durumları, gibi nedenler, onların ilerici demokrat yanlarını etkileyebilir. Örneğin, Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü'nün, Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmiş üyelerinin yaptıkları çeşitli am­pirik araştırmalarda, "Hitler kurbanı Yahudilere, liberallerden ve protestanlardan çok katoliklerin ve muhafazakarların yardım et­tikleri tesbit edilmiş, Paul Messig ve Horkheimer bu durumu, eleştirel idealleri, liberallerden çok muhafazakarların savunduk­ları..." biçiminde yorumlamışlardır.
Ancak, güncel olaylar bile bu tür kişiliklerin ilerici ya da tutucu yana doğru kaymasına neden olabilir. Ve gene hep bilinir ki, bu tür kişilikler, güncel olayları, toplumsal gelişmeleri çok dikkatle ve büyük bir duyarlılıkla izlerler. Günlük yaşamdan ge­len bir küçük olumsuz izlenim, tutucu kişiliklerin içlerinde bir yaşam boyu taşıdıkları "latent korkuyu" artırır ve kişiliğin hızla ve gene şaşırtıcı bir küntlükle tutucu/ilerici dengesini bozar; ve politik tutum, tutucu tarafa doğru kayabilir. Bu kez, tutucu öğeler dogmatik nitelikler kazanabilir, hoşgörü azalır; önyargılı dü­şünülmeye ve hatta önyargılı tutumlar alınmaya başlanır...
Konservatif kişiliğin bu ikili yanına Adorno, Otoriteryan Karakter araştırmasında da uzunca değinir ve bunu, hakiki (genuine) ve sözde (pseudo) - konservatif karakter kümelerinde tartışır... Adorno, özellikle sözde (pseudo) konservatif karakteri, sözde (pseudo) faşist karaktere çok yakın görür. Sözde tutucu karakterin özellikle geleneksel Amerikan örneğinin psişik yapı­sı, otoriteryan, saldırgan, çok kez şiddet öğelerini içeren, kaotik terörist ve tahripkardır... Bunlarda Üst-Ben (Über - Ich) çok kuvvetlidir; ve bu durum, bu kişilerin, insan hakları, barış vb. gi­bi konularda, "vicdanlarının seslerini" dinleyerek otoriteye bo­yun eğmelerini olanaklı kılar... Bu tür kişilikler "kollektif karak­tere" ve "özel teşebbüse" eğilim gösterirler (Adorno). Örneğin, bunlar çok sayıda parlamenter yerine az sayıda ve güçlü devlet adamını yeğlerler. Demokrasiye inanırlar ama gerçekte anti-demokrattırlar; bunlar çokçası, sözde demokrat, sözde liberal ve sözde ilericidirler...
Tutucu (muhafazakar)-konservatif kişilik-karakter, -genel çizgileriyle- liberal burjuva toplumunun (Adorno'nun kanısına göre, son dört yüzyıllık tarihsel birikimin) ürünüdür; ve tüm ya­şam boyu hem eski toplumsal kurumlarla hesaplaşmış ve hem de -özellikle liberal burjuva- toplumunun en temel niteliklerini daha ileri ve daha radikal biçimlerde geçerli kılmak için çalış­mıştır. Tutucu kişiliğin aynı andaki hem ilerici ve hem de tutu­cu yanı, onun, tarihsel kökenindeki bu ikilemden kaynaklanır. Ancak bu ikilemin günlük polit-barometreye göre yaptığı salınımlar tüm toplum için son kerte yaşamsal önemli sonuçlar or­taya çıkarır, ve tutucu kişilik, demokrasi, insan hakları, özgürlük hatta parlemanterizm gibi liberal burjuvazinin en temel savlarını bile bir anda, dogmatizm, militarizm, güçlü devlet egemenli­ği, ve hatta "önder" (Führer) gibi bireysel normlar ve toplumsal standartlarla değiştirebilir...
Yapılan pek çok ampirik araştırma da benzeri savları doğrular nitelikli sonuçlar getirmiştir. Toplumsal yaşamda ortaya çı­kan kriz ve bunun getirdiği korku huzursuzluk-güvensizlik-kuşku oluşturan olaylar karşısında bu tür kişiliklerin hızla sa­vunma konumuna çekildikleri ve dogmatik reaksiyoner tutumlar gösterdikleri belirlenmiştir. Bu süreç içinde, tutucu kişilikler kendilerini güvence altında duyumsayacakları toplumsal ve po­litik ve de psikolojik alanlara kadar geri çekilirler ve bu gerile­me (regresyon) sürecinde yapmayacakları "fedakarlık" yoktur... Bu durumlarda -genel olarak- toplumsal dengeyi düzenleyecek (uyarına gelirse karizmatik) bir otorite aranır; ve uzak-yakın (evrensel ve bölgesel) olaylardan görüldüğü gibi, böylesi otoriter düzenler ve otoriter kişiler her zaman ve her yerde bolca bu­lunur.
Burada ayrıca liberal kapitalist dönemlerin tutucu kişilik­leriyle, monopol kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni tutucu kişi­likleri de birbirinden ayırmak gerekir. Özellikle günümüzün postmodern döneminin "yeni tutucuları" ya da yeni elite "tüm ideolojilere son" belgisi gibi demokratik görünümlü şaşkınlıklar yaratarak, -liberal tutuculara- oranla çok daha vahşi-barbar, dog­matik, otoriter, militarist ve kıyıcı bir Makyavelizm örneği oluş­turmaktadırlar.
Burada, yeni-tutuculuğun temel yaşam felsefesinin özünü oluşturan Makyavelizm’in kimi önemli niteliklerini anımsamak yararlı olabilir.
Makyavelizmin temel ilkesi "amaç, aracı meşrulaştırır"' (hatta kutsallaştırır) tümcesiyle özetlenir. Amaca ulaşmayı son kerte rasyonelleştiren, şiddet ile yönetimi ele geçirmeyi ya da her yola başvurup "köşeyi dönmeyi" Öngören bu zihniyet-ideoloji, politik ya da psikolojik tavır, tüm norm sistemlerini, mo­ral anlayışlarını yeniden gözden geçirmeyi gerektirir.
Hiç kuşkusuz Miccolo Machiavelli (1469-1527) çelişkili biçimlerde yorumlanmış, çok kez söylemedikleri ve yazmadık­ları bile kendisine mal edilmiştir Ama sonunda, gene de kimse­nin kolayına -özellikle de içinde yaşadığımız günlerde -vazgeçemediği güncel bir politik tutumun kuramcısı olarak tarihe geç­miştir.
Machiavelii için, patriot, demokrat, anti-krist, kuramcı, hü­manist, moralist-ahlakçı, polit-kriminal, teknograt, objektif-analitikçi ve hiç kuşkusuz dahi, şeytanın avukatı, despotların akıl hocası vb. gibi pek çok şey söylenmiştir. Machiavelii, 15. yüz­yıl İtalyasının, toplumsal yapısını, insan malzemesini, psikoloji­sini son kerte soğuk kanlı analize etmiş ve bulgularından gene son kerte realist sonuçlar çıkarmıştır. Hiç olmazsa, Machiavelli zamanından beri, politik düşünmeye çalışanların kafalarında il­ginç etik-politika ilişkileri ortaya çıkmıştır.
Bugün, politik-psikoloji, Makyavelizm’in oldukça olumsuz yeni bir görüntüsünü tartışmaya açmak istemektedir. Özellikle, yeni tutuculuğun içinde ve "entellektüel teknolojinin" çatısı al­tında çalışan teknogratlar bugün, tam da post-modern döneme uygun bir Makyavelizm örneği sergilemektedirler. Burada, te­mel olarak hiçbir ideolojiye bağlanılmamasına karşın, çıkara da­yalı politik ilişkiler aracılığı ile her bir yöntem uygulanarak maddi-politik güç sahibi olma ilkesi benimsenirken, insanlararası ilişkilerde ise bir yandan yapmacık-sentetik, sempati, kibar­lık gösterileri yapılmakta, öte yandan, şaşırtıcı bir duygusuzluk ve bir tür moral- anastezi içinde her türlü entrikayı meşrulaştı­ran bir tutum (tavır) ortaya konmaktadır.
Böylesi psişik birikimlerden hareketle " Makyavelist kişi­lik" yapısı bile öngörülmektedir. Profesyonel mesleklerde ve özellikle entellektüel teknolojide çalışan "elite" arasında "polit-tekniker" olarak da adlandırılan Makyavelist kişiliğin teorisi ve moral ilkesi yoktur... sözüne ve duygularına güvenilmez... ne di­ne, ne bilime inanır... insancıl bir heyecanı, duygusu, arzusu yoktur... tek amacı mümkün olduğu kadar maddi-politik güç sa­hibi olmaktır.
Politik-psikolojik araştırmalar, Makyavelist kişiliğin, poli­tik uçların her yanında
bulunabileceğini; Eysenck-Skalasına gö­re de, Makyavelist kişiliğin, tutucu konservatif, dogmatik, radikal boyutlarda, otoriter ve anti-demokratik nitelikler içerme eği­liminde olduğu belirlenmektedir.
Tüm bu belirleme çabaları gene de yeni-tutuculuğa, anti­demokratik ya da Makyavelist kişiliğe homogen bir kişilik (ka­rakter) görünümü vermeyebilir. Günümüzün bu yeni-tutucu (otoriteryan) kişiliğinin, dogmatik, ethno-sentrik, katı, saldırgan ve batıl inançlı olduğu söylenebilir. Ve bu kişilik, politik bir ha­reket değil, bir toplumsal karakterdir ve en temel boyutu, anti­demokratik niteliğidir.
Otoriteryan, yeni-tutucu, dogmatik kişilik, hoş görüşsüzdür. Paranoid boyutlara varan bir korku, güvensizlik ve toplum­sal yalıtlanma korkusu içinde, dış dünyaya kapalı, sistematik dü-şünceden-felsefeden yoksun olarak yaşamaktadır. Sistematik düşünemediği için, bilimsel bilgisi değil, inançları gelişmekte ve politik davranışlarını çok kez bu inançlarıyla belirlemeye ça­lışmaktadır. Gene de inanmak / inanmamak arasında büyük kor­kular içinde yaşamaktadır.
Bunlar içinde bulunduktan koşullara göre değişik kişilik/ karakter farklılıktan gösterebilirler. Örneğin, yeni-tutucu, dogmatik karakter, Amerika Birleşik Devletleri'nde, hoşgörüsüz, saldırgan, militarist yönlere doğru gelişme eğilimleri gösterir­ken, aynı karakter, Batı Avrupa toplumlarında, daha çok, ethno-sentrik, nasyonalist (ve hatta ırkçı) boyutlara doğru uzanma eği­limindedir.
Bu tür kişiliklerin / karakterlerin gelişme yönleri ve bu gelişmenin hızını, içinde yaşanan toplumsal koşullar ve özellik­le de giderek kronikleşen kriz ve güvensizlik ortamları belirler.
Bu tür kişilikler yoğun güvensizlik ortamlarında çok daha fazla saldırganlaşır ve fanatikleşirler.
Güvenlik duygusu (düşüncesi), insanın, kuşku içinde olmadığı, kendini tehlikesiz, ikircimsiz duyumsadığı bir yaşam gereksinimi olarak tanımlanabilir; ya da, başka bir türlü yakla­şımla, huzursuzluğun, kuşkunun, tehlikeli bir durum beklentisi­nin olmadığı bir ortamı, birey, kendisi için güvenli veya güven verici bir durum / ortam olarak belirleyebilir. Burada, toplumun, bireye, koruyucu-güven verici görevini sürdürmesi, toplum-birey yaşamında belli bir sürekliliğin, ekonomik-kültürel-tinsel harmoninin sağlanmış olması, ayrıca bireyin kendisini diğer in­sanlar arasında da güvence içinde hissetmesi sözkonusudur. Bi­rey ile toplum, karşılıklı olarak birbirlerinden kuşku duymaya, birbirleri için açık ya da potansiyel tehlike oluşturmaya (ya da böyle sanmaya) başladıklarında, duyulagelen güvenin bir yanıl­sama, bir "yanlış" (ya da sözde) güven duygusu olduğu düşünül­meye başlanır. Yanlış -ya da sözde- güven duyma durumunda, birey ile toplum arasındaki bilgi ve duygu alışverişinde bir asi­metri ve birbirlerini dışlayan ve hatta birbirlerini yadsımaya va­ran bir durum ortaya çıkabilir...
İnsanın toplumsal yaşamının en temel beklentisi, doğal toplumsal olumsuzluklara karşı -görece- korunduğu duygusu, ya da doğadan-toplumdan ve diğer insanlardan gelmesi olası çıplak veya dolaylı bir tehdit olmadığı düşüncesi-beklentisi içinde bu­lunmasıdır.
Güvenceli bir yaşam konusunda, insanların genel olarak (ve zamansal yönden) üç boyutlu bir düşünce biçiminde olduk­ları gözlenmiştir. Örneğin, insanların büyük bir çoğunluğu, mit'lerin, masalların, ilk toplumların tarihlerinin de etkisi altında kalarak, insanların eski zamanlarda (altın çağlarda) olağanüstü bir güvenlik içinde ve bir tür cennette yaşadıkları sanısını taşır­lar; buna karşın şimdiki zamana dönük, güvensizlik düşüncesin­de, hep bu yitik cennetin sağladığı -eski- güvenliği yeniden ka­zanmak isteği; ve geleceğe yönelik güvenlik düşüncesinde de, bu cenneti dünya üzerinde yeniden kurmaya çalışma özlemleri-öngörüleri vardır... Hem din kitaplarının, hem de dünyevi ideolojilerin savlarında hep bu "yitik cenneti" yeniden yaşaya­bilme düşleri sözkonusu edilir.
Bir anlamda tüm yaşamın ve politik çalışmaların temelin­de güvenceli bir yaşam sağlama amacı vardır. Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı ve özellikle, İtalya ve Fransız Komünist Par
tilerinin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemlerindeki başarılarının nedenlerini irdeleyen bir araştırmada, Marksizm’in (sosyalizmin) insanlara, anaerkil-ilktoplumlar döneminin (altın çağın) dünya­da yeniden oluşturulabileceğinin olabilirliğini ve umudunu ver­diği için, her türlü karşı teröre rağmen benimsenip-savunulduğu, gözlenmiştir...
Güven duygusunu oluşturma olanaklarının bittiği (ya da bunun böyle duyumsandığı) durumlarda, büyük psişik krizler ortaya çıkmaktadır.
Bu koşullarda insanın, hızla, mekan-zaman ve bizzat ken­disiyle, soy ve özgeçmişiyle olan ilişkileri, oryantasyonu bozul­makta latent ya da açık bir paranoya içine girilmektedir... Gene bu paranoya, dışarıya çok değişik biçimlerde yansıtılmakta ve bu özelleşmiş genel (ya da genelleşmiş özel) çılgınlık ve /veya çok kez fantom (görünmez) "iç ve dış düşman" imajları üzerin­den boşaltılmaya çalışılmaktadır. Ne İslam, ne de Hıristiyan dünyasından dostu kalmadığını, dünyanın kendisine düşman ol­duğunu düşünen, güvensizlik, kimlik krizleri, yoğun korkular ve paranoid duygular içinde yaşayan Türkiye bu durumun açık ör­neğidir.
Okuduklarımdan anlayabildiklerimin kimi satır başlarını anımsatmaya çalıştığım politik-psikoloji araştırmalarının asıl odak noktalarından birini, insanın toplumsallaştırma süreci için­deki politizasyonu oluşturmaktadır.
Bu sürecin biraz daha yakından gözlenmesi yararlı olabilir.

Kitabın alt başlığı : Politik-Psikoloji Notları Papirüs Yayınları
Görsel :Wassily Kandinsky, William Blake

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Ecce Homo / Kişi Nasıl Kendisi Olur F.Nietzsche

Neden Böyle İyi Kitaplar Yazıyorum
I
Birisi ben, öbürü de yazılarım. -Burada onların kendilerin­den söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna deği­neyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. Benim zamanım da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. -Günün birin­de, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belki de Zerdüşt'ün yorumlanma­sı için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getir­diğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi kendimle hepten çelişmek olurdu: Bugün beni duymamalarını, verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ay­rıca işin doğrusu da budur sanıyorum. Beni başkasıyla karıştır­malarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bu­nun için de. Bir kez daha söyleyeyim, "kötü niyetle" pek karşı­laşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek "kötü niyet" örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık de­lilik... Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek payedir; bunu ya­parken umarım ayakkabılarını -çizmeleriniyse haydi haydi- çı­karıyordun.. Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt'ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındı­ğında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, "çağdaş" insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım "çağdaşların" beni yalnızca okumuş olmalarını bile isteyebilir miyim hiç? Be­nim utkum Schopenhauer'inkinin tam tersinedir, -ben "non legor, non legar" (Okunmuyorum, okunmayacağım) diyorum. Sakın yazılarıma "hayır" deyişlerin-deki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılma­sın. Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baş­tanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniver­sitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. -Bunun en aşırı iki örneği sonunda Al­manya'da  değil  de  İsviçre'de  çıktı.  Dr.  V.  Widmann'ın46 "Bund" dergisinde, İyi ve Kötünün Ötesinde üzerine "Nietzsche'nin  Tehlikeli   Kitabı"   başlığıyla  çıkan  yazısı  ve  gene "Bund"da Bay Kari Spitteler'in genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruğu olduklarını söylemeyeyim... Örneğin bu sonuncu­su, Zerdüşt'ümü "yüksek deyiş alıştırması" olarak inceliyor, bun­dan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann'a gelice, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gös­terdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cil­vesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istedikleri­min hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, "tüm değerleri tersine çevirmek". Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. -Şu da var ki, hiç kimse bir şeyden -kitaplar da giriyor bunun içine- zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz. Bir şey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşan­tılardan, -bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu du­rumda kimse bir şey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Bir şey duyulmayan yerde, bir şey yoktur da... Benim karşılaş­tıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden bir şey anladıklarını sananlar, kendi boylarına göre ke­sip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir "ülkücü" yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bı­rakmadılar. -"Çağdaş" insanların, "iyi" insanların, Hıristiyanla­rın ve öbür "nihilist" lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneği­ni gösteren "üstinsan" sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt'ün ağzın­da düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt'ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün "ülküsel" örneği olarak, yarı "er­miş", yarı "deha" olarak anlaşıldı... Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle'ın öylesine hoyratça çürüttüğüm "yiğitlere tapınma"sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt'te. Kimin kulağına, Parsifal yerine bir Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulakları­na.- Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir se­fer, tek bir kitaba karşı -ki "İyi ve Kötünün Ötesinde" idi- işle­nen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söyle­mezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, "Nationalzeitung" -yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Debats okurum -evet o gazete, bütün ciddiğiyle, kitabımı "çağın bir belirtisi", taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, "Kreuzzeitung"un da yazacağı bu olurdu ancak...

II

Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, -hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek deha­lar bile var okuyucularım arasında. Viyana'da, Petersburg'da, Stockholm'da, Kopenhag'da, Paris'te, New-York'ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa'nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felse­fe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino'da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyva sa­tan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte... Polonya­lılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler. Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa... Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, -elimden her şey gelir de, bir bu gücümü aşar... Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma ya­zılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlarmışım, -yani saçma­lık derecesinde heyecan verici... "Toutes mes audaces etfinesses" (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris'te bile herkesi şaşırtmış, -bu deyim Monsieur Taine'in-dir—. Korkarım, bende dithyrambos'un en yüksek biçimlerine varıncaya dek her şeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, "Almanlaşmayan" tuzdan, esprimden katışmıştır... Başka türlü yapa­mam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. -Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler... Ben en iyi anti-eşeğim; böy­lelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıy­la -yalnız Yunanca da değil- deccal’ım (antichristos) ben...
III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim ya­zılarıma alışmanın beğeniyi nasıl "bozduğunu" da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üs­tüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, -Almanlıkla hiç ilgisi ol­mamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi hak etmiş olmalı insan. Ama kim amaçlarının yüksekli­ğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yüksekler­den, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, -uykularını bile kaçırırmışım geceleri... Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, -on­lar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm'e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla el­de edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuk­lukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye bir şey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle. Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır ha­vası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsi­ce öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çe­şit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen "kişiliksiz" oluverirler: Bir kez daha bu­nu başardığım için kutlarlar beni, -hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim... O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan "ince duygulu"lar ise, ne yapacaklarını bile­mezler bu kitaplarla, -dolayısıyla onları kendilerinden aşağı gö­rürler: İşte ince mantığı "ince duygulu"ların. Tanıdıklar arasın­daki büyük baş hayvanlar da -yalnız Almanlar bunlar, hoş gö­rün- demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir... Bunu hem de Zerdüşt üstüne söyle­diklerini duydum... Bunun gibi, insanda her türlü "feminisme", isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir za­man o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, her şeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor. Kısa­cası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt'ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?
Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, —ve her kim kurnaz­ca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, - sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:
- Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek is­temezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiniz kapıyı açmaktan...
IV
Deyiş sanatım üstüne genel olarak birkaç söz söyleyeyim bu­rada. Bir durumu, bir duygusal gerilimi imlerle, bu imlerin tempo'suyla başkalarına bildirmek, -budur deyişin anlamı. İç du­rumlarımın o olağanüstü çeşitliliği karşısında, bende bir sürü deyiş olanağı, şimdiye dek bir kişinin eli altında bulunmuş en çeşitli deyiş sanatı vardır. Bir iç durumu gerçekten bildiren, im­ler üstüne, imlerin tempo'su üstüne yanılmayan, yapmacık tavırlar takınmayan -bir tavır takınma sanatıdır zincirleme cümle kurallarının hepsi- her deyiş iyidir. Bu konuda hiç şaşmaz be­nim içgüdüm. Kendiliğinde iyi deyiş, hepten budalalık bu, ülkü­cülük yalnız, ''kendiliğinde güzel", "kendiliğinde iyi", "kendiliğinde şey" gibi... Şüphesiz bu iş için dinleyen kulaklar, aynı tutkuyu duyabilecek güçte ve değerde kimseler, insanın içini açabilece­ği kimseler bulunduğunu varsayıyorum. Zerdüşt'üm şimdilik bekliyor böyle dinleyicileri; daha uzun süre de bekleyecek! -Onu inceleyecek değerde olmalı insan... O güne dek, burada nasıl bir sanat harcandığı anlaşılmayacak: Hiç kimse böylesine yeni, işitilmemiş, bir amaç için gerçekten ilk olarak yaratılmış söyleme yollarını böylesine avuç dolusu saçmamıştır. Bu türlü şeylerin Alman dilinde olabileceği şüpheliydi: Önceleri olsa, en başta ben kesinlikle yadsırdım bunu. Alman diliyle neler yapı­labilir, genel olarak dille neler yapılabilir, benden önce bilinmi­yordu bunlar. Yüce, insanüstü bir tutkunun korkunç dalgalanışını anlatmak için o büyük ritimler sanatını, zincirleme cümleler­le büyük deyişi ben buldum ilk; Zerdüşt'ün üçüncü bölümü sonundaki o "Yedi Mühür" başlıklı dithyrambos'la, şimdiye dek şiir denen şeyi binlerce fersah aştım.
V
Eşsiz bir psikolog konuşuyor benim yazılarımda; işte iyi bir okuyucunun, eski iyi filologlar Horatius'larının nasıl okurdularsa beni öyle okuyan, tam bana göre bir okuyucunun ilk edine­ceği kanı budur. Üzerinde herkesin anlaştığı cümleler -herkes derken, bunun içinde orta malı feylosofların, törebilimcilerin ve öbür mankafalarla mantar kafaların da bulunduğunu ayrıca söy­lemek gerekmez-, benim yazılarımda bönce yanılgılar olarak ortaya çıkar: Örneğin, "çıkar gözetmez" ve "bencil" kavramları­nın birbirinin karşıtı olduğu inancı; oysa "ben"in kendisi bir "yüksek aldatmaca"dan, bir "ülkü"den başka bir şey değildir... Ne bencil, ne de çıkar gözetmez eylemler vardır; her iki kavram da psikolojik birer mantıksızlıktır. Ya da "insan mutlu olmak için çabalar" cümlesi... Ya da "mutluluk erdemin ödülüdür" cümlesi... Ya da "hoşlanma ve acı duyguları birbirinin karşıtıdır" cümlesi... İnsanlığın "Kirke"si, yani töre, bütün Psikolojiyi baştan aşağı yalana boğdu, törelleştirdi; ta o tüyler ürpertici saç­malığa, sevginin "çıkar gözetmez" bir şey olması gerektiğine va­rıncaya dek... İnsan kendi kendine sağlam bir dayanak olmalı, iki ayağı üstünde korkmadan durabilmeli; başka türlü sevemez yoksa. Kadınlar da pek iyi bilirler bunu: O çıkar gözetmeyen, o nesnel erkekler vız gelir onlara... Sırası gelmişken, şu kadın ulu­sunu tanıyorum diyebilirim. Dionysos'ca payımdan gelmedir bu. Kim bilir, belki de "bengi dişiliğin" ilk psikologuyum ben. Eski bir öyküdür: O mutsuz kadıncıklar, "özgürleşmiş" olanlar, çocuk doğurmaya gücü yetmeyenler dışında hepsi beni severler. -Bereket versin, kendimi parçalatmaya niyetim yok: Sevdi mi parçalar gerçek kadın dediğin... Bu sevimli Bakkha'ları iyi tanırım... Ah o ne tehlikeli, o ne sinsi, yeraltında yaşayan bir yırtıcı hayvancıktır! Nasıl da şirindir üstelik!... Öç ardından koşan bir kadıncık yazgıyı bile dinlemez, yıkar geçer. Kadın er­kekten ölçülmez derecede daha kötüdür; daha akıllıdır da. Bir çeşit yozlaşmadır kadında iyilik... O "ince duygular" var ya, tü­münün mayasında bir fizyolojik bozukluk vardır, -hepsini söylemeyeyim, hekimce konuşacağım yoksa. Eşit haklar için açılan savaş, bir hastalık belirtisidir üstelik; her hekim bilir bunu. Ger­çek kadın dediğin var gücüyle direnir hak denen şeye karşı; cinsler arasındaki o bitmez savaşta ilk yer hiç tartışmasız onun­dur zaten doğal olarak. -Benim sevgi tanımımı duyup anladınız mı? Gerçek bir feylosofa yaraşan biricik tanım budur. Sevginin tuttuğu yol savaş, özü ise cinslerin öldüresiye kinidir birbirleri­ne. "Bir kadın nasıl iyileştirilir, kurtarılır" sorusuna verdiğim ya­nıtı biliyor musunuz? İnsan ondan bir çocuk edinmelidir. Kadın çocuksuz edemez, erkek bir aracıdır yalnız: Zerdüşt böyle dedi. "Kadının özgürleşmesi", özürlü, doğuramaz kadınların gerçek kadına karşı içgüdüsel kinidir bu; "erkek"le kavgaya gelince, bu bir yoldur, bir sözde nedendir, bir taktiktir yalnızca. Kendile­rini "gerçek kadın", "yüksek kadın", "ülkücü kadın" diye yük­seltmekle, aşama sırasında kadının yerini alçaltmaya çalışırlar; bunun için de en şaşmaz yol, lise öğrenimi yapmak, pantolon giymek ve sürü olarak oy verebilmektir. Aslına bakılırsa, özgürleşen kadınlar "bengi dişilik" ülkesinin anarşistleridir; kuyruk acısı vardır onlarda, öç isteği vardır derinlerinde yatan... En kö­tüsünden bir tür "ülkücülük" vardır ki erkeklerde de rastlanır ayrıca, o evde kalmış kız örneğinde, Henrik İbsen'de olduğu gi­bi, -bunun amacı da cinsel sevgideki gönül rahatlığını, doğallığı ağulamaktır... Bu konuda dürüstlüğü ölçüsünde sıkı olan anlayı­şım üstüne hiç şüpheniz kalmasın diye, bozulmuşluğa karşı töre yasalarımdan bir madde okuyayım; bozulmuşluk derken, her çeşit doğaya aykırılığın, ya da güzel sözleri seviyorsanız, ülkü­cülüğün karşısına çıkıyorum, Madde şu: "Akmanlık üstüne va­az vermek, açıktan herkesi doğaya aykırı olmaya kışkırtmaktır. Nasıl olursa olsun, cinsel yaşamı küçümseme, onu ayıp kavra­mıyla lekeleme, yaşamın kendine karşı işlenmiş bir suçtur, -ya­şamın Kutsal Tinine karşı günahın ta kendisidir."
VI
Nasıl bir psikolog olduğumu anlayasınız diye, İyi ve Kötü­nün Ötesinde'den üzerinde düşünülmeye değer bir betimleme aktarıyorum, -şunu da söyleyeyim ki, burada anlatılmak iste­nen kimdir, sakın bulup çıkarmaya çalışmayın: "Yüreğin dehası onda vardır, o büyük Bilinmeyen'de, bulunçların o sınayıcı tan­rısı, doğuştan fare avcısı; sesi her ruhun yeraltı ülkesine dek inen; her sözünde, her bakışında bir baştan çıkarma amacı saklı olan; ustalığı gereğince, olduğu gibi değil, başka türlü görünen, öyle ki ardından gelenler ona daha bir sokulsun, onu daha gö­nülden, daha tam izlesinler... Yüreğin dehası her türlü ağız kala­balığını, kendini beğenmişliği susturan, kulak kabartmasını öğ­reten; kaba saba ruhları törpüleyen, onlara yeni bir istek tattı­ran, -derin gökyüzünü yansıtabilmek için dupduru bir ayna gibi olmak isteğini... Yüreğin dehası, o sakar ve ivecen ellere durak­lamayı, daha bir incelikle kavramayı öğreten; bulanık, kalın bu­zun altındaki o saklı, unutulmuş gömünün, o bir damla iyiliğin, tatlı özün yerini kestiren; uzun çağlar çamur ve kum içinde gö­mülü yatan her altın kırıntısını bulmak için büyülü bir değnek olan... Onun dokunduğu kimse daha bir zenginleşmiş olarak uzaklaşır oradan, başkasının malı altında iki büklüm değil, ken­disi daha zengin, yenilenmiş, sanki üzerinden ılık bir yel esmiş de buzları çözülmüş, içi açılmış, belki daha güvensiz, daha ince, daha kolay kırılır, belki daha bir kırılmış, ama daha adı bile ol­mayan umutlarla dolu, yeni istemlerle, akıntılarla dolu, yeni di­renişlerle, ters akıntılarla dolu..."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Toplumsal Suçluluk Bireysel Sorumluluk /Richard Porton / Haneke İle Söyleşi

İki yıl önce, Piyanist filminin ABD gösterimi ile bağlantılı olarak, Christopher Sharrett'in Michael Haneke ile yaptığı ve politik ve estetik konuların konuşulduğu bir söyleşi Cineaste dergisinde (Vol. XXVIII, No. 3) yayımlanmıştı. Bu söyleşide Haneke, 9/11 sonrası politik ortam ile ilgili korkularından bahsetmişti. Son filmi Cache (Saklı), Fransa'da Cezayir savaşının mirası üzerine eğilse de, günümüzün korkularına dair bir alegori olarak da yorumlanabilir. New York Film Festivali'nde Cache filminin galası sırasında Haneke, Cineaste ile bir söyleşiye katıldı. Söyleşi, 2005 yılında Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü aldığı filmi üzerine gerçekleştirildi.

Cache filmindeki unsurlar, senaryo yazım sürecinde nasıl bir araya geldi? Cezayir sorunu, özellikle de Ekim 1961 olayları, senaryonun başlangıç noktası mıydı? Ya da başka başlangıç noktaları mı vardı ?


Başlangıç noktası, birlikte çalışmamızı öneren Daniel Auteuil için bir proje bulmaktı. Aynı zamanda, çocukluğunda işlediği bir suçla yüz yüze gelen birisi üzerine bir senaryo yazmak istiyordum. Bu travmaya karşı karakterin reaksiyonlarını araştırmak istiyordum. Tesadüf eseri, ARTE (Fransız sanat kanalı. R.P.) kanalında, Ekim 1961 gösterileri üzerine bir belgesel izledim. Belgeseli izledikten sonra, tüm unsurlar bir araya geldi.

Şu günlerde, Fransa'da, Cezayir savaşının mirası ile ilgili birçok filmin çekilmiş olması ilginç bir durum. Cache dışında, Alain Tasma'nın Ekim 17,1961 ve Philippe Faucon'un Le Trahison filmleri var.

Tüm bu filmlerin, 40 yıllık sessizlikten sonra yayımlanan ARTE'deki belgeselden ilham almaları mümkün. Ben tamamen tesadüf eseri, bir akşam Avusturya'da televizyon izlerken belgeseli gördüm ve bu olay hakkında daha önce hiçbir şey duymamış olmam beni şoke etti. Fransa gibi, basın özgürlüğü ile gurur duyan bir ülkede, böyle bir olayın kırk yıl boyunca bastırılmış olması oldukça şaşırtıcı. Şimdi tarihin bu döneminin açıklığa çıkmasının büyük bir olay olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda, filmimin özellikle bu Fransız problemiyle ilgili olarak görülmesini de istemiyorum. Bana öyle geliyor ki, her ülkede, toplumsal suçlulukla ilgili sorunların önemli olduğu, böyle karanlık köşeler var. Eminim ki, Amerika Birleşik Devletleri'nde de toplumsal bilinçsizlik üzerinde bu tarz kara lekeler bulunuyor.

Bu olayın neden Fransa'ya özgü bir problem olmadığını gösteren bir neden var. İlk filmim Yedinci Kıta'nın Cannes'da gösterime girmesinden sonra, basın toplantısı sırasında gazetecilerden birisi, "Avusturya'da durum bu kadar kötü mü? Durum bu mu?" sorusunu sordu. İnsanların belirli problemlerin farkına varması konusundaki isteğime karşı bu soru klasik bir savunma durumunu anlatıyor. İstenmeyen elemanların kilimin altına süpürülmesi gibi. Filmin milliyetiyle ilgisi yok bunun. Bu film Fransa'da çekildi, fakat ufak tefek değişikliklerle bu filmi Avusturya - eminim ki Amerika da olabilir - ortamına uydurabilirdim. Geçenlerde Lyon'da filmin gösterimi vardı ve film üzerine yapılan tartışma sırasında izleyicilerden genç bir adam ayağa kalktı ve benim mutsuz bir çocukluk geçirip geçirmediğimi sordu. Ben bu durumu, filmin ele aldığı gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmak olarak yorumluyorum.


Film, belli ölçülerde, bastırılmış tarihsel hafıza ve bunun bastırılmış kişisel anılar ile ilişkisi üzerine. Bu metafor, Cezayir savaşının hafızalardan silinmesi, diğer ülkelere genişletebilirken, aslında Fransa ortamına çok fazla uyuyor.

Evet, fakat, Avusturya'da hala "Hiçbirimiz Nazi değildik" diyen insanları duyuyorsunuz. Hiç kimse Nazi olduğunu kabul etmiyor, Nazizmin bir kurbanı olarak görüyorlar kendilerini.

Georges'u bir medya figürü, bir kitap programının sunucusu, yapmanın anlamı ne? Karısı, Anne de, elbette, edebiyatla ilgili gözüküyor, fakat daha çok yüzeysel bir ilgi bu. Ayrıca filmde bir sahne var. Bu sahnede Georges, Rimbaud üzerine olan bir programı kurgularken, programın "fazla teorik" olduğuna inanıyor. Bu yorumlar, ülkemizde söylendiği gibi medyanın "aptallaştırması" üzerine mi?


Georges'i, bir televizyon sunucusu yapmanın birkaç nedeni var. İlk olarak, karakterimin tanınmış birisi olmasını ve böylelikle Macid'in onu kolaylıkla tanımasını sağlamak istedim. Televizyon sunucuları, günümüz dünyasında en ünlü olan insanlar. Edebiyatla ilgili olduğunu göstermekteki amacım, onun akıllı olduğunu, fakat aklın, korkak olmayı ya da zayıf bir karakter durumuna gelmeyi engelleyemediğini göstermekti.

Rimbaud programının değiştirilmesi aslında bir şakaydı, seyirciye göz kırpmaydı. Kişisel tecrübelerime göre, televizyonda çalışırken, üzerinizde baskının boyutlarını çok iyi biliyorum. Artık televizyonda çalışmıyorum, fakat televizyona senaryo yazan arkadaşlarımdan sürekli olarak kendilerine söylenenleri duyuyorum: "Senaryo fazlasıyla karmaşık. Senaryoyu basit tutmalısınız, çünkü izleyiciler aptal. Bu şekilde reklamlardan daha çok para kazanırsınız."

Georges, bu tarz manipülasyonlara oldukça itaatkar davranıyor. Bu açıdan da Macid karakteri ile tam bir kontrast oluşturuyor. Çünkü Macid karakteri güçsüzlere karşı güçlülerin kendini beğenmişliğini kanıtlıyor.
Durumun bu kadar siyah ve beyaz olduğundan emin değilim. Georges'in doğruyu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz ve aynı şekilde Macid'in de doğruyu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz. Tam olarak hangi karakterin yalan söylediğini bilmiyoruz, aynen gerçek hayatta bilemediğimiz gibi. Yoksulların sadece yoksul ve iyi, zenginlerin sadece zengin ve şeytan olduğunu söylemezsiniz. Yaşam, bundan daha karmaşıktır ve bir yönetmen ve sanatçı olarak, yaşamın karmaşıklıklarını ve çelişkilerini araştırmaya çalışıyorum. Umarım ki, bu sebepten dolayı, temelde nasıl davranmamız gerektiğini bilemememizden, film tedirgin ve rahatsız edici.

Macid'in intihar sahnesi izleyiciler için fazlasıyla tedirgin edici. Fıınny Games (Ölümcül Oyunlar) filminiz ile bağlantılı olarak, filmlerinizdeki şiddet sahneleri, şiddetin kurbanları nasıl etkilediğini ve "diğerlerinin şiddeti" ile sonuçlandığını gösteriyor.
Macid'in intihan birkaç noktayı vurguluyor. Her şeyden önce, kendini yok etmeye yönelik umutsuz bir eylem. Fakat aynı zamanda, Georges'e karşı yönelen bir saldırganlık anlamına geliyor. Tanıdığım birisi, filmi izledikten sonra, duyduğu bir öyküyü anlattı bana. Karısını terk eden bir adam, karısı tarafından metro istasyonunda buluşmaya çağrılıyor. Buluşuyorlar ve karısı kocasının gözleri önünde kendisini trenin altına atıyor. Bunun filmim üzerine ilginç bir yorum olduğunu düşünüyorum.

Cache filminde, kameranın gerçeği açığa çıkarmak yerine, aldatma sürecine suç ortaklığı yaptığı birçok sekans var. Godard'ın film, "saniyede 24 kare gerçektir" aforizmasının tam tersi bir durum aslında.

Benim bakış açım, Godard'ın yaklaşımını biraz uyarlarsak, "Film, gerçeğin hizmetinde, saniyede 24 kare yalandır". Ya da gerçeğin hizmetinde olma olasılığı olan bir yalandır. Film, yapay bir yapıdır. Gerçekliği yeniden inşa ediyormuş gibi yapar. Fakat böyle olmaz, manipülatif bir yapı sunar. Gerçeği açığa çıkarabilen bir yalandır. Fakat, film bir sanat eseri değilse, sadece manipülasyon sürecinin suç ortağı olarak kalır.

Önceki filmlerinizden bazılarında, müzik oldukça yaratıcı bir rol üstleniyordu, özellikle de klasik müzik. Bu durum, özellikle Piyanist filminde belirgindi. Cache'de neredeyse müziğin hiç kullanılmaması neden kaynaklanıyor'?


Filmde, müzik genelde bazı zayıflıkları örtmek için kullanılıyor. Gerçekçi filmde müziğin hiç yeri yok. Günlük yaşamda, davranışlarınıza eşlik eden bir müzik olmaz. Gerçekçi olmaya çalışmayan ya da bunu iddia etmeyen bir tür filminde bu durum tamamen farklıdır. Fakat gerçekçi bir filmde, eğer müzik belirli bir sahnede çalınmıyorsa, müziği eklememelisiniz ve müziğe bir yer yoktur.

Önceki filmlerinizin bazıları, örneğin, Funny Games, Benny'nin Videosu, video teknolojisi, gözetim altında olma ve izleyicinin "manipülasyonu" arasındaki ilişkileri ele alıyor. Bu filmler ile Cache arasında, kullanılan motifler açısından bir devamlılık olduğunu düşünüyor musunuz?

Sizin sorunuz, filmlerime yönelik dışsal bir perspektif ile içsel bir perspektif arasındaki farklılıkların altını çiziyor. Ben hiçbir zaman bu tarz şeyler hakkında düşünmüyorum ve eski filmlerimi seyretmiyorum. Eleştirmenlerin konusu olan bu tarz soruları yanıtlamak benim için çok zor. Fakat, tüm bu filmlerde ortaya çıkan konular tek bir kafadan çıkıyor.

Filmleriniz konusundaki yorumları empoze etmek istemeyen bir yönetmen olarak biliniyorsunuz. Bunun nedeni, izleyicilerin kendilerine söylenenleri düşünmeye eğilimli olmaları mı?

Tüm filmlerim, ortalama (mainstream) sinemaya karşı bir tepki aslında. Tüm ciddi sanat biçimleri, alıcıyı algılama sürecinde bir ortak olarak görürler. Gerçekte, bu durum, insancıl düşüncenin ön koşullarından. Sinemada, bu gerçek, ortamına ticari koşulları tarafından değiştiriliyor.

Cache filminde, izleyicilerinin bir bölümünün bir sonuç beklediği ve filmin açık-uçlu doğasından pek hoşlanmadıkları görülüyor. Belki de sizin filmlerinizle, izleyiciler çalışmayla anlaşmak ve ortalama sinemanın ötesinde beklentiler oluşturmak zorundalar.
Sanırım benim önerdiğim oldukça eski bir anlaşma şekli: Bir sanat yapıtında hem yapımcı hem de alıcılar birbirlerini ciddiye almak durumundalar. Diğer yandan, günümüzün basmakalıp sineması ya da kitle sineması, alıcıları bir ortak olarak ciddiye almıyor. Bu sinema, izleyicileri, işlevi sadece para vermek olan bir banka makinesi olarak görüyor. İzleyicilerin gereksinimlerini karşılıyor gözüküyor, ancak bunu yapmayı reddediyor. Benim önerdiğim ise binlerce yıllık sanat tarihi içinde kanıtlanmış durumda. Örneğin tiyatronun ilk yıllarını ele alın. Yaratıcı ve izleyici arasında bir yüzleşme, ama aynı zamanda bir saygı, bulunuyordu.

Resnais ve Tarkovsky gibi yönetmenlerde olduğu gibi, filmin anlamının oluşturulmasında izleyicilerin katkıları olması gerektiğine inanıyorsunuz.


Eğer film bir sanat yapıtıysa, örneğin sizin bahsettiğiniz yönetmenlerin filmlerinde olduğu gibi, durum aynen dediğiniz gibi olur. Aynı şey herhangi bir sanatsal yaratım için de geçerlidir. Ben sadece bir film yönetmeni olarak çalışmıyorum, aynı zamanda sanatsal geleneğe katkı yapmaya çalışıyorum.

Birçok filminizde, Cache da bunlar arasında, medyaya, özellikle de televizyona yönelik eleştiriler içeriyor. Kariyerinize Avusturya televizyonunda başladınız. Bu medyaya yönelik eleştirileriniz kendi deneyimlerinizden mi kaynaklanıyor?

Kesinlikle. Medyaya yönelik eleştirilerimin kaynağında, onu çok iyi tanımam yatıyor. Fakat önemli bir nokta daha var, o da ben Avusturya televizyonuna son birkaç yıla kadar film yapıyordum. O dönemler, televizyon için hala ciddi şeylerin yapılabildiği bir dönemdi. Şu anda bu neredeyse olanaksız, en azından kaldığım oteldeki televizyondan izlediğim filmler bunu kanıtlıyor. Televizyonda gördükleriniz sizi depresif yapmaya yetiyor.

1997 yılında Kafka'nın Şato'sunu televiyon için uyarladınız.

Kafka uyarlaması gibi bir filmi televizyona yapmak, ancak sinema alanında yakaladığım uluslararası başarının ertesinde mümkün olabilirdi. Ben onlar için bir çeşit mazeret işlevi görüyorum. Şato filmi, onlara sırtlarını yaslayıp, "bakın yapımlarımız ne kadar güzel" dedirtiyor (gülüyor).

* Cineaste, Vol. XXXI No. 1, Kış 2005
Çeviren A. Ufuk